|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 166 |
18 Aralık 2002 - Donanma Zamanı Geliyor |
Merhabalar,
Yılbaşı yaklaşıyor ya, beni de bir tasadır alıyor. Bunun bende epeyce açıklaması var ama size söyleyebileceklerim sınırlı takdir edersiniz. Bir kere hepinizin malumu, hediye mevsimi geliyor. Ama bu meret lüfer mevsimi gibi değilki atasın oltayı çıkanı sarıp veresin. İlla önce parayı denkleştireceksin, sonra hafiften sondaj yapacaksın, hani ne isterler? Ne makbule geçer? Ne alsam da geçen senenin intikamını alsam? gibi düşünceler tilki peşinde dolaşır durur kafamda. Yapılan listeler daima delinmeye mahkum çöp notlar olarak kalırlar. Küçük yavruları memnun etmek kolay. Gidersin toysarasa, alırsın bir sürü ıvır zıvır, günü geldimi dökersin ortaya olur biter. Amma büyük yavrular öyle mi? Az veren candan, çok veren maldan desen, bunu bir sen dinlersin. Kocaman almak istersin, fiyatları görünce cebine akrep girer. Sordun mu, "Yok canım birşey istemez, hiç zahmet etme" derler, almayınca da bir karış suratla geceyi zehir ederler. İşte şu aralar büyük yavruları ucuz yoldan mutlu etmenin yollarını arıyorum. Bir yandan da kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez diyerek, elimden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyorum. Anlıyacağınız işim zor. Yoksa diyorum, şu bizim klasik yılbaşı hediye operasyonunumu uygulasam? Hani şu, don operasyonu. Baylara boxer, bayanlara tanga, rengi de kırmızı uydurdunmu operasyon tamam. Dur bakalım, hafta sonu benim bit pazarını bir ziyaret edeyim. Operasyona uygun donanmanın yollarını arayayım bir yol.
Bir diğer tasa konusu, yeni yıl dilekleri. Son 5 yıldır her gelen yeni yıl bir öncekini fellik fellik arattığı için, ne dileyeyim bilemiyorum gerçekten. Iraklı olsam "Allah Saddam'la Bush'a akıl fikir versin" derdim. Kıbrıs Türkü olsam, "28 Şubat'a kadar iyi bir anlaşma" dilerdim. AK Partili olsam, "Elhamdülillah" der geçerdim. Ama sade vatandaş Cem olarak ne dileyeceğime bir türlü karar veremiyorum. Ben gene akıl fikir, sağlık dileyeyim en iyisi. Bu konular da bugüne kadar yaptığımız anlaşmalara bir helal gelmedi, bir zaman daha gelmez herhalde. Araya bir de para pulu sıkıştırayım, belki yanılıp şaşırıp, ben kulunu memnun etmek ister, kimbilir? Hoş pul dedik ya, tepeden kafama tavla pulu düşerse de hiç şaşırmam vallahi.
Efendim söz madem yılbaşı hediyeliklerinden açıldı, acaba diyorum, kahveciler birbirlerine hediye almak isterler mi? Hiç tanımadığınız birine hediye almak, ya da tanımadığınız birinden hediye almak hoş olur mu? Nedendir bilinmez, bir süredir durgunlaşan interaktif ortamı bir nebze hareketlendirmek adına bir kampanya düzenlemek geldi aklıma. Hani okullarda sınıfça yapılan hediye kurası vardır, işte aynen öyle. Kampanyaya katılacaklar bana isimlerini verecekler. Daha sonra katılımcılar arasında kura çekip, herkesi bir başkasıyla rastgele eşleştireceğiz. Daha sonra herkese hediye alması gereken kişiyi bildirecek ve hediyelerin yerlerine ulaşmasına yardımcı olacağız. Yanlış anlaşılmasın, burada amaç tüketim ekonomisini körüklemek değil, ortak paydaları "Kahve Molası" olan kahvecilerin birbirleriyle bir şekilde iletişim kurmasını sağlamak. Hediye deyince öyle gözlerinizi açıp bakmayın bana. Üst limiti 10 milyon lira olan minnacık birşeyden bahsediyorum. Bugün sizlerden bu konu hakkında yorum bekliyorum. Olur derseniz, alt yapıyı hazırlamak için herşeyi yaparım. Haydi bakalım bir düşünün. Bu fikri geliştirmek veya tamamen unutmak için yeni önerilere de her zaman açığım.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz AT KEKİ |
|
Hemen her genç kızın başına gelmiş olan, bir başarısız ilk kek pişirme deneyimi vardır bu hayatta. Bulduğunuz tarifi alıp kek yapmak hevesiyle mutfağa girmiş ve sebebini bile anlayamadan yerle bir olmuştur ilk kek yapma hayali.
İyi yemek yapmaya pek erken başlamış olmakla birlikte nedense kek pişirmek konusunda uzun zaman başarısız oldum. Tüm malzemeleri özenle hazırlar, herşeyi tam ölçüsünde koyar, tarife uygun sürelerle karıştırır, yağlanmış tepsiye döker, söylenen ölçülerdeki fırına atardım her seferinde. 'Şahane bir iş başardım' diye kendimle övünmem gereken herşey fırına henüz verilmişken, 'Şu mis kokan kekime bakayım nasıl olmuş' diye kapağını açar en çok kendime hayran bakardım eserime. Öyle bir kabarırdı ki kek, korkardım... Bu tepsi buna küçük mü ne? Aman allahım çok kabardı taşacak mı ne? Sorular dur durak bilmezdi aklımda. Bir mutfak bir salon arasında gider gelir, mekik dokurdum. 'Dur şunu biraz daha öne getireyim arkası çok sıcak' diye tekrar fırının önüne geldiğimde ise oracığa yığılır kalırdım. Volkan gibi kabaran kekimi yerle bir olmuş bulurdum.. 'Olamaz! kek oturmuş'.
Oturan keki ayağa kaldırma çabaları başlardı hemen arkasından. Isısını tekrar ayarla, sağdan sola döndür, üstünü bıcakla yar, tarife tekrar dön bak, ona sor, buna danış... Nafile çabalar... Ne yaparsam yapayım bir türlü kurtaramazdım keki.. Ya içi pişmeden üstünden silindir geçmiş gibi yamyassı çıkardı fırından. Ya da kömür gibi yanmış. Hoppa! çöpe at keki. Arkadaşlarım arasında benim kekimin adı 'At Keki' olarak dilden dile yayılınca bıraktım kek pişirmeyi uzunca bir süre. Elim gitmedi hiç, ama hep aklımda şu sorular takılı kaldı. Neyi eksik koymuştum acaba?, Malzeme mi çok geldiydi?, Fazla mı çırptımdı yoksa?, Sıcaklığı az mı, fazla mı kaçtıydı?.. Allahım neydi günahım, ben nerde yanlış yaptıydım...
Üç sene kadar önce, hatamın nerede olduğunu yeni sevgilisiyle tatilde olan bir kız arkadaşımla cepten mesajlaşırken anladım.
- Kızım neredesin yaw..
- Bu günlerde sürekli kek pişiriyorum, beni elleme.
- Enişteni kekliyom demek mi bu? Anlamadım?
- Keki yeni fırına koyduk. En önemli safha... Kek kabarmaya başladı.
- Ne diyon yaaaa... Otelde kek mi pişiriyon?
- Kızım anla yaw. Sen hiç kek yapmadın mı?
- Benim kabaran kekim olamadı bu hayatta, sen bana bakma.
- Kek yapmakla, ilişki başlatmak aynı şeydir. Keki fırına koydunmuydu sakın ola fırının kapağını on dakika açma!.. Kek kabarmış mı diye sakın bakma!!.. Soğutursun herşeyi... Şapa oturur. Bir daha da kabarmaz, ilişkiler de aynen böyledir. Başında ısısını bozmayacaksın.
- Nassı yani?
- Bırak kendi haline herşeyi, kek gibi soru sorma.. Ne kendine, ne ona... Ne banaaaaaa.... Kek kabarıyor, fırını açıp durma!!.
- Heyoooo... Benim keklerin niye oturduğunu şimdi anladım. Öpücük.
Mesele baş döndürücü kokuyu alır almaz, fırının başına koşup kapağını açıp, öyle mi böyle mi diye sorarken fırını soğutmamla ilgiliymiş meğer. Bırak işte, kek kabarsın dimi ama. On dakikacık merakımı yensem, nefis kekler yapacakmışım yıllarca oysa.
Şimdi tek tesellim arkadaşımın ilişkisinin bugün bile, benim keklerimin de o günden beri mükemmel bir tat veriyor olması. Az önce fırına attığım ve tarifini medyatik yazarımız Selcan'dan aldığım, 'Islak Kek'in kabarmasını beklerken birden aklıma geldi bu hikayem. İlla başka bir olmadık açıdan bakacağım ya her şeye... Kek pişirmenin püf noktasını da size vereyim istedim.
Hani kek yapmaya niyetiniz olmasa bile ilişki başlatmaya niyetiniz olursa diye...
Hiç bilmediğiniz malzemelerle kek yapmaya veya yeni bir ilişki başlatmaya kalkışırsanız dikkatli olun, sırayla koyun herşeyi kaba. Unu hemen boca etmeyin. Önce eleyin iyice havalansın biraz, varsa çeri çöpü baştan görünsün. Hele hele fırına verip kek sıcaklığı hissetmeye başlayınca hamurun kıvamında çok dikkatli olun. Tam kabarmadan meraka kapılıp 'mı acaba?' ile başlayan soruları hiç sormayın. Bu sorular sizi fırının kapağını açıp içine bakmaya zorlar ki. Fırın bir anda soğur, kabaramadan her şey şapa oturur. Bir daha kabarmaz olur. Aynı malzemeyi tekrar sil baştan çırpıp kaba koymak gelmez içinizden. O ilk hevesten eser kalmaz. Yeniden ya da yenisini yapmaya cesaretiniz de.
Tekrar söylüyorum, başında ısısının ayarını bozmayın ne kekin, ne de ilişkinin. Biraz bekleyin hele. Güzelce kabarsın kabarabiliyorsa... Kıvamında pişeceği varsa pişsin.
Acele etme!!! Bir tadına bak hele... Beğenmezsen hemen at keki çöpe...
Benim kek kabardı, hadi bana müsade... Kıssadan yok böyle hisse...
Püf noktası: Bu tarifi denemeden önce mutlaka tekrar okuyun.
mehtap_akdeniz@yahoo.com
|
|
Marmaris'ten Lüferci Kahveci: Osman Günay Madam Teyze |
|
Sizlere İstanbul maceralarının bir kısmını yazmıştım ya; bir bölümü var ki; ondan bahsetmedim.. Ben İstanbul a ne zaman gitsem mutlaka eski mahalleye bir uğrarım senelerdir.. Anamın evi hala eski mahalleye pek yakın. Ben de anaevine gittiğimde ufak bir yürüyüş düzenler, eskiden bisiklete binilen, misket oynanan, topaç çevrilen, uçurtma imali ve yükseğe çıkartma yarışlarının yapıldığı arsaları, korunun koca bir konak bahçesine benzeyen yeşilliğini ziyaret ederim.. Siz yapmıyorsanız bu yürüyüşü gençlik yıllarınıza, ilk fırsatta düzenleyin derim ben.. Aradan geçen onca seneye rağmen sokaklar evler tanıdık gelir; onca değişikliğe, onca restorasyona rağmen.. Bazen de yolda kendi halinde yürüyen birini uzaktan tanıyormuş gibi olur, hatta onun da size aynı duygularla baktığını sanırsınız.. Evler değişmiş, arsalar kaybolmuş, mahalle sakinleri hem nitelik hem nicelik değiştirmişlerdir.. Mahallenin 60 lı yılların başındaki haliyle şimdiki zamanını karşılaştırınca pek tuhaf değişiklikler saptarsınız.. O zamanki kömürcü, manav, bakkal, simitçi fırınıyla kısıtlı mahalle merkezinde şimdi apartmanlar ve bir kaç yüz metre ötede bir süpermarket konuşlanmış, ne kömürcü, ne de yazmacı Casim Usta ortalarda.. Ağaçların büyük kısmı kayıp, olanlar da artık yaşlı ağaçlar olmuşlar, eh tabii aradan 40 sene geçmiş.. Benim fidan gibi hatırladığım kiraz ağacı ulu bir kiraz ağacı artık (kirazdan ne kadar ulu olursa o kadar !!), erik ağacından geriye bir kök kalmış sadece, ayva ağaçları aynen yerinde cevizler gibi... At kestaneleri hala heybetli görünüşlerini koruyor, aynen hatırladığım gibi...
Ağaçlar kaybolmuş ya, komşularımız Mösyö Pakrat, Madam Satenik, oğulları Hosep ve Tomas ta kaybolmuşlar ortadan.. Halbuki onlar o yıllarda "Biz memleketi bırakıp gitmeyiz" diyen gerçek Türkiyelilerdendiler.. Arkadaşların, komşuların çoğu gayrımüslimdiler..Kadınların hepsi, ikramcı, ilgili ve nazik; beyler de babacan, bayramlarda cömert ve beyefendiydiler.. Bu yüzden kadınlar "Madam Teyze", beyler de "Mösyö" şeklinde çağrılırdı... Onlar da devlet yapısının gereği olarak sürüldüler memleketlerinden, uzaklarda Türkiye hasreti içinde ölenlerin haberleri geldi, haberi gelmeyenlerin de mutsuz olduğundan neredeyse eminim.. Garbis, Parsek, Avedis Fransa ya, Niko ve Foti de aileleriyle birlikte Yunanistan a göç etmişlerdi, ne oldular kimse bilmez, buradan selam olsun onlara...
O zamanlar "kapının önüne çıkmak" diye bir deyim vardı, sokağa çıkılır, komşularla, arkadaşlarla orada karşılaşılırdı.. Ne kahve ne lokal; köşebaşındaki ağacın altı, Lisenin merdivenleri, Bakkal Babuş un önündeki iki basamaklı merdiven buluşma yerleriydi..
Gece kukalı saklambaç, sessiz filim oynanır, yazlık sinemaya gidilir, yazın Tahta Camii nin bahçesinden denize girilir, midye çıkarılıp teneke üzerinde ızgara midye yenir, tutulan izmaritlerden tulum çıkarılıp, akşam babanın rakı masasında ikram edilerek gece için sokağa çıkma izini dilenilirdi..
Size Çifteçınar Sokağından anlatacak daha bir sürü şey var, yine yazarım yakında..
Selamlar..
Osman Günay
osmangunay@superonline.com
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Münzevi Müzisyen |
|
Bir zamanlar ünlü olmuş bir kadın şarkıcı vardı, hatırlar mısınız? Nur Yoldaş.. Bu şarkıcının herhalde en ünlü şarkısı, eşi Ergüder Yoldaş tarafından bestelenmiş olan, Sultani Yegah adlı şarkı idi. Sanıyorum televizyonun henüz birkaç kanaldan oluştuğu bir dönemdi, ve bu kadar az seçenek varken, aslında çok da fazla sanatsal arz olmayan bu dönemde, bazı isimler 'abdurrahman çelebi' gibi, belki de haketmeden ön plana çıkmış, ün kazanmış ve zaman içinde de silinip gitmişlerdir. Yok, Nur Yoldaş'ın bu anlamda birisi olduğunu söylemiyorum, böylesine derinlemesine bir tanımam sözkonusu değil bu kişiyi. Beni aslında çok etkileyen olay, kocası Ergüder Yoldaş'ın, biraz da sıra dışı seçimi oldu. Yanlış hatırlamıyorsam, Ergüder Yoldaş, o dönemlerde, oldukça iyi tanınan, iyi işler kotarmış bir müzik adamıydı. Sahne gerisindeydi, ama rahmetli Onno Tunç gibi, rahmetli Uzay Heparı gibi, İskender Paydaş gibi geri planda olup, emek veren, iyi işler yapan birisiydi ahtırladığım kadarıyla..Popüler olma kaygısı gütmüyordu. İşini, severek yapıp iyi şeyler sunmaya çalışıyordu..
Her ne olduysa oldu ve bir gün bu tanınmış, sevilip takdir edilen müzisyen tüm topluma, insanlığa küstü.. Ve çekip gitmeyi tercih etti. Ama ne gidiş, Büyükada'da çamlık bir tepede bir çadır kurdu ve o dağ başında, yağmur, kar demeden inanılmaz iptidai bir koşulda, saç sakal birbirine girmiş bir meczup hayatı yaşamayı, bir münzevi olmayı tercih etti. Nasıl olduysa, televizyoncular, aslında çoktan unutmuş oldukları bu adamın, Büyükada'daki bu zavallı çadırkonduda yaşamakta olduğunu keşfettiler ve hiç zaman kaybetmeksizin dayadılar burnuna kameralarını.. Adam, kimselerle konuşmak, kimselerle hiçbirşey paylaşmak istemiyordu. Hatta neredeyse bir dilsizi oynamayı tercih ediyordu. Karısının kendisini aldatmış olması da dahil olmak üzere, televizyonlar birçok alternatif senaryo üretip, bazılarını direkt olarak olmasa da ima ve ihsas yoluyla pazarlamaya başladılar. Artık haftalık bültenler halinde Ergüder Yoldaş'ın bu hafta neler yapmış olduğu, havanın ne kadar soğuk olduğu, adamın aç mı tok mu olduğu gibi abuk sabuk uzatılmış cümlelerle durum muhakemesi yapılıyor bir taraftan da yeni senaryolar pompalanıyordu.
Ziyaretler sıklaşmaya, zavallı adamın üzerindeki sosyal baskı artırılmaya başlamıştı. Sonunda, İstanbul belediyelerinden birisi, biraz zorla da olsa, Yoldaş'ın Büyükada'dan helikopterle alınmasını ve önce bir psikolojik tedaviden geçirilmesi, sonra da topluma geri kazandırılmasını misyon edindi. Televizyon kameraları eşliğinde der dest edilen sanatçı, Bakırköy ya da Ataköy taraflarında bir yere indirildiğinde, saç sakal birbirine karışmış, ihtimal uzun süredir yıkanmamış ve uzun süredir toplumdan uzak bir yaşam sürdürmüş olduğu için, etrafındaki çok sayıda meraklı göz nedeniyle hayli tedirgindi. Belki de Ecevit'in deyimiyle 'kaygılı' bile denebilirdi. Ama, medya zafer kazanmış ve Ergüder Yoldaş'ın zorla medenileştirilmesi yolunda en büyük adım atılmıştı. Gerisi, yüce Türk hekimlerine emanet edilmesine bakıyordu. Gerisi kolaydı artık..
Bir süre bakıldı Yoldaş'a, sonra, kendisi memnuyetsizlik belirterek, yine çadır yaşamına dönmeyi istedi ve galiba geri gitti. Sonra, yine yanlış hatırlamıyorsam medya ve televizyonlar ilgilerini yitirdiler ve adamcağız huzur bulabildi. Sonra sonra, aradan yıllar geçti, ve hiç de o zamanlar olduğu gibi gürültülü olmayan bir şekilde E.Yoldaş yeniden insanların içine dönmeye karar verdi. Birkaç ay önce bir gazetede rastladım fotoğrafına. Gözlüklerinin arkasından, biraz da uzaktan bakarmış gibi bir ifadeyle, yani kendi içine daha dönük bir biçimde, ama sakal traşı olmuş, yıkanıp paklanmış bir uzak adam görünümü veriyordu.
Neler olmuştu, nasıl olmuştu da bir insan, sosyal intiharı seçmişti o zamanlar? E. Yoldaş özelinde belki bu bizi ilgilendiren bir konu olmayabilir, ama genel tanımıyla nasıl birşeydir bu acaba? Hangi dürtü ya da duygu insanda bu tip bir reaksiyon verme güdüsünü kamçılar? Aldatılmışlık mı? İnsanlara güvenememek mi? Ekonomik çöküntü mü? Bir insan aklını nasıl yitirir? Toplumu reddetme noktasına nasıl gelir?
Severim böyle insanları ve hikayelerini aslında, ama başka bir yanım daha var ki, insanın toplumsal bir hayvan olduğunu söylüyor, aklımı koruması için tanrıya yakarır buluyorum kendimi çoğunlukla..
aaltan@superonline.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_38.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 2.894 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
RUHUMUN GÜNCESİ
Ruhumun güncesini yazdım karanlığa soyunurken,
Katıksızca akan ışığa uzandım pencereden.
Ne kadar gereksizdi perdeler, varoluşu böylesi yaşarken...
Özgürlüğün kanadına takılmış umarsızca göz kırpan yıldızlar...
Heykelleşmiş her şey, yalınlaşmış duygular.
İfadesi alınıyor bir sokak lambasının.
Bir hüzün vakti belki bu, belki de bir aldanış sessizliğe.
Masalsı bir havaya bürünmüş karanlık...
Sonsuza akan ışığın içinde,
Parlayan ayın içinde saklı ruhumun güncesi.
Geceyi sarındığım bir bilgenin içinde....
Senem Bostancı
<#><#><#><#><#><#><#>
ZAMANDAKİ BİZ
Yürümediğimiz yollarda yürüyor birileri...
Oturduğumuz, çay içtiğimiz, konuştuğumuz,
Güldüğümüz mekanlarda bizden birileri!
Sonbahar kaybolmuş mor bir çiçeği veriyor bugün!
Söylemediklerimizi çoktan söyledik.
Söyleyeceklerimizi beklemeden.
Gökkuşağını hep görmüştük seninle.
Oysa, bugünkü bizler henüz gördük..
Üstelik yağmur yağıyordu, buna hiç şaşırmadık...
Senem Bostancı
|
|
Sağlıklı Yaşamın Püf Noktaları |
Sindirim bozuklukları, genellikle kötü alışkanlıkların sonucudur.
Belirtileri; midede ağırlık, ekşime, aşırı asidite, yanma, bulantı,
uyuklama, baş ağrısı, kusma v.b. Kötü sindirilmiş besin mideden geçtikten
sonra bağırsaklarda şu belirtiler başlar: Gaz, şişkinlik, kabızlık veya
ishal.
- İyi ve yavaş yavaş çiğnenmeyen bir besin sindirim organlarında ekşir.
- Yemekte içilen sıvılar mideyi şişirir ve yorar. Bir bardak su içilebilir.
- Çok yemek, kötü sindirimin başlıca sebebidir. Doymadan kalkmalıdır.
- Normal bir sindirim için 4-5 saat bir zaman gerekir. Haftada bir gün olsun
sindirim organları dinlenmeli.
- Öğün arasında yemek, mideyi yorar ve sinir rezervlerini tüketir. İkindi
kahvaltısı yetişkinler için gereksizdir.
- Yorgun, uykusuz ve sinirliyken yemek, sindirime yardımcı olamaz.
- Kavga, tartışma, aşırı heyecan, hırs, nefret, kin gibi olumsuz duygular
sindirim organları üzerinde kötü etki yapar.
- Ateşliyken yemek, ateşin yükselmesine sebep olur.
- Yemekten sonra hemen yatmamalıdır.
- Fazla baharat, hardal, sirke, karabiber... midenin kimyasal bileşimini
bozar.
- Ham meyveler, aşırı asitli olduklarından, kaçınmalıdır.
- Bozuk besinler, mikropların üremesine ve sindirim bozukluğuna yol açar.
- Isıtılmış yemekler zamanla karaciğer, böbrek, safra kesesi ve bağırsakları
olumsuz etkiler.
- Kızartmaların sindirimi ağırdır.
- Aşırı miktarda şeker, sindirim bozukluğuna yol açar.
- Besinlerdeki uyumsuzluk, sindirim zorluğuna sebep olabilir.
- Çay, kahve, kakao... sindirim sisteminin dengeli çalışmasını bozar.
- Aynı öğünde birçok çeşit yemek, sindirimi yokuşa sürer.
- Çiklet ve benzerleri, midedeki asidin çoğalmasına sebep olur.
|
Fazla söze gerek yok. Bir Alman gazetesinde Türkiye-AB ilişkisini konu alan güncel bir karikatür. Adamların bizi nasıl gördükleri ya da görmek istedikleri ortada.
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sinematografi.com/
Hoş bir sinema bilgi sitesi. Güncelliği de fena değil. Alternatif arayanlar için.
http://www.diyetisyenim.com/index1.php
Hacettepe Üniversitesi Sağlıklı Beslenme ve Diyet Klübü tarafından hazırlanan bir site. Diyet ve sağlıklı beslenme konusunda pekçok soruya yanıt bulabilirsiniz.
http://www.geocities.com/iluzyonist/
Sonunda sihirbaz olmaya karar verdiniz.
Şunu bilin ki hiç bir hobi ya da profesyonel girişim, sihirbazlık kadar eğlenceli ve tatmin edici değildir. İster hafta sonları arkadaşlarınıza bir kaç oyun göstermek için, isterse yeni David Copperfield olmak için olsun, sihirbazlığa yaklaşımınız bir profesyonelinki gibi olmalıdır.
http://www.sedasayan.net/oyun/ Yüzlerce internet oyununu bir arada bulabileceğiniz bir sayfa. Seda Sayan'la ilgisi olmasa da arayan istediğini bulabiliyormuş.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
HotBar
http://www.hotbar.com
Internet Explorer, Outlook, Outlook Express için oluşturulmuş harika bit uygulama. Artık rengarek, hareketli emailler yollamanız işten bile değil. Tarayıcınıza eklediği özellikler epeyce fazla. Kısa sürede otomatik olarak yükleniyor. Hiç çekinmeden zevkle kullanabilirsiniz. Monotonluktan sıkılanlar için birebir.
|
|
|