KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız

Manilerimiz

FORUM ALANI

İLETİŞİM PLATFORMU

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?
467254


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Handspring Treo Communicator
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 157

 29 Kasım 2002 - Kendinize iyi bakın...


Merhaba dostlar,

Evet, bayram temizliğine girişmeden önceki son sayımıza geldi sıra. Dün yaptığım duyurudan sonra tek bir kahveci aleyhte oy kullandı. Demek ki ezici çoğunluk bu tatili olumlu karşılıyor. Kahve Molası adına sizlere teşekkür ederim. Ayrı kalacağımız 9 günün sonunda karşılıklı dinlenmiş olarak birbirimize kavuşmayı umuyorum. Lafı fazla uzatmadan sahneyi 5 güzel yazıya bırakmak istiyorum. Ancak ayrılmadan evvel, Pascal'ın muhteşem golünü alkışlıyor, Kara Kartal'a rövanşta başarılar diliyorum. O ne güzel goldü yahu...

Kahve Molası tatile giriyor ama ben bilgisayarımın başında olacağım. Mesajlarınızı ve yazılarınızı bekliyorum. Biraz erken olmakla birlikte hepinizin bayramını kutluyor, esenlikler diliyorum. Kendinize iyi bakın olur mu?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Medyatik : Selcan Lafçı


Bayram Gezmesi

Her bayram öncesi böyle olur. Bir kaç günlük tatilin hayali sarar hepimizi. Yola çıkmadan önceki beş on günü, bu hayalle pek mutlu geçiririz. İşte şu anda da o mutlu günlerimizdeyiz. Çarşamba günü köye gidiyoruz. Özlem öyle çoğaldı ki içimizde, aradaki üç beş günü bekleyemiyoruz, hepimizde bir heyecan, sormayın yani...

Bursa üstünden gideriz büyük ihtimalle, kesin Susurluk'ta yemek-ayran molası veririz. Balıkesir'den çıktıktan sonra havaya tam gireriz. Çünkü zeytin ağaçları çoğalır artık. Bir de güneş varsa zeytin yaprakları ışık oyunları yaparak karşılar bizi. Aaaa Havran'a gelmişiz derken, işte Edremit'in Yunus Emre Parkı. Bu parkta envai çeşit çiçek vardı bir zamanlar, hala öyle mi acaba? Edremit'ten çıkmadan ekmek alalım. Bundan sonra yolumuz kısa. Ana caddeden bizim köye giren yol 3 km uzunluğunda, iki yanı zeytinlik, dümdüz bir yol. Tam karşıda köyün camisinin minaresi görünür, daha ilerde Kaz Dağları. Yolda düz ilerlerken dağlar geri gidiyor gibi görünür her defasında. Bunun dışında her yer, her zaman yeşil zeytin ağaçlarıyla kaplı. Bu yolda heyecan artar iyice. Çocuklar plan yapmaya başlar. En küçüğümüz, yeğenim Deniz başlar bizi hazırlamaya: "Şimdi ben önden gidip bahçede saklanıcam. Siz kapıyı çalın, babaannem beni sorunca getirmedik deyin. Ben o sırada bağırarak ortaya çıkıcam. Babaannem çok şaşıracak." Her köye gelişimizde bu yaşanır. Eskiden benim oğlum yapardı bunu. O büyüdü, sıra Deniz'de. O da büyüyünce diğer yeğenlere sıra gelecek. Yeter ki köyde bizi bekleyen bir babaanne olsun...

İlk gün evde geçer. Evin ve bahçenin her köşesini gezeriz, son gördüğümüzden beri bir değişiklik olmuş mu diye. Sonra meyva ağaçlarını yoklarız. Şimdi mandalina zamanı, narları kaçırdık. Belki ağaç üzerinde kalmıştır bir kaç tane. Kimbilir? Bu sene kayısıya da yetişememiştik. Figen kesin İstanbul'dan kestane getirmiştir. Akşam sobanın üstünde pişirilecek. Bir ara çayın yanına inilir, yerlerdeki çınar yaprağı yığınlarının üzerinde koşulur biraz, sonra çayın kıyısında yürüyüş yapılır. Bir ağacın altında mola verip, sadece akan suyun sesini duyarak, kimbilir kaç yaşındaki çınarların üzerinde sincap görmeye çalışırız. Sonra mutlaka 750 yaşındaki o tarihi çınarı ziyaret ederiz.

Bayramın birinci günü köyde hep olduğu gibi erkenden kalkarız. Kahvaltı uzun sürer. Çocuklar televizyonun başına geçer, kahvaltılarını çizgi film eşliğinde koltuk üstünde yaparlar. Masaya bağlı kalmadan, tüm şımarıklıklarıyla yaparlar bunu, bilirler çünkü annelerin otoritesi yoktur artık, babaannenin herşeye peki diyen kuralları almıştır onun yerini.

Kahvaltı üstü kahve saatinde gezi planı yapılmaya başlanır. Tüh Edremit pazarını kaçırdık, çarşamba günüydü. Olsun, Edremit'e mutlaka gidilecek, ara sokakları bir kere daha gezilecektir. Bir akşamüstü de Altınoluk'ta şu geçen defa keşfettiğimiz deniz üstündeki yerde bir iki tık alırız. Cunda'ya gene gidelim mi? Geçen defa hava çok soğuktu, yer bulamamış, epey dolaşmıştık. O sırada babaanne uyarır: " Yengenlere uğramanız lazım. Önce onlara gidin, sonra çıkarsınız." Babaannenin kuralları bizim için de geçerli olduğundan çoluk çocuk yengemize bayram ziyaretine gideriz. Ev baklavası eşliğinde kahvemizi içeriz. Çocuklara bayram harçlıkları verilir, alınır. Mustafa Abi bu sene zeytinin nasıl bol olduğundan bahseder. Israrla ağacından onbeş gün önce toplanmış, kırma zeytin ikram eder. Biraz da köydekilerden konuşur, ayrılırız.

Yolda gördüğümüz herkesle bayramlaşarak eve geliriz. Annemin kapısı hiç durmaz, köyün tüm çocukları el öpmeye gelir. Bunun için biriktirdiğim bozuk paraları ve de şeker almayı unutmamam lazım.

Gezi planlarımızı aynen uygular, belki bir iki yeni yer keşfederiz. Annem mutfaktan çıkmaz, puf böreğinden nohuta, mercimekli köfteden dolmaya sevdiğimiz tüm yemekleri bu beş güne sığdırır. Biz de bahçeye iner, maydonozları naneleri sular, yabani otları yolarız. Hava güzel olursa balkonu yıkar, vaktimizi orda geçiririz. Olmazsa ne gam soba başında toplaşırız.

Nasıl olduğunu anlamadan tatil biter. Zaten daha ilk geldiğimiz gün çocuklarla birlikte sayarız: "Dört gece yatacağız, uyanınca yola çıkacağız." Son akşam annemin yaptığı kavanoz kavanoz reçelleri çantamıza koyarız. Bu kavanoz konusu çok önemli. Hepimiz kavanozları köye geri getirmek zorundayız. Annemin kesin kuralı bu. Her köye gelişte boş kavanozlar gelir, reçel, salça dolu kavanozlar gider, bu yıllardır böyle. Yengemiz bu yılın ürününden zeytin ve zeytinyağımızı verir. Geldiğimizden daha yüklü, dönüş yoluna çıkarız. Annemle "Ay iki kelime konuşamadık" diye doyamadan ayrılırız. O her seferinde olduğu gibi bahçe kapısından el sallar bize. Dönüşte herkes suskun olur. Sonra biri, iki ay sonraki bayramı hatırlatır, hangi güne geldiğinin hesabını yapmaya başlarız. Bursa yoluna girdiğimizde neşemiz yerine gelmiştir artık.

Evet Çarşamba günü yola çıkıyoruz. Heyecandan yerimde duramıyorum.

Tüm Kahve Molası tiryakilerine iyi bayramlar dilerim...

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Siniri alınmış adamlar

Merhaba dostlar,

Benim gibi hayatı kaymış erkeklere soruyorum "sizin de hanım benimki gibi, sizi zorla alışverişe götürmeye kalkar mı?". Eğer öyleyse Allah hepimize sabır versin. Sizinkini bilmem ama benimkinin alışverişi düşman başına. Bir de çekiştire, çekiştire filika gibi yanında beni taşır. Ona "yahu kadın, git ne istersen al, aldığına harcadığına karışan görüşen yok, bir de beni götürme" diye söyleniyorum ama ne mümkün, ağzımdan giriyor burnumdan çıkıyor, nazlanıyor, sızlanıyor üç seferden birinde beni de yedeğine alıyor. Söylemeye gerek yok bu alışveriş işinin "alış" kısmını hanım "veriş" kısmını ben yapıyorum, valla itirazım yok, yeter ki beni götürmesin.

Bahsettiğim alışveriş öyle Migros'a falan gitmek değil, onu ben de seviyorum, ben hanıma, çocuklara elbise, ayakkabı falan almak için yapılanından bahsediyorum. Ben zaten kendime pek bişey almam, ara, sıra bu alışverişler sırasında hanım tezgahtarla bir olup bana zorla bir şeyler alır. Zaten bu emrivaki işlere tepem atıyor. Hele o tezgahtarlar yok mu, hanım bana " Hüsam üstünde başında bişey kalmadı" diyor, tezgahtar hemen "yaa Hüsam bey, üstünüzde başınızda bişey yok size de verelim bir elbise" diye atılıyor. Deyusa bak sen, sanki bizim elbise dolabında yaşıyor da biliyor, neyim var, neyim yok. Bir gün sopalıycam birini ama bakalım ne zaman.

Geçenlerde bir gün seninki tutturdu "kendime kumaş alacam, sen de gel" diye. Bizim hanımın dikişe meraklı olduğunu daha önce anlatmıştım Bu sefer komşunun düğünü mü varmış ne, kendine bir elbise dikmeye karar vermiş, gidip kumaş alacak, Hüsam da giyim, kuşam ve de kumaş uzmanı ya, o da gelecek, "etme, eyleme" dedim dinletemedim, çaresiz çıktık. Bilenler, bilir Galatasaray civarında kumaşçılar, düğmeciler, böyle tuhaf şeyler satan dükkanlar vardır. Hep şaşarım o dükkan sahibi, fırça bıyıklı adamların, karılarla bir olup, düğme, dantel, fisto üzerine kırıla, döküle konuşmalarına, bana göre iş değil yani. Zaten karı milletine bişey satacaksan sinirlerin sağlam olacak, öyle hemen bir dakkada çözülmeyeceksin, velhasılı kelam bu iş zor zenaat.

Neyse, kalktık o civarda bir kumaşçıya gittik. İçerde tezgahta üç tane adam var, arkalarında da tavana kadar dizili top, top kumaşlar. Bizimki başladı adamlarla anlamadığım bir dilden, "etamin, metamin tek en, çift kat, bok püsür" diye konuşmaya. Can sıkıntısından dükkanı, adamları incelemeye başladım. Dükkan belli ki eski bir mekan, boydan boya kumaş dolu, arkada da depoları var, maşallah Allah daha çok versin. Esas adamlar hayret-i şayan şahıslar. Bizim hanım taa tavana en yakın bir kumaşı parmağıyla işaret ediyor "şu nasıl bişey acaba" diye, adamlar hop fırlıyor, o kumaş topunu, onun altındakini, üstündekini bir çırpıda indiriyorlar, hemen tezgahın üzerine patır, patır açıyorlar. Bizimki "o nasıl, bu nasıl" dedikçe tezgahın üstü kumaş doldu. Evden çıkmadan hesap yaptı biliyorum, en fazla iki, üç metre bişey alacak ama önüne en az 20 top, toplam 100 metre falan kumaş açtırdı. Bir an düşündüm, benim dükkana biri gelecek "araba boyatıcam" diye, böyle bizimki gibi boya kutularını indirtip tek tek açtıracak, vallaha sopayla kovalarım. İçimden "bu işin sonu kötü, bu kadar uğraştırıp sonunda iki metre alırsak bu adamlar bizi kesin döver" diye düşünmeden edemiyorum, hani az dövsünler diye de, cıgara tutarak "yaaa, havalar da çok güzel maşallah" diye muhabbet ederek adamlarla yakınlık kurmaya çalışıyorum

Bizim hanım adamları hırpalayadursun, dükkana kara çarşaflı karılar geldi. Ellerinde bir düğme, onun renginde kumaş arıyorlar. Ulan sizin neyinize rengarenk kumaş, alın 10 metre karga siyahı kumaş tamam, hem düğmeye göre kumaş arandığını da ilk defa duydum. Sanırım bu adamlar için hiçbirşey tuhaf değil, o karılarla birlikte sokaklara çıkıyorlar, düğmenin rengine bir de dışardaki ışıkta bakıyorlar. Top, top kumaşları indiriyorlar. Karılar "bu olur mu acaba" dedikçe, şık diye göt ceplerinden bir makas çıkarıyorlar, hemen şak, şuk kumaşın ucundan iki parmak eninde kesip numunedir diye veriyorlar. Ulan böyle her düğme getirene iki parmak versen dükkanda mal kalmaz. Karılar sonunda hiç bi şey almadan gitti, bizim adamlar da kapıya kadar uğurladı "güle, güle yine bekleriz" diye. Yok kardeşim, bu adamlar kesin anormal, böyle müşteriye "yine bekleriz" denir mi? Belli ki bunlar doğrudan "Çaputlu Baba" türbesine falan gidecekler, düğme bahanesiyle yürüttükleri kumaşları bağlamak için.

Baktım bizim hanıma, belli ki bişey almayacak, "rengi de içime sinmedi, sonra geleyim" falan deyip duruyor. Hemen müdahele ettim, "olur mu ya, beyleri o kadar uğraştırdın" diye, beyler hiç oralı değil "ne demek efendim, bir daha ki sefere inşallah" diyorlar. Kesin bu herifler bu işe başlamadan gittiler, bir yerde sinirlerini falan aldırdılar, bu işi kim yaptıysa da eline sağlık, pamuk gibi olmuş adamlar. Bu sefer adamlara resmen acıdım zorla hanıma bir şeyler beğendirdim. Adamlardan biri "size de verelim bir takımlık" deyince hiç ikiletmedim, bir takım elbiselik kumaş da kendime aldım, bizi kapıya kadar uğurladılar. Çıkınca hanım, "nooldu Hüsam sana, sen böyle alışveriş yapmazdın" dedi. Ben de "valla hanım, ne dersen de, adamlar işlerini biliyor" dedim, hala da öyle düşünüyorum.

Selam olsun, ayrıca kolay gelsin hanımıyla alışverişe gidenlere ve onları götürenlere.

Hüsamettin Gezer

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


NE DİYORDUM?

Oradan buradan birşeyler diyordum ve sevgili "editör" bütün de(ne)meye durduklarima "şifaci kahveci" dedi... O halde, bu minval üzre devam edelim.

Yemin billah, şifacılık ciddi zor iş! Zorluğu karmakarışık bir mevzu olmasından geliyor ileri. Ha bir de su "kahve" içememek var ya. Var. "Kelin merhemi olsa" misali.

Hani gerçekten, bazı zaman (çoğu zaman değil) gerçek bir "şifacı" olmayı istedim. Olamadım gitti! Denedim mi de olamadım.? Yok vallahi, denemedim bile! Vakit olmadı, anlarsınız ya! Belki bir "ikinci bahar"da. Muhayyileye yazdım şimdi.

Yine bir "bizim oğlan" hikayesi size, siz okuyana misal.

Yıllardan bir geçmiş yıl. Dokuz yüz doksanlar. Zannetmeyin ki o kadar geçmis, "Ha simdi geçmiş" sadece. İllerden An(a)kara. Tanımlı zamanlardan bir zaman An(a)kara'da, doğalgaz donüşümü. Kadınlardan taze anne. He(kim)lerden? Sorgu sual edile!

Uzun lafın kısası, bizim oğlan sabahın en köründe "fırından yeni çıkmış Memoş" şeklinde zehir zemberek ateşle firlamış yatak mahallinden! Buyrun buradan (yakın)!

Evde değme inşaat ustaları, o oda senin bu oda benim kazar dururlar ortalığı. Ortalıkta metre metre borular incesinden ve sorular "Taş altından mı taş üstünden mi geçsin borular?" şeklinde. "Hangisi abla, soru mu yoksa boru mu?" deseler bana, nerelere kaçacağımı bilemeyecek haldeyim. Yetmiyormuş gibi, bizim oğlan "Şu şu şu" şeklinde birşeyleri işaret etmeye çalışıyor fırından yeni çıkmış gövdesinin üzerinde. Tam bir kaos anlayacaginiz. Sorular ve borular evi ısıtacak, çeşmeden akan suyu ısıtacak, aşı ısıtacak, pişirecek... Ama gelin görün ki bizim oğlanı da soğutmak gerekiyor hemen. Ateş vurmuş kırklara. Ustalardan biri, "Abla, bu oğlan kaşınıyor" demez mi tam o sırada! "Sana ne lan!"ı çakmışım bir anda (Sonra nasıl utandım bu çakışımdan anlatamam). Soydum çocuğu çırılçıplak. "Dolan oğlum, işeyeceksen işe ortalığa, çimentoya su olur, bu da ustana harç olur" halindeyim. Ki, o da ne? Oğlan essah kaşınıyor bir noktasında gövdesinin. Ve daha şiddetli bir "O da ne!" çıkmış ağzımdan. Bizim oğlan çiçek açmış!

Aldım başımı gittim uzaklara. Uzak dediğim, kırmızı-beyaz damalı örtü örtülü mutfak masası ve bir ince belli demli çay. Kapandım kafama. Kendime "Sakin ol be güzelim!" sessiz naralarıyla. Sakin oldum önce bir güzel. Düşündüm. Ev, su, aş ısıtılacak doğalgazla, oğlan soğutulacak çıplaklıkla, gerektiğinde soğuk su veya buzla. Kazmalardan çıkan toz tozutulacak dışarı. Öğlene ustalar doyurulacak makarnayla. Derken dank etti kafama. Bizim oğlan su çiçeği! Diyorum ya buyrun buradan (yakın)!

Şimdi bir çiçek, akşama bin çiçek! Kaptım başımı uzaklardan, bir telaş, bir akıl vardım yakınlara. Bizim oğlan işeyip durmakta etraflara. Zevkten dört köşe al al yanaklarıyla. Verdim eline biberonunu, başladı cokcoklatmaya. Başladım ben de akşama hazırlanmaya sabahın bu köründe: Amanin de amanin... Memoş çıkmış fırından... Öcüler çıkar burnundan... Bilin bakalım, anne ne getirmiş çarşıdan... Hiç sormayın nasıl da nasıl saçmaladığımı. Memoş'un tındığı yok, cokcokcok yapışmış biberonuna. Bir eli de ilk çiçeğinde. Bende devam: Aman da aman, neler olmuş böyle... Memoş çiçek açmış... Aman da aman.... Zıvanadan çıkmışım artık. "Memoş çiçek açmış" naramla birlikte oğlan, attı biberonu elinden. Pür konsantrasyon göbeğindeki çiçeğe. Durumla hayli uyumsuz bir durum halinde, ana-oğul pek bir sevinçliyiz. Eller falan çırpıyoruz, hani mümkün olsa ayaklar da çırpılacak, "Memoş çiçek açtı" diye. Memoş çiçek açtı açmasına da, hangi çiçek, ne çiçek gel de anlat oğlana. Azıcık daha saçmalasam, oğlan tapınacak çiçeğine, akşama başına gelecekleri bilmeden. Nasıl bilsin ki garibim? Akşama başıma gelecekleri bilmeden. Nasıl bileyim ki, garibim?

Tek derdim var o anda, o da o günün akşamına bu küçük herifin çekeceği rahatsızlık, al al ateş. Kaşıntı kaşıntı olmaktan çıkacak, acı olacak ona. Durmadan bağırıp ağlayacak, sonra bitap düşüp en fazla bir iki saat kestirerek uyuyacak. Sonra feryat figan uyanacak lokal anesteziğin etkisi geçtiğinde. Yiyemeyecek, içemeyecek, hatta işerken bile cayır cayır yanacak orasında burasında açan çiçekleri. Sudan çiçekleri hem de. Yine biliyorum ki bütün bunlar bir kırk sekiz saat kadar şiddetle sürecek. Sonra durulacak. Durulduğunda da hiçbir çiçeğe el değdirilmeyecek ki, mikroplar üşüşmesin çiçeklerin başına. Ufff Ufff Ufff yani!

Bu derelerde, aralarda, doğalgaz tesisat ustaları sorularla borularda. Memoş çiçek açtı diye akrabalar bizim eve turlarda. Şifacı kahveci, henuz kahve içebildiği o zamanlarda kimbilir hangi sularda ve nasıl? (Ne asıl?)

Olan oldu akşama: Yani bir çiçek oldu size bin çiçek. Senaryo tamam. Oğlan bin perişan. Bir bana bakar, "Bak gözüme içime" misali, bir çiçeklerine bakar.

Düşünmüştüm o zaman. Bu oğlan büyüyecek. Okula gidecek. Hayat bilgisi, fen bilgisi, biyoloji falan öğrenecek. Bilmiş bilmiş laflar edecek, ben bilirimlenecek. Demiştim kendi kendime, "O zamana sakla be güzelim; bir yolunu bulur o zaman anlatırsın bizim oğlana açan çiçeklerini sudan."

Allah bana o günü de gösterdi, bin şükür! Mahallemizde yaşayan miniminnacık İlayda su çiçeği oldu geçenlerde. Koştur koştur gittim komşuya, bizim oğlanı da alıp. "Aman da İlayda da çiçek açmış" diye başlamamış mıyım lafazana? Durmadı oğlan, "Anne yaaa, ne çiçeği? Basbayağı su çiçeği bu!" diye. Durur mu hiç?

O sırada kaşın kaşın kaşınıyordu İlayda, ateşi kırklarda.

Böyle işte. Zamanla.

Sahi ne diyordum ben?

Bakalım.

Kalın sağlıcakla. Kalırsınız da.

ANur

 Şiir Gibi Kahveci: Ayşegül Tuğlu


MEKTUBUNUZ VAR...

Geçenlerde annemin çeyiz sandığını açmıstık havalandırmak için.Tam bir nostalji... Naftalin kokusu açar açmaz yayılmıştı odaya. Sandığın bir köşesinde bir zarf içinde eski püskü ,katlandığı yerlerden artık yırtılma noktasına gelmiş, yılların verdiği ihtiyarlıkla bir mektup duruyordu. Çocukken de görüyordum o mektubu. Annemin yıllar önce vefaat eden abisinin, askerdeyken kızkardeşine, yani anneme yazdıgı bir mektuptu. Annem hala saklıyor onu. O kadar samimi ve özenle yazılmış ki. Her sandıgı açısında okur, sonra ağlar durur.

Eskiden mektup tadında hatır sormalar varmış. Aylarca kimi evladından ,kimi anasından, kimi sevdiğinden habersiz. Umutla iki satırın gelmesini beklerlermiş. "İyiyim merak etmeyin sizlerin iki satırını beklemekle geçiyor günlerim" diyen. Ne kadar samimi değil mi?

Ben mektup tadını bildiğim için konusuyorum. İlk mektubum o kadar zordu ki. Bir başlasam gerisi gelecek diyerek iki üç sayfayı geçmiştim. Mektupta öyle tatlıdır ki okurken. Heyecanla yazarsın ne cok yazdım dersin. Ama okuyan için öyle mi? Bir çırpıda okuyuverir, tadı damagında kalmıştır. İki satır daha olsaydı diyerek bitirilir. Hele bir de özlemle beklediğin bir mektupsa o... Benim hala sakladığım dört beş senelik mektuplarım var. Aklıma geldikçe açıp okurum onları, okudukça o günlere giderim..

Sizler hiç mektup tadına vardınız mı? En son ne zaman yazdınız birilerine mektup? Posta kutunuza bırakılmıs bir mektubunuz oldu mu? Heyecanla, elleriniz titreyerek açmak bir mektubu okadar güzeldir ki. Siz de deneyin... Uzaklarda arkadasınız dostunu varsa yazın mutlaka, cevabı gelecektir.

Şimdi nerdeeee...!!!!! E-mail var ,chat var, telefon var. Öyle günlerce beklemene gerek yok sevdiğinin halini öğrenmeye. Telgrafın tellerine umut bağlamak yok. Hasret eskisi gibi dolu dolu yaşanmıyor. Teknoloji nimetinin geçmişte bıraktıklarından biri mektup. Büyüklerim daha iyi bilirler mektubun o zamanki değerini. Ben de birazcık anımsatmak istedim.

Mektubuma burada son verirken büyüklerimin ellerinden, küçüklerim gözlerinden öper, selam ederim. Beni unutmayın merakta bırakmayın. Kalın Sağlıcakla....

Ayşegül Tuğlu
aysegul_tuglu@mynet.com

 Köpüklü Kahve : Müge Ünal


Üçüncü Göz...

Sezgileriniz güçlü müdür? Bilmiyorum… Benim güçlüdür.. Hem de öyle böyle değil… Aslında ben her insanın önsezilerinin var olduğuna ama bunların ancak kullanıldığında gelişip büyüdüğüne inanlardanım… Mutlaka var içinizde bir yerlerde.. Keşfedilmeyi aslında akıllıca kullanılmayı bekliyorlar… Aralayın kapılarını, alıp çıkarın onları günışığına bakın neler olacak? Herşeyden önce kendinizi tanıyacaksınız… Şaşıracaksanız bu duruma çok hem de çok… Beni de çok şaşırttılar bugüne kadar… Hiç yanıltmamalarına şaşırdım en çok ama… Çok şaşırdım…

Ne muazzamdır değil mi? Daha yeni karşılaşırsınız biri ile, yeni tanışırsınız.. Gözgöze gelirsiniz. Aman yarabbi… Sinir olursunuz… Sinir olmak ne kelime hani fırsatını bulsanız iki de kafa atmak istersiniz şöyle okkalıca… Anlayamazsınız sebebini... Hatta kendinizden bile şüphe edersiniz.. Delimiyim ben ? Ya da içiniz kaynar… Kırk yıllık dostunuz gibidir. Ama yeni tanışmış daha yeni bulmuşsunuzdur değil mi? Nerdedirler ki bunca zamandır. Neden daha önce hayatınızda değildirlerdi ki? Aşk olsun yani…

Ne garip duygudur. İçinizden, yüreğiniz mi diyeyim beyninizin kıvrımlarımı bir yerlerden işte konuşur birileri... Güven, sev, bak işte ruh eşin der. Ya da sarsar seni, durma kaç der.. Ya da dikkatli ol. Huzursuz olursunuz. Nedir bu? İşte sezgilerinizdir, sizinle konuşan durmadan yorumlar yapan. İster sezgi deyin, ister altıncı his. Ya da üçüncü göz... Adı ne olursa olsun.. Ben güvenin derim...

Sezgileriniz de yanılmamak için gözlerine bakmalısınız insanların… Yaydığı elektiriği almalı tüm hücreleriniz… Dinleyin içinizden gelen uyarıyı.. Boşvermeyin ona… Boşverin kimin ne söylediğine ama asla ona boşvermeyin… Başkalarının bakış açısından değil kendi üçüncü gözünüzün bakış açısından bakın olaylara, insanlara… İnanın doğruyu söylecekler... Kimin için doğru olduğu önemli değil.. Sizin için doğru olacaklar. Bir de mantık mayasını katarsanız duygularınıza sırtınız yere gelmeyecektir asla.. Yanılırsam buradayım işte.. Veririm hesabını...

Sezgilerim sadece insanlar hakkında konuşmaz benimle… Bazen kararlarımda da onları dinlerim… Bazen alacağım halıda ya da gittiğim restorantta bile.. Evet evet yemek yiyeceğim yer için bile tutamaz çenesini yapar yorumunu… Ne alakası var demeyin şimdi bana… Sevmez ruhum bazen bulunduğum yerin havasını.. Sevmez ortamı… Beğenir tüm insanlar ama sevmez sezgilerim benim. Kalk git der burdan durma… Ne işin var canım… Bir de para vereceksin üstüne… Ruhum huzur vermez… Kalkar giderim.

Hele insanlarla olan ilişkilerimde en iyi danışmanımdır benim. İlk tanıştığımda, sinyaller gelir bana.. Hemen kesin kararımı vermesemde yol gösterir. Işık tutar yoluma.. Yol benim yolum değil mi? Gidebilirim de sonuna kadar beğenmezsem aniden dönerim de... Yanılmadım diyorum ya yanılttmadılar beni...

Teknoloji ile beraber ilişkilerin platformuda değişiyor. Daha farklı şekillerde de tanışıyoruz insanlarla. Bazen görmeden ki bence zor bir durum bu sadece yazışarak ilişki kurabiliyorsunuz insanlarla... Dünyanın bir ucunda ki bir insandan yardım isteyebiliyorsunuz. Arkadaşlarınız ile sadece yazışarak haberleşebiliyorsunuz. Bana en ilginç geleni teknolojinin bu nimeti ile kurulan arkadaşlıklar. Ben de tanıdım bir kaç insan bu şekilde... İlginçtir görmeden konuşmadan sadece yazılarından da insanlar hakkında fikir sahibi olunabileceğini öğrendim. Arkadaşlıklar, dostluklar kurulabileceğini... Hiç üç boyutlu görmesenizde o insanları yüreğinizde yer ayrılabileceğini... Üçüncü gözün sadece kelimeler üzerine kurulu bir ilişkide bile size mesajlar verebileceğini.... Sadece yazılarından tanıdığım insanlar ile karşılaştığımda hiç şaşırtmadılar beni... Tam düşündüğüm gibi idi hepsi... Sezgilerim yanıltmadı işte yine beni... Harika arkadaşlarım oldu bu sayede... Yanılmadım... Seviyorum hissedebilmeyi...

Açın sizde kapılarını... Çıksınlar dışarı... Güvenin en yakın dostunuza... Koruyacaktır sizi öcülerden ve hatta böcülerden...

Üçüncü gözünüz ile bakmaya başlayın.

Durmayın...

Şaşıracaksınız...

Müge Ünal
mugeunal@turk.net

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_32.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 2.818 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


ÖLÜM

Dudağındaki son kelime ölüm..
Hayatın sonbaharı.
Sararan Yaprakla gelen,
Belki bir yağmurla biten.

Sonsuz Boşluğa sürüklendiğin,
Bir uçurum kenarı ölüm.
Belki tam düşecekken,
Son anda kurtultuğun andır ölüm.

Kirpiğinden düşen son damla,
Bedenini ürperten ilk kelime,
Çıktığın son yolculuk belki ölüm.
Sonu vuslat olan...

Ayşegül Tuğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

BİR DÜNYA VARDI...

Bir dünya vardı ,
İçinde yalnızlık ,acı,sessizlik yoktu
Çocuklar körebe oynardı.
Sevinç çığlıkları duyardık orada.
Bambaşka bir dünya işte.
Bırakın bozmayın bu düşü,
Ben böyle mutluyum işte...

Ayşegül Tuğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

SEN

Öyle bir sen yarattım ki ben de
O benden öte ,senden öte
Her gece seninle uyuyorum
Her sabah önce sen giriyorsun
Odamdan içeri
İçimi seninle ısıtıyorum
Seni özümün gizinde saklıyorum
Bir çiçek misali
Hayallerimde süslüyorum seni
Umudumun güneşiyle ısıtıyorum
her gün biraz daha güzelleştiriyorum
Seni düşünerek
Öyle bir sen varki bende
O benim umudum yaşama sevincim
Benim mutluluğum
Ben seninle yaşıyorum

Ayşegül Tuğlu

 Biraz Gülümseyin


Oruç

Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş 'Evrim ne güzellikler yaratıyor!diye düşünüp mest oluyormuş. Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış. Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışında ayının daha yakında olduğunu farkediyormuş. Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki bir dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış, Tam vurmaya hazırlanırken adam "ALLAHIM! diye bağırmış. Bir anda zaman durmuş, ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş. Bir anda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık hüzmesi adamın üzerine parlamış. Çok derinden gelen ilahi bir ses adama;
"Yıllarca bana inanmadın,yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?"demiş.
Adam utanç içinde: Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık, ama belki AYIYI DİNDAR yapabilirsin." demiş
SES: peki " diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş. Nehir tekrar akmaya başlamış. Herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, iki pençesinide göge doğru çevirmiş, ve konuşmaya başlamış;
"ALLAHIM, senin rızkınla orucumu açıyorum, Hamdolsun bana verdiğin nimetlere...

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.brokensaints.com/
Eğer vaktiniz varsa ilginç bir hikaye sizi bekliyor "broken saints". Tamamen flash ortamında hazırlandığı için biraz görsel efektler iyi hazırlanabilmiş. Tek sorun her bölüm için seyretmeden önce yüklenmesini beklemeniz gerekiyor.

http://www.geocities.com/RainForest/Canopy/7488/
...Bu takada dostluk gördum, arkadaşlık öğrendim.Bu takada üniversiteye gitmeye karar verdim.Bu takada kavga etmenin inceliklerini öğrendim.Ben bu takadayken üniversiteyi kazandığımı öğrendim... Türk köpekbalığı avcıları.

http://www.webfxmall.com/fonts/index1.html
Windows içinde kullandığınız standart fontlardan sıkıldıysanız, buyrun size tamamen bedava bir kaynak. Önce görüp beğeniyorsunuz, daha sonra zip'li olarak indiriyorsunuz ve son olarak bilgisayar'ınızın control panel'inin font bölümünden yeni font olarak tanımlıyorsunuz.

http://www.termometre.com/
Hava durumunu bir çok web sayfasından alabiliyorsunuz. Ama bu sayfada bazı artılar var. İsterseniz tercih ettiğiniz bölgenin bilgilerini mail adresinize gönderiyorlar. Eumetsat uydusundan görüntülerde cabası...

 Damak tadınıza uygun kahveler


Sylpheed-Claws v0.8.5 [4.2M] W9x/2k/XP FREE
http://gnuwin.epfl.ch/apps/sylpheed/en/index.html
Sanıyorum Microsoft Office kullanalarınızın çoğu Outlook'u kullanıyordur, en azından denemiştir. Outlook Express'in eksik kaldığı pekçok yeri tamamlayan bir gelişmiş mail programıdır Outlook. İşte bu program Outlook tan esinlenerek hazırlanmış, ama çok daha az kaynak işini görebilen bir gelişmiş mail programı. Microsoft'a alternatif arayanlara önerilir.
http://kmarsiv.com/sayilar/20021129.asp 29 Kasım 2002 - ©2002-kmarsiv.com
istanbullife.com