|
|
|
14 Ağustos 2002 - "Sultan"ıyegah |
Merhaba dostlar,
Temiz toplum, temiz iktidar arayışlarımızın devam ettiği bu günlerde, kusura bakmayın ama benim asıl derdim, temiz bir ofiste oturmak. Ayıptır söylemesi 3 haftadır bir kadıncağızı bekleye bekleye, camdan dışarısı görünmeyen bir mahalde çalışmak zorunda kalıyorum. Daha önce birkaç kez gelen Ekabir Hanımın, gelmemekte gösterdiği titizlik bir yana, gelmeden önce dayattığı koşullar da evlere şenlik. "Abi, gelirim ama, camları dışarıdan silmem bak." "Senin tuvaletler ovmakla temizlenmiyor, onu da sen çocuklara yaptırıver artık." "Mutfakta, siz bulaşıkları yıkayıverin, ben gelince kurular yerleştiririm." "Çocuklara söyleyiver, elektrik süpürgesini boşaltsınlar, toz beni hasta ediyor." "Yemekte kebap istemem, geçen sefer bir yedim 3 gün mide ağrısından öldüm, sen bana zeytinyağlı birşeyler ayarla." La havle çekip, her dediğine "Tamam Gül, yeterki sen gel" diyorum ama işte 3 haftadır yok. Ah be Sultan sen olacaktın da şu kapılar, pencereler bayram edecekti.
Sultan, bizim 15 sene önce tanıştığımız eski temizlikçimiz. Yedi düveli arasanız böyle bir kadın bulamazsınız arkadaşlar. Sultan, Topkapı'nın arkalarında biryerlerde oturuyordu o zamanlar. Teşvikiye'deki evimize gelmek için 3 otobüs değiştiriyor, seyrek geçen otobüsleri yakalamak içinde saatlerce duraklarda beklediği oluyordu. Erken gelip, erken gitmek için çaba gösterir ama her defasında karanlıklara kalırdı Sultan. Ertesi hafta geldiğinde de, bir haftadır yüzüne makyaj gibi yapışan morluğu saklamaya çalışırdı. Kocası Can, bit kadar ama maçomu maço, işi gücü olmayan bir herifti. Sultan herifi şöyle bir itse adam 1 hafta kendine gelemezdi ama gariban Sultan, aman bir tatsızlık çıkmasın hesabıyla, başını öne eğip yumruklara selam dururmuş. Yüzündeki hafif yamukluğun bu adamın eseri olup olmadığını sorduğumda, " Yok abi o doğuştan, benim Can'ım, yamuğu düzeltmeye çalışıyor" diyecek kadar da aşıktı adama Sultan.
Sultan'ı anlatmaya kelimeler yetmez. Ucuz olsun diye pazardan aldığı temizlik malzemelerini, taa Topkapı'dan Teşvikiye'ye taşıdığını mı anlatsam, biz çalışıyoruz diye onca işinin arasında bir de yemek yapıp bırakmasını mı? Yoksa, "Dur ben şu mutfağı boyayayım" diyerek, boya tenekesini sırtlanıp gelmesinden mi sözetsem, her hafta arap sabunuyla yıkadığından kullanılmaz hale gelen halılardan mı? Bir kadın düşünün, kapıyı yerinde silip temizlediğinden tatmin olmayıp, yerinden söküyor, götürüp küvetin içinde yıkayıp sonra yerine takıyor. O çalışırken evde olmadığımızdan, akşam geldiğimiz de karşılaştığımız sürprizler başlarda kavga kıyamete neden oluyordu. Sonraları pes edip, Sultan tarzını benimsemenin en doğrusu olacağına karar vermiştim. Düşünün akşam geliyorsunuz, bir akşam önce oturup televizyon seyrettiğiniz koltuk tam karşı köşede. Yemek masası salonun bir başka köşesinde. Yatak odası, sanki yeni eve gelmiş gibi. Koca 4 kanatlı dolap, 6 metreyi katedip karşı duvara yerleşmiş, yatak başaşağı dönmüş. Dediğim gibi önceleri kızıyordum ama sonra alıştım. Neyse bir hafta böyle idare edelim, haftaya Sultan gene eski haline getirir nasılsa demeye başladım. Bir keresinde şu odaların yerini değiştireyim demiş, ve dediğini de yapmış. "Abi kızarsa çağır beni, herşeyi eski haline getiririm" diye de eklemiş. Kıyamadım, evden ayrılana kadar onun istediği düzende oturduk.
Yer değiştirme hastalığının nedeni daha sonra anlaşıldı. Mesela, koltuğun altını silmek için koltuğu ordan alıp karşı duvara koyuyor, sonra nerden aldığını unutup, olduğu yerde bırakıyormuş. 4 kanatlı dolabı karşı duvara patates dilimleriyle kaydırarak çektiğini öğrenince küçük dilimi yutuyordum. En hayret ettiğim şeyde, bir bütün gün kendisine bırakılan yemeklerden hiçbirini yemeyip, 1 koca ekmeğin arasına tozşeker döküp yemesiydi. Sanırım gerekli enerjiyi almak için bulduğu bir yöntemdi. Hay Allah Sultan, kulakların çınlasın emi. Kardeşimin evinde başlayan serüveni, bizde ve daha birçok arkadaşımızda devam etti ve hala ediyor. Kısa sürede, haftanın 7 günü çalışır oldu. Hatta yanında kadın çalıştırıp, sabahtan başka eve gidip, öğleden sonra tekrar dönüp, bıraktığı kadının yaptıklarını beğenmeyerek tekrar temizlediğine bile tanık oldum. Delidir, doludur ama insan gibi insandır, güzel bir Kürt kadınıdır Sultan. "Abimin gömleklerini de ütüleyip gideyim" deyip geç kalınca kocasından dayak yemeyi bile göze alacak kadar da işine saygılıdır Sultan. Aldığı her kuruşu son zerresine kadar hakeden bu insanı anmak hoş oldu yahu. Neyse, ben Gül'ü boşverip Sultan'ı çağırsam mı acaba ne dersiniz?
..........
Ankete gösterdiğiniz ilgiye çok teşekkürler. Henüz 200'ü ancak bulduk ama sanırım hafta sonuna kadar 500'ü yakalarız. Buda yeter tabiki. Baksanıza adamlar 65 milyonu 1500 denekle çözüyorlar da biz 3000 kişiyi 500 kişiyle mi temsil edemiyeceğiz. Ederiz ederiz. Bu arada meslekle ilgili bölümde "Turizm"i bulamayan tüm turizmci dostlarımdan özür diliyorum. Hemen ekledim merak etmeyin. Benim için en can alıcı yeri de kuşkusuz "Eklemek istedikleriniz"e yazdığınız şeyler oldu. Hepsi için sonsuz teşekkürler. Okurken gözlerim doldu inanın. Anketle ilgili yorumları daha sonraya bırakarak, beni merak edenler için hazırladığım "Kim bu editör" sayfasını duyurmak istiyorum. Meğer ne çok meraklı varmış:-)) Amacım saklanmak değildi tabi, sadece çok gerekli olduğuna inanmıyordum, hala da inanmıyorum ne yalan söyliyeyim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Okuyucu Profili Anketi-2:
Okuyucu Profili Anketi'ne gösterdiğiniz ilgiye sonsuz teşekkürler. Henüz olması gereken sayılara ulaşamadık ama hafta sonuna kadar aşağıdaki adresten ankete katılabilirsiniz.
Okuyucu Profili Anketi
Cem Özbatur
Ancak dün ankete katılanların yanıtlarından anladığım üzere, 2 soru daha sormam gerektiğine karar verdim. Bana katlanırsanız, dün katılanlardan ek bir anketi daha cevaplamalarını rica ediyorum.
|
UĞUR YÜCEL "HOUSE OF SAMBA"
Park Orman, 15-22-29 Ağustos Perşembe 2002, 22:00
Uğur Yücel, Ağustos ayı boyunca “House of Samba” gecelerinde Park Orman'da sahne alacak.
5 hafta süresince, her Perşembe akşamı Parkorman’da müzikseverlerle buluşacak olan Uğur Yücel ve iki kişiden oluşan ekibi, perküsyon performanslarıyla izleyicilerine farklı geceler yaşatacak.
|
Fincanın İçinden: Melih Çelik |
Ayakbastı Parası
Şu insanoğlunun çeşit çeşit para kazanma yöntemi var. Kimi elini oynatarak, kimi parmağını şıklatarak, kimi göbeğini kıvırarak, kimi de aklını çalıştırarak para kazanmış/kazanmakta. Şimdi gelin biraz değişiklik yapalım, yukarıda saydıklarıma bir de ayağını pedala bastırarak kazananları ekleyelim. Amacım zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali şu bu kadar kazanmış, öbürü o kadar harcamış türü bir yazı yazmak değil. Hayatı hızlı yaşayan ama bunları parkurlarda, pistlerde yapanlardan bahsetmek isterim sizlere...
Bu konuyu seçmemin nedeni gerek ralli dünyasından isimlerle tanışma şansını yakalamış olmam, gerekse sıkı bir Formula 1 izleyicisi olmamdan kaynaklanıyor. Malum, Formula 1 son aylarda iyiden iyiye gündemimize girdi, hatta bir ara İstanbul olmasın diye bir yazı da geçmişti Kahve Molası'nda.
Genel olarak motorsporları olarak baktığımızda çok da uzun bir geçmişi yok bu sporun. Bir olimpiyatları eski Yunan'a kadar götürebilirken, tenise binlerce yıl önce Çin'de rastlamışken motorsporları ömrü şu koca insanlık tarihinde çocuk sayılabiliyor. Uzun değil derken de hafife almayın sakın, zira geçtiğimiz yüzyılın başından beri insanlar daha hızlı benim nidasıyla etrafa gülücükler ve dumanlar saçmakta.
Önce Formula 1 ile başlayalım, bu tek kişilik açık tekerlekli otomobiller 1950'de İngiltere'de yarışmaya başladı. Üzerinde çeşitli modifiyelerle halen yarışılan bu pistin adı ise Silverstone. Bu 'ilk'in ardından yüzlerce yarış yapıldı ve bugün Formula 1 her yarışı pist etrafında 100 - 150 bin, televizyon başında ise yaklaşık 1,5 milyar insana ulaşan dev bir organizasyon. Böyle bir tanıtımın yapacağı katkıyı gören ülkeler ardı ardına Formula 1 düzenlemek için başvuruyor ve Türkiye de son aylarda ciddi adım atan ülkelerden biri.
Yurtdışından sadece bu organizasyon için gelen turistler ve bıraktıkları bir yana, televizyon karşısında yapılan ülke tanıtımının yaptığı katkı da inanılmaz. Bundan yıllar önce NTV bu yarışları canlı olarak yayınlamaya başladı ve bana göre Türkiye'de F1 kültürüne yaptığı katkı takdire şayan...
Yıllar önce deyince aklıma aktarmam gerektiğine inandığım bir not geldi. Formula 1'in zaman zaman efsane pilotları ortaya çıkar. Bunlardan biri de İtalya'daki bir yarış esnasında geçirdiği kaza sonucu hayatı ve dolayısıyla yarışmayı bırakan Ayton Senna'dır. O yarışın ertesi günü Hürriyet gazetesi tam sayfa bir haberle sürmanşetten kazayı duyurmuştu. Önce bu spor böyle de olsa ulusal medyada yer bulabiliyor diye sevinmiştim, ama daha yazının başlığında insanların öğrenmesi gereken çok şey olduğunu düşünmüştüm. Başlık "Rallicinin Ölümü" diye geçiyordu. Ralli ile Formula 1 birbirinden tamamen ayrı sporlardır. Formula 1 tek kişilik araçlarla saatte ortalama 200+ kilometre ile özel hazırlanmış bir pistte yapılır (Monaco Grand Prix'si istisna, o şehir sokaklarında yapılıyor). Ralli ise bindiğimiz standart otomobillerin yarış versiyonlarıyla bulunabilen en bozuk yollarda yapılır, bir pilot ve ona önceden hazırlanan yol notlarını okuyan yardımcı pilotu vardır. Ortada bu denli büyük farklar varken Hürriyet'in bu haberi Rallicinin Ölümü olarak nitelendirmesi spor servisinin yaptığı en büyük gaflardan biridir aslında.
Peki getirisi ve götürüsü nedir Formula 1'in? İlk maliyeti eğer konaklama, liman vb. altyapınız varsa pist dahil 100 - 150 milyon dolar. Ama eğer bunlar elinizin altında bulunmuyorsa tırlar dolusu ekipmanla gelen F1 takımlarının ülkeye girmesi için bir Ro-Ro limanı, uluslararası kapasitede bir havaalanı, yarış haftasında ülkeye gelecek onca insanın konaklaması için otel vs. derken 600 milyon doları bulabilmekte. Bu rakamları neden verdiğimi aşağıda daha detaylı anlayabileceksiniz. Getirisine bakalım; tüm dünya medyasında ülkenizin tanıtımı, gelecek binlerce turistin bırakacağı para, ülkenizde motorsporları altyapısının gelişmesiyle yetişecek yeni sürücüleriniz ve gelecekte elde edecekleri başarılarla yapacakları ülke tanıtımı ilk akla gelenler.
Türkiye'de bu işin başından beri peşinde olan şehir olarak İzmir'i sayabiliriz. İstanbul ve Antalya diğer güçlü adaylar. Formula 1 için Bakanlar Kurulu'nun onaylaması gereken teminat mektubunun imzalanmasıyla birlikte Kırşehir, Konya, Edirne peşisıra bu işe talip olduklarını açıkladılar. Bizler içimizde sürekli bir yer tartışması yapsa da son kararı verecek olan kurum FOA ve Formula 1'i alıp bu derece popüler yapan Formula 1'in patronu Bernie Ecclestone. Bu arada Türkiye'nin başvurusunun kabul edildiğini, resmi yarış kararının ise açıklanmadığını söyleyelim. Yani herşey zaferi nitelendirmiyor henüz. Aday şehirlere dikkat ettiyseniz seçime doğru vaatler arasına F1 şehrimizde yapılacak nutukları çekilmekte.
Yarış İzmir, İstanbul, Antalya üçlüsünden birinde gerçekleşirse ilk belirttiğim 100-150 milyon dolar, Kırşehir ya da altyapısı yeterli olmayan bir başka şehirde yapılırsa 600 milyon doları buluyor. Bu da kendini amorti etmesi için daha fazla süre geçmesi demek. Söylentiler yurtdışında yaşayan bir bayan yatırımcının 1 milyar dolarlık teminat mektubuyla bu işi yapmak istediğini, yer olarak ise Kırşehir'i tercih ettiği yönünde. Ama konuyu sürekli takip eden biri olarak benim bile bu girişimci bayanı ne tanımışlığım, ne de resmini görmüşlüğüm vardır.
İstanbul, zaten pek çok uluslararası organizasyona evsahipliği yapıyor ve Türkiye'nin yurtdışında en fazla tanınan kenti. Antalya Dünya Ralli Şampiyonası'nın bir ayağının Anatolian Rally olmasını neredeyse kesinleştirdi gibi. Yani o da payını aldı. İzmir ise yukarıda belirttiğim gibi bu işe en fazla sarılan şehir. Bütün şehir Formula 1 ile yatıp Formula 1 ile kalkıyor (oradakilerin yalancısıyım, üyelerden İzmir'de bulunanlar hatam varsa düzeltsinler), 300 bin kişilik bir gönüllü ordusu kurulmuş durumda, özellikle yerel medya büyük bir destek veriyor. Pist yeri, altyapısı, teknik olanaklarıyla pek çok kişi tarafından tercih edilen il konumunda. Ben İstanbul'da yaşamama rağmen İzmir'de yapılmasını tercih ediyor ve bu şekilde gizli de olsa size F1 İzmir propagandası yapıyorum:)
Laf lafı açtı gene, aslında Ralli'yi de bu yazıya katacak; ayakbastı parasını tek yazıda bitirecektim, artık bir dahaki sefere. Bol köpüklü kahveler efendim, görüşmek dileğiyle...
Melih Çelik
|
Kahveci Ozan : Ozan Özkaracan |
A(ş)kdeniz
Kafamda kurgulamadım yazacaklarımı ama biliyorum ki devinimsiz geçen hayatımda biriktirdiğim monoton söylemlerime hayat vermek için kavruluyorum akdeniz sıcağında.. Akdenizi içime çekerken neden bir akdenizli olamıyorum diye soruyorum kendime.. Bedenimi veremediğim gecelerde
yüreğimi sessizlikle seviştirerek aşka dokunuşlarım beni acınası biri
yapıyor mu acaba, bedenlerinden sevgi terleri akanların sigara
dinlentilerinde..?
Oysa ne kadar farklı içimin şehvet kimliği, ne çok seviyorum, sevişiyorum
düşlerimde bilmediğim sevgililerle.. Sabah kalkıpta birini dünyaya
taşıyabilmek için ne çok yastık altı mutluluktan vazgeçebilirim oysa.. Kurgu
her yanım, her isteğimi tatmin edişim senaryolara hapsedilmiş gibi..
Repliksiz senaryolarımı sana sufle ettirişimi seviyorum; birgün gelecek,
suflörüm rol kesenim olacak mı diye, koşullu kostümler giymeden karşında
olabilmeyi seviyorum..
Kimlik med-cezirlerimi kıyılara anlatmak zorunluluğu duymam gidişlerimin mi, gelişlerimin mi, yoksa her ikisinin de sessizliğinden ve
habersiz seyrüseferlerimden mi bilmiyorum, ama vapurdan inip bir bekleyenim
olmaması rolünü ben seçmemiş miydim?
İstanbulun martılarını özlemez oldum bu aralar.. Kuş seslerine hasretsizliğim, özgür olamayışımla öldürdüğüm, bir kahpe cinayet pişmanlığındaki giz perdesi kadar, aydınlanmayı beklerken, ardımda hiçbir ipucu bırakmamaya özen gösterişime reçete yazabilir misin? Uyutmalı mı dual yanları, birbirinden koparıp ayrı şehirlere mi hapsetmeli..? İki yaşantılı günlerimin eseri bu iki başlı heykel.. Geçmişim bugünümü dövüyor
yürek havanımda ve ben buna içimin fırtınalarının öğütülüşü ismini
veriyorum.. Oysa Ozanı un ufak ediyor zaman; ki o zamanlar da benim
zamanlarım değil miydi?
Bu yazıyı bitirince sadece bedenimi uyutmayacağım, tüm hislerimi, beynimi, ruhumu akdeniz tembelliğine kurban verip içime damlayan siyah kanla
kafa bulacağım.. Ellerim uyuşacak, ayaklarım, gövdem, dilim uyuşacak, her
bir damlayla demlenirken, gidemediklerim, söyleyemediklerim ve
eylemsizliklerim..
Şimdi rüyaya gitmeliyim.. Belki bir ses bin sevişmenin yerini alır bu gece
ve bir ses Akdenizi Aşkdenize boğar.. Belki..
Ozan Özkaracan
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan |
Nazik Yenge
Biz küçükken adetler ve gelenekler daha sıkıydı. Nerede olursak olalım, bayramlarda mutlaka yollara dökülür, ailecek büyükleri görmeye giderdik. O zamanlar, hatırlıyorum, Fethiye'de oturuyoruz, anneanne ve babaanneler de Nazilli'deler. Her bayramda da bir otobüs yolculuğu yapılıyor haliyle..
Nazik yengeyi bu seyahatlerde tanıdım işte.. Yaşımız daha çok küçüktü, 4 bilemedin 5 yaşındayım. Evde, Nazik yenge diye hitap ediliyor, babaannemle sohbet ediyor daha çok. Onun yaşına yakın zaten yaşı.. Ama ben nereden, nasıl bir ahbaplık ya da akrabalık olduğunu bilmiyorum.
Şimdi siz Nazik yenge diyorum diye, gözünüzün önünde yaşlı, başörtülü birini düşüneceksiniz.. doğrudur, ama en önemli özelliği başka. Nazik yenge, Darwin'in evrim kuramının yaşayan bir ispatı.. Yani bir insan maymuna ancak bu kadar benzeyebilir. Hayret edilecek bir şey. Sadece ayakları el biçiminde değil, şebek maymunundan tek farkı bu inanın.. Haliyle, biz ufaklıkların çok ilgimizi çekerdi. Dışarda oynar oynar, yorulunca içeri girip oturma odasında ikisinin karşısına, yere bardak gibi dizilip, ayaklarımızı altımıza toplar başlardık meraklı gözlerle Nazik yenge'ye bakmaya... O kadar ilgimizi çekerdi ki.. kesinlikle gözlerimizi alamazdık üzerinden.. Tabii, az sonra, babaannem durumu farkeder, kadın da farkedecek ve üzülecek diye, yerinden kalkar gibi yapıp, 'Yürüyün bakalım yumurcaklar, yallah dışarı..!' diye bağırarak bizi kovalardı.. Biz de küçük kedi yavruları gibi, çıplak ve tombul ayaklarımızı kıçımıza değdirerekten koşarak bahçeye atardık kendimizi.. Tabii bu hikaye, dışarıdaki oyundan yorulunca, tekrar ederdi..
Aradan yıllar geçti, ben de büyüdüm biraz.. Yine bir vesile ile Nazilli'ye gittiğimde salonda bir adamın fotoğrafını gördüm. Çerçeve içinde. Beyaz saçlı, beyaz burma bıyıklı, çok tatlı, gülümser yüzlü bir ihtiyar.. Ama belli ki, zamanında da yakışıklı birisi..
-Babanne, kim bu adam?
-Ah oğlum, tanımadınız siz, sizler doğmadan öldü, benim kardeşim..
-Aaa, ne tatlı adammış.. E kimi kimsesi yok muydu? Yani çocuğu, karısı falan?
-E, canım Nazik vardı ya işte.. Onun karısıydı!
-Neee!!! Nasıl olur babanne, Nazik kim, senin kardeş kim? Deyince, babaannem başladı bu hikayeyi anlatmaya..
Bizim ailenin o tarafı Afyon'ludur. Bunlar Afyon'da sanırım Kabaağaç diye bir yerde otururlarmış. (Soyadları Kabaağaçlı) Cevat Şakir'lerle de bir akrabalık var.. Sanıyorum oranın ileri gelen, varlıklı bir ailesi.. Ağa gibi birşeyler.. Yine aynı kasabada/köyde, bir başka aile daha var, onlar da ekonomik durumu iyice olan birileri, ve bir kızları var, genç, güzel bir kız. Bizim büyük dayı da, ağanın oğlu, yakışıklı, paralı falan.. O da gelmiş artık evlenme çağına.. Bu kıza göz koymuş.. Ve bir gün kaçırmaya karar vermiş kızı.. Tabii, dikkat çekmeyecek bir şekilde haber vermesi lazım.. Kızın da kendisinde gönlü olduğunu düşünüyor veya biliyor herhalde.. bilemem artık.. Neyse, bu haberi ulaştırabilmek amacıyla, bir mektup yazıyor kıza.. 'Yarın sabah ezanı vakti, seni kaçırıcam, köyiçindeki çeşme başına gel' gibi bir şeyler yazmış. Veeee.. bilin bakalım kime vermiş bu mektubu? Evet, bravo bildiniz.. O güzel kızın evinde, evlatlık/hizmetci olarak çalışmakta olan Nazik'e, efendisine iletmesi için vermiş.. Nazik, eve giderken, yolda okumuş bu mektubu.. Düşünmüş.. Oğlan da çok yakışıklı, yağız birisi.. Kendisinin de gönlü varmış.. (Hiç aynaya bakmamış mı ne zavallı..) Ve, mektubu evin kızına vermemiş.. Akşam olduğunda, odasına çekilince hazırlamış çıkınını, ve heyecanla beklemeye başlamış şafağın sökmesini.. Gözüne hiç uyku girmeksizin..Heyecan içinde.. Ve sonunda, giyip kara çarşafını, sessizce terketmiş evi, parmaklarının ucunda.. Gidip beklemeye başlamış çeşme başında.. Az sonra, bir atın üzerinde görünmüş bizim büyük dayı rahmetli.. Ve elini uzatıp, Nazik'in ince bedenini çekmiş yukarı. Sonra, bir-iki saatlik bir yola sürmüş atı.. Konuşmaksızın... Varmışlar, önceden ayarlamış olduğu bağ evine.. İnmişler attan, girmişler içeri.. İki genç, durmuşlar karşı karşıya.. heyecandan kalpleri göğüs kafeslerini parçalarcasına atmakta.. ayakta.. öylece durmuşlar bir süre.. Sonra bizim büyük dayı.. uzatıp elini, bismillah deyip, açmış çarşafın peçesini.... Ve görmüş karşısında Nazik'in yüzünü.. Beklediği sevgilisinin yerine...
Peki ne demiş dersiniz bunun üzerine??
'Benim de kısmetim buymuş...'
İşte dostlar, sonra babaannem bana onların ölene kadar ne kadar mesut yaşadıklarını, ne kadar birbirlerinin üzerine titrediklerini, ne kadar hiç birbirlerini incitmeksizin yaşadıklarını anlattı gözlerinde yaşlarla..
Çıkartılacak ders vardır diye düşünmüşümdür bu hikayeden hep..
|
EVLER
Bazen kışkırtır dinginlik, biraz da
bu yüzden üstlenir ya insan uzakları:
Pazar yerlerinden dönen o hüzne yatkın
kadınların ve küçülen krallığındaki yorgun
haritacıların düşlerine daha fazla
girmemek için. Uçsuz düzlüklere, tozlu
bir yola açılan arka kapı bulunur hep,
kulağı ıslığında bir küheylan. Aslında her ev
kendi masalına kapanmış, kuytu birer
bilmecedir; Kimler kurmuş, hangi töreye
yaşlanmışlardır artık güçtür anımsamak.
Birkaç mimar adı sayar kişioğlu, bir o kadar
mühendis ve duvar ustası. Oysa bir ayraç
açık durur hep, seni izler. Sen uyanır
harfleri örtünürsün: Uyanınca çünkü yazılmalı
düşler.
..........<>..........
BEKÂR EVİ
Şu son iki yılı ömrümün
bir büyüyü bozmakla geçmiş.
Çok kuvvetli bir büyü
sayılmazmış da zaten.
Ve o iki yıl,
aynı evde oturmak için gösterdiğim
doğa üstü performansmış;
sevgilimi değiştirme çabası,
hayata yeni düzen.
Ama tek konuda bile
istenen başarıyı gösterememiş
olmam yüzünden,
bir sürü yarıda kalmış
parlak fikirle giriyoruz
üçüncü yılına evimizin
Ve gittikçe daha az enteresan
bir komşu olduğum
hissine kapılıyorum,
şu teyzeler açısından:
Gençten, efendi bir oğlan,
onun çıplak ampulleri.
Tuna Kiremitçi
|
|
Memleketimin İnsanları
İkisi de aynı kapıya çıkar mı demek istiyor acep!?
Hangisi yahu!??
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.theodora.com/country_digraphs.html
Sevgili Hatice Şen Özköse'nin istediği üzerine arayıp bulduğum bu adreste, tüm Dünya ülkelerinin internet adres kısaltmalarına ulaşmanız mümkün. Sanırım işinizi görür.
http://www.anafilya.net/y1_s04/mavi_kus.htm
...Sahibim perdeyi hafif araladı. Donuk bir yüzle öylece bakıyordu. Önceleri olduğu gibi, benimle de konuşmuyordu üstelik. “Canım canım... Maviş Maviş...” demiyor, kafesi açıp, tüylerimi okşamıyordu... ''Mavi kuşun özgürlüğ'' (Ali Özenç Çağlar)
http://www.lazebura.com/
Lazların internetteki sesi olarak tanımlamış, site sahipleri. Neler yokki... Lazca sözlükten, lazların kültürü, tarihi ve geleneklerine kadar her konuya değinilmiş. Ayrıca çeşitli etkinlik ve organizasyonlardan da haberlere yer verilmiş. Yok şimdi bu kadar anlatmak yetmez, siz en iyisi bir ziyaret edin.
http://www.kadinlarkulubu.com/
...doğal olmanın içinden geldiği gibi davranmanın dilinin ucuna gelen kelimeleri " aman dur şimdi söyleyip şımartmayalım arkadası" diye ertelediğimiz herşey kocaman bir örümceğin ağı gibi etrafımıza dolanıp durmakta sadece... Sadece kadınlara özel.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Quick Email v1.0 [386k] W9x/2k/XP FREE
http://www.designdesires.uklinux.net/download.php
Hızlı mail gönderme programı. Kullanacağı SMTP sunucuyu, email adresinizi yazıyorsunuz. Sonra da gideceği adresle mesajınızı ekliyorsunuz ve yolluyorsunuz. Oldukça kolay bir kullanımı var ve bazende epeyce gerekli oluyor.
H9kTimer v2.01 [271k] W9x/2k FREE
http://www.h9k.com/download.html
Zamanla çok haşır neşir olanlar için bir gerçek saat programı. Yerel saatin yanında dünyanın pekçok yerindeki saatleride tam olarak alabildiğiniz bir küçük program. 8 tanesi önceden ayarlı 16 değişik yere göre ayarlanabilen bir yapısı var.
|
|
|