KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız


FORUM ALANI

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?


HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND

 10 Eylül 2002 - 100'ü atladık iyi mi?


Merhabalar hepinize,

Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, saydık saydık 95, 96, 97, 98... n'olduysa oldu, yüzü atladık iyi mi? Halbuki kutlamalar tertipleyecektim, havai fişek gösterisi yapacaktım, gazetenin ortasına çadır kurup hepinize sucuk döner ısmarlıyacaktım. Olmadı işte. Öyle dalmışım ki hafta sonu sayıyı şaşırmışım, olmuşuz 101. Gene her işte bir hayır vardır. Bu şaşkınlık beni onca masraftan kurtardı. Bunda bir bityeniği var ama neyse... Şaka bir yana, iyisiyle, kötüsüyle, yanlışıyla, doğrusuyla 100 sayıyı geride bıraktık. Bugün ikinci dalyanın ilk günü, hepimize hayırlı, uğurlu olsun. Tam 5 aydır sizlere günde 10 dakika hoşça vakit geçirtmek için hergün 3 saat eğleniyorum. Yani aslında burada tek kazanan var o da benim. Sizlerle sizler arasında köprü olmanın hazzını yaşıyorum inanın. Tabi bir de sanal da olsa bir medya patronu olmanın verdiği dayanılmaz hafiflik var. İnsan kendini güçlü hissediyor yahu. Düşünün ben "Kahve Molası"yla güçlü hissediyorsam, diğerleri neler hissediyorlardır kimbilir. Burada yazdığım her kelimeyi sanki milyonlar okuyormuş gibi hayal ediyorum. Aman be diyorum, Oktay Ekşi, Emin Çölaşan, Hasan Cemal, Güngör Mengi de kimmiş. Ben, Serdar Turgut, Pakize Suda, Selahattin Duman varken onlara da ne oluyor. Kim takar, İ.Melih'i, Baykal'ı, Erdoğan'ı, benim molam, Serdar'ın Rana'sı, Pakize'nin annesi dururken. Heyyyt, karşıdaki ufak dağları, önündeki ovayı, üstündeki ormanı ben yarattım diyicem, sonra da dayağı yiyicem biliyorum ama napim içim içime sığmıyor. 5 ay önce ürkek bir tavşanken şimdi 3000 tirajlı dev gazetenin editörüyüm, var mı bana göz kırpan...

Ajitasyon kokulu girişi okudunuz, ajite oldunuz mu bari? Sizi harekete geçirmenin bir yolu da buradan geçer mi acaba diye bir deneyeyim istedim. Sadece okumakla yetinen kahvecilere sesleniyorum. Okumak iyi güzel de yazacak ta birileri lazım. Yazmanın, yazdıklarınızı okutmanın verdiği zevki bir tatsanız, bir daha bırakamazsınız bilmiş olun. İnanmazsanız bugüne kadar yazanlara sorun. Hayır sonunda dublör niyetine herkesin yerine yazıp, kendim çalıp, kendim söylicem ondan korkuyorum. Ben niye korkuyorum ki, asıl siz korkun...

Belçikalı Nineyle, asıl adı Ninie de biz ona Nine desek de olur, Konyalı Ali evlenmişler. Allah bir yastıkta kocatsın. Biri zaten kocamış, diğerini de tez elden kocatsın. 72'lik Nine, gerçek aşkı anca buldum diyormuş. Uyanık Ali, dilinden anlamadığı Ninesiyle masaldaki periler aracılığıyla anlaşıyormuş. Nine anlatıyor, o öylecene dinliyor herhalde. Uyanık Ali, yaş yetmiş iş bitmiştir diye gafil avlanmış bence. Resimlerden göründüğü kadarıyla, 2 kocayı eskiten Nine, Ali'yi de eskitir valla. Yakında çocuk bile doğurur görürsünüz. Var mı öyle beleşe eve konmak. Ful servis vereceksin Ali. Akşamları kulunç kırma, bardak çekme, ördek dökme ameliyelerinden sonra, sütünü içip yatıcaksın, ninende sana en güzel masallarını anlatacak. Oy be Ninem oyyy...

Ninemden sonra ikinci büyük haber memleketimin bankası Ziraat'ten, "Ziraat emeklilere milli piyango bileti satacak." Verdiği 3 kuruşa da böyle kör gözüm parmağına göz konulur mu yahu. "Himmet Amcaaa, devlet sana 180 milyon anca verebiliyo, hele bir yol, çek şurdan bir bilet, çektin mi? Ver şimdi 10 milyonu geri. Bak bu kıyağımı da unutma, çıkarsa ortağız ona göre tamam mı?" Saatlerce kuyrukta beklemiş adamın, direnecek hali mi kalır. Şimdi milli piyango, yarın loto, şans topu, öbür gün hazine bonosu derken, 180 milyon almaya gelen ihtiyarcık, cebindeki otobüs parasını da bırakıp gider alimallah. İşbilir devlet dediğin işte böyle olur. Ayrıca vatandaşını da koruyor. Alacak parayı çıkacak sokağa, düşecek peşine 2 çapulcu, kapıp kaçacaklar parasını. Onun yerine al milli piyango biletini, kapıp kaçmasın çapulcular paranı... yoksa kaptılar mı bile... Oy be Himmet Amcam oyyy...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Kıraathane Sahibinden


Püf Noktaları

Win 98 ile tanıştığımız görev çubuğundaki, Hızlı Erişim (Quick Launch) içinde bulunan "Masaüstünü Göster" (Show Desktop) butonu belki de en çok kullanılan özelliklerden biri. Yalnız, yanlışlıkla bu butonu silerseniz yerine koymak kolay olmayabilir. Yapmanız gereken öncelikle bir txt dosyası açıp içine aşağıdaki komutları yazın.

[Shell]
Command=2
IconFile=explorer.exe,3
[Taskbar]
Command=ToggleDesktop

Daha sonra bu dosyayı "C:\Windows\Application Data\Microsoft\Internet Explorer\Quick Launch" dizinine "Masaüstünü Göster.scf" adıyla kaydedin. Kaybolan butonun yerine geldiğini göreceksiniz.

 Kahvecinin Günlüğü


  • DIA GÖSTERİSİ
    10 Eylül 2002 Salı, 19:30 Fotoğrafevi'nde Dia Gösterisi
    Sevgi Mavi - Sagadawa Festivali ve Kailash Dağı
    Sagadawa Festivali, Mayıs ayında Batı Tibet'te yapılan bir festivaldir. Budist ve Hinduların hacı olduğu bu renkli festivalden görüntüler...
    http://www.fotografevi.com


  • Ahmet Altan

     Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


       Istanbul-Istanbul...

    Bundan üç beş yıl önceydi, her kırklı yaşlar civarında olan erkek çocuk gibi, ben de bir motor sevdasına tutuldum. Aslında zaten eski bir motorum vardı, küçük bir scooter.. Ama sonraları herhalde daha erkeksi durur diye olsa gerek, daha büyük bir motora, bir enduroya terfi ettim. Bir yadan da çalıştığım için, çok istememe rağmen şehir dışına pek çıkamadım yeni motorumla. Önceleri sağda solda, billdiğim yerlerde sürtüp, daha sonra şehrin bilmediğim taraflarını keşfe koyuldum. Bu keşif gezileri sırasında en etkilendiğim yerlerden biri Eyüp Balat ve Haliç bölgesi oldu. Bunca yıldır Istanbul'da otururum, hiç işim düşmemiş ve hiç denk gelmemişim ki, oraları tanımadığımı farkettim ve bu bölgenin inanılmaz güzellikteki sokaklarını ve binalarını keşfetme imkanı buldum.

    Yolunuz düşerse, sizlere de öneririm, mesela Sütlüce'deki Koç Sanayi müzesi ve bahçesindeki Cafe du Levant gerçekten görülmeye değer yerler. Bir de benim unutamadığım, çok da etkilendiğim bir yapı, Hemen hemen patrikhanenin arkasına denk gelen Fener Rum Erkek Lisesi binası.. Dik bir yokuşun sonunda sizi karşılayan bu dev tuğla yapı, bir Walt Disney çizgi filminden fırlamışcasına, olanca heybetiyle Haliç'e bakmakta bulunduğu yerden... Tabii, bu binanın duvarına bir uyduruk cami yapıştırmayı ihmal etmemişiz.. Sadece bu caminin yer aldığı duvardan bina görünemiyor, ama diğer açılardan tüm azametiyle binayı görebilmek mümkün. Ben şanslı bir günümde içine bile girebilmeyi başarmış ve çok da etkilenmiştim..

    İstanbul, herkes için birbirinden ilginç köşeler barındırmakta aslında.. Ne yazık ki, şehir aynı zamanda devasa bir değirmen olduğu için, biz içinde yaşayanlara çok fazla açmıyor bu değişik tadlarını.. Bugün bir arkadaşımla birlikte balık tutmaya davetliydik, boğaza.. Hep çok heves etmişimdir, şöyle lüfer boyutunda bir balık yakalamaya.. Bizim bir arkadaşımızın da son derece mütevazı, ufak bir sandalı varmış. Neyse, çağırdı, gittik.. Bebek'te, Mısır konsolosluğunun hemen yanında bağlı duran sandala gittik. Toplam 6, bilemedin 6,5 metre boyunda klasik bir sandal işte.. Gariban bir de motoru var, tut ki bir pancar motor mesela.. Attık kendimizi içeri, ve Bebek'te Arnavutköy yönüne gittik.. Aman bir curcuna, bir kalabalık.. anlatılır gibi değil.. Sahilde, yüzlerce insan, kadınlı erkekli, atmışlar oltalarını, denizde, bizimki gibi onlarca sandal.. onlar da sallamışlar teknelerden oltaları.. Biz de bulduk kendimize bir yercik, salladık oradan oltalarımızı... Hava mükemmel.. pırıl pırıl ve yumuşacık.. Ne sıcak, ne soğuk.. Aydınlık.. Bizim arkadaş başladı anlatmaya, dün de balıktaymışlar, ondört tane lüfer tutmuşlar... Bende artık bir heves.. değmeyin keyfime.. az sonra ben de çekicem bir iki tane.. Ama.. nerdeee..... millet tuttu, gözlerimle gördüm.. ama bize kısmet olmadı bir türlü.. Sonra, hadi dedik yer değiştirelim.. Geçtik karşıya, Kandilli açıklarına, Göksu deresi çıkışına.. biraz oralarda oyalandık.. gene yok.. Sonra hadi gene karşıya geçelim, bu sefer de İkinci köprünün hemen altına geldik, Avrupa yakası tarafında.. Orada da tutamadık.. Ama mesela orada da bir yalı gördüm, yarısı yok!! Galiba geçen yıl, bir gemi çarpmış, yalının boğaza bakan ön odaları yıkılmış.. Yok! Salondan gelen kapı, bir boşluğa açılıyor! Nerdeyse duvardaki tablolar eksik!! Ön odada yatan bir genç kız ölmüş galiba..

    Sonra düşündüm, bir Pazar günü, Istanbul bizlere ne çok seçenek sunmakta.. Bindiğimiz sandalın daha iyi durumda olan bir benzerini gördüm.. Motoruyla falan iki milyar lira imiş fiyatı.. Yani ulusal para birimimizle söyleyecek olursak, yaklaşık 1,200 dolar.. Bence boğaz'ın tadını çıkartabilmek için hiç de pahalı bir yatırum sayılmaz.. Ne dersiniz?

    Gelelim tuttuğumuz balıklara.. Bu hergeleler dün 14 tane tutmuşlar ya.. Bi de Mısır konsolosluğunun önündeki tekneler, onlar bizden önce gelmişlerdi, hepsini tutmuşlar galiba... Bir tane bile yakalayamadık... Aldı mı beni bir üzüntü... 'Yahu Ali abi, eve hangi yüzle gidicez? Çoluk çocuk ekmek bekler... neetcez şimdi?' Sonunda her usta balıkçının aklına gelen pratik yol benim de aklıma geldi.. ' Hadi' dedim.. 'Beşiktaş, balık pazarına.. bizi orası paklar.' Yolda, uzun uzun müzakere ettik, samimi mi olucaz, yoksa gerçekçi mi? Samimiysek, itiraf edicez, satın aldık bunları diye... Ama gerçekçi davranacaksak, bunları tuttuk dememiz lazım.. Sinmedi içimize.. Samimi olmaya karar verdik...

    Eve varınca hanımlar sordu: 'Siz mi tuttunuz?' 'Eee..yookk.... balıkçılar.. onlar tutmuş..' önüme bakarken, evdeki kıymetli kristal sürahiyi kırmış bir çocuktan farkım yoktu.. Haftaya yine deniycem..

    Balıkçılık bir yana ama, Istanbul'un en güzel zamanlarını yaşamaktayız.. Farkında olmanızı ve hafta sonlarınızı ona göre planlamanızı tavsiye ederim..

     Misafir kahveci : Barbaros Haluk Ünsal


    WELCOME TO THREE HOUSES MUŞ.

    Benim ezberim iyidir diyor Üç Evlerin öğretmeni Bilal Hoca. Muşa ilk vardım, bir çukulata aldım, kağıdı kaldı elimde, çöp bidonu arıyorum. Dikkatimi çeken bir tek caddesi olan şehirde, caddenin iki kenarında uzanan su kanalları oldu. Sonradan çözdüm ki o kanallar çöp bidonuydu aynı zamanda. Alanya’lıyım. Bir sürü turist gelir her mevsim oraya. Orada vitrinlerde, dillerde, İngilizce, Almanca, Fransızca ne bileyim işte... Kendimi garip hissederdim arkadaşlarımın yanında. Onlar turistik işletmelerde çalışırlardı, ben türkçeme yabancılaşmışım.

    Üç Evlere tayin evrakımı alıp, Muş Milli Eğitimine ilk gittiğimde jandarma karakoluna uğradım. Atatürk büstünün hemen sağında iki kapısı vardı karakolun. Ben soldaki kapıdan girerken yerdeki bir yazı öylesine gözüme çarpmıştı. Bu kapının, gecelerimizin çoğunu geçirip, komutanlar ve hemşirelerle birlikte yalnızlığımızı paylaşacağımız televizyonu olan bir salona açıldığını daha sonraları öğrenecektim. Üniversitede yabancı dille hiç aram olmamıştı zaten. Üç evlerde göreve başladığımdaysa durum çok farklı değildi. İnsanlar türkçe bilmiyorlardı ya da çok az biliyorlardı. Ben Kürtçe bilmiyordum. Türkçeyi düzgünce konuşabildiğimiz bir karakol, bir sağlık ocağı, bir okuldu. Okul çocuklarının da Türkçeleri yok gibiydi. Alanya, üniversite derken aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim bir durumda kalmıştım. Tıpkı sabaha karşı Adem hocayla “Malatya Malatya” türküsünden taşnir yaparak söylediğimiz “Üç Evler” ezgisinde “vatan dedik Üç Evlerde göreve başladık, albayrağım dalgalansın diye çilelere katlandık” dediğimiz yerde şimdi de Kürtçe çıkmıştı karşıma.

    Köylüler benimle Türkçe konuşmaya gayret ediyorlardı ama masa başı entellektüellerinin ODTÜ türkçesi dedikleri, araya sıkıştırılmış İngilizce kelimelerden oluşan Türkçe tümceler kurdukları gibi burada da Üç Evler Türkçesi vardı. Benim yanımda Üç Evler Türkçesi konuşmaya çalışırken birdenbire Kürtçeye döndüklerinde önemli şeyler konuştuklarını algılıyordum...

    Aradan günler geçmiş okulu düzene koymuştum. Bir gece karakolda otururken kapı eşiğindeki o yazı geliverdi aklıma. Dışarı çıktım. Gecenin karanlığı her yere hakimdi. Mehmet başçavuşa "Komutanım şu ışığı açıversene!" diye selendim. Karanlık gecede yüzüm geceye dönük tersten okumaya çalıştığım yazı, karakolu inşa eden jandarmalarca yazılmıştı ve ışıkla belirginleşmişti.

    " WELCOME TO THREE HOUSES MUŞ."

    Barbaros Haluk Ünsal 05.12.2001 Muş


     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


    Basketbol Günleri

    Eveeet ! Merakla beklenen 12 dev adam ( fazla devasa edildiklerinden olsa gerek ) her ne kadar dev bir derece yakalamasalar bile, bence taht kurdular yine de gönüllerde..! Her gece ekran başına davet ettiler milyonları, İspanya ve Yugoslavya hariç ellerinden geleni de yaptılar sanırım. Sadece bu iki maçta, oynadılar 12 cüce adamı :-)) Ama hepimiz biliyoruz ki bu adamlar yeni gençleri kazandıracak basketbolumuza…

    Sene 1974. Lisemizin basketbol takımında oynuyorum. Eh ! 170 cm ile ancak oyun kurucu olabilirim. Bir yandan lise son, bir yandan üniversite hazırlık dershane günleri, basketbol antremanları, haftasonu maçlar.. Hiç boş zamanım yok neredeyse ama çok keyifli bir dönem şu 17-18 yaşları. Beden Eğitimi hocamız aynı zamanda koçumuz, çok değerli bir insan, aynı yıllar DSİ Spor'un basketbol antrenörü, bir dönem Milli Takımın kondüsyon hocalığını yapmış, sabahtan akşama kadar spor salonunda. Çok şey öğrendim o değerli insandan, Turhan Çelik'den. Simülasyon metodu uygulamıştı bizlere, her hafta Ankara'daki DSİ Spor maçlarına en ön sırada oturturdu bizleri, önümüzde takım, tüm konuşmalarını, taktiklerini duyardık, takım içindeki oyuncuları eşleştirmişti bizlerle, hataları gördüğünde eşlenik olan kimse ona seslenir : " İşte böyle yapacaksın veya asla bunu yapmayacaksın ! " derdi. Benim adamım Koray'dı. Hatayı affetmez, bir güzel haşlardı. Hiç unutmadığım insiyatif kullanıp o zamanlar olmayan bir 3'lük atmış ve başarılı olmuş iken yediğim zılgıttı : Takım oyununu ondan öğrenmiştim. Liseler arası maçlar başlamaya yakın : " Herkes yeni bir genç getirecek takıma, sizler bu sene mezun oluyorsunuz ama takım devam etmeli ! " demişti. Mahallemizde Sümüklü Levent lakaplı ve bizim liseye giden biri vardı, boy 1.90 kilo 95. Ona dedim ki :

    - Bak oğlum ! Bu boyla ya Menemen'de deve kıçı yağlarsın ya da basketbolcu olursun !
    - Basketbolcu olmak istiyorum baba !

    dedi. Hayatta herşeyi 2'ye ayıran bir insan olunca Levent'in başka seçeneği kalmamıştı, tuttum elinden götürdüm Turhan Hoca'ya. " Tamam, bu senin sorumluluğunda, teneffüslerde gel, bütün gün potanın altında zıplayıp bir sağdan bir soldan basket atacak bu yarma ! " dedi. Derken yavaş yavaş maçlarda birkaç dakika oynattı, biz Ankara Liseler arası 2.küme basketbol şampiyonu olmuş, 1.kümeye yükselmiştik. 12 Dev Adamın Avrupa 2.liği gibi gururla dolaşıyorduk okulda ( şöhretle İLK tanışmam ! ). Müdür Bey bizi törenle balkondan teker teker anons etti, mikrofon uzattı, birşeyler söyledi bazılarımız. Bazılarımızsa heyecandan konuşamadı, içerde " Hocam, ben konuşamayacağım ! " dedi. Sıra Levent'e geldi, Müdür Bey anons etti adını ve " Mikrofona birşeyler söyler misin ? " deyince Levent ilerledi, balkona çıktı ve şu tarihi konuşmayı yaptı : " Yok, söylemem " :-))

    Lise 1'deki 2 ders ikmalinde yardımcı oldu okul yönetim kurulu, sınıfını geçti, Yükseliş Koleji basketbol oynaması koşuluyla Lise 2 ve 3 garantisi verdi, mezun oldu liseden, ODTÜ Genç Takımına çağrıldı ve sonra 2.ligden Ziraat Fakültesi ve bir de şampiyon olmazlar mı o sene ? Ver elini 1.lig ! Üstüne üstlük yeniler bilmez; o yıllarda Genç Milli Basketbol Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu Fransa'da ! Sonra spor sayfalarından takip ettik, ona " Mağara Levent " dediler, İstanbul'da bir İTÜ maçına gittim ilk maç onun maçıymış, beni görünce tribüne geldi maçtan sonra : " Senin sözlerinle basketbola başladım, bana gerçekten BABALIK ettin, sağol ! " dedi. Çok duygulandım…

    asesen@turk.net

     Dost Meclisi


    ANNEME İTİRAFLAR

    Annemi sevmiyorum. Neden bu şekilde başladığımı; son zamanlardaki tuhaf olaylardaki rolümün etkilediğini düşünüyordum. Tuhaf oyunun en tuhaf başrol oyuncusu olmayan ben. Annemin bir türlü alışamadığım paradoksları değildi onu artık sevmeyişime neden olan...

    O en sevdiğim bebeğim bile konuşmuyor artık benimle... Kendimi büyük bir kalabalığın içersinde yalnız hissetmekten çok; farklı bir şey yaşadıklarımın ruhumdaki etkisi. Yeteneğim olmadığını biliyor olmama rağmen resim yapmaya başladım. Resim öğretmenimin bu kadar yeteneksiz olmamdaki başarımı neye borçlu olduğumu sorduğu o Perşembe gününden beri fırçayı elime almayışım, ona kızgın olmamdan değildi... Bir umarsızlık hiddetiyle; fırçayı elime aldım ve o hiç kullanılmamış boya kutusunu... Biliyorum bir saat sonra, annemin eve dönüşüyle büyük bir fırtına kopacak şu evde... Sessizliğe sadece fırça dokunuşlarının hakim olduğu odamda. Çünkü onun sevdiği her şeyin üzerine garip resimler yapıyorum; anlamsız, soğuk imgelerle dolu saçma sapan resimler. En sevdiği pembe bluz, babamın ona evlilik yıldönümünde aldığı şarap kırmızısı taşı olan yüzük, patronun yılbaşı hediyesi olarak Çin'den getirttiği vazo... Üzerine yarı-çıplak bir erkek resmi yaptım. Sırf anneme olan ilgisi yüzünden Çin'den getirttiğini söylüyordu bu vazoyu. Buna ne annem ne de ben hiçbir zaman inanmamıştık. Vazoyu paramparça etmek istediğim anlarda -ki o zamanlar onu hala seviyordum- kendimi ne kadar çok zor tuttuğumu hatırlıyorum da... Artık kırabilirdim onu. Ama kırılan bir vazonun ardında kalan üzüntünün geçici olabileceğini düşündüm birden. Daha çok acı verecek bir yöntem ararken; saçma sapan renklerde boyamanın, tarihi güzelliğini altüst etmenin yanında ebedi bir üzüntü vereceği canlandı zihnimde. Bu şekilde daha çok acı çektirebilmenin keyfi daha büyük olacaktı. Annemse ona her bakışında; benim ruh durumumdan habersiz; patronun şaheser hediyesine üzülecekti.

    Boyumun hiçbir zaman yetişemediği aynaya yetişebilmek için küçük bir tabure koydum. Bu tabureyi sadece banyoda kullanabilirdim; yetişemediğim lavaboda ellerimi yıkamak için. Ve banyo dışına çıkması yasaktı. Bu yasağın nedenini bir türlü anlamadım, tıpkı diğer paradoksları gibi. Şeyin dışarı çıkmasında ne sakınca olabilirdi ki. Esir hayatı yaşayan taburemi annemin odasına götürürken, onu azat edebilmenin gururuyla içimden şarkılar söylüyordum.Tabureye çıktım. Annemin aynalara düşkün olduğunu biliyordum. Odasındaki ayna da; antikacıdan alınmış, onun için çok değerli bir aynaydı. Sanırım ona olan nefretimi, bu aynaya çizdiğim garip bir insan yüzüyle gösterebilirdim. Aynaya her bakışında çirkinliğine bir kez daha şahit olacak ve bunun nedenini düşünecekti; yaptığım resimden habersiz.

    Aslında yapmak istediğim o kadar çok şey vardı ki; yapmanın olanaksız olduğu. Baktığı gökyüzüne kurukafalar çizmek, patronunun yüzüne çiller yapmak ve bana aldığı tüm bebekleri babamın mezarına gömmek. Bunları yapamıyor olmanın verdiği hislerin etkisiyle annemin yatağına uzandım. O konuşmayan bebeğimin hiç sağ kolu olmamıştı. Bu yüzden onu diğer bebeklerimden daha çok severdim ve sadece onunla konuşurdum. Besbelli ki o da annemi sevmiyordu artık ve ben de onun kızıydım. Bu yüzden onun gözünde suçluydum. Bana da bu yüzden dargındı.

    Tüm bu hislerim yüzünden rüyalarımda tuhaf şeyler görmeye başlamıştım. Annemin oyuncaklarımı bir çöp torbasına koyarak uçurumun kenarına bıraktığı, düşün etkisinden hala kurtulamayışım, başrol oynadığım tiyatro oyununda,annem izlemeye geldiği için rolümü unutuşum ve oyunun fiyaskoya dönüşmesi. Hatırladığım son düşte ise annemin üzerindeki gelinliğe benzer bir beyaz elbise vardı üzerimde. Farklı olan ise beyaz kanatlarım... Ve rüyanın o en güzel yerinde, beyaz bir bulut gibi, gökyüzünün prensesi olmamdı.

    Fırtınanın kopmasına az bir süre kalmıştı, annem gelmek üzereydi. O küçücük yüreğimde; içimden gelen her şeyi yapabilmiş olmanın veya aklımdan geçirebilmiş olmanın verdiği bir ruh dinginliği vardı.

    Beklediğim o fırtına hiç kopmadı. O saçma sapan resimlerimi hiç görmedi. Ona yaşatabileceğim duyguları hiç yaşamadı. Habersiz çekip gidişinin nedenini hiç anlatmadı.

    Artık o yaşamıyordu.

    Ayşen Ekizoğlu, 8 Mayıs 2000, Pazartesi

     Tadımlık Şiirler


    ASSOS' DA BİR AKŞAMÜSTÜ

    martılar evrensel dilde şarkı söylüyor balıkçılara
    karşı kıyıdan esip gelen rüzgar Asos' da denizi öperken
    doğa halaya duruyor zevkle,
    kendini kirletmeyenlerle
    omuz omuza...
    tekneler atmış ağları
    balıkçılar evrensel dilde şarkı söylüyor
    karşı kıyıya,
    bir yandan denizden gelecek kısmetlerini
    beklerken...
    sonra ağlara takılan, kılıç kalamar
    ve umut
    ve serinlik
    ve aşk
    ve barış türküleri söylüyor
    her iki kıyıda
    martılar, deniz ve balıkçılar
    midlli' den, denizden kopup gelen
    müzik sesiyle çoşuyor çoşuyor
    dalgalar...
    yaşanmış, yaşanacak aşkları
    haykırırcasına
    bir kadın konuşuyor geçmişten,
    aşktan, sevdadan
    gözleri dalıyor denizdeki
    çizgiye.
    çoşkuyla el sallıyor
    midilli' ye...
    selam gönderiyor
    aşkdan
    barışdan yana gönül vermiş
    herkese...

    Handan MERMUT 18 Ağustos 1997 / Asos

    ..........<>..........

    SERÇELEME

    Çok oldunuz be serçeler
    Kapatırım şimdi kapıyı
    Dedim
    Dinlemediler beni
    Ben de kapatmadım kapıyı
    Varsın dinlemesinler

    Can Yücel

     Biraz Gülümseyin


    Bu biiirrr

    Çocuk dedesine sormuş:
    - Dede ninem ile kaç yıldır evlisin?
    - 40 yıldır evlat
    - Peki ama dede, ben sizi hiç kavga ederken görmedim bunun sırrı nedir?
    - Otur evlat anlatayım... Nikahımız kıyıldı. Benim at arabasına ninenin üç-beş eşyasını attık ve bizim köyün yolunu tuttuk. Yolda atın ayağı tökezlendi. 'Bu bir' dedim. Yola devam ederken bir daha tökezlendi, ben yine 'Bu iki' dedim. Köye de epey yolumuz vardı. Bizim atın ayağı bir daha tökezleyince 'Bu üç' dedim ve çektim piştovu, atı orada vurdum. Ben atı vurunca başladı bana söylenmeye:
    Biz nasıl gideceğiz. Niye durup dururken atı vurdun. Sende hiç akıl yok mu? Bu eşyaları nasıl götüreceğiz? Ben de döndüm ninene:
    "Bu biiirrr" dedim.
    O gündür bu gündür, gül gibi geçinip gidiyoruz....

     Kıraathane Panosu



    WORLD PRESS PHOTO
    1956-1999 RETROSPEKTİF SERGİSİ
    27 EYLÜL'E KADAR İSTANBUL'DA


    Dünyanın saygın basın fotografı kuruluşlarından biri olan World Press Photo'nun dünyadaki en önemli olayların görüntülerinden oluşturduğu Retrospektif Sergisi Beyoğlu Sıraselviler Caddesi'ndeki Bilgi Galeri 111'de açıldı. World Press Photo'nun basın fotografçıları için düzenlediği seminerlerle eş zamanlı olarak açılan sergi 27 Eylül tarihine kadar açık kalacak.

    World Press Photo 1955 yılından bu yana her yıl basın fotografçıları arasında bir yarışma düzenleyerek en iyi basın fotograflarını seçiyor. Geçen yıl düzenlenen yarışmaya 123 ülkeden 4171 fotografçı 50 bin'e yakın fotografla katılmıştı. Yarışma sonuçları her yıl bir sergi olarak düzenleniyor ve çok sayıda ülkede sergileniyor. Şimdiye kadar düzenlenen sergilerden derlenen en çarpıcı 220 fotograf ise Retrospektif Sergiyi oluşturuyor.

    Sergi 1956-1999 yılları arasındaki en önemli politik, ekonomik ve güncel olayları kapsıyor. Serbest bırakılan bir Alman savaş esirinin kızına kavuşma sevinci (1956), Kosova'da yitirilen eşin acısı ile (1999) aynı sergi mekanını paylaşıyor. Sergi, Berlin duvarının örülmesinden yıkılmasına, savaş vahşetlerinden barış toplantılarına, Mehmet Ali'nin Sonny Liston'u nakavt etmesinden ilk kalp nakli ameliyatına, Kennedy suikastinden Krushcev-Kastro görüşmesine kadar 45 yılın en önemli olaylarının, anlarının ve kişilerinin tekrar hatırlanmasını sağlıyor. Sergide Türkiye'den Mehmet Biber, Coşkun Aral, Mustafa Bozdemir ve Ramazan Öztürk'ün fotografları da yer alıyor.

    Düzenlenmesi, Hollanda Konsolosluğu, Bilgi Üniversitesi ve Fotograf Vakfı Girişimi tarafından gerçekleştirilen sergi, Bilgi Galeri 111'de 27 Eylül'e kadar hergün 24 saat gezilebiliyor.

    WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1963
    Malcolm Browne / The Associated Press, ABD
    Saygon, Güney Vietnam, 11 Haziran 1963.

    Budist rahip Thich Quang Duc, Güney Vietnam hükümetinin yürüttüğü dini sorgulamaları protesto etmek amacıyla kendini ateşe veriyor.
    WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1968
    Eddie Adams / The Associated Press, ABD
    Saygon, Güney Vietnam, 1 Şubat 1968.

    Güney Vietnam'lı polis şefi Nguyen Ngoc Loan, Viet Kong'lu olduğundan şüphelendiği kişiyi infaz ediyor.
    WORLD PRESS PHOTO YILIN FOTOGRAFI 1983
    Mustafa Bozdemir / Hürriyet Gazetesi, Turkiye
    Koyunören Köyü / Erzurum, 30 Ekim 1983.

    Yıkıcı deprem sonrasında Kezban Özer enkaz altında kalan beş çocuğunun başında.


     İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


    http://www.bursrehberim.com/
    Titizce hazırlanmış bir rehber portal. Burs arayanlar için ziyaret edilmesinde yarar olan bir site.

    http://www.sevdamsin.com/
    Sevgi sözcükleriyle dolu bir "Birbirine sayfa yolla" sitesi. Bu adı ben buldum ama uydu. Hani hazır sayfaları arkadaşlarınıza yolluyorsunuz ya işte onda. Ama güzel şeyler var. İlginiz çekebilir.

    http://www.yarismaonline.com Güzel kotarılmış bir yarışma sitesi. Üye olup kendini denemek, arada birşeyler de kazanmak isteyenler için...

    http://www.yesemek.com/
    Ne arasan var sitelerinden biri daha. Bir yere girip epeyce şey bulmak isteyen tembellere göre:-))

     Damak tadınıza uygun kahveler


    DM Url Bookmarks v1.0 Beta [172k] 9x/ME/2K FREE
    http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105204
    Beğendiğiniz yada bir kenara not etmek istediğiniz linkleri düzenleyen, onları bir HTML sayfası halinde önünüze koyan bir program. Kendi tarayıcısı ile önce kısa bir göz atıp sonra siteye girmekte elinizde.

    East-Tec File Shredder v1.0 [693k] Windows (All) FREE
    http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105208
    Daha önce örneğini verdiğim, dosya imha edici bir program daha. Özel dosyalarınızı sildikten sonra, geride birşey kalmasın istiyorsanız, dosyanızı bu programın penceresine sürükleyip bırakıyorsunuz. Gereken işlemi o yapıyor ve geride hiçbir iz bırakmıyor.
    http://kmarsiv.com/sayilar/20020910.asp 10 Eylül 2002 - ©2002-kmarsiv.com
    istanbullife.com