|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
En zıpır heveslerin, en çocuksu planların, en gözüpek cengaverliklerin soluğunu bir anda kesip onların sahiplerini halsiz, çaresiz kendilerine boyun eğmeye zorlayan bu kalıplar var olduğu sürece kamu sektöründe o bilinen "tek tip" memurlardan farklı düşünen, davranan ve farklı memurlar yetişmesi için genç memurlara fırsat tanıyıp onlara kendilerini geliştirmeleri için olanaklar sağlayan birilerine rastlanamayacağına hayıflanıyorum…
Nasıl ki yer altı dünyasının kirli işlerini görmek için belirli özelliklere sahip insanlar yetiştirilmesi önemliyse, kamuda da amirlerin direktiflerinin tereddütsüz yerine getirilmesine hizmet edecek özelliklere sahip insanlar yetiştiriliyor anlaşılan...
İş heyecanının, işine kendinden birşeyler katma hissinin ve yaratıcılığın bir kenara bırakılıp tüm mesainin verilen talimatlara odaklanması insanlarda giderek bir bezginlik yaratıyor...
Üzüm bağlarında fide budamaya memur edilmiş kariyer diplomatlar gibi, zaman zaman mesleki kapasitenizin çok altındaki işlere memur edildiğinizi görerek yeterince faydalı işler yapamadığınız hissine kapılıyorsunuz. Fakat kapasitenize uygun işlere kalkışmanıza şiddetle karşı çıkılıyor...
Kurumsal kalıplarda tanık olduğunuz bu aşılmaz sınırlar büyün düşünce kimyanızı etkiliyor ve sizin nelere muktedir olduğunuza dair listenizde kayıtlı şeylerin neredeyse tamamı o listeden çıkarılmış ve yerlerine kalıpların onayladığı başkaca şeyler konulmuş oluyor.
Sırtımızın artık duvara dayandığını, daha fazla gerileyemeyeceğimizi anlayarak er ya da geç kabul etmek zorunda kaldığımız bu kalıplar nedeniyle kendi hayallerimize, kendi düşünsel ufuklarımıza öyle sınırlar koyuyor, yeni bir şeyler yapılması sözkonusu olduğunda kurumsal kalıplarımız zihnimizde öylesine büyük engeller peydahlanmasına yol açıyor ki güvenli sığ suların dışına adım atmayı aklımızdan dahi geçiremez duruma geliyoruz. Zihinsel kapasitelerimiz bizim kendi çabamızla aşamayacağımız ölçüde sınırlanmış oluyor.
İş kimliği olarak halimiz, tahta gövdesi üzerine betondan direk dikilmiş, yelkeni ise kumaş yerine tuğladan örülmüş bir tekneyi andırıyor. Direk ve yelkenin ağırlığıyla gövdesi tehlikeli bir biçimde suya gömülen bu teknenin hareket serbestisi ne ölçüde kısıtlı ise, yaratıcı düşünceye kapalı bir çalışma ortamındaki insanların hareket serbestisi de o ölçüde kısıtlanmış oluyor.
Yaratıcılığa ve yeniliğe açık sektörlerin, özellikle de bu sayede çok iyi yol alabildiklerinin farkında olan Batılı ülkelerin teknelerini su yüzeyinde uçarcasına kaydıran değişim rüzgarları bizim ağır ve hantal tekneyi yerinden dahi kıpırdatamıyor.
Diğer tekneler, sahip oldukları hareket serbestisi sayesinde kendi boylarından büyük değişim dalgalarına meydan okuyup onların arasından zarif bir kuğu edasıyla süzülmenin beceri dolu zevkini yaşarken bu tekne en küçük dalgalanmayı bu ağır gövdesini bir anda suyun dibine gömecek bir tehdit olarak algılayıp derin korkulara sürükleniyor... Bu meselenin bizi gelişmekten, değişip daha güzele ve daha iyiye yol almaktan alıkoyan yanı...
Bir de işin aykırı işlere de evet deme boyutu var ki, bu kayıpların en derini ve en acısı... Zira dalgalanma ve hareketliliğe bu denli düşman olup kıpırtıya dahi tahammül edemeyen bu yapıda da insanlar, katı kuralların ve sert uygulamaların baskısı altında, istemeden de olsa kapkara belgeler bembeyaz imzalar atabiliyorlar ne yazık ki...
|
|
|