|
|
|
15 Ekim 2002 - Haber Cenneti |
Merhaba kahveciler,
Gözünün yağını yediğimin memleketi yahu. Şu cennet topraklarda canım sıkılıyor demek için bitkisel hayatta yatıyor olmak gerekir valla. Saatlik değişen gündemle gelişen olaylar arasında insan vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor ki canı sıkılsın. Aaa bugün sadece biraz yağmur yağdı, ne güzel demeye hazırlanırken, küt flaş haber. İbo'nun Derya kuzusu vuruldu, ınınınnn.... Hey büyük Allahım bir akşam da huzur içinde yatmayı nasip eyle biz gariban kullarına. Derya kuzusu vurulmuş hastahanelerde çile çekerken, bana uyumak olur mu? Tabi ki sabahlıyacağım. O kanal senin bu kanal onun gezip duracağım. 88 kamerayla değişik açılardan çekilmiş kuzu katliamını arayacağım. Pavarotti'miz medari iftiharımız İbo'muz gözaltında, ondan haber alırmıyım diye sabahı sabah edeceğim. Yazık bana yaa.
Alın size cehaletin katmerlisi. Cahilin cesurundan bir de maçosundan korkacaksın arkadaş. Bu işi İbo'nun özel olarak tezgahladığını hiç sanmam. En azından, çocuğunun anasına bunu yapacak kadar alçalabileceğini düşünmüyorum. Amma adım gibi eminim, nikahsız uzatmalı karısını, elalemin ortasında şeffaf görünce "Ulen şunun ayaklarına 2 tane sıkacaksın, bak bir daha giyiyor mu." demiştir. Dememiş midir? Vallahi de billahi de demiştir. Etrafında ki yiyicilerden biri de çıkıp "İbo abimi kıracağıma kafamı kırarım" demiş midir, dememiş midir? Al sana cehalet katmerinin katları. Kadın, "İbo'cum nene gerek senin dansöz mansöz, işte burda taş gibi Derya kuzun otluyor." demek için şeffaf sahneye çıkar. İbo, buna 2 tane sıkacaksın deyip hedef gösterir. Eee bir aklıevvel de çıkıp sıkar işte böyle. Onca kişinin arasında, onlarca kameranın önünde sıkacak kadar da gözü dönmüştür cehaletten. Cesaret ve cehalet tek başlarına kişisel bir sorun olarak görünse de yanyana geldiklerinde, aynen olayımızda olduğu gibi, sana, bana, ona, buna zarar veriyor, acı veriyor. Sıkana da, sıkılana da, tüm bunları izlemek zorunda kalan biz vatandaşlara da.
Bu memlekette para kazanmak için yapılan her işte, öyle ya da böyle, emek var, kafa var, güç var, var oğlu var. Ama bu işlerin bir tek istisnası da var, o da habercilik. Habercilerin yaratıcı olmalarına, kafa patlatmalarına, güç kullanmalarına gerek yok. Al kamerayı çık sokağa, hareket eden nereye baksan haber var. Var mı böyle bir güzellik? Adam yatırmış karısını bacaklarının arasına, bıçakla kadının yüzüne dövme yapıyor. Polis ikna(!?) yöntemi uyguluyor. Haberciler de en güzel görüntü için sotaya yatmış bekliyor. İnsanlık mı? O da almış başını gitmiş, değerini bilecek yeni ufuklar arıyor.
..........
Kahveciler, Allah aşkına biraz cesur olun. Size Derya kuzularını vurun demiyorum, tek dediğim, yazın, aklınıza ne gelirse yazın. Beyninizin kıvrımlarına saklanmış kelimeleri dökün ekrana. Bakın buradan açık açık tehdit ediyorum sizi. Eğer siz yazmazsanız, Kahve Molası'nı benim abuk subuk hikayelerimle doldururum bilmiş olun. Bu aralar bizim sadık yazarlar bile dalga geçiyorlar. Hayır sonunda getireceğim Brezilya'dan bir yazar, yazdıracağım bir Brezilya dizisi, yayınlayacağım siz yeterrr diyene kadar. Aaa birde bana eposta yollayıp yazı göndereceğim diyenler var. Hadi gönder dediğimde kodunsa bul. Sanki, ben sahicimiyim diye beni test ediyorlar. Bakalım cevap verecek mi diye sondaj yapıyorlar. Neyse uzatmıyalım, artık cepten yiyorum haberiniz olsun, stok mtok hak getire.
Bugün kamu emeklisi Sait Haşmetoğlu'nun e-roman'ına başlıyoruz. Uzunlukları elverdiği ölçüde buradan yayınlamaya çalışacağım. Ama isteyen sitemizden de okuyabilecek. Resim ve çizimlerle bezeli bu hoş ve gerçek romanı takip etmenizi öneririm. Emin olun tadı damağınızda kalacak.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen El Yazısı Güzel Olabilmek ( İlkokul Anıları - 4 ) |
|
Sevgili öğretmenimizin herşeyimize önem verdiğini ilerleyen yıllarda fark edecektik. Ben kendi adıma bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Benim için en anlamlı örneklerden birisi yazımın güzel oluşudur. Birçok insanda hayranlık uyandırmışımdır güzel yazı yazarak. Ne ilginçtir ki; ne mektup kaldı günümüzde ne de el yazısı, varsa yoksa bilgisayar… Dolayısıyla herkesin yazısı çok güzel artık, mektupların yerini zaten e-mail aldı, aslında başta kendi oğlum olmak üzere tüm gençlere üzülmüyor da değilim hani ! Nerde o mektupların hüznü, nerde o gizemli satırlar, dolma kalemler, mürekkep hokkaları, divit uçları… Şimdi tıkla yazı karakteri seç, büyüklüğünü seç, vazgeç vs. vs…
Her birimizle ayrı ayrı ilgilendi kadıncağız, kendi yazısı da çok güzeldi hem hatırlıyor hem de ilkokul karnelerimde görebiliyorum hala. Geçen dönem sene sonunda oğlum ortaokul diploması verileceğinden ilkokul 4. ve 5. sınıf karnelerine de ihtiyacı olduğunu söyleyince başladık orayı burayı kurcalamaya ve benim karneler de dahil olmak üzere teker teker çıktı anılar ortaya, derken kapıştık oğlanla senin ortalama mı iyi yoksa benimki mi iyi ? Bulunamadı oğlanın ilkokul 4.sınıf karnesi ve fakat kapı gibi duruyor benim evrak-ı metrukelerim.. :-)
Elbette angaryaları da olacak güzel yazı yazmanın..! Meşhur askerlik anılarında da geçer ya; aranızda Elektrik Mühendisleri birer adım öne, peki bunlardan master yapanlar birer adım daha öne, bu işi yurtdışında yapanlar birer adım daha, derken en önde kalan tek kişiye : " Tamam, bundan sonra TV, senin tarafından kapatılıp, açılacak ! ". İşte ona benzer bir konu bu angarya işi. Ben konuyu şöyle algılıyorum ki; eğer bir kişi bir konuda gerçekten İYİ ise; o işi o yapmalı ve buna da angarya denmemeli : Zeytinyağlı dolmaları eğer annen daha güzel yapıyor ise; eşini taciz etmene ne gerek var diii mi ama ? Benzer şekilde politik yazıları Cumhur kardeşim, Altan Usta ve Editörüm Führer'im yazıyorsa ben neden yaziiim abi ? Ben sadece balığı yerim yazılarını Osman yazsın, Ters Köşe'den Mehtap daha iyi bakabiliyorsa benim konumumu değiştirmeye ne gerek var, İnci Pastahanesi gibi profiterol yapan yoksa neden başka yer arayayım ? Böyle düşünerek bir gün gazetede bir ilan : " Yazısı GÜZEL eleman aranıyor ! "…
Beyazıt'da arka sokaklarda bir yer, girdim içeri, üniversite yıllarım ve ben parasızım, birileri ambalaj kağıdı gibi birşeyin üzerine " Siz adınızı, telefonunuzu, adresinizi yazın, biz sizi ararız ! " diye başlarından savarcasına elime bir fosforlu kalem tutuşturdular. Meğerse güzel yazı testi bu imiş, bir süre sonra çağrıldım. Konu ilkokul çocuklarına bir TEST hazırlayan firmanın maliyetleri ucuzlatmak için bir planı imiş ! Çeşit çeşit Rapido kalemler, film kağıdı, divit uçlar, vs.vs… En performanslı şekil 32 sayfada testleri bitireceksin, bobinaj durumuna göre fire en az olacak, ilk 2 ön sayfa ve son 32.sayfa amblem, adres, reklam vs.vs… Sana tam 29 sayfa kalıyor 50 soru için… Bazen tek satıra sığdırıyorsun yanıtları a. b. c. d. e. gibi, bazen 5 satıra sığdırıyorsun alt alta… Sinir bozucu birşey ! Bu arada okulda arkadaşların gezmeye, tozmaya gidecekler sana birkaç karbon kağıdı ve teksir kağıdı geliyor : " Sevgili Ahmet, biz gezmeye Boğaz'a gidiyoruz, bizim için de not alır mısın ? " :-)
Pişman değilim, yine yaparım, iyi ki güzel yazı yazabilmem için sevgili öğretmenim peşime düşmüş, sayesinde para bile kazandım üniversitede.. İlkokula yaptığımız kocaman bir Dünya Haritası ve yazıları var idi, acaba hala duruyor mudur ? Ömer, Timur, Belgin ve Cemile'de var idi o projede. İnci Fulya kesin yok idi, onun yazısı rezaletti, sanırım ki tahmin ettiniz o doktor oldu :-) Sanırım Osmanlı döneminde de benden ancak hattat OLURDU ve kazan kaldıramazdık Altan Usta fena halde BOZULURDU :-))
asesen@turk.net
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
S U N U Ş
" Dünya öyle bir yerdir ki burada bir örümcek dahi sürekli yatıp uyumaya karşı çıkar ve
bir yıldıza ağ kurmak gerekse bile bunu yapmak yolunda ölebilir. "
LOREN EISELEY
Bizler de umutsuzca yaşamak verine ağ kurmayı yeğlemek zorundayız... İplerimiz zayıf ve kırılgan olsa da bunun pek önemi yoktur; zira ağımız iyimserlik, merak, heyecan, sevgi ve varoluş maceramızın içten hevesiyle örülmüş olacaktır.
Binlerce yıl önce Orta Asyadan göç eden Türk Boylarından mütevazi bir kaç aileyi getirelim gözümüzün önüne... Bugünkü koşullarda ortalama bir ücretle yaşam mücadelesi veren milyonlarca aileden çok daha zor koşullar altındaydılar şüphesiz. Bir kaç hafta, bir kaç ay, bir kaç yıl sonrasını düşünerek yollara düştüklerinde atalarımız belki de tam olarak ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Fakat onların çıktıkları o amansız yolculuk sadece Türk Ulusunun kaderin değil, aynı zamanda bügünkü Dünya haritasını belirleyen faktörlerden birisi oldu... Bizler de fiilen yollara düşmesek de, çareler üretmek adına zihnen ve kalben yollara düşebilir ve bu eylemimizi büyük bir dava gibi benimseyerek yarınki tarihimizi bugünden yazmaya koyulabiriz...
Bugün yapmakta olduklarımızla aynı zamanda yarını şekillendirmekte bulunan bizler kendimizi herkesle ve herşeyle bağlantılı görmek ve bu bütün içerisindeki sorumluluğumuza sahip çıkmak zorundayız. Bugün kendimiz, sevdiklerimiz, ülkemiz ve dünyamız için daha güzel şeyler yapmaya çaba göstermemiz daha güzel yarınlara atılmış bir adım olacaktır. Bunun için kendimizi sezinlemek ve tüm yeteneklerimizi kullanarak olabileceğimiz en iyi şey olmayı başarmak, yani kendimizi gerçekleştirmek durumundayız...
İşte Kurtuluş Savaşımız.. İşte Cumhuriyetimiz... İşte devrimlerimiz... Bunların her biri olabileceğimiz en iyi şey olmak hususundaki içten hevesimizin ve kararlı çalışmalarımızın birer ürünü olarak geçmişimizde parlıdamaktadırlar.
Bugun ise 0 hevesi, 0 azmi, 0 kararlılığı, kısacası 0 büyük hedefi gözden kaçırmış bulunuyoruz. Uluslararası rekabet gücüne erişen özel sektörümüzün dinamizmine inat, mali ve beşeri kaynakların israfının adeta teminatı haline gelmiş bulunan kamu sektörümüzün durağanlığı bu üzücü tablo içinde bizi eteklerimizden toprağa çivilemiş gibi gözüküyor. Oysa özel sektöre kıyaslanmayacak ölçüde geniş imkanlara sahip
bulunan kamu sektöründen çok şey bekleniyor. Avrupa Birliğine üyelikten uluslararası alanda çıkarlarımızın korunup geliştirilmesine, milli gelirimizin arttırılmasından adil gelir dağılımına, eğitimden sağlığa, güvenlikten enerji üretimine hemen her alandaki başarımız bu sektörün sağlıklı ve verimli çalışmasına bağlı bulunuyor.
"Milenyumun Mandalı" adlı bu denemede kamu sektörümüzün en seçkin kurumlarında çalışmış ve en alt düzeyden başlayarak yönetici pozisyonuna yükselmiş bir kamu görevlisinin 15 yıllık deneyim ve gözlemlerine dayanan bir kesit sunulmaya çalışılmaktadır. Kamu yönetimi anlayışımızı, sektörün kurumsal yapısını ve iç dinamiklerini gözler önüne seren bu kesit üzerindeki analizler ve kıyaslamalı projeksiyonlar ise bizlere nelerin, hangi yönde, ne ölçüde ve ne kadar acele olarak değişmesi gerektiği konusunda yeni fikir ve ilhamlar verecek birer küçük öykü şeklinde aktarılmaktadır.
EDİTÖRÜN NOTU: Bu kadar ağır bir konuda bu denli eğlenceli bir eserin ortaya çıkarılması yazarın sanatçı kişiliğinin bir tezahürü olarak görülebilir... Bu müstesna eserin ilk önce, -neredeyse daha yazılmaktayken- sizler tarafından okunacak olması ise Kahve Molası üyelerinin AYRICALIĞI olarak Türk yayın hayatına geçecektir.
İsim Olarak Neden "Milenyumun Mandalı" ?
"Milenyumun Mandalı" ismini Türkçemizdeki "dış kapının mandalı" deyiminden türettik... Bize ait olan içerisi ile başkalarına ait olan dışarısının ayracı konumundaki "dış kapı" ve onun üzerindeki önemsiz bir ayrıntı gibi algılanan "mandal"...
Milenyum bize uzamsal olarak dış kapımız kadar yakın belki… Fakat kavramsal olarak, ona verdiğimiz değer ve günlük yaşamımızı şekillendirirken ona tanıdığımız söz hakkı itibariyle milemyum bize dış kapının mandalı kadar uzak…Bir anlamda yeryüzündeki insan uygarlığının eriştiği en yüksek gelişmişlik düzeyini temsil eden bu uğultu ve parıltı saçan dünyaya kapımızı kapatarak neleri dışarıda bıraktığımızı yüzeysel olarak şöyle bir düşünmek için hazırladığımız bu çalışmaya hem önemini, hem de basitliğini vurgulamak üzere "Milenyumun Mandalı" adını verdik.
Büyük Atatürk'den sayesinde yeryüzünün değişime en açık toplumlarından birisi olan Türk Toplumunu kendi düşük standartlarına mahkum edip onu değişimden uzak tutmak isteyen ve bu amaçla çağın kapısını üzerimize kapatıp milenyum ilhamlı değişim rüzgarlarından korunmayı uman tutuculuğa inat, değişim ateşini her zamankinden daha güçlü bir şekilde yakma arzusunu simgeleyen bir tanımlama "Milenyumun Mandalı".
Mandal ve kapı arasındaki ilişkide mandal açılımın başlangıç noktasıdır. Mandal önemsiz bir ayrıntı olsa da, kapalı tuttuğu kapının ardında çok değerli hazineler ya da yeniliklerle dolu bambaşka bir dünya saklı olabilir. İşte o kapının ardında saklı duran değerli şey ile onu saklı tutan önemsiz gereci biraraya getiriyor "milenyumun mandalı' tamlamamız. Buradaki mandal, milenyum ilhamlı büyük değişimlere açılacak kapıyı tutuyor bir bakıma... Bu yönüyle de, değişimin başlangıç noktasını oluşturuyor. Bu tanımın iki sözcüğü arasındaki önem asimetrisi ise büyük bir hedefe yönelmiş küçük bir karıncayı çağrıştırıyor. Burada gerçek bir kapı mandalı yerine çocukluğumuzdan tanıdığımız çamaşır mandalını aynı asimetriyi vurgulayan yalın ve basit bir figür olarak seçtik… (Bir gün bu fikirler benimsenip sahiplenilirse kolay bir taraftarlık belirtisi olarak ev ve işyerlerinde, masalarda, yakalarda, otomobillerde bir parola gibi özel olarak boyanmış mandalların teşhir edilmesinin de yolu şimdiden yapılmış oldu böylelikle…)
Bu düşünsel perspektif içerisinde kamu yönetimi anlayışımızın çeşitli yönleri ele alınarak tahlil ve yorumlara yer verilen bu çalışmanın en önemli işlevi yeni milenyumun eşiğinde ülkemizde işlerin nasıl görülmekte olduğuna ilişkin bir hatıra fotoğrafı sunmak olacaktır. Böylelikle de varmak istediğimiz "çağdaş uygarlık düzeyinin üzerindeki nokta"ya uzanan yolumuzu bu fotoğrafdaki eksiklik ve üstünlüklere dayanan bir yaklaşımla yeniden belirlememiz ve yolun bundan sonraki kısmına daha güncel ve pratik bir haritayla devam etmemiz mümkün olabilecektir. Bu çalışma öylesine değerli bulguları, öylesine varlığından haberdar olmadığımız araç ve gereçleri gözler önüne serecektir ki sağlam bir motora, güçlü pistonlara ve yeterli yakıta sahip olmasına rağmen yol alamayan kalkınma trenimizle ilgili sorununun hiç akla gelmeyecek ölçüde basit, ama gözden kaçmış ayrıntılarda gizli olduğunu, örneğin lokomotifin rayların birkaç santim dışında durmakta oluşu nedeniyle tekerleklerin dönmesine rağmen yol alınamadığını ortaya koyacaktır. Kısacası bu çalışma bize eski gücümüzü geri verecek anahtar yaklaşımlara ilham vermek isteğiyle hazırlanmıştır.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Ana kuzuları... |
|
Bu aralar moda oldu, okul anıları.. Anladığım kadarıyla çoğunluk okuyucumuz, erişkin insanlar. Ben daha da gerilere gidip, ilk anımı anlatmak istedim bu yetişkin insanlara.. Çocuk ruhunun kırılganlığı üzerine..
1972 yılı, İlkokulu yeni bitirmişim, ve o zamanlar tüm ege bölgesinin en aranan okulu olan okulumun sınavlarına girip, kazanmışım.. Bu öyle bir arzu ki, o zamanlar, hani şimdinin ODTÜ, Boğaziçi'sini kazanmaktan farksız bir başarı ve istek.. Ailecek Mersin'de oturuyoruz. Bir seçenek de Tarsus Koleji, orayı da kazandım, hasb el kader.. Ama, geçmiş Fethiye yıllarından kalmış bir koşullanma ile, 'ben yatılı okurum.. zaten biz Nazilli'liyiz, eninde sonunda döneceğimiz yer Ege'dir' deyip, tercihimi İzmir'deki okulumdan yana kullandım. Bu durumda, kaçınılmaz olan şey, benim 'daimi yatılı' denen, o pek de kolay olmayan yolu seçmemdi..
Daimi yatılılık, zor sanatmış.. Hadi, hafta içinde, zaten çoğunluk yatılı.. ama hafta sonlarında, okula o kadar az insan kalıyor ki.. Çocuk.. buruluyor.. Anne sevgisi, ilgisi, aile ortamı olmaksızın, bir terk edilmişlik duygusudur.. yakıyor yüreğini o küçüğün...
İlk gün, okula gidip teslim edilme zamanı geldi.. Annem, babam ve ben.. Okulun yolunu tuttuk.. O zamanlar, araba falan... nerdeee.. Herhalde, içinde eşyalarım bulunan valizimi alıp, Bornova'dan, okula kadar olan 2,5 kilometrelik ağaçlı yolu, yürüyerek gitmişizdir...Sonra, annem eşyalarımı küçük metal dolabıma yerleştirdi, yatağımı yaptı.. Bir süre benimle birlikte oturdular okulun bahçesindeki bankta.. Veee.. ayrılık anı gelip çattı... Bir film karesi gibi gözlerimdedir hala.. onların gittikçe küçülüp silikleşerek yitip gidişleri.. geri dönüş yolunda..
Dev gibi binalar.. küçücük bir çocuk ve yapayalnız olmak hissi... Tanıdığın hiçkimse olmaksızın.. orada kalakalmak.. Ve, bakmak, çaresiz ve zavallı bir hayvan gibi, annenin, babanın arkasından.. uzaklaşan siluetlerine..
Hava kararmakta.. Bir 'mütalaa' lafıdır sürüp gidiyor diğer çocuklar arasında.. Allahımmm ... Nedir bu? Ne demek? Hiç duymamışım..
-Mütalaa var mı?
-Bilmiyorum..
-Mütalaa var mı?
-Sanmam, yoktur herhalde...
İyi de ne konuşuyor bu büyükler? Ne demek istiyorlar?
Sonunda, yemek vakti geldi.. İlk gün, öğrencilerin çoğu yok.. Üç beş masaya servis konulmuş.. Sırayla alıyorlar çocukları içeri. Ben de girdim sıraya.. Tam ilerlerken sırada, birden, aniden, kesinlikle beklemediğim bir şey oldu.. Bu koca okyanusun içinde, tutunacak bir dal gördüm..İlkokul 4. sınıfı birlikte okumuş olduğum ve çok sevdiğim bir arkadaşımı.. Soner Olgun!! (bilenler bilir, iyi sazcı, iyi türkücüdür şimdi) Hemen sırayı falan unutup koştum yanına.. Bir yıldır görüşmemişiz (ben Mersin'e gitmiştim çünki, son sene) Sarılıp öpüştük.. Konuşmaya başladık ayak üstü. Tam bu sırada, bir gürlemeyle irkildik!
-Ne diye sıraya girmiyorsun! Orda laklak etmeyi bırak!
Baş muavindi bu.. Korkunç suratı ve sıtma görmemiş sesiyle gök gürültüsü gibi gürleyen.. Yaprak gibi titreyerek korkudan, kırık kanatlı bir kuş gibi döndüm sıraya, zaten küçük olan bedenim daha da küçülmüş olarak.. Yerin dibinden doğru, sürünerek gittim masaya ve kolaycacık yedim yemeğimi.. yutkunarak!!!!
Yemekten sonra buluştuk Soner'le.. Uzun uzun konuştuk.. Mütalaa, her neyse bu, yokmuş! Hava karardı.. Saat 10 civarı.. Yatma vakti.. Gittik yatakhaneye.. Usulca.. Soner yandaki odalardan birinde kalıyormuş.. Tüm yataklar bembeyaz, yapılmış anneler tarafından.. Cefakar, gönlü yaralı anneler.. Sohbete orada devam etmeye karar verdik.. Ben, pijamalarımı giyip yan odaya gidicem. Soner'in orada sohbet edicez.. Girdim benim odaya, oda dediğime bakmayın, yaklaşık 8-10 ranzanın sığacağı boyutta bir mini koğuş aslında.. İçeri girdim ki.. ışık yanmıyor.. Ama, bir çocuk karaltısı var.. Sırtı kapıya dönük.. Oturmuş bir yatağın üzerine.. Sessizce, öylece oturuyor karanlıkta, bir başına.. Zavallı bir köpek yavrusu gibi.. Çökmüş omuzlarıyla.. Sanki, tüm dünyanın yükü o anda onun üstündeymişcesine.. Gittim yanına.. Tanıttım kendimi.. ve
-Ben, yan odada bir arkadaşım var, onun yanına gidicem, sen de gel.. Orada oturur sohbet ederiz.. dedim.
-Olur. Dedi sadece. Geldi peşim sıra..
Üçümüz, koca binadaki belkide yegane üç çocuk.. Oturduk üst yataklardan birinin üstüne.. Ve başladık, üç çocuk kendilerini eylemek için ne konuşurlarsa onları konuşmaya.. Fıkralar anlattık, güldük, zıpladık ranzaların üstünde.. Ranza, bize yeni bir fikirdi, değişik de gemişti.. Sonunda, yorulup tekrar oturduk ranzanın üstüne.. Ve gene fıkralar anlatılmaya başlandı.. Artık saat herhalde 12 civarına gelmişti.. Ve üçümüz de, gülerken anlatılan son fıkraya, kahkahalarla.. Birden, kim başlattı, nasıl oldu bilmiyorum.. Hep birlikte.. hıçkıra haykıra, ağlamaya başladık.. Ama ne ağlamak.. Herhalde, en sevdiğini yitirenler, ağlamamışlardır bu kadar içten, bu kadar uzun.. Ne kadar ağladık, bilmiyorum.. Sabah uyandığımızda, her birimiz, birer yatağın üzerinde, öylecene uyuyup kalmış olduğumuzu anladık...
Ertesi gün, Nazilli'ye telefon ettim.. Halam çıktı karşıma:
-Hala!
-Ne var oğlum?
-Annemler nerde?
-Çarşıya gittiler..
-Hala onlar ne zaman dönecekler Mersin'e?
-Yarın sanırım.. Neden?
-Hala.... ben... hiç sevmedim bu okulu.. Yapamıycam burada, sen söyle onlara, gelip beni alsınlar..
-Tamam oğlum.. konuşurum..
deyip kapattı halam.. Ama sanıyorum, annemi üzmemek için, söylememiş o gün bu konuşmayı.. İyiki de söylememiş.. Ertesi gün, binbir güçlükle tekrar bağlattım Nazilli'yi..
-Hala!
-Ne var oğlum?
-Hani ben sana demiştim ya annemler gelsin diye..
-Evet?
-Ben alıştım! Gelmesinler....
Böyle işte...
aaltan@superonline.com
|
GEÇ KALMIŞ BİR TAVIR
( Paslı demire tırnak sürtülerek okunur)
Geç kalmış vaktinde çalamamış bir saat gibi bir tavır seninki dedi bana. Şimdi olması çok saçma. Anlamadım, boş nazarlarla kahverengi gözlerinin içine baktım yada öyle yaptığımı düşünüyorum. Yine bir şeyler yumurtlayacaktı.
Geç kalmış bir tavır, benden sıkıldığını, bıktığını önceden söylemeliydin, her şey apaçık olurdu o zaman. Ne yaptın oysa, bekledin, şimdi de anlamı olmayan konuşma balonları üretiyorsun, hiç bir şeyin belirgin olmaz mı senin.
Ne diyorsun sen diyemedim. Neden diyorsun da. Neden benden bir şeyler beklediğini anlamış değilim. Kendi içindekileri dışarı çıkartamadığını anlıyorum ama bunda benim payım ne onu anlamıyorum. Niye beni seçtiğini de.
Şöyle de, böyle de, möyle de, olmasaydı, şimdi bunu demezdim, sende böyle demeseydin öyle olmazdı, sen onu o şekilde yapmasaydın bu şekilde kalırdı Dim, din, dinler.. Aslında şu halde...bak şunu şu şekilde .. Cevap versene, dürüst ol..
Hoppala, anlamıyorum kızım seni diyorum, tavrım bu benim, duruşum, sen geldin, gittin ya da kaldın ama ben hep aynı yerdeyim, sen değil başkası da gelip gidebilir veya kalırdı. Senin farkın ne ki onlardan. Beni suçlaman niye. Diyemiyorum. Çünkü çok tembelim, en azından sunturlu bir küfür savurabilirim ona ama yapmıyorum, sadece bakıyorum falan. Gözleri çakmak, çakmak, öfkeli, gıdığını sarkıtmış, suratı asık. Gülmek geliyor içimden .. Canım bulaşık suyu içmek istiyor, o suya sokup kafamı, kendime gelmeliyim. Sesi bulaşık suyunun içinde boğulup gider belki.
Geç, geç, keşke daha önce, ben farklıyım, farklıyım, farklıyım diyor, takıldı plak gibi. O anda aklıma bir tekerleme takılıyor; değilsin, değilsin, değilsin, oh ya değilsin.
Sonra işlere dalıyorum, o aklımın en ücra köşesine bile gelmiyor. O iş, bu iş derken, onun işi bunun işi derken, zaman ooo bir geçiyor, pir geçiyor.
Gurur Asi
|
GİZ
uyanıverdi içimde yalnızlık
ve hep terk edişler aklıma gelen
hoyrat ve hırçın bir rüzgâr
çıksa da siliverse
içimdeki yanlışlıkları
kararsızlık ve karamsarlık
arasında gidip gelen
saatlerde öylesine bir
sis çöktü ki üzerime
kayboldum
hiç kimse bilmedi ve
zaten kimse de merak etmedi
kahroluşlar yankılanırken boş odalarda
-ben daha sonradan farkına vardım-
uykusuzluğun mahmur gözlerle
bana baktığının
belki de daha çok şeyler vardı
farkına varamadığım
silik ve yitik ezgileri anıların
şimdi başka bir platformda duyulmakta
ve bilinçaltının engin saklayıcılığında
daha loş bir hal almakta
uzakta bir flüt sesine karışmış
dalgaların kıyıya vuruşları
zaten yosun tutmuş gözlerim
açılmamakta kararlı
uyandım
gerisi bilinmeden görülmeden
yarım kaldı
Önder Sayan
..........<>..........
SESİN KALDI
gittin
sesin kaldı gözlerimde
gözlerimde gözlerini anlatacak
bir tek kelime
sesin kaldı
gittin
şimdi ıssız yollarda
bir ıslık düşer peşime
korkutur
ama
saf ve yalansız
gittin
yaz akşamlarını andıran
terli sürahiler aklımda
aslında erkendi daha
ayrılığa alışabilmek için
gittin
yüzüme yüzyılların özlemi
esrik bir aşk devam etmekte
ve yaşamın arzuları
ve sesin gözlerimde
gittin
masanın üzerinde bir gözlük
çekmecede bir kalem gibi kaldım
kırık bir oyuncağın hüznü
içimde
ta en derinlerde
gittin
geçmişin karanlık körfezinin üzerinde
beni aydınlatan
abajurun lambası sönüverdi birden
sonrası
serseri rüzgârlar içinde
koyu ve demli bir karanlık
gittin
bana üzülme deme
biraz terminal
biraz yol şeritleri...
gerisi benim düşlemimdir
gittin
şimdi aklımdan
notaları eksik ezgiler geçmekte
ama gözlerimde
gözlerimde hep aynı melodi
sesin kaldı
Önder Sayan
|
|
Kurbağa
Hoş bir bayan, uzunca bir yolculuktan sonra oteldeki odasına çekilmiş, yatmaya hazırlanırken, birden komidinin üzerinde duran kurbağayı görünce irkilmiş, korkmuş, derhal resepsiyonu arayarak:
-Odamda bir kurbağa var hemen gelin
-Efendim o kurbağa özeldir ve bayanları mutlu etmek için odaya konmuştur,denemek isterseniz, bacaklarınızın arasına koyun.
Kadın şaşırmış, ama merakta etmeye başlamış, denemeye karar vermiş,kurbağayı bacaklarının arasına koymuş...... Kurbağada hiç hareket yok...
Tekrar resepsiyonu aramış;
-Bu kurbağa anlattığınız şeyi yapmıyor ??
-Hemen geliyorum demiş adam.
İçeri girdiğinde bayan yatağın üzerine uzanmış halde merakla beklemekte, adam kızgın bir sesle kurbağaya seslenmiş;
-Bak son kez nasıl yapılacağını gösteriyorum ona göre.........
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.emekli.gov.tr/
Genel olarak 8.9.1999 tarihine kadar Sandığımız iştirakçilerinden kadın ise 20, erkek ise 25 fiili hizmet yılını dolduranlar istedikleri tarihte yaş kaydı aranmaksızın emekliliğe hak kazanabilmekte iken “Sosyal Güvenlik Reformu” olarak bilinen... Emekli sandığı tüm mevzuat bilgileri.
http://www2.thy.com/webapp/troyaonline/tr/schedule.jsp
THY uçaklarının tarife bilgilerini online olarak öğrenmek ve istediğiniz gün / saat bilgisine göre bilet satın almak bu kısayol ile mümkün. Hatta uçuş esnasında size yapılacak yemek servisi içi menü bile seçebiliyorsunuz.
http://www.fotografya.gen.tr/
Hiç ummadığınız anda karşılaştığınız ve genellikle sadece hafızanıza kazıyabildiğiniz görüntüleri resmedenler yani fotoğrafçılar... Bir sergide buluşmuşlar ve sanal sergi olarak karşımıza çıkmışlar. Fotğraf makinalarını yanlarından ayırmayanların sergisi.
http://housecall.trendmicro.com/
Bilgisayarınızın virüs kontrolünü online olarak ve herhangibir ücret ödemeden buradan yapabilirsiniz. Yine de siz en iyisi kendi kontrolünüzde olan bir virüs programı kullanın.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
AIDA32 v3.2 [1.5M] W9x/2k/XP FREE
http://www.aida32.hu/aida32.php
Böylesi bir programın bedava olması gerçekten ilginç. Bilgisayarınızla ilgili tüm sistem rapor ve benchmark'ları alabildiğiniz. Sonuçları istediğiniz formatta saklayabildiğiniz bir program. Böyle bir programa ihtiyaç duymak için biraz işten anlıyor olmak gerekirse de, her eve lazım bir program. Akıllanıp parayla satılmaya başlanmadan önce yükleyin derim.
Fantomax v0.5 [234k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105387
Mp3 leri çalarken üzerinde oynayıp yeni sesler elde etmeye olanak sağlayan bir program. Real-time DSP efektleri kullanan programla aynı zamanda internet üzerinden radyo dinlemeniz ve bunları efekt olarak mikslemenizde mümkün. Hoşunuza gideceğini umuyorum.
|
|
|