|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Hareketsizliğin Potansiyel Gücü
Akvaryumun dibine korku ve endişeyle sinmiş duran alabalıkları andıran bu ruh halim bana yoğun bir ümitsizlik ve çaresizlik hissi veriyordu. Karşımda baş edemeyeceğim ölçüde güçlü koskoca bir devlet kuruluşunun en üst düzeydeki yöneticilerinden oluşan, üstelik de bir telefonla ulaşabilecekleri sayılamayacak kadar çok imkanlara sahip bulunan bir kadro vardı...
Kendimi aşırı ölçüde kötü hissediyordum. Depresyon... Bunalım... Aslan kafesinin içindeki yıkılmış bir tuğla duvarı örmek için etrafındaki aslanların iştah duyarcasına kendisini koklayıp yalanmalarını dert etmeden ve onların dişlerini göstererek hırlamalarını duymazdan gelmeye çalışarak, her an ölümle burun burunayken duvar örme işine konsantre olmaya çalışan bir duvarcıyı andırıyordu halim... Adamlar beni düpedüz çarmıha germekteydiler ve benim hiçbir çabam bu girdaptan çıkmama yetmiyordu. Çaresizdim! Ne bu kaygılarımı yatıştırabiliyor, ne de kendimi işime verebiliyordum. Üç ay sonra, bir yıl sonra, beş yıl sonra ne olacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Parasızdım, en önemlisi bankada uğradığım haksızlığı kabullenemiyordum. Rapor ettiğim 200,000 Dolarlık yolsuzluk örtbas edilmiş, satın alınmasına yanaşmadığım 50,000 Dolarlık lüks makam taşıtı başka birilerinin imzası alınarak satın alınmıştı. Ben ise kötü olduğumla kalmıştım. Üstelik de devlet kesesinden zengin olma planlarına katkıda bulunmadığım amirlerin hakkımda düzenlediği gizli sicil raporlarıyla sicilim bozulduğundan terfim de, tekrar yurt dışı görevlere tayinim de artık hayal olmuştu benim için. Bir daha benden büyüklerin işleriyle ilgili fikirlerimi kendime saklamam için de bir veznedarın yaptığı ileri sürülen 8,000 Dolarlık bir usulsüzlüğün faturası, savunmam dahi alınmadan benim üzerime yıkılmış ve bu parayı ödememe için hakkımda dava açılmıştı. Heyhat! 200,000 Dolarlık yolsuzluğu hasır altı edenler de, kılıfına uydurup yeni makam taşıtı almak isteyen Müdürüme 50,000 Doları başka bir harcama gibi göstererek gönderenler de, mahiyetini dahi bilmediğim 8,000 Dolarlık usulsüzlük için beni mahkemeye verenler de bankanın aynı birimini yöneten, Personel Dairesi yetkililerinden başkası değildi. Bunca yıllık emeğim çöpe atılmış gibiydi ve ben kendimi kurtaracak bir çare de üretemiyordum.
Birkaç günlüğüne izin alıp ayrıldım daireden. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Dolmuşa binip şehirlerarası otobüs terminaline gittim ve karşıma ilk çıkan İstanbul otobüsüne attım kendimi. Yerim en öndeydi... Yoğun yağmur altında Ankara'yı terk ettik. Bilet kontrolü yapan hostes İstanbul'da nerede ineceğimi sordu. "İnanın hiç bir fikrim yok! Oraya varınca söylerim" dedim. Çay ve kek ikramından sonra hiçbir şey düşünmeden camdan süzülen su damlalarını seyrederken uykuya dalmışım.
20-25 dakika sonra uyandığımda bambaşka bir dünyaya açıldı gözlerim. Yolun her iki yanı da göz alabildiğine uzanan sarılı morlu bir çiçek tarlasıydı adeta...
Pırıl pırıl bir hava vardı, güneş tam tepedeydi ve bitkiler yeni yağmış yağmurun verdiği zindelik ve neşeyle salınıyorlardı adeta...
Bir tepenin ardına kıvrıldığımızda
masmavi bir göl çıkıverdi karşımıza...
Gölün karşı sırasındaki mor dağlar,
yerden buharlaşan su nedeniyle adeta bir duman tabakasının arkasından görülüyor gibiydi.
Az sonra kıpkırmızı gelinciklerle bezenmiş yamaçlardan geçti yolumuz... Yemyeşil ovalarda tablo gibi asılı duran köyler gördüm. Güneş bu yemyeşil örtüyü kıvrım kıvrım dolaşan köy yollarında gezinen otomobillerin peşine düşmüş, onların camlarına ve kromajlı yüzeylerine vurup ansızın gözlerimize yansıyordu... Uzakta, dağın yamacında sürüler halinde otlayan kara koyunlar ışıltılı renklerle bezenmiş kocaman bir halıya gelişigüzel saçılmış simsiyah tespih taneleri gibiydiler...
Yola yakın bir alandaki at sürüsünde fark ettiğim küçücük taylar sevimli yüzleri, acemi tavırları ve neşeli koşuşturmalarıyla yeni başlangıçları, tüm haksızlıkları ve şansızlıkları örten hayat dolu başlangıçları simgeliyordu adeta. O küçücük gövdelerden yaşamın, varoluşun tüm gücü yansıyordu sanki...
Bolu yakınlarında verilen molada anladım ki İstanbul'a gitmeye hiç ihtiyacım kalmamıştı; aradığım enerjiyi, mücadele gücünü, yön hissini ve yaşama sevincini az önce yeniden bulmuştum... O keyifle bir hovardalık yapıp bir yılı aşkın süredir ilk defa çayıma bir de şeker attım. O eski aşina tat tüm belleğime yayıldı adeta. Öğrencilik yıllarımı hatırladım. Ne çok sigara içmiştim böylesi çay molalarında... Aslında tesislerde çalan müzik bir de sigara yakmaya kışkırtıyordu beni, "Yak bir sigara, kül olsun dertler ucunda! Bir an oh diyemezsek çekilir mi ah bu dünya?" diyen Sezen Aksu ve Özdemir Erdoğan'ın ağzından... Ama yaşama dürtüsü böylesine güçlüyken insan nasıl kağıda sarılı bitki kurusunun dumanını içine çekerek bir parça ölüm solumaya yanaşır ki?
Üç dakika sonra aynı firmanın İstanbul yönünden gelen bir otobüsüne yatay geçiş yapıp Ankara'ya doğru yola koyulmuştum bile... İçimde büyük bir huzur ve güven, yüzümde derinlere demir atmış bir ışık vardı adeta.
Yol boyunca aynı ölçüde doyurucu bir görsel ziyafeti bu kez batmaya yüz tutmuş, turuncu renkli akşam güneşi altında izledim.
6 saatlik bu yolculuk beni tamamen dinlendirmiş ve hayata bakışımı köklü bir biçimde değiştirmişti. Orada dipdiri, canlı ve gerçek bir hayat vardı ve ben onu görüp tanımış olmakla yepyeni bir anlayış benimsemiştim: memnun olmadığın, zevk almadığın, kendin olamadığın bir hayatı uflaya puflaya, öle sıkıla sürüklemek yerine tam anlamıyla kendin olup beğeneceğin, zevk alacağın, mutlu olacağın bir hayat yaşamaya koyulmak anlayışı...
O andan itibaren korku ve endişelerimin gerçek olmadığını, öyle şartlandırıldığım için korku ve endişe duyduğumu düşünmeye başladım! Her şey yine benim elimdeydi işte!
Kendimi yıllardır limanda hareketsiz yatan bir gemi gibi hissedip üzüldüğüm geçmiş yıllarım için çok pişmandım şimdi... Daha dün, kendimi William Shakespeare'in 66. Sone'sinde dile getirdiği duygularla özdeşleştirmekte, kendisinin de doğruya doğru derken adının eğriye çıkmasından yakınan dizelerinden yüzlerce yıl önce benzer sorunların pençesinde yılgınlığa sürüklendiğini düşünmekteydim oysa... Onun da benim gibi dibe vurduğuna inanıyordum...
66'NCI SONE
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
WILLIAM SHAKESPEARE
Çeviri: Can Yücel
Oysa artık böyle düşünmemin bana sadece acı verdiğini ve beni daha iyi bir şeyler yapmak için harekete geçmekten alıkoyduğunu görebiliyordum. Evet, boyumu çok çok aşan sorunlar karşısında paralize olmuş, derin bir hareketsizliğe saplanıp kalmıştım belki... Fakat tek başına bu kötü bir şey değildi. Beklemekte, hareketsiz durup beklemekte kötü bir yan yoktu ki! O beklemekteki potansiyel, benim güç kaynağım olabilirdi. Kötü olan sadece beklemenin kalıcı hale gelerek sonsuza dek orada kalma eylemine (ya da eylemsizliğine) dönüşmesiydi ve ben buna asla izin vermemeye kararlıydım!
|
|
|