|
|
|
17 Haziran 2002 - İskele mi? Gerçek mi? |
İyi Haftalar Dostlarım,
Güzel ama yoğun bir hafta sonu geçirdik. Orta dereceli okullar kapandı. ÖSS sınavı yapıldı ve de Anneler Gününe nispet Babalar Günü kutlandı. 5-10 sene öncesine kadar esamesi okunmayan Babalar Günü, ticari hayata renk getirmesi sayesinde şimdilik gündemde. Yarın ne olur bilinmez tabi. Gün konusunda annelerle aşık atmayı aklımızın ucundan bile geçirmezken, bir baba olarak, bir gününde bize ait olduğunun söylenmesinden mutluluk duymamak olanaksız. O zaman bize düşen, bunun tadını çıkarmaya çalışmak. Baba olmanın dayanılmaz hoşluğunu anlamak için, gerçekten baba olmak gerektiğini söylerdi babam ben küçükken. Hiçbir anlam veremez, hiç te anlamaya çalışmazdım onu. O benim istediğim bir şeyi yerine getirmemiş, gene kendince mazeretler bulan birinden başkası değildi benim için. Hafif sert, prensiplerine bağlı bir asker başka ne olabilirdi ki. Olsa olsa iskele babası. O zamanlar mafya ilede pek içli dışlı olmadığımızdan, mafya babası tabirini de bilmeme imkan yoktu. Severdim, sayardım ama o beni hiç anlamazdı. 11 yaşında bir çocuğu yatılı okula gönderecek kadar duygusuz ve yaşlıydı. Büyüktü o, beni anlayamazdı ki. Ben çocuklarıma asla öyle davranmayacaktım. Ben anlayışlı, müşfik bir baba olacaktım, sıradan bir iskele babası değil.
Yıllar geçti, birgün al bu senin kızın dediler. Önce dokundum, sonra kucakladım, yetmedi. İçime sokasım geldi. İşte o an anladım evladın ne olduğunu. Artık babaydım, babamdım. Çocukları için elinden geleni yapan, yapamadıkları için kahrolan bir baba oldum zamanla. Anlamak için baba olmak gerekirmiş, oldum, anladım. Hala sınavdan geçiyorum, hocalarım çocuklarım. İskele babasıyla, gerçek babanın ayrımına varmak istiyorlar. Deney araçları da ben. Bir gün onlar da anlayacaklar beni, gerçekten ana, baba olduklarında...
Babam girdiği sınavdan geçti. Hem de en yüksek notu alarak. Şimdi sıra bende. Son günlerde girdiğim sınavı başarıp başaramıyacağımı bilmiyorum. Ama elimden geleni yapıyorum. Yapmaya da devam edeceğim. Eminim çocuklarım anlıyacaklardır beni, zamanı geldiğinde... O güne kadar iskele babası olarak kalmaya mahkumum, tıpkı canım babam gibi. Tüm babaların geçmiş "Babalar Günü" kutlu olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Ci-Pi-Ar-Es
GPRS (General Packet Radio Service) mobil iletişim araçlarından internete bağlantı kurmak için geliştirilen bir standart. Ülkemizde Turkcell, Aria ve Telsim'in desteklediği sisteme bağlanabilmek için GPRS uyumlu bir cep telefonuna veya Mobil Destekli PDA Cihazına ihtiyacınız var. Teorik olarak GPRS'in ulaşabileceği maksimum hız 172 Kbit olmasına rağmen, günümüz şartlarında GSM operatörlerimizin bu hızlara ulaşması hayal. GPRS normal telefon görüşmelerinden arda kalan hatları toplu olarak kullandığından, abonesi az olan operatörden daha hızlı bağlanmak olasıdır. Ters bir durum gibi gelsede gerçek bu. Umarım yakında hem teknolojinin gelişmesiyle hem de operatörlerin yatırımıyla, çok daha hızlı mobil internete kavuşuruz. Düşünsenize, dağın başında ıslık çalarken, bir yandan da maillerinize bakıyor, Icq da çatır çutur çet yapıyorsunuz. Hoş şey şu teknoloji.
Editörden Not: Cuma günü yayınlanan yazımda bir dikkatsizlik sonucu Aria'yı atlamışım. Beni uyaran dostuma çok teşekkür ederim. Düzeltilmiş haliyle yazıyı tekrar yayınlıyorum.
Beşiktaş Kültür Merkezi Açıkhava Konser ve Gösterileri
12 Haziran- 3 Temmuz 2002 tarihleri arasında Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda ,
Beşiktaş Kültür Merkezi tarafından organizasyonu gerçekleştirilen Açıkhava Konser ve Gösteri Günleri: Sezen Aksu,Sertab Erener, Kıraç, Sultans of the dance, Fahir Atakoğlu, Kardeş Türküler ve Cem Yılmaz ile unutulmaz İstanbul gecelerinde izleyicisiyle buluşuyor...
17-18-19 HAZİRAN
SEZEN AKSU
Harbiye Açık Hava Etkinliklerinin biletleri Biletix'te satışa sunulmuştur.
Biletix Çağrı Merkezi: 0 216 454 15 55
Ters Köşe: Mehtap Akdeniz |
Babam bulutlardan yüce
Bu sabah babamı aramayı unutmamalıyım. Eminim giyinmiş bekliyordur telefonun başında. Oysa eskiden hiç umursamazdı böyle günleri. Baba olduğunu hissedeceği somut sorumlulukları bittiğinden, baba olmaktan vazgeçirildiğinden beri dede olmayı daha çok benimsedi zaten. Babamla ilgili hangi anıma baksam başımı yukarı kaldırmış ona bakarken buluyorum kendimi. Hep küçücüğüm onun yanında ve hep o çok büyük. Başımı kaldırmadan göz göze gelemiyoruz anılarımda. Onun hep küçük kızı olarak kalmayı istiyor olabilir miyim acaba?
Arka arkaya, başka başka yıllardan hep aynı fotoğraf flaş gibi çakıyor beynimde, başımı kaldırıyorum ve Libya-Bulgar karması sırım gibi bir delikanlı, ışıl ışıl iri kara gözleriyle gülümsüyor bana...
Yıl 1964. İzmir Fuarı. İncik boncuk sevdasına koluna takılıp gittiğim adam baloncu çıkınca yaşadığım panik. Hemen arkasından da başımı okşayan bir el hatırlıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum; babacığım, muzur sevgilim benim... O gün aldığımız sarı zincirli kırmızı kadife çantadan daha güzel bir çantam hiç olmadı biliyor musun?
Yıl 1972. Kemeraltı. Vitrin süsü, tek ayağı kısa, defolu Arap bebek için vitrine yapışıyorum. Babam mağazaya, mağazacı vitrine giriyor. Başımı kaldırıp bakıyorum; babacığım Arap prensim benim....O çirkin arap Topal Atike'nin yerini hiçbir bebek tutamadı biliyor musun?
Yıl 1975. Karşıyaka sokakları. Her an, her dakika bisiklet üstünde geçen yıllar. Peşime taktığım bisikletliler trafiği sıkıştırınca kalabalık dağılsın diye balkonun altına gelip "babaaaa!" diye bağırıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum; babacığım kızgın numarası yapan tontonum benim... 'Artık bisiklete binme, kalçaların büyür' diye kandırdın beni, ama yutmadım biliyor musun?.
Yıl 1980, Yıl 1990. Hepsi birbirinin aynı, başka başka anılar. Başımı kaldırıp bakıyorum.. .Babacığım benim...
En son fotoğraf: Yıl 2002. 2 Nisan. Gece yarısı 01:30. Karşıyaka. Sabah bir toplantı için gelmişim memlekete. Bir elimde küçük bavul, diğer elimde kendimden ağır matbaa paketim. Bornova sokak meyhanelerinden birinden eve dönüş. Tek isteğim uyku. Zile basıyorum. Fedakar annem benim. Yukarı çıkmakta zorlandığımı hissediyor. Yardıma koşuyor aşağı. Suyun öte yanından, billur gibi duru beyaz tenli, sarı ela gözlü muhteşem güzel anneciğimi kucaklamak için bavulu küttt! yere fırlatıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum babacığım.. 'eyvah! sarhoş geldi düştü' zannıyla koşuyor yukardan aşağı. Ah be babacığım bilmez misin? Ben içki sevmem, içsem bile oracıkta uyur kalırım, eve bile gelemem zaten. Gri eşofmanıyla babam, pembe geceliği ile annem ve toplantı şıklığı ile ben yukarı çıkıyoruz.. Kapı duvar. Kapanmış. Gece yarısı sokaktayız. Gülmekten kırılıyoruz babamla. Annem telaş içinde. Komşular uyanacak. Bu tam bir rezillik anneme göre. Kapı önüne sessizce kıvrılıp uyumaya bile razı. Babam daha önce onlarca kez başvurduğu yolu denemeye kararlı. İtfaiye çağrılacak. Balkona merdiven uzanacak eve girilecek. Bu kadar basit. İtfaiye çağrıldı. Babam dev kurtarma aracının kepçesine bindi. Başımı kaldırdım, kaldırdım, kaldırdım. Yanıp sönen kırmızı ışıklar ve ulu çam ağaçlarından öte göklere yükselen babacığım benim.. Babam göğe yükseldikçe 'Türkiye seninle gurur duyuyor' diye bağırdım. O da bana öpücükler yolladı. Babacığım itfaiye kepçesindeki sevimli kahramanım benim...
Her başımı yukarı kaldırdığımda orda ol ya da olma, seninle gurur duyuyorum biliyor musun?
Seni seviyorum babacığım...
Hemen babamı aramalıyım.
Mehtap Akdeniz
Acı Kahve Hatırına : Çağhan Tansel |
YOKMUŞ
Geleceğimizi belirleyen en önemli etkenlerin başında inanç gelir değil mi? Büyük insanların sözlerinde de bunun vurgulanışını hep görmüşüzdür. (Tarihe önemli eserler ya da olaylar armağan ettikleri için büyük sayılan insanlardan bahsediyorum tabii, bizdeki gibi "büyüklerimiz" kavramı söz konusu değil) Bu, günlük hayatımız içerisinde çok nadiren vurgulanan ya da bazılarının hayatlarında hiç vurgulanmayan bir olgudur. Şöyle bir düşünürsek, bize herhangi bir iş, ödev yükleyen insanlardan "Yapacağına inanıyorum. Sen de inan, inanmalısın" tarzında bir cümle duyduğumuzu hemen hatırlayamayız. Her zaman gerekli olduğu havası yaratılan ama hiç pratik olarak uygulayamadığımız bir şeydir bu. Tüm bunların sonucudur ki toplumumuzda bir işin yapılacağına, başarılabileceğine dair genel bir ön-inançsızlık vardır. Ancak medyanın gazlamasıyla, iteklemesiyle ya da tesadüfen, hasbelkader gelişen bazı ümit verici olaylar sayesinde bir inanç etkileşimi oluşmaya başlar. Bu durum özellikle gençler arasında gittikçe artan bir hızla yaygınlaşıyor ve böylece biz de ayrı önem taşıyan başka bir noktaya geliyoruz.
Eğer söz konusu "gençler" ise durum daha önemli demektir. Çünkü, toplum içindeki dinamikleri çeşitli etkilerle değiştirebilirsiniz. Siyasi kitlelere yön vermek de bir ölçüde çok kolaydır, onlar zaten ağzını açıp kafasını dikmiş, annesinden yemek bekleyen yavru kuşlara benzerler; anne ne taraftan gelip yemek verirse kafalarını ve tabii ağızlarını o tarafa çevirirler. (Modern dünyanın tersi olarak bizde böyle) Ama gençler öyle değildir. Onların tüm inanç, düşünce sistemleri belli bir süreden sonra tamamen ben-merkezci olarak gelişir. (Burada tekrar bir ayrım yapma ihtiyacı duyuyorum. Bahsettiğim gençlik kesimi, belli bir dönemden sonra kendi değerlerini en azda da olsa oluşturabilen, düşünebilen, bir şeylerle ilgilenebilen gençlerdir) Dolayısıyla tamamen kendilerinin inşa ettiği değerler ya da değersizliklerle beraber gençler geleceğin toplumunu oluştururlar ama önemli bir farkla; kendi değerlerini oluşturamamış eski kuşakların aksine (genel olarak), onları yönlendirmek o kadar kolay olmayacaktır.
Bahsettiğim inanıp inanmama durumu sadece ciddi olaylara özgü bir durum değil. Pek çok değişik şekilde ve alanda bunu örnekleyebiliriz. Mesela benim çok ilgimi çekmiş bir örneğim var.
Birkaç hafta önceki bir yazımda Boğaziçi Üniversitesi'nin her yıl düzenlediği Taşoda Konserlerinde bulunduğumu yazmıştım. Ayrıntıya bu sefer girmeyeceğim ama yaşadığım olay daha doğrusu gözlemlediğim şey orada olmuştu. Konserlerde bir gün boyunca değişik gruplar sahne alıyor ve ortalama olarak her grup 45 dk. kadar çalıyordu. Biz öğleden itibaren yerimizi almıştık ve konserler de geceye kadar sürecekti. Muhabbetler, şarkılarla coşmalar ve "Çok iyiler...Berbatlar..." gibi değerlendirmelerle beraber akşamı bulduk. Hava güzel, gökyüzünde güzel bir gece mavisi resmi tamamlıyor ve ben birazdan görmek istediğim şeyi burada bulacağım...Bir grup çıktı sahneye, adını hatırlamıyorum şu an. Grubun solisti diğer tüm grupların aksine bayandı. Birkaç parçadan sonra solist "Aşka inanır mısınız?" diye bir soru yöneltti kalabalığa. Kalabalıktan cevap geldi, "(zayıfça) eveeet...(çok bastırıcı şekilde) Hayıııııııırrrrrrrrr...(garip seslerin toplamı olarak) agauagahaugehemhuuhauh..." Solist az da olsa evet diyenlerden sanırım memnun olmamıştı ki bir daha sordu: "Üç günlük eğlencenin nesine inanıyorsunuz?" Ben "Eyvah sinirlendi, acısı da taze sanırım. Şimdi inip paralayacak hepimizi" diye düşünürken bunun bir şarkı girişi olduğunu arkadaşlar söyledi.
İzleyiciler aşk üzerine soru sorulunca tüm yapılan geyiklerin aksine o kadar ciddileşmişlerdi ki ben de ayaküstü bir açık oturum yapılacak sanmıştım, şarkıya giriş olsun diye bunları sormuş acılı solistimiz. (Değişik introlar da türemiş müzik dünyasında, böylece öğrenmiş oldum.) Uzatmayalım, Kurban grubunun parçasını çalmaya başladılar. Hani nakaratı şöyle olan: "Yalan dostum aşk diye bir şey yok / Aşk dediğin üç günlük eğlence/ Bilemedin beş gün sürsün/ Kapılıp da sürünen çok" Tüm gün boyunca bezgin bir halde çimlerde yatmış olan kalabalık birden bu parçayla beraber ayağa fırladı, büyük bir coşkuyla parçaya eşlik etmeye başladı. Ama parçanın bir bölümüne geldiler ki...İşte orası görülmeye değerdi. Parçanın şöyle bir bölümü var, Solist: "Yalan dostum aşk diye bir şey yok, yalan dostum..." Koro: "YOK YOK YOK!!!!!!!!!" İzleyiciler korosu bu bölümü öylesine bir inançla, şevkle, azimle ve bağırarak söylüyorlardı ki oradaki herkesi başlı başına bir Love Story, Rüzgar Gibi Geçti tarzında aşk yaşamış kişiler sanırdınız. Solist tekrar aynı bölümü söylüyordu, koro bu sefer daha yüksek bir sesle ve daha bir inançlı bağırıyordu :YOK YOK YOK!!!!!!!!!!
İşin başka bir komik tarafı, oradaki herkesin aynı yaş grubunda olmasıydı:20-21-22. Bu yaşlardaki insanların böylesine inançlı (ya da inançsız (!)) bir şekilde bağırmalarını sağlayacak kadar tecrübeli olduklarını görünce kendi adıma üzülmüştüm. Bağırıp çağırmama yetecek kadar bir aşk bile yaşayamamıştım bugüne kadar. Kararımı verdim, inançsızlar ordusuna ben de ismimi yazdıracaktım.
Marmaris'ten : Osman Günay |
DENİZDE SEFA KILAVUZU
Denizde Sefa
Nedir denize çıkanların, denizde dolaşanların derdi, neden evlerinde oturacaklarına, daracık alanlarda kendilerini yaşamağa mahkum eder, birsürü ip-halat, durmadan arıza, dert,üstelik pahalı bir "hobby"nin peşinde dolaşırlar???…. Bunu açıklamak zor oldukça, ama biliyorum denizde dolaşanlar çok çeşitlilik gösterirler, bir bölüm var aramızda, denize neden çıkılır, başımıza bu dert neden geldi, nereden çıktı, oldukça bilgi sahibiler … Diğer bir bölüm de var, onlar deniz işine yakınlık duyuyor,hatta bazan arkadaş-dost tekneleriyle sağa-sola ufak gezilere katılıyor, ufaktan hazırlık yapıyor tekne ve deniz konusuna yakınlaşmak için…. Bunlar arasında bir tip daha var ki; oldukça komiktirler, tekneleri olmasa bile haritaları önlerine açar gezer allah gezerler…Bunlar arasında kumanya listesi yapan, rota konusunda arkadaşıyla anlaşamayıp kavga eden bile bilirim… Anladığınız gibi modellerimiz çok çeşitli, denizde motoryatları tercih edenler, denizde "marin" giyinmeyi kendine yakıştıranlar, teknelerine başka sıfatlar yapıştıranlar var.. Teknelerini garsoniyer, haftasonu hoby odası, başbelası, kaçıp-kurtulma, saklanıp-korunma mekanı olarak kullananlar var.. Çektim-attım, orayı söktüm, burayı yaptım, parça yok, en iyi malzeme hangisi, en kıyak yelken kimde gibilerden saklı kalmış "usta" yeteneklerini göstereceği atölye muamelesi yapanlar da var teknelerine….. Bütün bunları bir tarafa bırakıyoruz, ve ihmal ettiğimiz, denizde önemli, hayatın parçası, hatta büyük konuşayım ister istemez,denize çıkmamızın ana nedeni"denizde sefa" konusuna geliyoruz…
Önce bir anlaşalım hepinizle,herkes denize çıkacak, hobylerinize, ne yeyip ne yemeyeceğinize, yanınızdaki arkadaşınıza, teknenizin tipine, yaşına hiç bir şeye bakmadan "denizde sefa" nın ipuçlarını vermeye çalışacağım sizlere…. Belki çoğumuzun yaptığı bir şey bu, denize çıkmak ama belki birkaç küçük detay eklerseniz hayatımız daha konforlu, daha sefalı olacak mutlaka…. İlk aşamada nedenlerimizi bir gözden geçireceğiz, çünkü denizde sefanın ilk şartı neden denize çıktığını bilmektir… "Denize çıkma" lafında bile kocaman lokma havası yok mu sizce!!! Denize çıkanlar, yeni maceralar peşine, "her havada gideriz abi biz" in peşine, "uzaklara gitmek geliyor içimden" in peşine gider dururlar… Halbuki bunlar arasında hiç "biraz sefasını sürelim şu denizin,biraz keyif yapalım " diye denize çıkan pek görülmez… Aslında herkes, denizin o büyülü havasını koklamaya,oradaki hiç diğerine benzemeyen hayatı tatmaya gitmektedir… Uzağa da yakına da, kolaya da zora da gitse deniz heryerde denizdir, önemli olan sadece denize çıkmaktır… Zorda kalacağımızı , ondan bilgi ve beceriyle kurtulacağımızı, teknemize güveneceğimizi , onu hırpalamadan milleri, dalgaları, akıntıları peşinde bırakabileceğimizi bildiğimiz, ve bu hisse güvendiğimiz için denize çıkarız hepimiz… Eh bakın bakalım başımıza gelene, hem bunları bilip yapacağız, hem de denizden yeterince keyif alamayacak, onunla bununla uğraşırken sefa meselesini gözden kaçıracağız… Sefayı sürmek için biraz
cefa da çekmek gerekmektedir kaçınılmaz olarak… Eğer iyi organize olursanız cefa durumu ortadan kalkıp,bir ufak ritüel gibi fazla ruhunuzu ve cebinizi acıtmadan gerekenleri edinecek,teknenize gerekli bakımları, programınızın sefalı olması için gerekli yaklaşımları kolayca organize edebileceksiniz.. Bu son söylediklerimden bir sonuç çıkarmak mümkün,belki "önce güvenli ve arızasız bir tekne" diye başlayabiliriz sefa programına…Yoo hemen "biz sefa peşindeyiz,arıza-marıza,battı-çıktı muhabbetleri de nereden çıktı??"diyebilirsiniz,ama bu konu önemli ve elzemdir..
Ne dedik şimdi biz,güvenli ve arızasız tekne mi?? Kim görmüş arızasız tekne?? Gayet doğaldır arızalar teknelerde,aslolan arızaları minimuma indirip "sefa" programını bozmalarına müsaade etmemek,olan ve kaçınılmaz arızalar karşısında da hazırlıklı olup,keyif kaçırmadan,program bozmadan altından kalkmayı bilmek!!Bu beceri,biraz kaptanınızın yanında kurs,biraz merak,biraz da kitap karıştırıp ufaktan ders çalışmakla kolayca edinilir..
Pekii, denize çıktık, arıza yok, hava güzel nedir şimdi eksik olan???
Eksik olan bir şey yok, herşey tamam,sadece siz ve deniz varsınız, rota tamam, tekne formda, yürüyor pruvasıyla suları fışırdata fışırdata…. Artık top sizde, o küçük (belki büyük) teknenin, herşeyinden sorumlu, herşeyi ve tek komutanı sizsiniz, sefayı dağıtacak, sefa oluşturacak tüm girişimler, tüm operasyonlar sizin artık…. Halkın seçimine kadar sizin yaptığınız, kural ve kanunlarına kadar sizin oluşturduğunuz bir imparatorluktasınız… Artık meselenin özüne,hoş deyişle de "zurnanın zırt dediği yere" geliyoruz…Herşeyi siz oluşturmadınız mı, çevreyi-mürettebatı?? O tekneyi de siz aldınız,siz bakımını üstlendiniz, rengi, zehirlisi, yelkeni, motoru, bağlandığı yer, kumanya dolabı, içilen içki, pişen yemek herşey kontrolunuzda değil mi??? Siz bir imparator olarak herşeyi kontrol edip halkınızı düzgün ve keyifli bir şekilde yaşatmalısınız,kaptanın ana görevi budur!!!! Bu şekilde de denizde sefa sürer,halkına mutlu, keyifli bir yaşam sağlamış imparator edasıyla dümenin başında oturur, uzaklara da gitseniz yakınlara da, denizde sefa sürmeyi bilmenin ayrıcalığını yaşarsınız……
İşbölümü de teknelerde önemlidir..Siz her ne kadar imparator olsanız da teknenizde herşeye yetişmek herşeyi tekbaşına yapmak mümkün değildir maalesef!!! Bunun için teknenizde misafirleriniz varsa onlar arasında bazı şeyleri emanet edebileceğiniz karakterleri seçmek pek zor olmayacaktır emin olun,hele birkaç denemeden sonra siz bir kral olarak "seni kumanyacıbaşı tayin ettim" "sen bundan sonra teknede"house-keepper"sin, iç düzen senden sorulur" şeklinde payeler de dağıtabilirsiniz…Ama sakın herkese işleri dağıtıp,onlardan herşeyi istediğiniz gibi yapmalarını beklemeyin,kontrolu elden bırakmamak esastır!!! Teknenizde yanlızken de yapılacak işler listesi yapmak, önceden yapılabilecekleri sıkışmadan hazırlamak,sefayı bozacak son an paniklerinden, "aman unuttuk" "yahu keşke alsaydık" yakınmalarından sakınmak gerekir…
Devamı var...
Balık Çeşitleri
DİL BALIĞI:
Dil balığı da yerli balıklarımızdan olup Ege ve Akdeniz'de bolca yakalanır. Her mevsimde yenebilir. En lezzetli zamanı kasım ilâ şubat ayları arasıdır. Tavası çok güzel olur.İrilerinden fileto çıkarılıp şiş veya salçalı fileto yapılabilir.
HAMSİ:
Gözlerinin gerisine kayan ağzı ve yivrilmiş burnu ile yakın akrabası Sardalya'dan kolaylıkla ayrılır. Gümüş balığı (Aterina) da hamsinin akrabasıdır. Boyu ortalama 12 cm olup azami 18-20 cm'ye kadar büyürler ve çok büyük sürüler halinde gezerler.
Karadeniz hamsisi Azak ve Karadeniz olmak üzere ikiye ayrılır. Azak hamsisinin burnu daha küttür. Azak Denizi'nde üreyip kışlamak üzere güneye, bizim Orta ve Doğu Karadeniz bölgesine inerler; Nisan sonunda da kuzeye göç ederler. Karadeniz hamsisi ise Kuzeybatı Karadeniz'de ürer, kışlamak üzere Kasım'dan Şubat'a kadar Trakya kıyılarına ve Marmara'ya göç eder. Nisan ayında da yumurtlamak üzere Karadeniz'e çıkar. Ayrıca Marmara Hamsisi denilen, yalnız Marmara'da çıkan, daha küçük ve göç etmiyen bir hamsi türü de vardır. Aynı tür Kuzey Ege'de de bulunur. Bu hamsinin sırt rengi daha açıktır.
Hamsi özellikle Karadeniz yöremizin temel gıdası, temel protein kaynağıdır. Fiyatının ucuz olması nedeniyle çok geniş kitleler tarafından tüketilir.Hamsinin hemen her türlü yemeği yapılır. Izgara, tava, fırın, kağıt kebabı,buğulama, pilaki, yahni gibi. Siyah etli balık olmasına rağmen buğulamaya son derece uygundur.Yaz aylarında yağsız olduğu için ızgara yerine tava veya buğulaması tercih edilmelidir. Kış aylarında yakalanan hamsi tuzlanıp saklanır. Buna ançovi tabir edilir. Ayrıca balık yağı ve balık unu üretiminde de kullanılmaktadır.
|
|
http://www.bybs.gov.tr
Başbakanlık Bilgi Sistemi. Her konuda bilgi alabilirsiniz.
http://www.asal.msb.gov.tr/telfax.htm
En büyük derdimiz askerlik yoklamaları için kolay bir yol. Faksla yoklama.
http://www.egm.gov.tr/surucuceza.asp Sürücü ceza puanınızı öğrenmek ilginizi çekerse. Buyrun size adresi. Ben genellikle umursamıyorum:-))
"http://www2.thy.com/webapp/troyaonline/tr/schedule.jsp THY rezervasyon ve On-Line bilet gişesi
Damak tadınıza uygun kahveler |
SendTo v1.5 [771k] W9x/2k/XP FREE
http://www.trogsoft.com/downloads/files/sendto15.exe
Farenizin sağ tuşunu tıkladığınızda karşınıza çıkan menüde "Send To" "Gönder" diye bir başlık vardır. Bilmem kullanıyor mususnuz? Eğer bugüne kadar kullanmadıysanız mutlaka kullanın. Büyük kolaylık. İşte bu program, bu kolaylığa bir mükemmel ek daha yapıyor. Lokal yada FTP ile uzak bilgisayarlarda bulunan herhangibir klasörü tanımlıyor ve dosyanın direkt oraya yollanmasını sağlayabiliyorsunuz. Tabiki herhangibir programa göndermek te mümkün. Detaylar için mutlaka denemelisiniz. Oldukça kullanışlı.
Moon32 v1.0 [64k] W9x/2k/XP FREE
http://geocities.com/bartelyoti/wall/moon32.zip
Buyrun size, ayın güneş tarafından aydınlanma profilini, yani dünyadan görünüşünü gerçek-zamanda
gösteren bir "duvar kağıdı üreteci"si.
Tek bir EXE dosyasından oluşan ve arka planda çalışan MOON32, sistem saatini ve Zaman Dilimi
bilgisini okuyarak her saatte bir yeni bir duvar kağıdı oluşturuyor.
Tarih/saat veya Saat Dilimi değişikliği yapıldığında duvar kağıdı anında güncelleniyor.
EXE ikinci defa çalıştırılırsa eski duvar kağıdı geri konularak programdan çıkılıyor.
|
|