|
|
|
9 Ağustos 2002 - Gaptırmayacaksın... |
Merhabalar Dostlar,
Komplo teorileri üretmeye bayılırız ya, benim de beynim bugün biraz ters çalışarak bir senaryo yazdı. 2-3 hafta öncesine kadar yüreyecek, konuşacak mecali olmayan Sayın Başbakanımız, partisi erezyona uğramaya başladığından beri 1 dakika yerinde durmuyor maşallah. Adamcağız hastahanenin yakınından bile geçmiyor, tek hastabakıcısı eşi ve turp gibi. Hani turp azıcık tohuma kaçmış ama olsun hala yenecek kıvamda ya varsın öyle olsun. Ya gizli bir doping kaynağı buldu ya da... Acaba diyorum güvercine binmiş şahinler, adamcağızı ekarte etmek için bir plan mı yaptılar. Hasta, hastahaneye yatacak, orada kendisinin beynini sulandıracak, performansını asgariye indirecek ilaçlar yutturulacak, yanlış işler yapması sağlanacak, böylece küçük düşürülerek, güvercinleri salması sağlanacak. Uygulama başarılı olduğu takdirde, önce vekillerimiz ayrılacak sonra da asıllar yani bizler adamın peşini bırakacağız. Ayrılanların kurduğu parti Derviş'i de aralarına alıp, arkalarına aldıkları rüzgarla seçimi önde göğüsleyecekler. Hoppalaaa... Dedim ya beynim ters çalışıyor bugün. Hem olmaz demeyin, bir düşünün ve gözlemleyin, adam koşturuyor yahu. Dün bisküvi, çay rejimi yapıyor diyorduk, bugün kadıncağız herhalde mesir macunuyla besliyor. Helal olsun böyle eşlere, her eve lazım bir tane. Bu teorimin doğruluğu tartışılır tabi ki, itirazcılara da itiraz etmeye niyetli değilim. Ama bu konuyu epeydir ortalıkta görünmeyen Baki Tuğ'a bir sorsak diyorum. İstihbaratsal duyumları olmuş mu acaba. Hatta bu konuda bizlere Perinçek'te yardımcı olabilir. Biliyorsunuz kendisi derin devletin basın sözcüsü olur. Nerde basına sızdırılacak bir haber var, ver Doğu'ya yaysın Batı'ya. Bu teoriyi HBB* Hıncal Uluç yazsa yer yerinden oynar da biz yazınca anca göbeğim oynar gülmekten.
Yeni Türkiye'nin yenilikçi ama deneyimli lideri İsmail Cem'i izlediniz mi bilmem. Er Meydanında Ali Kırca'nın konuğuydu. Doğduğundan beri İsmail Cem İpekçi olan adamı bir anda İsmail Cem yaptık ama yakıştı doğrusu. Daha bir karizmatik oldu sanırım. Cem adı genelde karizma karizma kokar zaten.:-)) Neyse, Ali Kırca'nın düzeyli sorularına aynı samimiyetle yanıtlar verdi. Bir kere liderliğe ısınmış. Baksanıza yıllarca didiştiği Beybabamıza bile ziyarette bulunmuş. Babamız neler söyledi bilmiyoruz ama şöyle demiş olabilir mi acaba ; "Bak oğlum Cem, sana oğlum diyorum ama oğlum yaşındasın öyle değil mi? Hökümet başı olmak, TRT başı, Dışişleri başı olmaya benzemez. Ayağını denk alacaksın. Sırtını hep duvara verip, sana bir vurana sen 5 çakacaksın. Çoook ama boş konuşacaksın. Vay be ne bilge adam diyecekler ama dediklerinden de bişey anlamayacaklar. Soruya soruyla cevap verip, zeytinyağı-su meselesini unutmayacaksın. Söyleyemediğin "R" nin yanına bir de "S" yi katacaksın ki seni Beyaz'la karıştırmasınlar. Yanına aldığın adamlara mukayyet olacaksın. Güzelliğine çarpılıp, sarışınlara bulaşmayacaksın. Bak ben bir bulaştım, hala kurtulamadılar sarışınlarından. En önemlisi şapkayı gaptırmayacaksın... Oğlum benim, gel bi alnından öpeyim seni..."
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
* Her B...irşeyi Bilen
|
Superonline
Superonline'ın açıklamasında karanlıkta kalan noktalara bugün tekrar bir ek açıklama geldi. Bu durumda Superonline üzerinden bağlanıp, alan adını başka yerde host eden ve kendi alan adlarını email adreslerin de kullanmak isteyenler de, Authentication metodunu ve "smtpauth.superonline.com" SMTP adresini kullanarak problemi çözebilecekler. Yalnız bu durumda gireceğiniz kullanıcı adı şifresi Superonline'dan aldığınız email adresine ait kullanıcı adı ve şifresi olacak, aman dikkat. Çözüm tabiki eski İxir kullanıcıları için de geçerli. Superonline'nın bu konuda bir bilgilendirme eksikliği içinde olduğunu kendileri de teyit ettiler. Neyse önemli olan problemin çözülmesi. Bu konuda sorularınız olursa yanıtlamaya hazırım.
|
UĞUR YÜCEL "HOUSE OF SAMBA"
Park Orman, 15-22-29 Ağustos Perşembe 2002, 22:00
Uğur Yücel, Ağustos ayı boyunca “House of Samba” gecelerinde Park Orman'da sahne alacak.
5 hafta süresince, her Perşembe akşamı Parkorman’da müzikseverlerle buluşacak olan Uğur Yücel ve iki kişiden oluşan ekibi, perküsyon performanslarıyla izleyicilerine farklı geceler yaşatacak.
1. ANNIVERSARY@PARKORMAN
Park Orman , 10 Ağustos 22:00 - 11 Ağustos 21.00
Ctesi ve Pazar 35.000.000 TL. - Sadece C.tesi 20.000.000 TL.
|
Misafir Kahveci : Serpil Yıldız |
SU TUTMA ZAMANLARINDA
Bir dergi için Zeugma fotoğraflarımı istedi muhabir bir arkadaş, beni ziyaret ederek. Fotoğraflarımın bazıları, orada burada çokça boy göstermişti. Mini bir sohbetten sonra, de kısa bir yazı isteyince bir de, durum değişti. Şimdiye kadar hiç yazamamıştım bu konuda. Elim bir türlü gidememişti kağıda kaleme. Şimdi ne kadarını yazabilirim bilmiyorum. Yine de içimden geleni, geldiğince yazacağım; biliyorum.
Bugün düşünerek üzülen kaldı mı, ya da anımsayan var mı Zeugma'yı? Ama binlerce yıl sonra, yeniden, 2001 yılının Haziran'ında, bütün dünyanın gözbebeği olmuştu sanki o; kimbilir hangi toplumlar, nasıl bir yaşam sürmüşlerdi, bu güzelim nehrin turkuaz rengini seyrederek…
Bir anda ilgi odağı oluvermişti Zeugma. Kısacık zamanda çok iş yapıldı. Beş binyıllık kültürün açığa çıkışı üzerine yazıldı, çizildi, tartışıldı, toplantılar yapıldı, hatta kitabı bile basıldı. Hiç itirazım yok! "Ne güzel" bile diyebilirdim. Yine de, eski bir kültür günümüze taşınırken coşkuyla, aynı nedenle suya gömülecek yaşam ve kültürlerin neredeyse lafı bile edilmeyince içerledim fena halde kendimce. Hepsi bu!
1998 yılının Ağustos ayıydı ilk gidişim, tepede üç sütunun yükseldiği Belkıs harabelerinin ya da nam-ı diğer Zeugma'nın bulunduğu, şimdiyse, çoktan suların yuttuğu Kavunlu köyüne. Taa o zamandan biliyorduk Fırat'ın göle dönüşeceğini. Zaten işimiz de, değişim öncesi varlıkları belgelemekti. AFSAD'lı on fotoğrafçıydık. Birecik barajı göletinin sularıyla değişecekleri ya da, daha gerçekçi bir tanımlamayla, "yokoluş" öncesini görüntüleyecektik; inanmadan, ummadan gerçek olacağını.
Oldukça kapsamlı bir çalışma olacaktı; bu değişimden etkilenmeye aday çoğu yer fotoğraflanacaktı. Vurduk kendimizi yollara, başladık görüntü kollamaya…
İlk sabahın, ilk ışıklarıyla rastlaştık fıstık ağaçlarıyla, dallarında öbek öbek sallanan fıstıklarıyla. Karaotlak denilen bir yerden geçtik. Çorak mı çorak alabildiğine. Ot yoktu ki, yeşil olsun. Anlaşılan, kara kara taşlıklardan alıyordu o adı. Burada otlayanın, vay haline! Kıvrımlı yollarda sürüyordu heyecanımız. Yolculuk etmekte olduğumuz midibüsümüzü durdurdu birimiz. "Dur, şoför abi, dur!" "Ne oluyor?" demeye kalmadan anlaşıldı durum. S şeklinde uzanan Fırat karşılıyordu bizi, nehrin iki yakasına uzanan, yeşile karışmış yerleşimleriyle… Halfeti görünmüştü. Ne doyumsuz bir manzara! Çantalar açıldı, makineler çıkarıldı. Sabahın sessizliğini, deklanşör sesleri sarmıştı. Üç yıl sonra şimdi, yine aynı yerde, midibüsten indigim o ilk yerde duruyordum. Bu kez, isteksizce açıldı çantam. İstemsizce basıyordum denklanşöre. Fırat'ın suları yayılmışta yayılmış, S'den geriye, kalın bir I kalmış. O güzelim yerleşkeler; o güzelim evleri, yaşamları, tüm kültürleriyle sulara dalmış. Altında serinlediğimiz, kıyıdaki koca üç ağaçtan geriye, üç yapraklı üçer dal kalmış. Ne umarsız bir açgözlülük! Tükenen dünyanın doymayan insanlarına, hizmette kusur etmemek gerek!
Halfeti'nin karşısında, Fırat'ın öte kıyısındaki Kalemeydanı köyüne, nehirden geçerdik. Maviye boyalı, dikdörtgenimsi, derinliği yüksek, hamur teknesi gibi bir şeydi aslında bizi taşıyan. Ağaç dalından yapıldığı belli, upuzun, kalın, bir bazen iki çubukla idare ettiriyordu tekneyi, uzun boylu, yarı pala bıyıklı, beyaz gömlekli, siyah yelekli, siyah şalvarlı, siyah kasketli Mehmet ağa. Gitmekte, dönmekte bizim için pek eğlenceliydi ama, Mehmet ağa, her defasında, güneş yanığı yüzündeki derin çizgilerden mi, yoksa aynı yanıklıkta nasır bağlamış iri ellerinden mi ya da, damla damla basan terden mi bilinmez, çok yoruluyor görünürdü gözüme. Kolay mı Fırat'ın azgın akıntısını dize getirmek? Yola çıkar çıkmaz, neredeyse yüzelli metre sürükleniyorduk da, yine de Mehmet ağanın incelikli hesaplarıyla, karşı kıyıya, istenen yere ulaşıyorduk. Şimdi, odunlaştırılmış, kesik ağaç parçalarını taşıyordu bu tekne. Elektrikli testere sesleri uğuldatıyordu kulaklarımı, arasına karışan sessiz çığlıkları duyuyor, ama yine de seyrediyordum devasa yaşam sürmüş, heybetli ya da daha yaşamın baharında, genç ağaçların, meyveye dönüşmeye yüztutmuş çiçekleriyle, birer birer düşüşlerini. Bu ağaçların altında dinlemiştim en yanık, en acıtıcı Urfa türkülerini. Önceden dinleyemezdim, aslında pek de sevmezdim. Bu topraklarda, bu insanlarla, bu yaşam biçiminde yeniden öğrendim türküleri; yüklenen anlamları kavradım, becerebildiğimce. Burada anladım türkülerin yaşama, yaşamın türkülere ne denli benzediğini. Hatta, türkülerin yaşamda, yaşamın türkülerde gizlendiğini.
"Şu Fırat'ın suyu akar serindir oy oy ölem ölem derdo ölem akar serindir
söyletmeyin beni anam yaram derindir ölem ölem yaram derindir ….."
Fırat'ın kıyısında oturup da, rakımızı içerken dinlediğimiz türkülerden en acıtıcı olanıydı belki de Fırat türküsü. Buranın halkı başından beri yanık, başından beri acılı ama, yine de sıcacık sımsıcaktı. Nasıl da sarıp sarmalayıp, bağırlarına basmışlardı, nasıl da tüm sevgileriyle kucak açmışlardı…
Akdeniz ikliminin tipik bir örneği sürmekteydi bu topraklarda. Aslında çölde rastlanan bir vaha olmalıydı, Fırat'ın bitki, sebze, meyve zengini bu havzası. Neler ikram edilmezdi ki; incir, üzüm, elma, armut, ceviz, portakal hatta muz, hepsi de dalından. Hergün arabada bir torba dolusu, dalından yeni kopmuş fıstık bulurduk, kimin koyduğunu bilmediğimiz. Yine hergün, en az iki köye gidiyorduk. Kimi çok fakir, kimi orta halli, kimi de zengindi bu köylerin. Köy dediğime bakmayın, bir kısmı müzelik sayılacak türden mimariyle doluydu. Hepsinde de değişmeyen bir tek şey vardı. Dibi görünmeyen bir misafirperverlik. Aslında Güneydoğu'nun en büyük özelliği bu. Oralarda ikram, hiç eksik olmaz. "En büyük ayıp" ikramı geri çevirmektir. Zaten sizin de gücünüz yetmez, diliniz varmaz "hayır" demeye. Şimdilerde, tüm ikramların tüm sahipleri yolcuydu. Hüzün gizli tüm o gülen konuksever yüzleri, şimdi, derin, tarifsiz kederler almıştı, keder de değildi bu gördüklerim, kansız yaraların dinmeyen sızıları. Ben 15 günde bağlandım bu topraklara yürekten; onlarsa, yüzlerce yıldır yaşamakta. Benim yüreğim ağlıyor, onların ki susar mı hiç…
Tutamadım kendimi, gözlerimden usul usul süzülen yaşlar, Aydın'dan 9 yaşında gelin gelmiş, ilk geldiğimde yetmişbeşindeki ninemi yeniden yaşatıyordu bana. Unutalı çok olmuş Aydın'ı. "Ben buralıyım" diyordu. Anlatıyordu durmaksızın bütün yaşamını. Soluksuz dinliyordum ninemi. Arkasında, höyük olduğu söylenen tepede, yüzyıllara meydan okuyan taş mezarlar dikiliyordu. Laf, sonunda, "yokoluş"a geldi. "Buradaki her çiçek, her ağaç, her toprak benim emeğim, benim çocuklarım! "Kesin bunları!" diyorlar, nasıl keserim?" dedi ansızın, "onlarsız bir hayat süremem a kızım, ölürüm ben ölürüm". Tam da, bu sözlerle geldi gözpınarına bir damla yaş, yaşlı ninemin. Akıtmıyor, kurutmuyordu. Fotoğraf çekmeliydim, ama nasıl? Ya kıyacaktım ninemin kederine, ya da kıyacaktım, içimden ahlaksızca geçen enstantaneme. İç savaşım ne kadar sürdü, şimdi anımsamıyorum. Kazıdım beynime görüntümü, hep orada kaldı, hep de kalacak. Ninemin gözpınarına hapis gözyaşı ne zaman suya karıştı? Tam da aklımda ninem varken, tam da Halfeti'de ben bir tuhafken, üç intihar haberi daha geldi. Bu haberle sarsıldığım sıraydı ki, gün batımına eşlik edercesine, devrildi karşı kıyıda iki ev toz dumanla, yutucu suların içine… Ev deyip geçmeyin hemen öyle! Kimbilir kaç yüzyıldır ayaktaydılar, Rum, Ermeni, Kürt, Türk, hıristiyan, müslüman; kimbilir kimleri ağırladılar.
Yaşananlar anlatmakla bitecek gibi değil. Şimdilerde o tarafa yolu düşenler, tanımadan geçmişini, belki yine de sevecekler Halfeti'yi; hiç bilmeden, kırık, buruk, değişmişliğini. Ne kartaneleri gibi baharda yayılan papatyaları, ne siyah gülleri, ne Bostancı'daki manolya ağaçlarını, ne Fırat'ın turkuaz rengini, ne de tüm bunlarla yaşam bulan, anlamlı yaşamı görecekler. Karaotlak'da boy vermeye çalışan kuru yaşamı Halfeti bilecekler, belki umursamadan orayı, popüler bir dille, "Zeugma nerede?" diyecekler…
Bana gelince! Yaşayan yaşamın yokoluşunun kısmen yakın tanığı ben. Yolum hala düşer Halfeti'ye. Hep de düşecek. Yine oturacağım, rengini laciverte çeviren Fırat'ın kıyısına. Her Halfetili gibi, bakacağım uzun uzun suyun altına. Bakacağım özlemle, hasretle, hüzünle ve eğer öğrenebildiysem ninemden, gözyaşımı gözpınarımda tutarak, akıtmadan kurutmadan…
Ne yazık ahhh, ne yazık!…
Serpil Yıldız
|
Komik Kahveci : Suat Sungur |
BELGESEL.......
Tatil dönüşü yazdığım ilk yazıda, son zamanlarda siyaset dünyamızda yaşadığımız olayları denizde karşılamanın akıl sağlığımız açısından iyi olduğuna değinmiştim.
Bunda da haklı olduğumu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çünkü karadayım,sıcak ve kafayı üşütmem için gazeteyi okumak,televizyonda haberleri seyretmek yetiyor.
Ama size bir müjdem var. Yeni bir yol keşfettim. Bir çeşit oyun bu da .. eee serde oyunculuk var bu kadar olacak değil mi ya....
Şimdi, televizyon kanallarının yayıncılık anlayışından dolayı birçok kişinin ”belgesellere” taktığını,en azından kendimden biliyorum. Börtü-böcek bütün hayvanatın en ince yaşamsal inceliklerini artık ezberledim. (okul hayatımda ki bazı hocalarımı buradan selamlarım) Kenya’da ki doğal parkta bulunan aslan ailesinin şeceresini kendi sülalemden daha iyi tanıyorum. II. Dünya savaşını öyle öğrendim ki bugün Normandiya’ya çıkartma yapılsa, çıkartmaya komutanlık yapabilirim...
Şunu söylemek istiyorum, siyasi çalkantılarımızı denizde karşılayamıyorsak,karada “belgesel izleme oyunuyla” akıl sağlığımızı koruyabiliriz...
Haberlere, belgesel izlermiş gibi bakmak. Örneğin: Hükümeti,Kenya’da ki aslan ailesi gibi izleyince hiç sinirlenmeden haberleri sonuna kadar izleyebildiğimi fark ettim. Düşünsenize, ailenin reisi erkek aslan Eco, ailenin yeni üyesi sayılabilecek Dervi’den hiç hoşlanmamaktadır. Yakalasa ısıracaktır ama yaşından dolayı hızlı hareket edip ısıramamaktadır,bunu da yaşlı reis Eco,içine sindirememektedir. Isırma görevini, ailenin dış ilişkilerinden sorumlu bir aslana vermiştir amma bu aslanda yeni bir dişi aslan bulduğu için iki görevini de yapmamak ta, her anını yeni dişi aslanla geçirmek istemektedir, hatta erkek aslanlar toplantılarına dişisini getirmekte, bu da diğer erkek aslanlar tarafından hırlanarak protesto edilmektedir. Program anlatıcısının yorumuna göre bu, ailenin gizli lideri dişi aslan Rah’ın Ataerkil bir yaşam süren aslan ailesinin her şeyine karışarak düzeni bozmasının bir sonucudur.
İşler bu kadar karışsa gene iyi. Bu durum,ikici lider erkek aslan Çeli’nin hiç hoşuna gitmez. Zaten doğduğundan beri Dervi’ye gıcıktır. Yalnız yakalasa o anda işini bitirecektir ama üçüncü erkek aslan Mes nedense Dervi’ye sempati beslemektedir ve onu korumaktadır. Bu kargaşalık sürerken, kışta yaklaşmaktadır,artık av azalmış stok ettikleri et de, sürü içinde yakalayamadıkları bazı aslanlar tarafından çalınıp tüketilmiştir. Yaşlılıktan hareket kabiliyeti azalmış Eco, yerinde kalmakta ısrar ederken İkici erkek aslan Çeli, yeni av alanı için harekete geçmeye karar vererek Mes ve diğer komşu aslan ailelerinin de desteğini alarak yeni avlaklara doğru yola çıkar. Başka çaresi kalmayan Eco’da,Rah’ın yardımıyla sürüyü takip eder ama bu arada söylenmeye de devam eder.
Bu arada,ormanda yeni bir sincap ailesi türemiştir. Nereden geldikleri belli olmayan bu aile için “onlar başka bir ormanda ki sürülerinden kaçıp buraya geldiler” gibi tahminlerde bulunuyor hayvanbilimciler. Aile, ağaçlardan herkese ceviz atmakta,sempatik hareketlerle dikkati çekmeye çalışmaktadırlar. Ormanın kırk yıllık tilkileri de bu aileden ne koparırız diye ağaçların etrafında dolaşmaktadırlar. Tilkilerin şefi olan Bay tilki, “ulan bunlara peynir mi versem,şarkımı söylesem, yok o başka masaldaydı galiba” gibi abuk düşüncelerle bu dolaşmalara bir anlam katmaya çalışmaktadır. Çakalların lideri olan dişilerin dişisi Çakalsu,bu duruma fena içerlemekte”bir gün bu ormanın efendisi ben olacağım” hayalleri kurmaktadır.
Ormanın geriye kalan sakinleri,bunlar ve bunlara benzer birkaç aileyi izlemekte,başka bir şey yapmadan ”ağustos böceği” misali kışı beklemektedirler.
Bu bölümün sonu...... Ohhhhh be.. sinirlenmeden bir haber saatini de atlattım işte. Yarın saat 19’dan 21’ e kadar bütün kanallarda belgesel yayını var izlemenizi tavsiye ederim..........
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın |
Göze görünmez ölüler
5 Ağustos 1945 gecesi Hiroşima'da uykuya dalanların hiçbiri, bu geceninn büyük çoğunluk için yaşamlarının 'son gecesi' olacağını, diğer büyük bir grup için ise acı, ızdırap dolu günlerin sonunda gelecek ölümün habercisi sayılacağını bilemezlerdi elbet..
Amerikan B-29 tipi 'Enola Gay' adlı borbardıman uçağı, ertesi sabah kentin semalarında görünecek ve sekiz onbeş sıralarında yaklaşık 140 bin kişiyi öldürecek, binlercesini sakat ve hastalıklı bırakacak atom bombasını atacaktı.. O günden kalan kayıtlar, tanıklıklar inanılmaz büyüklükte bir ateş topunun kenti sarmalıyıverdiğini, ortaya çıkan dehşetin tarifinin mümkün olamayacağını anlatıyor.
Bundan yalnızca üç gün sonra aynı uğursuz kuş bu kez de Nagazaki semalarında uçacak ve ikinci bir bomba ile 70 000 bin insanın ölümüne neden olacaktı. Değişik kaynaklar, her iki saldırıda toplam çeyrek milyon masum çocuk, genç, yetişkin, yaşlının hemen ya da izleyen bir kaç gün içinde öldüğünü, yüzbinlercesinin de sakat kaldığını ve yakın gelecekte radyasyon etkisiyle oluşan değişik kanser türlerinden yaşama veda ettiğini belirtiyor.
Bu büyük felaketlerin hemen ardından Japonya 15 Ağustos günü teslim olacak ve 2. Dünya Savaşı sona erecekti. Çok bilmiş bazı tarihçiler, stratejistler sonraları bu bombalarla daha da büyük yıkımların önüne geçildiği gibi 'değerli' görüşler öne sürdülerse de, Japonya ve dünya bir seferde en büyük masum insan kıyımının gerçekleştiği bu rezaletleri ve insanlık utancını yıllar yılı unutumadı.
Gelin ozanımız Nazım Hikmetin dizelerine kulak verelim şimdi:
Hiroşimada öleli oluyor bir on yıl kadar..
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler..
Kapınızı çalan benim..
Kapıları birer birer..
Teyze, amca bir imza ver..
Çocuklar öldürülmesin..
Şekerde yiyebilsinler..
O tarihten bu yana dünya nice savaşlar gördü, görüyor.. Nice masum insan yaşamlarını yitirdiler bu savaşlarda.. Bir yenisi ise kapımızda, yanıbaşımızda.. Amerika, bu kez Irak'a saldırı planları yapıyor. Bütün dünya , neredeyse günü, saati belirlenmiş bu saldırıyı büyük bir kayıtsızlıkla izliyor. Dahası yine üstadların savaş sonrası için çizdikleri senaryoları konuşuyor..
Oysa.. Oysa, bu savaşta da binlerce masum insanın, çocuğun daha yaşamaya veda edeceğini unutuveriyoruz. Yalnızca bir kez konuk olunan bu evrene; bir kısım politik ve ekonomik gerekçelerle, bazılarının güya mutluluğu ve refahı için veda edecek çocuklar, yaşamlarının hemen başında..
Kapınızı çalanları duyor musunuz? Kapılarınız çalınıyor da, açtığınızda kimsecikleri göremiyor musunuz? Şaşırmayın.. Ölü çocuklardır kapınızı çalan.. Hiroşimadan, Nagazakiden, Vietnamdan, Afganistandan, Angoladan, dünyanın dört bir köşesinden..
"Çocuklar öldürülmesin, şekerde yiyebilsinler" diye haykırıyorlar..
Duyor musunuz? Barış çağrılarını, duyuyor musunuz? Onları göremezsiniz..
Göze görünmez ölüler…
Cumhur
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan |
Kedi Yavruları
Aslında bizde bir tane vardı.. Oğlum çok küçükken istemişti, hatta tutturmuştu.. 'Bütün sorumluluğunu ben alıcam, hergün gezdiricem, yemeğini ben vericem' falan diyerek sonunda pes ettirmeyi başardı. Aslında ben karşıyımdır, bir hayvanın yaşamını bağlı geçirmek zorunda kalmasına.. Yani özgür bir yaşam sunamıyorsam.. hergün evden çıkarken bana mahzun mahzun bakan bir hayvancığı görmezden gelerek koşar adımlarla kaçarcasına çıkmak evden... bana göre değil.. Sonunda Sally adında bir köpek sahibi olmuş olduk.. Aradan yıllar geçti, gerçekten de oğlum gerekenleri üstlenip onu bu yaşa getirdi.. Bu arada, benim acemi ellerimden çıkmış bir de kulübesi oldu.. İki yıl önceydi sanırım.. bir köpek, bir sokak köpeği.. pejmürde, ama çelebi bir hayvan.. eskiler hatırlarlar, Komiser Kolombo tipli, boz bir sokak köpeği, durumun farkına varmış olacak ki, 'Bu evde yemek veriliyormuş!' diyerek, tekmeyi basıp kapıdan girdi ve 'sizi sahip seçtim!' dedi.. E eşek değiliz ya.. bir kulübe de Can'a yapıldı, ona da alt bahçede bir köşe uyduruldu, bir su ve bir de yemek tası.. işlem tamam.. Can, sokaklarda büyümüş, hafif tertip Kasımpaşa'lı.. Gelen geçene efelenip, 'bu ev benimdir, yeni gelecek kimselere ekmek çıkmaz' edasında dışarıdan yemek umuduyla yanaşan diğer köpekleri pek yanaştırmadı.. Aslında o güzel günlerde özgürdü.. Kulübesi vardı, ama bağlı değildi.. Ne zaman ki, mahallenin kadınlarına ve gezdirdikleri köpeklerine aşırı ilgi göstermeye başladı.. şikayetler de arttı, ve ben boynu bükük, onu da bağlamak zorunda kaldım.
Evin arka bahçesinde küçük bir süs havuzu yapmıştım.. Hani nilüfer, lotus vs gibi bazı su bitkileri ve sazlar yetiştiririm diye.. Buraya da, nereden duyup haber aldılarsa, bir miktar kurbağa, valizleri çantaları toplamışlar, geldiler.. 'Bura yeşillik, su da var.. bize uyar.. Havuz bizimdir' dediler.. Ona da ses çıkartamadık haliyle..
Yan ev uzun zamandır boş.. Geceleri ön bahçede otururken bazı kedi bağırtıları geliyordu.. ama hayvanları görmemiştim hiç.. Dün gece, gene bahçede otururken.. iki tane piliç ölçüsünde bir tekir bir beyaz yavru.. ürkek adımlarla geldiler.. biz sofradayken. Daha hayata yeni başlamış olduklarından olacak, biraz acemi, biraz utangaç.. 'Şey, acaba bize yemek var mı? Karnımız çok aç da..' dediler.. E şimdi, oturmuş biz yerken yavrucakları yutkundurmak olmayacak.. Sofrada da kırmızı şarap eşliğinde peynir ve salam var.. Önce salam, sonra peynir ikram edildi.. Sonra bir küçük yoğurt kabında süt ve ekmek.. Bir süre yiyip, doyunca yalanıp, temizlenip, arkasından hoplaya zılaya oynaştılar.. Sonra da platformun önündeki Cuppressus Sempervirens'lerin altında (Altuni Selvi de desek olur) kendilerine bir yer edinip, kuyruklarını altlarına toplayıp, uslu uslu oturdu iki kardeş.. Su kapları ve yemek kapları organize edlmişti bile.. Bunlara bir de isim lazım.. ama o zahmete girecek halim yoktu gecenin o saatinde, birininki doğal ismi Tekir öbürününki de Beyaz oldu.. yine işlem tamam.. anlayacağınız..
Bilmiyorum ki bu işin sonu nereye varacak..
Kedi yavrusu dedim de aklıma geldi.. Herhalde dünyaya anlam veren biz insanlarız, ama bu dünyayı iğrenç hale getirenler de bizleriz.. Geçen sene bir arkadaşımız haber etti, internette bir site.. Sitenin adı 'bonsai kittens.com' Gidip baktım.. mideniz kaldırırsa siz de girin.. Bir firma.. özel aksesuarlar üretmişler.. Cam bir kavanoz. Kavanozun kapağında ve dibinde birer delik var. Mesela 1 cm çapında birer delik. Kavanozun boyutu da, irice bir turşu kavanozu ölçüsünde. Bütün yapacağınız, bizim 'Tekir' ya da 'Beyaz' ölçüsünde bir kedicik bulmak ve onu kapağını açtığınız bu kavanozun içine davet etmek!!!!! Sonra da kapağı kapatmak.. Şimdi tamam işte.. Artık, şöminenizin ya da sehpanızın üzerinde, gururla sergileyebileceğiniz bir parçanız var. Bütün yapacağınız sabahları kapaktaki delikten yemek vermek ve kavanozun diğer tarafındaki delikten -sanıyorum hayvanın arkası yapıştırılıyor- istenmeyen kalıntıları kolaylıkla alıvermek.. Tabii bu arada hayvan büyüyecek... Ama yeterli yer yok! Dert etmeyin.. Tüm boşlukları doldurarak, eğri büğrü bir eşkilde büyümeyi sürdürüyor ve kafası, yüzü gözü hiç kıpırdayamaz vaziyette tüm vücudu kavanozun şeklini tam olarak alıyor!!!!
Sevgili Bekir Coşkun, ya da meşhur Panter Emel hanım, bu siteyi görseler ne yaparlardı, bilemiyorum.. ama ben bir özlemimi dile getiriyorum..
Ey atom savaşı.. neredesin!!!
|
Günaydınlar,
Gectiğimiz hafta sonunu Altınoluk'da geçirdik. Şirketten bir arkadaşımın yaklaşık 2 yıldır süren ısrarları sonunda amacına ulaştı ve biz cuma akşamı hep birlikte yola çıktık. Tekirdağ'da köfte molası dahil cok güzel ve rahat bir yolculuk oldu. Cumartesi sabahı saat 01:00 sularında yazlık evin kapısından girip soluğu doğruca yataklarımızda aldık.
Sabah gözümü açtığımda sanırım saat 08:30 gibiydi. Uzaktan uzaktan kalınca bir sesin konuşmaları geliyordu. Baktım eşim yanımda en derin uykusunda. Eh, kolay değil tabii. Bütün gece direksiyon başındaydı. Usulcacık kalktım, elimi yüzümü yıkayıp giyindim. Merdivenlerden inerken, uzaktan gelen sesin arkadaşımın 2,5 yaşındaki Ömer'inden geldiğini anladım. Bir bacak boyu yükseklikte, simsiyah gür saçlar, kocaman, uzun kirpiklerle çerceveli zeytingözlü bir ufaklık. Dünyalar tatlısı, kendinden büyük sesli Ömer. Kapıyı tıklattım, "gel" sesinden sonra usulcacık açıp başımı içeriye uzattım. Bizimkinin benden haberi bile yok. Bütün hafta özlediği anne-babası ile sohbetin en koyusunu yapıyor. Kapıda kafamı görünce korkuyla çığlıklar atıp kacmaya yer aradı. Gülüşmeler, mıncıklamalar sonrasında sakinleşti. "Hadi" dedim, "gidip Gökhan amcanı kaldiralım". Önce "olmaz" dedi, ama ellerimizi ıslatıp yüzüne su atarak uyandırma fikri cazip geldi. Eli elimde yukarıya çıktık. Banyoda ellerimizi ıslatıp yatak odasına doğru yollandık. Kapıyı usulcacık açıp içeriye girdik. Girmemizle birlikte Ömer'in 180 derecelik bir dönüşle geldiğimiz yöne doğru hızlı adımlarla gitmesi bir oldu. Bende peşinde tabiii. "Niye kaldırmıyorsun?" dediğimde aldığım cevap : "kalkmasın..."
Yatakta horultularla uyuyan, dev gibi Gökhan'dan korkmuştu...
Sevgiyle kalın
Günnur - İstanbul
|
YÜREK ÇAĞRISI
Acılı yağmurlarla düşmüşüm yere
Tatlı su göllerine akamıyorum
Yüzüm yüreğim deprem dalgası
Bu gül kıyımlarına bakamıyorum
Her sevi bir türküdür bağrımda
Her öfke bir ağıt
Ağıtlar kuşatmış dört yanımı
Kendi türkülerimi haykıramıyorum
Şarkılarla bezeniyor ufuklar
Yüreğim patlıyor dağbaşlarında
Yüreğim
Sancımı duyar mısın yaralarında
Kuş seslerinde yaş nağmeleri
Şarkılar sabır ve çile makamında
Mendilimde öfke çıkınımda bilinç
Uykusuz kalır mısın kitaplarıma
Dudaklarımda hüzün
Avuçlarımda sevinç
Kulak verir misin çığlıklarıma
Dağları aşarak gelmişim sana
Demir kapıları kırarak
Işık olur musun karanlıklarıma
İsterim ki senden
Yaylalarda otlak olasın
Ovalarda ırmak olasın
Yayılasın göğsümün kırlarına
Sarasın beni sarasın
Dalların sevdası düşmüş toprağa
Olgun meyvelere hasret gençliğimiz
Zamanın billur çağlayanı
Gürül gürül akarken avuçlarımızda
Bir damla yağmur adına
Yakarmış dağbaşlarında yüreğimiz
Gökyüzünde sanılmış bütün yaşam
Gökyüzüne çivilenmiş ellerimiz
Ateşler yine parlıyor dağlarda
Dolular yine kırıyor çiçekleri
Gecenin karnına inerken şafağın tekmeleri
Bulutları delen ışıklar
Ezik ve kinli
Aydınlık iri
Sanki kocaları işkencede kadın gözleri
Nasıl kapanır bu kanayan yara
Nasıl anlatılır ki sana bu hal
Terimde tuz gözyaşımda bal
Bağdaş kurar mısın soframa
Gözlerimde umut yüreğimde aşk
Ölümleri boşlayıp düşer misin sevdama
İsterim ki senden
İnancıma aşık olasın
Zindanıma ışık olasın
Yürüyesin gönlümün yollarına
Sorasın beni sorasın
İnce kabukları zorlanıyor zamanın
Gelecek damlıyor yorgun havuzlara
Damlalarla yılların gelin yüzü
Suların üstünde koskoca bir çağ
Umutlar sığmaz oluyor alanlara
Baharda gazel dökme bahçelerime
Ben yaşamayı bilmez miyim
Çocuklarım okul yollarında
Okullarım sabah kollarında
Sanki güzellikleri görmez miyim
Papatya beyazlığında ölüm sarısı
Karanfil kıvrımlarında kan
Bu çiçekler uğruna ölmez miyim
De gülüm ben seni sevmez miyim
Bahar değil acı yükleniyor dallarıma
Yapraklarımda ayrılık
Meyvelerimde gurbet
Vuslat olup gelir misin kollarıma
Ellerimde kış saçlarımda kar
Cemre olup düşer misin toprağıma
İsterim ki senden
Yılgınlıkta inanç olasın
Zulme karşı direnç olasın
Gömülesin aşkımın sularına
Göresin beni göresin
Göresin ki destan edesin
Söyleyesin dillerden dillere
Bir türkünün dizelerinde
Bir kavalın nağmelerinde
Alıp başını gidesin
Bağrı yanık yeller üstünde
Güneşin rengiyle düşesin ufuklarıma
Kırasın karanlıklarımı kırasın
Adnan Yücel (Soframda Kaval Sesi)
|
|
HİTLER ve YAHUDİLER
Hitler üç esir yakalamış, İngiliz, Fransız ve bir Yahudi.
"Size birer soru soracağım, bilirseniz sizi bırakacağım" demiş.
İngiliz'e sormuş
"Titanik kaç yılında battı?"
İngiliz hemen cevap vermiş
"1912"
Hitler göndermiş İngiliz'i.
Fransız'a sormuş bu kez:
"Titanik'te kaç kişi öldü?"
Fransız cevap vermiş
"1050".
"Tamam, sen de gidebilirsin" demiş.
Ve Yahudi'ye dönmüş;
"Say lan isimlerini...!"
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://kedilergezegeni.tripod.com/keditor/index.html
...Güney Kore'nin Pusan kentinde dün doğan altı kedi yavrusu, Siyamlı altızlar olarak kayda geçti. Ama cinsleri Siyam olduğu için değil, altısı da birbirine yapışık doğdukları için... Haftalık kedice internet dergisi.
http://izdusum.hypermart.net/
S ı z ı y ı g i d e r e n s u . S u y u n s ı z l a d ı ğ ı n ı k i m s e l e r b i l m e z . İzdüşüm grubunun bir bilgi, duygu ve fikir paylaşım çalışması. Edebiyat'a dair yazı, şiir ve birçok düşünce paylaşılmış.
http://www.bauhaus.com.tr/ogutler/ogutler.htm
Evinizin dekorasyonu için genellikle ne yaparsınız? Maddi imkanlarınız doğrultusunda ya bir iç mimar'a, ya da bir dekoratör'e başvurursunuz. Ama genellikle kendi başınıza karar verirsiniz. İşte size bir profesyonelden işinize yarayacak öğütler.
http://www.kizilay.org.tr/
Kızılay ne yapar, nasıl yapar, parasal kaynakları nelerdir. Personeli eğitimlimidir ve eğitimlerini nereden alırlar. Kızılay hakkında kendi resmi sayfalarından tüm bilgiler.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
TXTcollector v1.0.5 [417k] W9x/XP FREE
http://bluefive.pair.com/free95.htm#txtcollectortarget
Bir sürü txt dosyasının olduğu bir klasördeki tüm dosyaları tek bir dosyada toplamak için yapılmış bir program. Örneğin bir CD de buluna bir sürü readme.txt dosyasını tek bir dosya haline dönüştürüp tekrar okumak iyi olabilir. Ayrıca dosyalrı birbirinden ayırması için bir ayırıcı koymasını da sağlayabiliyorsunuz. Sitede başka kullanışlı programlar da var. Bir deneyin derim.
Digi's Blue Icons v1.02 [1.7M] W9x/2k/XP FREE
http://www.thedigitalresource.com/Blueicons.php
Masaüstünüzdeki ikonları bu mavi ikonlarla değiştirmeye ne dersiniz? Eski ikonlar alınmış ve maviye boyanmış sanmayın sakın. Hepsi yeniden dizayn edilmiş. Siyah zeminde bu ikonları kullandığınızda son derece cool bir efekt elde ediyorsunuz. Masaüstünden sıkılanlara tavsiye edilir.
|
|
|