KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız


FORUM ALANI

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?


HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND

 9 Eylül 2002 - TURKEY WELCOMES YOU


İyi bir hafta hepinize,

Geçtiğimiz günlerde nurtopu gibi yeni bir gazetemiz oldu. Yeni demek ne kadar doğru bilmiyorum. Sanki gen teknolojisi kullanılarak bir gazete klonlanmış, birbirine karışmasın diye de adı değiştirilmiş. Tamam anladık Amerikayı yeniden keşfetmenin anlamı yok, iş başarılıysa adamları toplar çıkarsın, işi kendi kendine yaparsın olur biter. Hemen her alanda bu tür amipsel bölünmeler vardır. Buna bir diyeceğim yok. Hatta genellikle bölünmeler seçme yapılarak olduğundan, özünden daha başarılı bile olabilir. Ancak okuyucuyu ana yapıdan koparıp kendi gazetelerini okutmak için değişik birşeyler olmalıydı. Yoksa, sayfa düzeninden kullanılan bulmacanın büyüklüğüne kadar herşeyiyle aynı bir gazeteyi çıkarmak, okuyucunun beynini buruşturmaktan öteye geçmez diye düşünüyorum. Ülkemizde 50 yıldır değişmeyen gazete okuyucusu sayısından bir bölümünü kapmak için bölünmek bana pek akıllıca gelmiyor. Diğer yandan başarılı olmalarını da istiyorum. Çünkü bu durumda basın çalışanları için yeni bir ekmek kapısı açılacak, açıkta kalan insanlar yeni bir yuvaya daha kavuşacak. Yalnız düşünüyorum da, adlarını seçerken keşke , özsabah, enhakiki sabah gibi isimler üzerinde dursalardı da, vatan millet sakarya kavramlarına bulaşmasalardı diyorum. Yeni gazetenin baskı kalitesi bana biraz düşük gibi geldi. Bilmem yanılıyor muyum? Annelerinin o parlak baskısından eser yok. Bu konuya parmak bassalar iyi olacak diye de ekliyorum. Zira, ileride gazete satmak için, tencere, tava vermeye başladıklarında maliyet artacağından baskı kalitesini düşünecek halleri kalmayacak.

Geçen hafta yeni gazetemize kavuştuğumuz gibi, eski enkırmenimize de yeni kanalında kavuştuk. Hoşgeldin Muhtar'ım. Nilüfer Yengem seni iyi beslemiş, biraz kilo almışsın galiba. Teklif aldın mı bilemiyorum, ama sana adaylık teklif etmeyen partiler bin pişman olacak bilesin. Bir parti düşünün, basın sözcüsü Muhtar'ım. Hey be, o partinin sırtı yere gelir mi? Haaa durun, yoksa patronu onu kendi partisine almak için mi kanala davet etti? Olur mu olur valla, adaylık için vaktimiz var biraz daha. Bekleyelim görelim, belki enkırmenimiz, genç partimen olup bizlere "Haydi Türkiye ileriye... ilerleyelim beyler, yoksa atarım arabadan aşşağı.." diye seslenir. Yalnız sevgili yengemizin parti mitinglerinde şarkı söylememesi beni düşündürüyor. Yoksa söylemiş miydi? Neyse aralarında bir husumet olmasın da neme lazım, enkırmenimiz işsiz kalırsa naparız sonra biz fanatik hayranları.

Perşembe günü basketbol ilahlarımız için söylediğim sözleri, Amerikanın halini görünce, derhal geri alıyorum. Yahu o son saniye basketini yemeseydik, ABD ile 5-8 klasmanı için güreşiyor olacaktık, boru mu? Rüya takım, hayal takım olunca insan, bu NBA Coca Cola ligine mi dönüşüyor diye düşünmekten kendini alamıyor. Tabi ki öyle değil, bireysel oyunun takım oyununa yenildiği ortaya çıkıyor hepsi bu. Yüreklerini ortaya koyan takımların başarısını görünce, bizi takım olmaktan alıkoyan neydi diye düşünmeden edemiyorum. Yapılan incelemede İbo'nun saçlarını boyatmaması takım olmamızı engelledi sonucu çıkarsa acayip bozulurum. Allah aşkına bu adamlar saçlarını, sakallarını ne demeye boyadılar, bilen varsa bir yol anlatsın da öğrenelim. Ben birde bu konuda kenar yönetimine gıcığım. Kardeşim takım, ruh tazelemek için saçını boyatıyor, siz kenarda esmer Türk delikanlıları gibi salınıyorsunuz. Adamlarda haklı olarak size yabancılaşıyorlar. Siz de saçlarınızı kırmızı yapsaydınız da, sarı-kırmızı bir bütünlük yaşasaydık fena mı olurdu?

Yalnız onu bunu bırakın bu şampiyonanın tek galibi var aslında, o da Turizm Bakanlığımız ve reklam ajansları DDF. Yiğidi öv, hakkını yeme şimdi. Dört dörtlük bir organizasyonla karşımıza çıktılar. Türk seyircilerin hali, tavrı, salon dışına da taşan şenlikler, her maçta ekranı dolduran "TURKEY WELCOMES YOU" reklam panoları, Türkiye şapkalarıyla poz veren Amerikan polisleri. Hepsi, bu iş yapılırsa böyle yapılır dedirten cistendi. Elerinize, kollarınıza sağlık.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Kıraathane Sahibinden


CeBIT

Sonunda ben de gittim. Gitmez olaydım diyeceğimi sanıyorsanız aldanırsınız. İyiki gitmişim. İletişim ve Bilişim sektörü biraraya toplanmış, aynı anda canhıraş çığlıklarla ürünlerini, hizmetlerini tanıtmaya çalışıyorlar. Ama asıl önemli hizmeti verenler, bağırmadan sadece ilgililere bilgi vermek için düzenlerini kurmuşlar. GSM sektörü fuarın yarısını kaplamış, sergiledikleri ürünler birbirinden albenili, al beni al beni diye bağırıyor. Fiyatlar şimdilik el yaksa da, yakın bir gelecekte hepimizin elinde kameralı, MMS'li, GPRS'li cep telefonları olacağı kesin. Tanıtılan ürün ve hizmetlerle ilgili birşey yazmıyacağım, benim asıl önem verdiğim parekende satış yapılan standlar. Ülkemizde Compex adı altında yapılan satış fuarlarında alışık olduğumuz ama bence CeBIT'e yakışmayan bir seçim. Bilgisayarla ilgili iğneden ipliğe herşeyin normal piyasa fiyatlarıyla satıldığı standlar, onları, sanki bedava veriyorlarmış gibi satın almaya çalışan insanlar, gerçek bir kara mizah. Yanıbaşındaki her bilgisayar dükkanında hem de daha ucuza bulunan ürünleri almak için 60km yol tepip, Beylikdüzü'ne gelmek, park etmek için yarım saat yer aramak, sergilenen onca şeyi bırakıp, joystick almak için gırtlaklarını paralamak, bizim insanımıza has birşey olsa gerek. Tabi kabahat onlarda değil, bu tür satışa izin veren fuar düzenleyicisinde.

 Kahveci Ozan : Ozan Özkaracan


(A)yazdım

Sonbahara giyiniyor çıplaklığım ve sarıya çalan bir takvimden kopan yapraklar gibi eskiyorum, eksiliyorum.. Gövdemde yazdan kalma bir güneş yanığı, yüreğimde deniz dalgası, iyot kokan ikindilerin gölgesinden birikmiş yalnız gölgemle, sonbahara soyunuyorum...

Sanki deri değiştirip derimin altında saklı çıplaklığı giyiniyor gibiyim.. Hiç dokunmamış, dokunulmamış etimin bakir mahremliğini, sonbaharın meltemiyle seviştirme isteğiyle, rüzgardan döllenmiş gövdemden ayaklarımın dibinde birikecek, her yanı hüzün şiirli, rengi solmuş yaprakların heyecanına gebeyim.. Yeni bir iklimi eskimiş bir yürekle yaşamaya baş kaldırırcasına isyankar ve cesur bir kırışık daha yaş almış bedenim.. Yeni hikayeleri gönül sayfama kazıyarak yazacak kadar boşaltılmış iç hikayem.. Bir iklime giyinip bir iklimi soyunma senaryosunun, yüzlerce kostumsüz provadan sonra acemiliğini yenmiş oyuncusuyum.. Anadan doğma bir kostümle, kahverengi tonlarda bir sahnede, başrol oynayacağım son oyuna, rengarenk takvimler eskitiyorum...

Gökkuşağına salıncaklar kurup özgürce sallanan sapsarı saçlı, pespembe tenli, maviş gözlü bir kız çocuğu güzelliğinde uykulardan, mendil satan, kirli, çıplak ayaklı bir sevgi yetiminin ayazda kalmış gözlerindeki soğuk gerçekliğine uyanışlarımın, yeter noktası, kahverengi bir durağa yolum.. Yürüdükçe sarının tüm tonlarını giyiniyor, kat kat delilikle sarıp sarmalıyorum üşüyen yanlarımı.. “Sarı odalar” ın duvarlarından yankılanan hırçın, baş kaldıran koskocaman bir insan sesinden güç alıyor, efeliğini deliliğime kalkan yapıyorum...

Yazın doğmuş bir kış çocuğunun arife günleridir sonbahar ikindileri.. ilk yağmurlar ilk kanamaları gibidir aşk gazisi kırmızı saçlı sevgilinin.. Ilık meltemler ilk sevişme öncesi fısıltıları gibidir.. Grinin gökte ilk gölgelenişi bir aşkın yazılmaya ve oynanmaya başlayan ayrılık senaryosu hüznünün yüreğe ilk düşüşü gibidir.. Sonbahar, yaşam öncesi yaşanmışlıklarının bütünü gibidir.. Aslında hayat biraz sonbahar gibidir...

Kahverengiliğin öldüğü, kahverengiliğe gömülüşe kefen, kahverengi bir mevsimdir sonbahar.. Hırkasını giymiş, terkedilmeye yüz tutmuş sahil ikindisi burukluğunun ismi, göbek adı konmamış buruk zemheri çocuklarının imdada yetişeni, bir ayrlığın ilk günlerinde yetişkin bir gövdenin yıldızlı hüzün gecelere uyku tulumu sığınağıdır sonbahar.. Yemyeşildir, huzurludur sonbahar...

Huzursuz, marazi yüreklerin kafesidir sonbahar.. Kilidi paslı bir hapsedilişin infaz öncesi, birçok ölümün kuluçka uykusuzluğu, birçok siyah matemin ilk fırça darbesidir sonbahar.. Aşktan ölenlerin resmedildiği aşka dair mor tonlarda bir resimdir sonbahar...

Denizi karaya tercih edişlerin sebebi ilk dalgaların kıyıya vuruşudur sonbahar.. Güneşi örten ilk örtünün gel git desenli rengidir, bronz rengi iki çıplaklığın, yazdan kalma, tene sinmiş tuz tadının kana kana içildiği, sevişmelerinin teridir; şehvetin bir başka rengidir sonbahar.. Kırmızı rujuyla çapkın gözlerle etrafı süzen bir kadının bar yalnızlığı, üzerindeki toplum baskısına inat özgürlüğünü bedenini parasız satarak kazanan bir eşcinselin anarşizmi, genelev köşelerinde cinselliğini olgunlaştıran büyük şehir yabancısı bir delikanlının gözünden süzülen yeni yeni biten bıyığındaki teri, bir coğrafyanın cinsel kimliğini sorgulatan karanlık arka sokak mevsimidir sonbahar..

Fırtınada seyrine düşülen göz kırpacak bir deniz fenerinin ehemmniyeti, emniyet tabelalı bir binadan yükselen işkence feryatlarının ehemmniyetsizliğidir, bir yüzü siyah, diğeri beyaz iki yüzlü bir maskedir sonbahar.. Biraz ben, biraz sen, biraz herkestir sonbahar..

Biraz ilkbahar, biraz yaz, biraz sonbahar, biraz kışım.. Takvimler sarardı yine, zaman kahverengiye yol aldı.. Uyandım yaz bitmiş, uyandım sonbahar gelmiş... Uyudum yazdım, uyandım ayazdım...

Ozan Özkaracan

 Acı Kahve Hatırına : Çağhan Tansel


Hangi Zamanda Yaşamak İsterdiniz?

Bir ya da iki haftadır gösterimde olan bir film var, sanırım çoğu kişi biliyordur. Bir klasik: Zaman Yolculuğu. H.G. Wells'in yazdığı ve torununun torunu olan Simon Wells'in yönetmenliğini yaptığı film. Henüz görme fırsatım olmadı ama en kısa zamanda izleyeceğim şüphesiz.

Bu klasiğin fragmanını izlerken yine klasik bir soru geldi aklıma. "Zaman makinesi olsaydı hangi zamana, nereye gitmek isterdiniz?" Çok klasik ama klasik olmasının da ötesinde her zaman güncel kalabilen bir sorudur. Bayağı bir zamanlarını çalar insanların. Çünkü insanların, özellikle de tarihe meraklı olan insanların görmek, şahit olmak isteyeceği pek çok tarihi olay vardır; değişik yerlerde ve değişik insanlar, toplumlar arasında geçen. Fragmanı izlediğimde benim de aklımdan yine pek çok zaman geçti ve şunu fark ettim ki asla kesin bir cevap bulamıyoruz. Bulunmak isteyeceğiniz tek bir zaman dilimi olsaydı, hangisini seçerdiniz? Çok zor bir seçim. Şöyle bir düşündüğümüzde genel - ortak cevaplar sanırım şunlar oluyor: Atatürk dönemi ve Osmanlılar'ın parlak zamanları. Belki Fatih belki de Kanuni. Mesleki gruplara göre de cevaplar değişiyor tabii. Mimarlıkta okuyan arkadaşım Mimar Sinan'ı görmek isteyeceğini söyledi ilk başta. "Peki Christopher Wren?" dediğimde "Seçim yapmak zor" dedi. Benim için de aynı mesleki duyarlılık söz konusu olsaydı A.B.D'nin kurucularından ve Bağımsızlık Bildirgesi'nin mükemmel yalın dilini ve anlatımını oluşturan Thomas Jefferson'ı seçerdim. Bizden ise mükemmel pratik zekası için rahmetli Kemal Oğuzman'ı ve en bilge hukukçu olarak gördüğüm rahmetli Sıddık Sami Onar'ı...

Seçenekler uzatılabilir ve bu konu açıldığında hep uzar da...Ama tek bir cevap? Ben en azından üç cevaba inebildim. Atatürk dönemi, Antik Yunan - Troya Savaşı dönemi, Roma İmparatorluğu'nun ilk imparatorluk dönemi. Bu dönem, sadece Roma'nın değil, tüm dünya tarihinin en "üst" dönemi kabul edilir. Zenginlik had safhada, işsizlik yok, tarım-ticaret mükemmel, fakir insan yok ve kölelik ayıplanan bir şey haline gelmiş, ırkçılık ve din ayrımı yok, kargaşa ya da terör yok, savaş yok...Böyle bir ülke düşünebiliyor musunuz? Üstelik sanatta, felsefede de çok ileri gitmiş bir toplum. Ancak rüyamızda görebiliriz değil mi? Çok ütopik, gerçekleşmesi mümkün değil! Ama olmuş, gerçekleşmiş. Tam olarak ne kadar böyle yaşanmış Roma'da şu anda hatırlayamıyorum ama kısa bir zaman olmadığını biliyorum. Tüm bunlara rağmen Atatürk'e olan hayranlığım ve Troya - İlyada - Odessa üçlüsü üzerine hayatımı kurmuş bir insan olmam nedeniyle kesin bir karar veremiyorum. Hangisini seçersem seçeyim, kesinlikle diğer zamanlara gitmediğim veya diğerlerinden birini seçmediğim için kendime kızardım.

Hayatım boyunca cevap veremeyeceğim sorulardan biri de bu olacak sanırım. Umarım zamanla sayıları artmaz...

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


Uğur Müdürüm

Kulakları çınlasın, görev aldığım Trafik Projesi Ekip Lideri, İsveç Ulusal Trafik Araştırma Merkezi Direktörü Bay Hedman'la, Bolu Emniyet Müdürünü, geçici çadırlardaki ofisinde ziyaretimizde, İsveçli şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı.

Nasıl yutmasın ki? Depremin üstünden iki yılı aşkın zaman geçmiş, bütün emniyet birimleri çadırlarda çalışıyor, en büyük çadırda Müdüre ayrılmış.. Dışarda sulu kar atıştırıyor, silahli nöbetçiler çadırın iki ucunda, bir kocaman köpek karşı köşede.. Sanki çöllerde bedevi çadırlarının önündeyiz..

Huzura alınıyoruz.. Ağızlığının ucuna kocaman sigarasını yerleştirmiş, udunu duvara asmış, heybetli görüntüsüyle Emniyet Müdürü Uğur Gür'ün karşısına dikiliyoruz. Uğur Müdürüm bir efsane adam Bolu'da anlatıldığı kadarıyla.. On yılı aşkın süredir görev yapıyor, üç, dört vali eskitmiş, astığı astık, kestiği kestik bir komutan.. Ancak bu sert görünüşünün ardında çok duyarlı bir kalbi olduğu da rivayet ediliyor çünkü yüzü aşkın Türk Sanat Müziği eserinin güftecisi, TRT müzik proğramlarının gediklisi..

Hoş beşten sonra, derdimizi anlatmaya cabalıyoruz..Projede oluşturduğumuz "Ulusal Trafik Proğramı" nın parçalarını bir araya getirecek "Bölge Trafik Eylem Planlarının ilkini cevval vali Çoskun Ulusoy'un da destekleriyle Çankırı'da başlatmıştık. Şimdi de Bolu için bir plan örneğini Uğur Müdürümle değerlendireceğiz. Kendisi ve buradaki Sayın Valinin olası destekleriyle hayata geçirilmesine uğraş vereceğiz..

Daha ilk cümlelerimizi bitirmeden Uğur Müdürüm sözümüzü kesiyor. Öyle balla filan da değil.. "Hızın azaltılması diyorsunuzda, neden çok beygirli arabalar yapılıyor?" Güzel soru.. Bunu yanıtlamaya da firsat kalmadan Müdürüm yine devreye giriyor, "Cumhur" diyor (Hemencecik ismimi öğrenip, her hangi bir ön ya da arka takı kullanmadan sesleniyor.) "Siz şu proğramı bırakında, benim trafik canavarına büyük darbe indirecek adımımı anlatayım bakın".

Ben Hedman Beye çeviriye başlıyorum ki, Müdürüm bir dolu teyp kasedini masaya yayıyor. Uzun, uzun bu kasetli eylem planını anlatmaya başlıyor.. Efendim, sanatçı Müdürümüz, Bolu iline Ankara'dan ya da İstanbul'dan yaklaşırken, otoyolu ya da devlet yolunu kullanma durumunuza göre değişkenlikler gösteren, aracınızda dinleyeceğiniz dört ayrı kaset hazırlatmış.. Bunlar sürücülere dağıtılıyormuş.. Sürücü olarak yapacağınız iş, Bolu il sınırına girdiğiniz saniyede bunları arabanızın kasetçalarına takıp, dinlemeniz.. Bu sınır işi şöyle önemli, Müdürümün kaseti değisik sanat muziği parçalariyla dolu olmakla birlikte ortalama hızla seyrederken yol üzerinde karşılaşacağınız bazı tehlikeleri de önceden size bildiriyor. Şöyle yani: "Şu anda Selamlar Petrolün önünden geçiyorsunuz. İlerdeki virajı döndüğünüzde dar bir köprü gelecek. Dikkat edin.."

Haydii! Ben, "Sayın Müdürüm, ya trafikte bir bekleme olursa filan gibi" abuk bir soruya başlıyorum ki, müdürüm emir erlerine çoktan teybi çalıştırmış, parmağıyla bana "sus" işareti yapıyor.. Kaset çalıyor.. Arada ilave genel uyarılarda var. " Trafikte tekrar yoktur.. Eve acı haber yollama!" ve bunun gibi diğerleri..

Uğur Müdürüm, bu buluşun Trafik Kazalarının kökünü ciddi bir biçimde kazıyacağından emin, beni çeviriler yapmam için zorlamaya başlıyor. "Beye anlat, onlar da faydalansın" diyor.. Bizim Herr Hedman gördüklerinden ve işittiklerinden hummaya tutulmuş biri gibi titriyor. Ne için gelmiştik, neyi tartışıyoruz.. "Kalkıp gidelim" diyor ama yemiyor.. Çadırın kapısında uzun namluların uçlarını görüyoruz, müdürüm çayları da söylemiş, büyük ayıp olur..

Benim usumda, buluşun getirdiklerine bakmaksızın acayip sorular ucuşuyor.. Peki yolda giderken, sınırı nasıl yakalayacaksınız, tövbe ayrı bir devlet değil ki 'Bolu Cumhuriyeti', pasaport kontrolu filan olsun. Bu usuma gelince, gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Ferhan Sensoy'un, sanırım 'Oteller Kitabi'ndan "Ben, bir şeycikler istemem, şu Bolu İlini bana versinler. Orada özerk bir cumhuriyet kurarım, gelip geçenden vergi toplayıp, göllerde, dağlarda keyif çatarım, askerde beslemem." diye yazmıştı Şensoy. İstermisin Uğur Müdürüm, bizim kavuklu ile birlikte çalışıyor olsun..

Derken, Müdürüm bizim ilgimizden memnun, usta çalımlarla trafik konusundan bütünüyle sıyrılıp, sanat muziği alanına yatay geciş yapıyor. Bestelenmiş eserlerinin güftelerini gösteriyor, iki gün sonraki televizyon programında ilk kez çalinacak parçasının ilham kaynağından bahsediyor.. Ben, Hedman Efendiyi çoktan unuttum, kendi derdime düştüm, çünkü çadırdaki komutan ben biraz dalgınlaşınca süratle sert kimliğine geri dönüyor, "Cumhuur, beni can kulağınla dinlemiyon galiba?" diye neredeyse yakama yapışıyor.

Bu monolog nasıl bitecek derken, çadır dışında bir hareketlenmeyle, saçı başı azcık dağılmış bir adam içeri süzülüyor. Müdürüm nöbetçileri defediyor, yalnızca baş yaveri kalıyor içeride.. Bize dönüp "Bu adam önemli birisi.. Anlatacaklarını dinlemem lazım. Azcık ta gizli" diyor, sonrada yavere "Beyler benim misafirim, karınlarını iyi doyurun, saygıda da kusur etmeyin" diye buyuruyor. Ben son bir gayretle bizim Trafik Eylem Planından söz etmeye çalışıyorum ki, " Cumhur" diye sözümü yeniden kesiyor Müdürüm. Ağızlığında , bir saat içinde belki de sekizinci sigarasi.. "Sen şunları benim yardımcıma iyice bir anlat. Bakarız sonra" şeklinde kükreyerek bize çadirin çıkışını gösteriyor. Ben, İsveçliyi de paketleyip, çadırın dışına atıyorum kendimi. Bu ara, çantalarımız çoktan kasetler ve broşürlerle dolmuş durumda.. Görüşmemiz sona erdi..

Sevgili Uğur Müdürümü bu ziyaretten bir yıl sonra usuma düşüren geçenki dünya garabetler listesine tepeden girecek 'Trafik Kazasi' haberi oldu. İşitmişinizdir, Bolu ili sınırları içinde Gerede otoyol gişelerinde bilet almak için durmuş yolcu otobüsüne arkadan Serhat Kars'ın otobüs şöförü " Gaz Fren Önder" bodoslama dalıyor. Sonuç beş ölü, 34 yaralı..

Serhat Kars'ın arkasında "Rakibimiz Havayolları" yazıyor mu yazmıyor mu bilmiyorum. Bildiğim, gördüğüm Uğur Müdürümün TV'den demeçleri.. Meğersem bu pilot Önder'in ehliyeti hiz ihlalini alışkanlık haline getirdiği için geri alınmiş. Önder bu durur mu, güya ikizi co-pilot Tufan'ın ehliyetini nöbetleşe kullanmaya baslamış.. Müdürüm, derhal bu inceliği ekibiyle birlikte ortaya çıkarmış.. Biraz zaiyattan sonra olmuş ama, idare eder..

Derken Karayollarının gişecisi de ekranda beliriveriyor. "Kardesim, burası yılın on ayı sisli puslu, lambalar yok, çalışmıyor.. Birisi bu gişeleri günün birinde uçuracak diye ödümüz kopuyordu, arkadaşlarla helalleşip nöbet değistiriyorduk" diyor..

Önder tüymüş.. Yakalandığında Müdürüm elbet sorgular onu.. "Bolu sınırlarına girdiğinde neden kasedini çalıştırmadın?.. Kasedi dinlesen, gişeler uyarısını işitecektin"

Şimdi kafama takıldı.. Müdürün kasetleri arasında Gerede'den yaklaşım var mıydı ki?

Cumhur

 Dost Meclisi


Çok duygusal ve güzel bir hikaye... Özgür Ayan

Heybeliada'daki Deniz Harp Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.

İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!..

Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: ''Seni seviyorum''... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...

Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık'' diye takılırlar İsmail Türe'ye.

Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.

Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki Üstteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına.

Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de...

Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir ... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür.
''Seni Seviyorum...''
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser: ''Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim nümüzdeydi...
'' Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek,karşılık verilmesini emreder.
Yanındakilerin ''Ne diyelim komutanım?'' diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..."

O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı ''Naboland'' adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur. Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.

Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..

 Tadımlık Şiirler


SARKAÇ

Can simidi, kurtarma sandalı
kaldı karada
Ekmek, su, gemimin ömrüyle
çıkmıştım yola.

Denizin gezen düşüncesi rüzgâr
yaşlı bir el gibi sırtımı sıvazlar
Dalgalar sanki zaman;
bir bırakır, bir tutar.

Karadan değil, martıdan
ayrılınca anladım denizi.
Her limanda bir korsanın mührü
Her kalede çocukluğum gizli.

Güçlü solukların açığa attığı gençlik
Kıyıda kalan ten, kırışık kum
Bir karışta nem, su bir kulaçta
Ben, yandıkça alevi büyüyen mum.

Bundan böyle gemim, yolu sen seç.
Yokmuş umduğum hiçbir ülkede
Nereye gitsem sığ, akıllar gelgeç
İçimde bir adayı gösterir Sarkaç.

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU

..........<>..........

YAKAMOZ

Yaşlılık evim uzanan bir sokağı görse
Elimde bir tas su, suda sessiz bir soluk
Ne yola girene baksam ne çıkana yoldan
Kalsa gözüm güvercinin gümüşünde.

Yaşlılık evim telaşlı bir limanı görse
Elimde gençliği bulan derin bir dürbün
Ne demir atana baksam ne demir alana
Işık, en uzak yelkenlinin güvertesinde.

Yaşlılık evim bekleyen bir ovayı görse
Musa olsam vursa kendime asam
Yarılsa göğsüm kırka, kırk yetmişe bölünse
Ay gibi, her göze ayrı yakamozla kavuşsam.

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU

 Biraz Gülümseyin


Vefa

Bir karı-koca çok kötü bir kaza geçirirler. Kadının yüzü tamamen yanar. Plastik cerrahlar kadının yüzünü eski haline getirebilmek icin deriye gerek olduğunu ama kadından deri alamayacaklarını söyleyince kocası deri vermeye gönüllü olur. Fakat kocasından alınacak deri popo bölgesinden alınacaktır.. Adam bu bilginin karısına söylenmemesini ister çünkü moralinin bozulacağından çekinmektedir. Ameliyat tamamlandıktan sonra kadın eskisinden de güzel görünür. Her gören bu muhteşem güzellik karşısında hayrete düşmektedir.

Birgün kadın kocası ile başbaşa kaldığında ;
"Hayatım çok teşekkür ederim. Benim bu halim senin sayende. Sana nasıl tesekkür etsem?"...deyince kocası cevap verir :
-"Teşekküre hiç gerek yok hayatım. Annen seni her öptüğünde ben gerekli mutluluğu duymaktayım zaten"

 Kıraathane Panosu



WORLD PRESS PHOTO
1956-1999 RETROSPEKTİF SERGİSİ
27 EYLÜL'E KADAR İSTANBUL'DA


Dünyanın saygın basın fotografı kuruluşlarından biri olan World Press Photo'nun dünyadaki en önemli olayların görüntülerinden oluşturduğu Retrospektif Sergisi Beyoğlu Sıraselviler Caddesi'ndeki Bilgi Galeri 111'de açıldı. World Press Photo'nun basın fotografçıları için düzenlediği seminerlerle eş zamanlı olarak açılan sergi 27 Eylül tarihine kadar açık kalacak.

World Press Photo 1955 yılından bu yana her yıl basın fotografçıları arasında bir yarışma düzenleyerek en iyi basın fotograflarını seçiyor. Geçen yıl düzenlenen yarışmaya 123 ülkeden 4171 fotografçı 50 bin'e yakın fotografla katılmıştı. Yarışma sonuçları her yıl bir sergi olarak düzenleniyor ve çok sayıda ülkede sergileniyor. Şimdiye kadar düzenlenen sergilerden derlenen en çarpıcı 220 fotograf ise Retrospektif Sergiyi oluşturuyor.

Sergi 1956-1999 yılları arasındaki en önemli politik, ekonomik ve güncel olayları kapsıyor. Serbest bırakılan bir Alman savaş esirinin kızına kavuşma sevinci (1956), Kosova'da yitirilen eşin acısı ile (1999) aynı sergi mekanını paylaşıyor. Sergi, Berlin duvarının örülmesinden yıkılmasına, savaş vahşetlerinden barış toplantılarına, Mehmet Ali'nin Sonny Liston'u nakavt etmesinden ilk kalp nakli ameliyatına, Kennedy suikastinden Krushcev-Kastro görüşmesine kadar 45 yılın en önemli olaylarının, anlarının ve kişilerinin tekrar hatırlanmasını sağlıyor. Sergide Türkiye'den Mehmet Biber, Coşkun Aral, Mustafa Bozdemir ve Ramazan Öztürk'ün fotografları da yer alıyor.

Düzenlenmesi, Hollanda Konsolosluğu, Bilgi Üniversitesi ve Fotograf Vakfı Girişimi tarafından gerçekleştirilen sergi, Bilgi Galeri 111'de 27 Eylül'e kadar hergün 24 saat gezilebiliyor.

WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1963
Malcolm Browne / The Associated Press, ABD
Saygon, Güney Vietnam, 11 Haziran 1963.

Budist rahip Thich Quang Duc, Güney Vietnam hükümetinin yürüttüğü dini sorgulamaları protesto etmek amacıyla kendini ateşe veriyor.
WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1968
Eddie Adams / The Associated Press, ABD
Saygon, Güney Vietnam, 1 Şubat 1968.

Güney Vietnam'lı polis şefi Nguyen Ngoc Loan, Viet Kong'lu olduğundan şüphelendiği kişiyi infaz ediyor.
WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1983
Mustafa Bozdemir / Hürriyet Gazetesi, Turkiye
Koyunören Köyü / Erzurum, 30 Ekim 1983.

Yıkıcı deprem sonrasında Kezban Özer enkaz altında kalan beş çocuğunun başında.


 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.astro-lojik.com/
Astrolog Esin Uzer´in sitesinde aura, horoskop, reankarnasyon, hipnoz gibi konu başlıklarını bulabilirsiniz.

http://www.birzamanlar.net
İşte size buram buram nostalji kokan bir site. Türk pop müziği tarihine şöyle bir bakmak, birkaç eski şarkıyı dinlemek isterseniz. Kaçırmayın girin derim. İnternet üzerinden yaptıkları radyo yayını da mükemmele yakın.

http://nd2nd.puregraffiti.com/ Flash dan hoşlananlar için bir Bulgar graffiti sitesi. Oldukça ilginç şeyler bulacağınızdan eminim.

http://www.eski45likler.com
Eskilerde dinlediğimiz 45'likleri arada bir gözünüz, kulağınız arıyor mu? İşte size nostaljik takılabileceğiniz bir site. Amatör ama nitelikli.

 Damak tadınıza uygun kahveler


Free&Easy Font Viewer v1.0 [427k] Windows (All) FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105195
Son derece yararlı bir program. Bilgisayarınızdaki fontları görmek, özel bir yazıyı formatını değiştirerek izlemek için biçilmiş kaftan. Görev çubuğuna yerleşerek kolayca ulaşabilmenizi sağlıyor.

DNoter v2.5 [65k] W2k/XP FREE
http://www.ruinedsoft.com/dnoter/index.html
Ekranınızın üzerine post it'e yazılmış notları yapıştıracağınıza, ekranın içinde herhangibiryere yerleştirebileceğiniz küçük not defterine ne dersiniz? Hatta not kağıdını şeffaf hale getirerek geriplanda görünmesini sağlamanız da mümkün. Küçük ama kullanışlı bir programcık.
http://kmarsiv.com/sayilar/20020909.asp 9 Eylül 2002 - ©2002-kmarsiv.com
istanbullife.com