|
|
|
4 Haziran 2002 - Herşeye Rağmen |
Merhabalar Dostlar,
Şu yazıya "Oley Oley" diye başlamayı çok isterdim, ama olmadı işte. 48 yıl sonra elimize geçen fırsatı, hele böylesi bir rüya takımı da toplamışken, kenar yönetimin basiretsizliğine kurban etmek acı geldi bana. Başından beri yeterli olduğuna inanmadığım Şenol Güneş gene yapacağını yaptı ve ortada giden maçı bana göre katletti. Bir avuç Türk seyircinin Yıldıray oyundan alınınca Milli Takım Hocasını "Yuhh" diyerek protesto etmesini içine sindirebildiyse bu adam, yuh olsun ona. Acaba diyorum, bu maç sabah 9'da başlasaydı sonuç farklı olur muydu? Bkz.Laz fıkrasındaki 12'den sonra duran beyin örneği:-)) Kahve Molası, bu eleştirileri yapmak için uygun bir ortam değil biliyorum ama sahibi olduğum medya organlarını çıkarlarım doğrultusunda kullanmayı büyüklerimden öğrendin n'apim yani:-)))) Yalnız eminim bu teknik kadronun yetersizliğine rağmen bu takım 2.tura geçecek. Haydi bastır Türkiyem, kim tutar seni...
Dün sabaha karşı muhteşem bir maç daha izledim. 3 saate yakın süren maç sonunda Lakers, Kings'i 112-106 yendi ve finale kaldı. Hedo, artık bir NBA yıldızı, bu tartışılmaz. Biraz da kendine güvenip daha atak oynasa, onu Türk spor salonları ancak gösteri maçlarında yada emekliliğine 1 kala görebilir. Ali Baba ve 40 Haramilerden çıkıp gelmiş bir dev olan Şakil Oneyil'i seyretmek ise bir başka zevkti. O dev cüssesiyle 3 kişinin arasından uzanıp bir top alışı vardı, sabahın 5'inde koltuktan kalkıp "ohh be" diye bağırmışım vallahi.
..........
Sayın Başbakanımızın hastalığı artık su götürmez hale geldi. Parkinsonun yarattığı komplikasyonlar nedeniyle kaybettiğimiz dedeciğimi hatırladıkça, Sayın Ecevit'in yakın zamanda içine düşebileceği durumları tahmin ediyor ve çok üzülüyorum. Bu adamcağızı ve hanımı aklın yoluna döndürüp, saygınlığını henüz koruduğu bir dönem de devir teslim yapmasını sağlayacak bir aklı selim yokmu yahu. Ben başbakanımı, gençlik yıllarımın kahramanını görev başında kaybetmek istemiyorum. Eminim hepiniz benimle hemfikirsinizdir.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Haberleşme Grupları
Posta gruplarına çoğunuz üyesinizdir. Hoş siz üye olmasanız da sizi birileri üye yapmıştır mutlaka. Son derece işlevsel haberleşme grupları olarak tanımlanacak bu gruplardan yararlanmanın birkaç önemli özelliği var. Bir kere kendi profilinizi oluşturarak, postaları tek tek mi yoksa günlük toptan mı almak istediğinizi belirleyebiliyorsunuz. Bu konu çokça gelen postalardan etkilenenler için güzel bir olanak. Gruba posta atmak içinse mutlaka kayıt olduğunuz posta adresinden postalama işlemini yapmanız gerekiyor. Yani kullandığınız email programında mail adresinizi kayıt olduğunuz adres olarak düzenlemelisiniz. Ya da ayrı bir hesap yaratmalısınız. Aksi takdirde yolladığınız postalar geri döner. Bu tür gruplara kaydettiğiniz email adreslerini bedava aldığınız adresler yerine, geniş kotalı düzgün adreslerden seçmenizde yarar var. Başka bir olanağınız yok ve illaki bu bedava adreslerden kullanacaksanız, mutlaka profilinizi "No Mail" olarak ayarlayıp, web üzerinden postaları okuma yolunu seçmelisiniz.
SWEET PAP LOW DOWN
Yirmi beş yıldır blues, ragtime, skiffle ve hokum gibi siyah müzik tarzları ile yakından ilgilenen New Jersey, USA doğumlu Shucard, halen Amerika ve Canada'nın sayılı akustik blues gitaristleri arasında gösteriliyor. Piedmont ve Delta blues stillerinin en karmaşık formlarının yanı sıra ragtime, Dixieland gibi son derece zor tarzların kolayca üstesinden gelen Sweet Papa Lowdown, , eğlenceli repertuarı ve benzersiz gitaristliği ile izleyicilere mükemmel bir New Orleans atmosferi yaşatmayı vaad ediyor. Jeff Shucard - gitar, vokal, Dan Smith - slide gitar, bas, davul, mandolin, Blaine Dunaway - keman, trompet, flugelhorn, davul, Sarp Keskiner - vokal, gitar, armonika, davul, bas, washboard, Tuğrul Aray - armonika, tenor saksofon, klarinet, flüt, piyano. Bugün saat 21:30'da.
Babylon Şeyhbender Sk. No:3 Asmalımescit - Tünel / Beyoğlu Tel: 0212-292 73 68
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen |
Dalgınlığın Bu Kadarı
Bir çoğumuzun belirli dönemlerde dalgınlıkları olmuştur. Örneğin; aşık olduğumuzda ki çoğu zaman "aşık mısın sen ya !" gibilerinden küçümsenip alaya alınırız. Kafamızın belirli bir işle çok yoğun olduğu zaman veya doğal olarak yaşlılıkta da dalgınlığımız ileri düzeylerdedir. Genellikle sevimli bir durumdur dalgınlık, elbette mutlaka o zaman diliminde yapılması gereken bir işi dalgınlığa getirmediyseniz :-))
Ancak; bu kriterlere hiç uymayan bir arkadaşım olmuştu ve ben onun gibi SEVİMLİ DALGIN tanımadım. Yaşımız 17-18, genciz, aşık filan da değiliz, ders gibi bir problemimiz de yok. İstanbul'un Dragos'unda yaz tatilindeyiz. Abdullah kampımızın en sevimli gençlerinden birisi idi. Herkes ona takılmadan gününü geçirmezdi. Her akşam üstü 50 metrelik bir beton iskelemizde piyasa yapılır, batan güneş izlenir ve akşam yemeği beklenirdi. Abdullah'ın saçları hayli uzundu ve duş alıp, kurutup, giyinip, süslenip iskeleye gelmesi onu sonunculuktan kurtaramazdı. Ve arkadaşları; ne yapıp edip onu dalgınlığa getirirerek denize atıverirlerdi : Zavallım tekrar duş al, kurut, giyin derken ancak akşam yemeğine yetişebilirdi. Ve annesinden temiz bir sopa ile neredeyse karnı tok olurdu !
Bir gün öğle yemeği öncesinde ailesine ait masada tavla oynuyoruz. Babası ve annesi geldi ve bizi fırçaladılar "Haydi artık yemek saati kalkın masamızdan, servis yapılacak" laflarına rağmen oyunun en heyecanlı yeri ve bitmek üzere. O sırada bir anons duyuldu : " Sayınnnnnn. Abdullahhhhhhh ... Anneniz kaç saattir sizi arıyorrrrrr, derhal
danışmayaaaaaa gelinizzzzzz ! ". Yandaki kampın anonslarında böyle ekolar yapan bir mikrofon olduğundan bizim anonslarda onlara nazire olsun diye tarafımızdan böyle yapılırdı : Abdullah; dayak korkusuna hemen ayağa fırladı, tam koşacak babası kolundan yakaladı : " Otur oğlum, annen karşında ! "
Bir başka gün danışmanın 50 metre önünde kitap okuyorum, yine bir anons :
" Sayınnn Abdullahhhh, Yalova'dan nişanlınızzzzz Ayşe geldi, lütfennnn danışmayaaaa gelinizzzzz ! ". Bu kadar da olmaz diye şaşkınlıkla beklerken, köşeden hızla koşan Abdullah beni geçip durdu, elini saçlarına götürdü, karıştırdı, karıştırdı, bana döndü : " Ya ben nişanlı değilim ki ! " :-))
Şimdi o da benim gibi 45'li yaşlarındadır. Kulakları çınlasın ama eminim bu sevimli dalgın arkadaşım Kemal; İzmir'in Seferihisar'ındaki bu çadır kampı öykülerinin hiç birini hatırlamayacaktır :-)))
Misafir Kahveci: Mustafa Uyal |
PAL SECAM İLERLEME…
Geçenlerde NBA deki gururumuz- bunu bir klişe olarak değil altını çizerek yazdığımı lütfen not edin, Hidayet Türkoğluyla yapılan bir video konferansta bir gazetecinin Hido’ya “sayende bütün Türkiye Jet Lag oldu” demesine gülerken aklım sağa sola biraz da eskilere takıldı. Malum şimdi zaman Futbol’un zamanı. Geçen günlerde Sacramento Kings elenene kadar biraz da Hido’lu Basketbolundu ama sıra gene tüm ihtişamıyla Futbolda..Şimdi birçoklarının özellikle kadınların dişlerinin arasından “ne zaman değil ki?” diye tısladıklarını duyar gibiyim. Doğru bir şampiyona biter diğeri başlar, bir kupa kalkar öteki gelir derken Futbol evlerimizin içine girdi. Tartışmalarımızın odağı , rekabetin tanımı oldu gidiyor.
Geçenlerde günümüzde Futbolun dev bir ekonomik çark olduğunu artık spor falan olmadığını hala anlamayanlar var mı acaba diye düşünürken bir başka zaman ve boyuta takıldım kaldım. Şu bizim aptal kutusu Televizyon bu işlerin neresinde duruyor, neden bu Televizyon yayın hakları her organizasyonda bir kavga konusu olur. Televizyon sporun neresinde? Bir gece hocam Deniz Gökçe’nin yönettiği bir programda Türkiyede sporun gelişimi ile ilgili çeşitli tespitler ortaya kondu. Bunlar ekonomik gelişme, eğitimli kitlelerin daha çok spora yönelmesi, yabancı hocaların katkıları , temel eğitimleri kuvvetli gurbetçi sporcuların sisteme katılması ve daha profesyonel yönetilen klüpler olarak sıralanıyordu. Bunların hemen hepsine katılmakla beraber benim yıllardır aklımda olan bir etmenin atlandığını düşünüyorum, sizinle paylaşmak istedim. Kanımca bu sportif patlamada önemli bir detay daha var: Televizyon.
Çarpıcı bir örnek aklımda: 1969 yılında İzmirde yaşarken radyodan Dünya kupası elemelerinde Istanbul Mithatpaşa yani günümüz İnönü stadyumunda oynanan
Türkiye- Batı Almanya maçını dinliyordum. Spikere göre- yanılmıyorsam Orhan Ayhan idi, devamlı bastırıyorduk , Almanlara nefes aldırmıyorduk, Uve Seeler çaresiz idi ve galibiyete gidiyorduk. Ama o da ne? Maçı 3-0 kaybettik ve şans, hakem gibi faktörlerden bahisle kendimizi rahatlatıp başkalarının Dünya Kupasını gene radyolardan dinledik. O zamanların müthiş Göztepe’sini ve Altay’ı Fuar Şehirleri kupasında yabancılara karşı izleme şansıma rağmen pek te fazla futbol bilgisi olan biri değildim. Öylesine ama zevkle oynuyorduk.
1971 yılında yarım yamalak ta olsa Televizyon yayınları başladı ve 1973 yılında hayatımın önemli şoklarından birini böylece yaşadım. İlk kez naklen yayınlanan bir maç izledim: Ajax- Bayern München maçı idi. Maç Ajax’ın lehine 4-0 bitti. Sonuç çok önemli değil ama vallahi orada futbol falan değil başka(!) bir oyun oynanıyordu ve bizim sahalarımızın o tesislerle uzaktan yakından alakası yoktu. Birden anlamıştım ki biz tahmin ettiğimizden çok daha gerideyiz ve o gün henüz NBA den haberimiz olmadığı için Basketbola dört elle sarıldım. Onun hayal kırıklığını daha sonra anlatırım.. Futbola devam edelim. İşte bu seviyeleri izleyerek, birebir görerek büyüyen gençler bizim ve evvelki kuşakların yaptıklarından çok daha iyilerini yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ayrıca daha evvel bahsettiğimiz Gurbetçi lerin yerli sporculardan evvel temayüz etmelerinin sebeplerinden biri de bütün batı eğitim ve displin temellerinden ayrı olarak bu görgüdür iddiasındayım.
Örneklemek istediğim genel ise şu, 1975 yılı ,ki bu TV nin kaplama alanının tüm ülkeyi kabaca kapladığı yıldır,itibariyle doğan tüm gençler temel seviyeden, ulaşılaması gereken noktadan haberdar ve örnekleri önlerinde görsel olarak yetiştiler. 20 yıl sonra yani 1995 ten itibaren Futbolda Akdeniz Oyunlarında şampiyon oldular 1996, 2000 Avrupa uluslar kupasına kalifiye oldular, 48 yıl sonra Dünya kupası finallerine kaldılar,
Uefa kupası, Süper kupa gibi hayaller telaffuz edilmek bir tarafa
kazanıldı.
Basketbolda ise ülkemizde yapılan ve her maçı yayınlanan Avrupa Challenge turnuvası ve aynı zamanlarda yayınlanan Beyaz Gölge artı 20 yıl eşittir Oniki dev adam, Sacramentolu Hedo, Chicagolu Mehmet Okur, Avrupa Şampiyonu Panathinaikoslu Ibrahim Kutluay olarak sonuç Verdi diyebilirmiyiz?
Sporla aralarında mesafe olanlar ise belki Pop müzik ve moda olgularında ortaya çıkan gelişmeleri benzer formüllerle inceleyebilirler.Mesela Eurovision elemeleri artı 20 yıl Pop müzik endüstrisi, özel televizyonlar artı 10 yıl ister sev ister sevme Tarkan gibi! İşte, Spor, Kültür, sanat dallarında oluşan bu ve benzeri aşamaların hemen hepsinin bu 20 artı yıl kavramına uyması bu güzel gelişmelerin en önemli etmenlerinden birinin bizim aptal kutusu Televizyon daha geniş anlamda ise iletişim olduğuna inanmam için bir sebep oldu.
Bunu da fırsat bu fırsat bir Kahve molasında sizinle paylaşmak istedim.
Ankara'dan : Cumhur Aydın |
Dünya daha yaşanası olur muydu?
Geçenlerde Ankara Atılım Üniversitesinde, Prof. Bozkurt Güvenç "Fen- Edebiyat İkilemi" baslıklı sunuşun da çok ilginç bir konuyu ele almıştı... Güvenç, Aralık 2001'de ilk baskısı yapılan ve kısa sürede yeni baskılara geçen "Tübitak Popüler Bilim Kitapları" serisinden Snow'un " İki Kültür" başlıklı kitabını referans alarak geliştirmişti konuşmasını. Bu konuşmayı bana yeniden anımsatan ise, yine üniversitede düzenlenen Server Tanilli Şiir Resitali'nde salon hınca hınç doluyken içeride, mühendislik öğrencilerinden hemen hiçbirinin bulunmayışıydı.
Önce Snow'u ve kitapta uzun uzun ele alınan, dünyada fırtınalar koparan 1959 yılı Cambridge Rede Konferansı'nda aynı adla yaptığı konuşma'yı anımsatalım: C. P. Snow Leicester University of College'tan Kimya alanında 1927'de lisans, 1928'de de yüksek lisans dereceleri alır. Cok hırslı ve çalışkan bir genç bilim adamı olarak, 1928'de Cambridge'de doktoraya başlar. 1930'da henüz yirmibeş yaşındayken Christ's College'ta öğretim üyesi olur ve bu konumunu 1945 yılına kadar sürdürür. Snow ve arkadaşları 1932'de "Yapay yöntemlerle nasıl A vitamini üretileceğine" yönelik tezleriyle bilim dünyasının altını üstüne getirirler. Ne ki, kısa sürede yöntem yanlışları yaptıkları anlaşılır ve araştırmacılar tezlerini geri cekerler. Bu şok, Snow'un bir daha geri dönmemecesine "bilimsel araştırmaları" bırakmasına neden olur. Derken, "Dedektiflik Romanları" yazmaya başlar. Snow, yazma uğraşını geliştirir ve kendisine bu kez Edebiyat Dünyası'nda büyük ün sağlayan 1940-70 arası kaleme aldığı on ciltlik "Strangers and Brothers" serisi çıka gelir.. Savaş sonrası değişik kamu kuruluslarinda-İngiliz Elektrik Şirketi- üst düzey yöneticilik yapar, Teknoloji Bakanlığı Müşteşarlığında bulunur. Ömrünün son yıllarını her iki alanda dünyada tanınan bir entellektüel olarak gecirir ve 1980 yılında yaşama veda eder.
Işte Snow, 1959'daki "İki Kültür ve Bilimsel Devrim " başlıklı konuşmasını yaparken esas olarak, "edebi entellektüeller" ile "doğa bilimcileri" nin kültürlerini ve aralarındaki bitmez tükenmez çekişme ve mesafeyi değerlendirir ve açıkçası yaşam birikimiyle elbet bu konuda konuşabilecek seçme birisidir. Snow, orta oğretimden başlayan, üniversite ve nihayet meslekte-yaşamda süren gercek ama yapay bir Fen-Edebiyat kültürleri ayrımı yaratılmış olduğunu ve bu uçurumun insanların ve toplumların gelişmesini engelledigini savlar. Snow, tarihsel perspektifte konuya bakıldığında, "artist" ve "scientist" sozcükleri arasindaki farkı da sorgular.
"Bilim dışındaki kişiler, bilim adamlarının insanlık durumlarından habersiz sığ bir iyimserlik içinde; bilim adamları da edebiyatçı entellektüellerin basiretten zerre kadar nasiplerini almamış olduklarına, sanatı da düşünceyi de varoluş anıyla sınırlamaya çalıştıklarını savlarlar.." Snow, konuşmasında, sonradan başına geleceklerden "haberli", iki taraf arasındaki çekişmeyi bu sözcüklerle özetler. Hatta örnekler vererek, edebiyatçılara "Termodinamiğin İkinci Yasası"ndan söz edebilir misiniz?" diye sorduğunda kendisine dudak büküldüğünü oysa bu sorunun "Hiç Shakespeare okudunuz mu?" sorusuna eşdeğer bir soru olduğunu dile getirir. Yani ona göre, istisnalar dışında, iki kültürün temsilcileri birbirlerinden habersizdiler ve en korkuncu birbirlerini küçümsüyorlardı.
Bu konferanstan sonra, beklendiği gibi olanlar olur. Edebiyatçılar, Snow'un edebi kimliğini hiçesayar "iki satir yazan ne hakla bu değerlendirmeleri yapabilir?" derler. Bilim adamları ise "üç-beş sözde araştırma yapmakla bilim adamı olunamayacağını" savlarlar. Bu tartısma esasında yıllardır sürüp gitmektedir. Konferansı veren Bozkurt Güvenç her iki kültüre yakın durmanın önemini yine kitabı refere ederek çizerken, kendisi gibi "iki derede bir tepede" kalanların taşlanmaya devam edildiğini söylüyordu. Güvenç'e göre İTÜ Mimarlik diplomasına ve yıllardır uğraştığı antrapologluğa karsın ne yazık ki "iki tarafta" kendilerine ait bulmamışlardı onu.
Bozkurt Güvenç, kibar bir dille, bir zamanlar danışmanlığını da yaptığı Demirel'in ve diğer bazı politikacıların yalnızca mesleklerinde başarılı olduklarını oysa farklı özellikleri bünyelerinde birleştirebilselerdi olaylara bu kadar tek boyutlu bakmayabilir ve ülkemiz belki de bundan olumlu etkilenebilirdi" diyerek konuşmasini tamamladı.
Dinlediği müzikte seçici, keyif alan mühendisler, resim sergilerinde sanat birikimleriyle buluşan ekonomistler, siir kitapları da karıştırmaya zaman bulan öğretim üyeleri.. Ya da, fizik yasalarina da kafa takan tiyatro yazarları. Matematigi seven romancılar..
Sahi, boylesi bir dünya daha yaşanası olur muydu?
Cumhur
Ben bir sokak köpeğiyim
sokakta doğdum
sokakta büyüdüm
annemi tanıdım sadece
boz dediklerinden, irice
hergün çöpleri karıştırıp
önce kendini, sonra bizleri doyururdu
belediye tarafından vuruldu
ben bir sokak köpeğiyim
sokakta doğdum
sokakta büyüdüm
babamı hiç tanımadım
annemi sokakta kaybettim
insanlar başta sevdi beni
küçükken ''ne sevimli..'' derlerdi
sonra büyüdüm
artık ''ne çirkin şey''dim
artık ''sokak köpeği''ydim
artık ''kuduz köpek''tim
hayır, gerçekte değildim
bu onların bana hitap şekliydi
ben yine bendim işte
bir sokak kopeği
sokakta doğmuş
sokakta büyümüş
birgün geldiler
boynuma ipi geçirdiler
beni ''ora''ya götürdüler
benim gibiler vardı
onlarcası, yüzlercesi
sağlıklısı, sakatı
hastalık vardı, esaret vardı
ama karnımız doyuyordu
artık ''9 numara''daydım
ikamet ettiğim dünya bu kafesti
birkaç bakıcı ve gönüllü
bizimle sadece onlar ilgili
sıra bize gelmek bilmiyordu
burada günler geçmek bilmiyordu
dişarı çıkmak hayaldi
sokaklar bizim için tehlikeliydi
aynı kafeste yaşıyor
aynı kafeste uyuyoruz
aynı kafeste yemek yiyor
aynı kafeste tuvaletimizi yapıyoruz
evet, biraz da kötü kokuyoruz...
simdi ev ' lenmemiz gerekiyormuş
insanlar tarafından evlat edinilmemiz gerekiyormuş
yoksa ölecekmişiz
30 gün içinde....
anneme mi kavuşmalı yoksa?
çok üzgünüm
çok çaresizim
suçum ne benim?
ben bir sokak köpeğiyim....
ozoz71, 28.5.2002
http://www.ntvmsnbc.com/news/151905.asp#BODY
|
http://www.eceurope.com
Mutlaka gezmişsinizdir ama ben gene de hatırlatayım dedim. Uluslararası i yapmak isteyenlerin ilk durağı bir site. Yeni görünümü ve iyileşen alt yapısıyla gerçek bir ticaret sitesi.
http://www.genetikbilimi.com
Ciddi görünümlü bir genetik bilim sitesi. İlgisi olanlar görmek isteyebilir.
http://www.dugunum.org/
Evlenmeyi duşunenlere, ne ararsan var sitesi. Ola ki lazım olur.
http://www.izedebiyat.com
Kahve Molasından vakit bulursanız, gidip gezebileceğiniz bir edebiyat sitesi.
Damak tadınıza uygun kahveler |
DesktopFrames v1.2b1 [162k] W9x FREE
http://somedec.com/downloads/DesktopFrames1.2b1.zip
Çok hoş bir program. Masaüstünüze istediğiniz kadar resim koyabiliyor ve her resmi de bir işleme linkleyebiliyorsunuz. Mesela programlar için kısayol olarak tanımlayabiliyorsunuz. Gerçekten hoş.
CoolRuler v1.5 [800k] W9x/2k/XP FREE
ftp://towaco.fabsoft.com/downloads/cruler2.exe
Elinizin altında bir cetvel olsun ve dökümanlarınız kolayca boyutlandırılabilsin diyorsanız, buyrun burdan kullanın. İşlevsel bir cetvel programcığı.
|
|