|
|
|
8 Ağustos 2002 - Geçmiş Zaman Olur ki... |
Merhabalar Dostlar,
Geçen gün bir dostumla sohbet ediyoruz. Laf geldi dolaştı, hızla geçen zamana, değişen şartlara takıldı kaldı. Laf lafı açıyor karşılıklı örneklerle hızlı değişimi biribirimize kanıtlamaya çalışıyoruz. O bana ilkokulda simitin 10 kuruş olduğunu söylüyor, ben ona 74 te benzinin litresi 241 kuruştu diyorum. Üniversitelerimiz ortak olduğu için, küçük bir ev büyüklüğündeki bilgisayarımızla ilgili anılarımızı yadediyoruz. Derken aklıma 19 yıl önce yaşadığım bir olay geldi. Anlattım gülüştük. Size de anlatayım da nerden nerelere geldiğimizi hatırlayın.
Yıl 1982 yada 83 bir yandan okulu bitirmeye çalışıyor, geceleri tiyatro, gündüzleri de reklam ajansında çalışıyorum. Ajans o zamanın en büyüklerinden. Bir banka müşterimiz. Bankanın genel müdür yardımcısı da patronun çok iyi arkadaşı, hemen her akşam mesai bitiminde ajansta toplantıvari içkili sohbetler yapılıyor. Bir akşam patron beni çağırdı "Cem bak sen bu işi çözersin, bir yol gösterelim şu bankacılara" dedi. Mühendis mektebindeyiz ya, çözeriz evelallah. Efendim, banka vadeli hesaplarda uygulanan faiz oranlarını müşteriye anında gösterecek, paranın tutarı ve vade girilince, ödeme tablosunu şak diye hesaplayacak bir çözüm arıyormuş. Zaman, Spectrum64'lerin yeni yeni boy göstermeye başladığı zaman. "Yaparım ama bana bir Spectrum64 alacaksınız" dedim. Alet 189 bin lira, benim maaş 75 bin lira. Hatırlayanlarınız vardır, Spectrum64 kıçına takılan teyp aracılığıyla data okuyan, ekran olarak ta televizyon kullanan 64MB bellekli bir ilkel alet. Kullanılabilen tek lisan Basic. Uzatmayalım, ertesi gün hemen gidip bir tane aldık. 2-3 gün uğraştım, dört işlemden oluşan tam istedikleri gibi bir program yazdım. Aynı akşam sevgili patronum ve genel müdür yardımcısına ilk demonstrasyonu yaptım. Ağızları açık seyrettiler. Yazıyorsun para miktarını, faiz yüzdesini ve istenen vadeyi, basıyorsun enter'a, bızırt fırt ediyor, ekranda ödeme tablosu. "Tamam" dedi genel müdür yardımcısı, "hemen yarın bir şubeyi ayarlıyalım bu işi bir orada deneyelim".
Bende ki havayı bir görseniz, kendimi Einstein falan sanıyorum. Neyse birkaç gün sonra aldık elimize Spectrum'umuzu, kasetli teybimizi ve televizyonumuzu gittik Şişli de bir şubeye. Yer gösterdiler kurduk. Kasedi koyuyorsun, birkaç dakika programı cızırt, bızırt sesleri arasında okuyor, sonra başlıyor muhteşem programım çalışmaya. Şubeden en akıllı olduğu için seçilen bir kızcağızı yanıma verdiler, bir güzel öğrettim. O arada gelen birkaç müşteriye de bizzat ben yardımcı olduktan sonra ayrıldım oradan. Ajansa döndükten yarım saat sonra bir telefon, "kaset sardı napıcaz" diyor o akıllı kızcağız. Haydaa, ne demeye kapattınız ki demeye kalmadı, elektriklerin kesildiğini o yüzden tekrar çalıştırmak zorunda kaldıklarını söyleyiverdiler. 2 yedek kasetle toplam 3 kaset daha yolladım ve beklemeye başladık. Deniyorlar ya, hani beğenirlerse, her şubeye koyacaklar, ben de meşhur belki de zengin olucam. 1 hafta kadar sonra, bizim aletler paketlenmiş şekilde geri geldi. O günden sonra bir daha açmamışlar bile. Genel müdür yardımcısına göre aletten korkmuşlar. Teknolojinin bu kadarcığı bile korkutmuş onları. Neyse çok üzülmedik, o Spectrum64 le epey oyun oynayarak parasını kat be kat çıkarttık.
Şimdi bunu ne diye anlattı bu adam dersiniz siz. Hikayede adı geçenleri söyliyeyim de nereden nerelere geldiğimizi anlayıverin. Ajans Birleşik Reklamcılar, patronum Sevgili İzmir Tolga, banka Pamukbank, genel müdür yardımcısı da Burhan Karaçam, eski Yapı Kredi, şimdinin Koçbank Genel Müdürü. Yaaa işte böyle sevgili dostlar.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Yedeklenin
Daha önce sözünü etmiştim ama bugün gene bir arkadaşım virüs yüzünden makinasını formatlamak zorunda kalınca tüm önemli dosyalarını da kaybetmiş. Ona önerdiklerimi sizlere de önermek istiyorum. Heran herşey olabilir gibi hazırlıklı olmalısınız. Deprem çantası hazırlar gibi, tüm önemli dosyalarınızı yedeklemenizi ve mümkünse bu yedekleri bir başka depolama aracında yada bilgisayarda tutmanızı öneriyorum. En azından bilgisayarınızın sabit diskini 2 bölüme ayırarak, yedeklemeyi diğer harfli sabit diskinizde yapmanızı öneririm. Bunların yanında artık bizlere çok yardımcı olacak pekçok araçta hizmetimizde, CD Yazıcılar, harici harddiskler ve son olarakta piyasaya giren USB porttan bağlanan küçük bir kalem boyutunda mini diskler. 32-64 MB bellekli bu disklere önemli dosyalarınızı kaydediyor ve bir kalem gibi yanınızda taşıyabiliyorsunuz. Hatta bir başka bilgisayar da kolaylıkla takıp bilgilerinize ulaşabiliyorsunuz. Yani çözüm çok, siz size uygun olan birini seçin ve mutlaka yedeklenin.
|
UĞUR YÜCEL "HOUSE OF SAMBA"
Park Orman, 8-15-22-29 Ağustos Perşembe 2002, 22:00
Uğur Yücel, Ağustos ayı boyunca “House of Samba” gecelerinde Park Orman'da sahne alacak.
5 hafta süresince, her Perşembe akşamı Parkorman’da müzikseverlerle buluşacak olan Uğur Yücel ve iki kişiden oluşan ekibi, perküsyon performanslarıyla izleyicilerine farklı geceler yaşatacak.
|
Araştıran Kahveci : Başak Postacı |
Osmanlı'da Hamam Olayı
"TÜRKLER HİÇBİR ŞEYİ OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEZLER,
ALATURKA DA İŞTE BÖYLE DOĞAR!"
|
|
600 yıl gibi uzun bir zaman hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu geride pek çok yapı, eser, ve tartışma konusu bırakarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin 20. Yüzyıl başlarında kurulması ile tarihe karıştı. Ancak bugün de, tıpkı gücünün ve görkeminin doruklarında olduğu dönemlerdeki gibi, siyasi sisteminden sosyal hayatına kadar pek çok konuda ilgimizİ çekmeye devam ediyor.
Ülkemizi ziyaret eden veya Türklerle ilgili az çok bilgi sahibi olan yabancılara "Türkiye" veya "Osmanlı" deyince akıllarına ilk olarak neyin geldiği sorulsa, verilecek cevapların büyük çoğunluğunun "Türk Hamamı" olması gayet muhtemeldir. Bugün artık sayıları parmakla sayılacak kadar azalmış hamamlar ve genelde turistleri eğlendirmek amacıyla tur programlarına ilave edilen hamam ziyaretleri, yüzyıllarca Osmanlı ve dolayısıyla Türk Kültürünün en önemli ve renkli ögelerinden biri olarak varolmuştur.
Türk Hamamının tarihine bakıldığında, öncelikle belirtilmesi gereken şey, Türkiye'deki pek çok şey gibi, hamamların da saf "Türk" olmayıp, sadece erken dönem Yunan ve Roma örneklerinden kopyalanmış ya da yeniden inşa edilmiş eski Bizans hamamları olduklarıdır. Ancak denebilirki, hamamların sadece temizlik amacının dışında, sosyal hayatın "olmazsa olmaz" bir parçası haline gelmesi Osmanlılar sayesindedir.
Sosyal hayatta, görünürde islami kuralların hüküm sürdüğü, son derece kapalı bir toplumun, zevk ve eğlencenin zaman içinde her çeşidini yaşadığı, günümüzdeki kafeterya ve barların belkide evrim öncesi halidir hamamlar.
Hamam konusu gerçekten ilginç bir konudur; çünkü Türk Hamamının tarihi, Doğu ve Batı karışımının tarihçesidir. Milyonlarca insanın günlük yaşamının bir parçasını oluşturan bu kurumda sadece sanat ve mimarinin, sıradan insanların davranışları, gelenekleri, zevkleri ve nefretlerinin gelişimini değil, ulusların da yükseliş ve yıkılışları, imparatorlukların doğuşu ve çürüyüşünü de görmek mümkündür.
Osmanlılar, İstanbul'u maddi anlamda fethetmişler, ama Roma'dan devraldığı zengin mirasın etkilerini yansıtan Bizans da, diğer pek çok şeyi gibi, hamamlarıyla Osmanlıları fethetmiştir. İstanbul Fatihi 2. Mehmet de şehirdeki bu güzelliklerden o denli derin etkilenmiştir ki, fetih sonrası, İslam hukukuna göre kendisi teslim olmayan ve sonunda ele geçirilen şehirler için öngörülen "yağma" cezasını istemeyerek ve artık günlerce savaşmaktan sinirleri bozulmuş askerlerinin tehditleri neticesinde vermek zorunda kalmıştır. Yine de şehrin bir kısmını kendisi için ayırarak, bu yağmadan kurtarmayı başarabilmiştir. Daha sonra, eski temellerin bazıları yeniden kullanılmış ve yıkıntılardan çıkarılan malzemelerin bir çoğu yeni yapılarda kullanılmıştır. Ancak Bizans'tan geriye kalanlar arasında en fazla benimsenen yapının hamamlar olduğu kesindir.
İmparatorluğun en görkemli döneminde, şehrin her mahallesinde sıcak ve soğuk banyoları, çeşmeleri, kubbeli mermer odalarıyla, haftanın belirtli günlerinde de sadece kadınlara açık olan bir hamam mutlaka bulunurdu.
Mübalağayı seven Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, 17. Yüzyılda İstanbul'da 4536 özel hamam ve 300 adet halka açık hamam bulunuyordu. Hamam'ın Osmanlı kültüründeki yeri ve önemi göz önüne alındığında, belki özellikle bu konuda Evliya Çelebi'nin verdiği rakamlara inanmak yerinde olacaktır. Ancak özel banyo kültürünün gelişmesiyle, halka açık hamamların sayısı sonraları giderek azalmış olup, 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde sadece 130 kadarı kalmıştır.
Hamamların Osmanlı Kültüründe bu denli önemli bir yer tutmasının en temel nedeni din'di. Kur'an'a göre temizlik dindarlığın önemli değil, "asli" bir parçasıydı. Bu mermer tapınaklar banyo, masaj ve sohbetten oluşan bir toplumsal yaşamın ortaya çıkmasını sağlıyordu. Arkadaşlık ve kısmet |
|
bulma arzusu da hamama gidilmesinde sağlık ve din kadar önemli yer tutardı. Zira, özellikle kapalı kapılar ardında yaşamını sürdürmek zorunda olan Osmanlı kadınının sosyalleşebildiği tek yer burasıydı. Varlıklı kadınlar bile evlerinde özel hamamları bulunmasına rağmen, haftada en az bir kez mahalle hamamına giderlerdi.
Hamama, havlu, fırça, kına, sürme, bir kalıp Girit sabunu ve sedef kakmalı nalınlarıyla beraber ve hizmetkarlar eşliğinde gidilirdi. Bu törensel hazırlık, hamamda bir kaç saatin değil, neredeyse bir günün geçirilmesinden kaynaklanıyordu.
Hamam ziyaretleri zamanla temizlik amacının yanında,yiyecek malzemelerinin ve evcil hayvanların da getirildiği, dostların, müzisyenlerin, dansözlerin davet edildiği alemler halini aldı. Kadınlar banyo ve masajın ardından, üzerlerinde keten çamaşırlarından başka birşey olmaksızın, kaşlarını alır, saçlarına -bazen el ve ayaklarına- kına yakarlar ve ağda yaparlardı.
Kaynaklardan, Avrupalıların Osmanlılar ve Hamamla ilgili en çok ilgilerini çeken konulardan birinin "tüylerin alınması" olduğu anlaşılıyor. Öyleki o dönemlerde batılı yazarların Osmanlılarla ilgili kaleme aldıkları eserlerin çoğunda bu konudan "detaylı" olarak bahsedilmiştir.
Sünni Türklerin de mensubu olduğu Hanefi mezhebi, bedenin bütün bölümlerinin (artık aklınıza neresi geliyorsa!!!) tüyden arındırılmasını öngördüğü için, kadınların her hamam ziyaretlerinde şekerden yaptıkları ağdalar ve bilimum tüy dökücü bitkiler eşliğinde bu operasyonu yapmaları kaçınılmazdı. Erkekler ise jilet ve tüyleri döken merhemler kullanmayı kullanmayı tercih ediyorlardı (bu merhem kitaplarda "Rusma" olarak geçiyor. Merhemin hazırlama ve uygulama reçetelerinde anlatılanlar ile kullanımına ilişkin "özel" uyarılar, karışımın içinde "arsenik" bulunmasından kaynaklanmaktadır).
Gerçekten de o günlerde tüylerden kurtulma işlemi müslüman kadın ve erkekler için, modern dünyada olduğundan çok daha fazla önemliydi. Bu işlemler ve masaj, özellikle kadınlar arasında, başka bir kadın cariye tarafından yapılırdı. Doğal olarak bu şekildeki yakınlaşma bir çok defa hemcinsler arasında ilişkiler doğduğuna dair söylentilere yol açmıştır. Bu nedenle hiçbir erkek, eğer karısının "temiz ve iffetli" kalmasını istiyorsa, onun çeşitli skandallarla çalkalanan halka açık hamamlara gitmesine gönüllü değildi. Ancak kendi evinde bir tane yaptırmadığı sürece, hem dini anlamda hem de temizlik nedeniyle, kadının hamama gitmesine engel olması mümkün değildi.
Bu durumda herkesin hamama gitmesi için en az iki sebebi bulunuyordu: ilk olarak, temizlenmeden camiye gidemezler ve namaz kılamazlar. İkinci sebep ise kadınların hayatını biraz olsun çekilir hale getirmektedir: hamam ziyaretleri evden dışarı çıkmak için iyi bir mazerettir! "Ben hamama gidiyorum" deyip, başka yerlere giden kadınların ve bunun sonucunda yaşanan aile kavgalarının sayısı epey fazla olmuştur.
Hamamın aynı zamanda bir kısmet bulma mekanı olduğunu belirtmiştik. Anneler hamamda gevşedikten sonra, oğulları için eş-dost arasında münasip bir kız olup olmadığını sormaya ya da etrafta çıplak olarak yıkanan, aslında bunu biraz da kendi kısmetlerini yaratmak için yapan, genç kızları süzmeye başlarlardı. Evlilik merasiminden önce gidilen "düğün hamamları" nda yaşınılanlar ise gerçekten de günümüzün çılgın bekarlığa veda partileri ile yarışabilirdi.
Yabancı bir yazarın hamamda geçirdiği saatlarin sonunda yaptığı yorum, bu yazı için en güzel sonu oluşturuyor:
"…ve şimdi sırada hamam sefasının ödül kısmı var. Vücudun tatmin hissi, temizlik ve ölümlünün vücudundan fışkıran tazelik duygusu ruhumu sonsuzluğa yükseltiyor. Sofamda bir kral gibi uzanıyorum ve gerçek şark usulü ile ellerimi çırpıp, sigara ve kahve istiyorum. Acılar ve denemeler unutulmuş, sigara dumanım yukarıya doğru kıvrılırken, bu modern kurbanın dumanlarının, görkemli evinin eteklerinde yattığım Olimposlu Zeus'a ulaşacağını tahmin ediyorum."
Başak POSTACI
Kaynaklar :
Konstantinopolis - Philip Mansel
Harem - N.M. Penzer
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan |
Kendi kendinin doktoru
Her genç kızın başına gelir derler ya hani..İşte benim de başıma gelmişti.. Münasebetsiz bir yerimde bazı kaşıntılar sanki sulanma gibi bişeyler.. Her halde dedim, birşeyler kaptım bir yerlerden..
Doktora gitmeyi de pek sevmem.. Ne yapmalı.. ne yapmalı.. Hah!.. tamam kadınlar böyle bir sıkıntıları olduğunda Zefiran diye bir şey kullanırlardı.. En iyisi bu ilacı alıp, kendi kendimin doktoru olmak.
Eczaneye gittim, Zefiarnımı alıp eve döndüm.. İlacın prospektüsünü okudum.. Allah allaahh... Mesela şöyle bir ölçü yazmış 1 litreye 1 damla gibi bir şey..
Hadi ordan.. Yanlış yazmış hıyarlar.. Hayret bişey...
Ne kadar olabilir mesela? Eh belki 1 litreye yüz damla olabilir.. di mi ama? Yoksa etki etmez.. Ama ben de hem rahatsızım durumdan, hem de çabuk tedavi istiyorum.. E o zaman, biraz daha fazla dökersin.. İşlem tamamdır.. Ben de aynen böyle yapıp, bir litre suya boca ettim şişenin yarısını! Sonra da, benzetmek gibi olmasın.. daldırdım içine..
Aman allahımm!!! Hani Calcium Sandoz'u suyun içine atarsın ya.. neredeyse öyle bir manzara.. sanki duman çıkıyor!!! Yok yok.. bi daha hayır etmez bu.. Kesin kuruyup düşme durumları olacak... Allahım, ne yapıcam ben şimdi.. Yanıyorum dostlar... Hemen duş ve bol bol su.. ama acının geçeceği yok.. O ne? Kıpkırmızı.. yara olmuş gibi sanki.. Mahvolum işte.. Bitti hayatımın bir bölümü!!
Çaresiz giyinip bir doktor bulmaya karar verdim.. Çıktım evden.. Gittim Bağdat Caddesine.. Kime gitmeli acaba? Neciye? E belki mesela Bevliyeci.. Uygundur.. Üst katlarda bir tabela.. Bir yaşlı sekreter kadıncağız açtı kapıyı..
-Doktor bey var mı?
-Evet, randevunuz var mı?
-Hayır
-Peki, bekleyin o zaman.. (Zaten içeride kimse yok, bir odaya girip çıktı)
-Buyrun, sizi bekliyor doktor bey..
Girdim içeri.. Yaşlıca bir adam.. Aksi suratlı, ciddi bakışlı birisi.. Olsun, tecrübelidir nasıl olsa.. daha iyi..
-Nedir sorun?
-Eee.. şeyy. Benim biraz kızarıklık çatlama vs gibi bir derdim vardı da..
-Çıkarın, bakayım.. dedi.. Bu arada gözlüklerini taktı ve gelip önümde oturdu.. Sıkılarak da olsa çıkardım.. Görünce, gözlerini kocaman açıp, irkilerek
-Bu ne? Ne yaptın sen buna?
-Ehm.. şeyy yaptım.. şeyy...
-Ney ney? Nereye soktun sen bunu? Araba egzozona falan mı?
-Yok canım.. şeye.. hani bi ilaç var ya, Zefiran diye.. yani biraz konsantrasyonunu ayarlıyamamışım da...
Bunun üzerine bana kendi kendine doktorluk yapmamakla ilgili sunturlu bir söylev çekip, bolca da azarlayıp.. Başından savdı.. Bu defa verdiği ilaçları dikkatle kullanıp bir süre sonra iyileştim.. Ama içime kurt düştü bir kere, ben en iyisi bir de cilt doktoruna gideyim diye düşünüyorum.. Günlerden bir gün yolum Amerikan Hastanesi tarafına düştü. Aklıma geliverdi, hadi bir gireyim, belki cildiyecileri vardır deyip daldım içeri. Hakikaten varmış, bir randevu yazdılar.
-Doktor meşgul, biraz bekleyin.. dedi hemşire. Bekledim. Sonra, ismimi anons ettiler.
-Sağdan ikinci kapı..
Girdim.. Aman tanrım.. Bir kadın doktor! Genç, güzel de bişey.. Kaçacak bir kapı da yok.. Öylece salak salak dikilip duruyorum karşısında.. Hey allahım, ne yapıcam ben şimdi..
-Buyrun efendim, nedir şikayetiniz?
-Ehm.. şeyyy.. (Bu arada gözümün ilk gördüğü organım, ellerim oldu..) Doktor hanım, yaz gelince ellerimde bir takım kabarıklıklar oluyor da..
falan diyerek son derece lüzumsuz bir geyiğe başladım sıkılganlıkla.. Ellerimi aldı ellerine, evirip çevirdi..
-Olur bunlar yazın.. mühim bir şey değil.. Herhalde bunun için gelmediniz..
Yakaladı benim yalanı anında.. Başkaca da uyduracak bişeyim yok.. Sıkışıp kaldım..
-Valla, aslında dediğiniz gibi, bunun için gelmemiştim gerçekten.. ama...
-Ama ne?
-Yani siz.. (hey allahım, pek de güzel bişey..)
-Evet?
-Yani siz.. hanımsınız.. ben bilmiyordum da..
-Olsun canım ne demek, ben doktorum.. Gösterin!
Hadi bakalıımm.... Naapcaz şimdi?
-Valla, Doktor, göstereyim göstermesine de.. hani diyorum.. hiç değilse bir yemeğe falan gitseydik??
-Nası yaanii??
-Yani, inanın, şimdiye kadar hiç değilse bir yemeğe götürmeden, hiç göstermemiştim
de!!
Güldü...
-Alacağım olsun o zaman.. çıkartın bakalım!
|
Bir Konser ve Türkiye'mden insan manzaraları...
Sevgili Editör,
Bilişim çağından, teknolojik gelişmelerden, gelişmekten bahsederken her organizasyon başarısının insan faktörüne bağlı olduğunu galiba zaman zaman göz ardı ediyoruz. Çok yeni bir tecrübemi sizlerle paylaşmak istedim.
6 Ağustos akşamı, Yedikule Zindanlarında, bugüne dek pek eşine rastlanmayan bir ikilinin konseri için (Fazıl Say / Mercan Dede) haftalar öncesinden Biletix'in bence iyi işleyen, gerektiğinde oturacağınız koltuk yerlerini bile görebileceğiniz, web sitesinden biletlerimizi aldık. Bugüne dek çeşitli vesilelerle Biletix hizmetlerinden yararlandığımız için, genelde bu tür bir bilet satışında büyük sürprizlerle karşılaşmayı beklemiyorduk. Ancak ne yaparsınız ki, burası Türkiye ve her an herşey olabilir.
Konser günü biletleri almak üzere gittiğim bir Biletix satış noktasından ters yüzü edilmemle birşeylerin ters gidebileceği konusunda şüphelerim artmıştı. Neticede, Biletix'in son gün içerisinde sadece konser yerindeki gişelerinden bilet dağıtımı yaptığını öğrenmiş oldum. Okuduğumu anlamamış olabilir miyim diyerek elimde basılı duran bilet satış belgesini tekrar tekrar okudum, sadece biletlerinizi konser günü 2 saat öncesinden itibaren konser yerindeki gişelerimizden (de) alabilirsiniz ibaresi dikkatimi çekti. Ama biraz daha sorgulayıcı olursanız, Internet sitesinde ayrı bir köşede, birçoğumuz için ilgisiz bir köşede, biletlerin ancak bir gün öncesine dek satış noktalarından alınabileceğinin yazıldığını görebilirsiniz.
İnsanlık hali atlamışız diyerek, vakitlice Yedikule Zindanlarının bulunduğu sur içerisine vardık. "İnsan faktörü" konser öncesinden kendisini göstermeye başlamıştı. Yedikule kapısından önceki Silivri kapı kavşağında "Fazıl Say / Mercan Dede" konseri tabelası, tabir yerindeyse gidilebilecek iki yönün "tam ortasını" işaret etmekteydi. Bizimle birlikte kader birliği eden 4-5 arabayla birlikte bizce işaretin gerçek yönü olan Silivri kapıdan içeri girdiğimizde yanlış bir yere geldiğimizi kısa sürede anladık. Ama sürprizlerle karşılaşmak için illaki de Biletix gişesinin önüne beklemek gerekmedi. Önce yolda, konser mekanının nerede olduğu sorulan mahalleliden doğru, hem de pek uygun bir cevap alındı. Sonrasında da tozlu, bununla birlikte etrafı şaşırtıcı güzellikteki bostanlarla çevrili bir yoldan otoparka ulaştık. Sevgili marangoz yazarımızın kulaklarını çınlatmadan da edemedim, buraları görse, öyle Fethiye, Dalyan gibi yerlerde tarım yapılacak arazi aramaktan hemen vazgeçebilir.
Bu "yanlış" yön seçimin uygunluğunu, daha sonra konser yerine doğru giderken, yön tabelasının ikinci seçeneğini işaretleyen arabaların düştüğü durumu görünce daha iyi bir şekilde anladık, hani ne derler içimizden de kıs kıs gülmeden edemedik. Ancak bu sevincimiz, konser yerinin kapısına ulaştığımızda önce küçük bir şaşkınlığa, sonrasında da kızgınlığa dönüştü. Bilet teslim alma kuyruğu, eskilerde Dolmabahçe stadı (ne de olsa serde Beşiktaş'lılık var) çevresinde derbi maçlar öncesinde görülen kuyrukları anımsatacak uzunluktaydı. Hani bunun köfte-ekmekçileri, kokoreççileri derken, bunların asıl mekan içerisinde olduklarını da yaklaşık 1.5 saat içerisinde öğrenmiş olduk.
Daha da kötüsü, yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzayan bu kuyruğun ucunda, Biletix gişesi olduğu yazılı, Karagöz Hacivat gösterilerinden kalma bir gişe görüntüsüydü. Perdenin gerisinde kaç kişi vardır, bunlar biletleri nasıl dağıtırlar, sıra neden ilerlemez, neden sıra "tek sıra" değil de "çok sıra" gibi anlamsız sorulara cevap almayı beklemek fazla iyimserlik olacaktı ki, görevli olduğunu sandığımız bir bayan, bilet dağıtımının soyadı sırasına göre iki ayrı sırada yapılacağını kalabalığa doğru "fısıldadı". Neyse Türk halkı böyle durumlarda yardımsever tarafını göstermekten çekinmediği için kısa sürede soyadı K'dan Z'ye kadar olanların bir yan sıra oluşturması gerektiği topluluğa bildirilmiş oldu. Bu yeni düzenleme, güruh içerisinde sağdan sola, soldan sağa büyük bir dalgalanma yaratmaktan başka bir işe yaramadıysa da, "...arkadaşlar, bu büyük bir rezalettir, herkes yerini nasıl olsa biliyor, hadi kapıya gidip içeri zorla girelim ve yerlerimize oturalım..." önerisini getiren arkadaşın önerisi nedense pek bir destek bulmadı. Oysa bu konuda, bu fikrin peşinden içeri girecekler neticesinde sıranın biraz azalması ve bilet teslim yerine daha da yakınlaşılması için bizlerin de epey bir katkısı olduysa da, sonuç "negatif". Birinci görevliden biraz daha yüksek fısıldayan diğer bir bayan görevli, "...şimdi size soyadları A ile başlayan bilet sahiplerini okuyacağım.." şeklinde bir başka girişime ön ayak oldu. Hemen yanında da bu sefer soyadları "B ve C" ile başlayanları çağıran bir başka bay görevli peydah oldu. Ancak hem Türk alfabesinin bir hayli fazla sayıda harfe sahip olması, bunun aksine görevli sayısının az olması, bu girişimleri de verimsiz kıldı. Tam bu sırada neler oluyor, kim nereden bilet alıyor diye etrafı kolaçan ederken, bir "müşterinin", evet yanlış okumadınız, bizim gibi bir müşterinin "G" soyadlı bilet kümesini eline geçirdiğini fark ettim ve büyük sürpriz ..."Erdoğan Gülboy" . Sevinçten ağlamak istedim, yanlış anlaşılır diye vaz geçtim, hemen iki adım ötemde ismimi okuyan bu arkadaşı öpsem yanındaki kız arkadaşı itiraz eder miydi, falan filan...bilet en sonunda elime ulaşmıştı ya, bu tür kaygılara artık yer yoktu. Ama ben ne kimlik göstermiş, ne de imzalamam gereken kredi kartı slibini imzalamıştım. Ya benim yerime bir başkası, "... o benim..." diyerek biletlerimi alsaydı...ya ben yarın bankama "...ben bu ödemeyi onaylamıyorum, bunun kanıtı nerede.."dersem, yandı gülüm keten helva mı olur, yoksa Biletix mi?
Konser mi, valla ne oldu bitti farkına varana dek Fazıl Say birinci bölümü, solo konseriyle tamamladı. Bu arada sur üstü güvenlik güçleriyle konseri daha havadar bir yerden izlemek isteyenler arasındaki tartışmalar ve güvenlik görevlisinin cep telefonuyla muhtemelen annesine, "...bugün Fatih'in torunu olduğunu birkez daha nasıl kanıtladığı..." üzerine anlattıklarından, yaklaşık 45 dakikalık gecikmeyle başlayan konserin başlamasından 15 - 20 dakika sonra hala yerlerine kavuşmak arzusuyla yananların kuru otlar üzerindeki sürünen ayak seslerinden, sahneye 30-40 metre mesafeden, zoom ile fotoğraf çekmek için önce cırt cırt'lı çantasını defalarca açıp kapayan sonra da bir türlü flaşı "off" edemeyen yan sandalye komşumuzdan ve dışarıda park eden arabalardan dolayı surlardan içeri girmeyi bir türlü beceremeyen arabaları fırçalamakta olan trafik polislerinin düdüklerinden arta kalan anlarda...birinci bölüm pek güzeldi doğrusu. Fazıl Say hayranları fazlasıyla memnun oldular.
İkinci bölüm mü? Mercan Dede'yle ilk tanışmamız olması ve bir ara Fazıl Say'ın da Mercan Dede'nin yerini alarak plakları oraya buraya döndürmeye kalkmasıyla, bu bölüm "deneysel" boyutlar içerisinde gelişti, ilerledi. Bana sorarsanız, her "performans" arasında ayrılanların fazlalığı Fazıl Say hayranlarının bu bölüm üzerine düşüncelerini, Mercan Dede fanatiklerinin de sadece bir kaç kez heyecanlı haykırışlarını duymak da onların bu bölüm hakkındaki görüşlerini güzel bir şekilde özetliyordu. Yine de bu tür bir deneme için cesaret gösteren, kimi zaman da- "Rapsody in Blue" da olduğu gibi, herkesi büyüleyen bir performanstan dolayı her iki sanatçıyı da alkışlamak gerek. Bir de Biletix olmasaydı..
Sevgiler,
Erdoğan Gülboy
|
BİR EFLATUN ÖLÜM
kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım
git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım
ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.
aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.
söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım
belki
sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.
bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.
Behçet Aysan
..........<>..........
BİR EFLATUN AŞK
I.
Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum
Yorulmuyor yaşamaktan.
Midyat’lı bir gümüş ustasıdır, süryani
Ve yüzündeki çıban gibi
Yüreğinde yaralar
Taşımaktan.
Yorulmuyor yorulmuyor
Ağır işçi
Kedere ve aşka çalışmaktan
Kiminde peçeli bir gülüş çağırıyor
Kiminde kovuluyor kapılardan.
2.
bak sabah yaklaşıyor birazdan ufuk
moraracak
sevgilim çıplak sokaklarında
ayak seslerim dolaşsın
yasak
ırmaklarında yıkanayım
avuçlarına karlı öpüşler
bırakayım
rüzgar
unutulmuş
bir dağ çeşmesine
götürsün bizi.
Zamanın saatleri unuttuğu
Şavkıyan bir dağ çeşmesine.
3.
ey eflatun aşk
bana eflatun yağmurlar
yağdırabilir misin
getirebilir misin geçen günleri geri
tutup yıldızları yanıma oturtabilir misin
sana neyi anlatayım
her sarnıç küflü bir yağmuru
her sevda bir ayrılığı yaşar.
Behçet Aysan
|
|
Öğretmen-Öğrenci
Küçük kız sınıfta Fen Bilgisi dersinde birden parmak kaldırıverdi:
- "Öğretmenim ben birşey sormak istiyorum!!"
- "Evet seni dinliyoruz..?"
- "Benim anneannemin bebeği olur mu???"
Öğretmen tabi çok şaşırmıs ama,
- "anneanneler bebek yapmak için biraz yaşlıdırlar" diye gülümsemiş.. Bizim bıdık yine sormuş:
"Peki annemin bebeği olur mu??"
Öğretmen cevaplamış:
- "Annelerin bebeği olur ama yaşları ilerledikçe bebekleri olma ihtimali de azalır"
Derken kucuk kız,
- "Peki öğretmenim..,
"demiş.. "ya benim bebeğim olur mu??"
Öğretmen gülmüş:
- "Canım senin yaşın daha çok küçük, olur mu oyle şey??"
Bunun üzerine arka sıralardan erkek çocuklardan biri bağırmış:
- "BAAAAAK!!! BEN SANA BİRŞEY OLMAZ DEMEMİŞ MİYDİM"
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sanalakvaryum.com/
Akvaryum meraklılarının bilgi alışverişinde bulunduğu forum alanlarından bir tanesi. Ayrıca ilan sayfasında ilan verip, daha önce verilenleri de takip edebilirsiniz.
http://www.filozof.tripod.com/ana.html
...Bilme süreci; duyumlarla başlar, düşüncede üretilir, uygulamada gerçekleşir. Bilgi doğada hazır değildir, doğada nesneler ve olaylar vardır ama bilgi yoktur... Hani her konudan haberdar olan entellektüel kişiler vardır ve konuşurken hiç sıkılmazsınız. Bu site öyle bişey.
http://www.iahep.org/
Boğaziçi Üniversitesi kandilli rasathanesi tarafından hazırlanan, ''Afete hazırlık eğitim projesi''. A'dan Z'ye herşey anlatılmış. Hatta bir dönem televizyonlarda yayınlanan deprem dede klip'leri de eğitim filmi olarak eklenmiş.
http://micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index.html
http://micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index.html Bu sayfayı tıklayın ve sessizce oturup seyredin. Lütfen dikkatinizi başka yere kaydırmayın. Ben seyrettim ve söyleyecek söz bulamıyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Scape v1.1 [1.7M] W9x/2k/XP FREE
http://mimer.null.dk/~stein/projects.php?api=opengl
Muhteşem görüntüleriyle OpenGL Ekran koruyucular. 20 değişik program arasından beğeneceğiniz birini mutlaka bulursunuz.
LAN File Searcher v1.0 Beta 10 [609k] W9x/2k FREE
http://www.aezay.dk/aezay/lanfs/
Lokal ağınız üzerinde bir dosya aramak istediğinizde kaşılaştığınız sorunları bu programla kolaylıkla aşıyorsunuz. Sadece ağ üzerinde değil, kendi makinanızda da arama yapabiliyorsunuz. Ayrıca güvenlik ayarları sayesinde makinanıza istenmeyen erişimleri de önlemeniz mümkün. Ağ üzerinde çalışanlara önerilir. Henüz beta versiyonu olması dezavantajı ama son hali mükemmel olacak eminim.
|
|
|