|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Sinan Çetin'in ünlü "Propaganda" filminde de kamu sektörünün duygusuz kalıplarını en pervasız halleriyle görmemiz mümkündür.
Bu filmde bir kamu görevlisinin ailesi, akrabaları, çocukluk arkadaşları, köylüleri, sevdikleri ve dostlarıyla ilişkileri pahasına benimsediği kalıpların kısaca aşağıda değinilen çarpıcı örneklerine tanık olursunuz.
Öykü Cumhuriyetin ilk yıllarında Suriye ile Türkiye arasındaki bir sınır köyünde geçmektedir... Rahmetli Kemal Sunal'ın büyük bir başarıyla canlandırdığı Gümrük Müdürüne Ankara'dan bir talimat gelir: iki ülke arasındaki sınırı gönderilen topografik verilere dayanarak belirleyecek ve bu amaçla gönderilen dikenli teli sınır boyunca gererek köye bir gümrük Kapısı açacaktır.
Yardımcısının söylediğine göre sınır köyün bazı hanelerini Suriye topraklarında bırakacak şekilde, köyün içinden geçmektedir. Aslında son sözü söyleme yetkisi tamamen Gümrük Müdüründedir. Ne Ankara'dan bir teknik ekip gelmiştir, ne Suriye tarafının temsilcileri vardır ortada, ne de sonradan birilerinin gelip yapılanları kontrol etmesi sözkonusudur. Üstelik sınırın ötesinde kalacak olan hane kendi çocukluk ve askerlik arkadaşına (Metin Akpınar) aittir. Ancak Gümrük Müdürü, görevine bağlılık ve tarafsızlık adına kendi çocukluk arkadaşını evi ve ailesi ile birlikte sınırın dışında bırakır ve orada kalan herkese yabancı muamelesi yaparak köye girişlerine engel olur; pasaport sahibi olmayan köylülerin de sınırın diğer tarafına geçmesi yasaklanır. Gümrük Müdürünün eşi bu duruma çok üzülür, kahrolur, el içine çıkamaz hale gelir; sonunda evi terk eder. Müdürün oğlu (Rafet Elroman) da isyanlardadır; zira yavuklusu (Meltem Cumbul) sınırın karşı tarafında kalmıştır. Sonunda sınırı geçmeye karar verir; ancak Müdür Bey bu yasakları uygulamak ve uygulatmak adına kendi oğlunun bacağına kurşun sıkacak kadar "bürokratik robotluk" kariyerini benimsemiş bulunmaktadır.
Oğlu acı içinde kıvranırken Müdür Bey binbir pişmanlık içinde çareler arar ve bu tür sıhhiye işlerinden anlayan yegane insanın sınırın karşı tarafında kalan ve günlerdir köye girmesine izin verilmeyen çocukluk arkadaşı olduğu gerçeğiyle başbaşa kalır… Birkaç dakika sonra çaresizliğini kabullenir ve haber gönderip onu gümrük Karakoluna çağırmak zorunda kalır... Arkadaşı koşup yetişir ve kurşun çıkarılıp anlamlı bir ifadeyle Müdür Beyin eline tutuşturulur. Sonraki günlerde Müdür Bey, Karakolun önüne çöküp oturmuş, elindeki bir metal su tasında oğlunun bacağından çıkartılan kurşunu çalkalayarak düşünür, düşünür, düşünür... Bütün bu olanları düşünür yeni baştan! Aslında düşündüğü şey kendi mesleki hayatı, sorguladığı şey de kendisini bu denli kendisinden uzaklaştırarak tüm bunları yapabilme noktasına getiren kalıplardır! Sonunda bu gereksiz ve anlamsız trajediye bizzat kendisi son vermek üzere harekete geçer. İstifa mektubunu yazıp masasına bırakır, sınırı geçer ve çocukluk arkadaşıyla kucaklaşır; elbirliğiyle onun aile fertlerini, bir kaç parça eşyayla birlikte bir kamyona yüklerler. Müdür Bey de çıkıp kamyonun üzerine oturur ve bu vaziyette sınır kapısındaki barikattan kendilerine doğrultulan silahlara aldırmadan kamyonu köye doğru sürerler. Gümrük Karakolunun sorumluluğunu devralan Yardımcısı askerlere ateş emri verir, ancak parmaklar tetiklere gitse de çavuş daha fazla dayanamayıp "Biz kendi komutanımızı vurmayız Memur Bey!" diyerek müdahale eder ve askerler son anda silahlarını indirirler; kamyon barikatı parçalayıp köye girer!
Ne dersiniz? Sinan Çetin'in Türk Kamu Yönetiminin doğasının anlaşılmasında büyük bir yer tutacağına inandığım bu yapıtında kalıpların memurları adeta hipnoz altındaymışcasına kendi benliklerinden uzaklaştırıp onları bambaşka yaratıklarmış gibi davranmaya yönelttiği biraz olsun gözükmüyor mu?
Devlet işinin duygular bir kenara bırakılarak yapılması gereken bir görev olduğu inancıyla benimsenen iş kimliğinin ya da sosyal rolün kamuda görev yapan insanları kendi hislerini duymazdan gelmeye, özgürlüklerini kısıtlamaya ve duyarlılıklarını idarenin belirlediği sınırlar içinde kullanmaya yönelttiği gerçeğini bu film trajik bir biçimde ortaya koymuyor mu?
Gerçek bir yaşam öyküsünün bu filmle beyazperdeye yansıyan görüntülerinde "duygularını bir kenara bırakmış bir devlet memuru olma" rolünün pek çok insan için en baskın sosyal roller olan "baba", "çocukluk arkadaşı", "can dostu", "hemşehri" gibi rollerinin dahi üzerine çıkabildiğine ibretle tanık olmuyormuyuz?
Rahmetli Kemal Sunal'a bu trajediye son verecek adımları attıran şey, onun idari kalıplara teslim ettiği kendi özgürlüğünü ve duyarlılığını geri kazanıp onları tekrar kuşanması değil mi sizce de?
İnsanları aynı mağaranın duvarları içinde hergünkü hayatı aynen sürdürmek yerine dışarılara yönelip ateşi, tekerleği ve pek çok başka şeyi keşfetmeye yönelten duygusal donanımın en önemli iki unsurunun özgürlük ve duyarlılık olduğunu; bunların tetiklediği arayışlarla insanlığın kalkınıp geliştiğini, oysa kamu sektöründeki kalıpların şeklini alırlarken insanların bu duygusal donanımlarını yitirerek mevcut düzenin hiç değişmeden devam etmesini sağlayacak tek-tip memurlar haline geldiklerini bu öyküde açıkça görüyoruz.
|
|
|