KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız

Manilerimiz

FORUM ALANI

İLETİŞİM PLATFORMU

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Yeni Yılınız Kutlu Olsun
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 173

 27 Aralık 2002 - Yeşillendim


Hepinize merhaba,

Dünden bugüne değişen pek fazla birşey olmadı ama ben yeşillenmeyi, gri bulutları dağıtmayı becerdim. O nedenle karamsar tablolar şu sıralar stand-by konumunda. Ellerim mürekkepli klavyede gezinirken bir yandan da ekranın köşesindeki küçük ekrandan Siyaset Meydanını izliyorum. Ve inanmayacaksınız 3 saattir kendi kendime gülümsüyorum . Yeditepe Üniversitesinde "Çocuklar Duymasın" dizisinin 1.yılı kutlanıyor. Pırıl pırıl yetenekli insanların ortaya çıkardığı güzel bir dizi didiklenmeye çalışılıyor, ama güle oynaya. Keşke hepimiz birbirimizi böyle didikleyebilsek. Bugün kısa kesip sizi birbirinden güzel yazılarla birlikte bırakmak istiyorum. Zaten bugünkü sayımız oldukça yüklü, bir de ben kalabalık etmeyeyim. Sizlere bol neşeli bir hafta sonu diliyorum. Sokağa çıkarken kalın giyinmeyi unutmayın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   2002 Sona Ererken..

Aslı Selçuk, gazetede ünlü Yunanlı FilmYönetmeni Theo Angelopoulos'un çekmek için kollarını sıvadığı üçlemesinin hazırlıklarını aktarırken, usta ile yaptığı röpörtaj'dan alıntıları da değerlendirmiş.. Angelopoulos, filmlerinde bir zaman yolculuğuna çıkmak istediğini, geçtiğimiz yüzyıldan geriye neler kaldı; siyasal, tarihi, sosyal olayların insanları nasıl değiştirdiğinin izlerini sürmek istediğini belirtiyor. Ünlü Yönetmen güzel bir anektodu söyleşisine eklemiş:" Bir yaşlı adam kendi yaşlarındaki bir başka adamla konuşuyormuş. Görüyormusun 20. yüzyılın bitimini heyecanla kutluyoruz. Peki ne yaptık dersin bunca zamanda. Birkaç sigara tüttürdük, birkaç sarsıntı yaşadık, yine de sanırım hiçbir şey görmedik ve algılamadık."

Günler, aylar, zaman gerçekten hızla akıp geçiyor. İşte Aralık ayı da bitmek üzere ve 2002'nin de sonuna geldik. Hangimize birkaç sigara tüttürmesi ve birkaç sarsıntının dışında birşeyler kalabildi, geride bırakılan günlerden? Hangimiz bir diğer ustadan alıntıyla, "Gümüş almak için altınları harcamadık.", altına yani zamana, yaşama sahip çıkabildik?

Zaman, keşke akıp gitmeseydi, bu kadar hızlı, bu kadar acılarla yaşanmasaydı diye dertlendiğimiz olmuyor mu? 2002'nin "son aralığına" ne kadar da çok üzüntü sığışıverdi. Ozan Anday, hukukçu Tanör'ü Kasım ayı biterken, Memet Fuat ve Dr. Hablemitoğlu'nu bu ay içinde yitirdik.. Düşünenlerin, üretenlerin susmasını kabullenemiyor insan.

Daha kaç Aralık ayı böyle yaşanmasaydı, Türkiye'de.. Örneğin 1978'de Kahramanmaraş olayları yaşanmasaydı. Onun bir yıl öncesinde Aralık'ın 13'ünde Oğuz Atay'ı yitirmeseydik. 1995'i karşılamaya hazırlanırken, Onat Kutlar ölümcül yaralar almasaydı, Yasemin Cebenoyan hemencecik yaşama veda etmeseydi. Yetmiş iki yıl öncesinden Menemen'i başka gerekçelerle anımsayabilseydik.

Nice isimler, olaylar daha eklenebilir.. Bazıları kaçınılmaz, bazıları yaşanmayabilir acılar.. Nasıl yaşanmaz? Hepimizin biraz daha fazla yaşamı, daha güzel, daha doğru yaşamayı umursamamızla değil mi? Bakın, Ellie Wiesel ne demiş?

"Aşkın karşıtı nefret değil, umursamamaktır.
Sanatın karşıtı çirkinlik değil, umursamamaktır.
İnancın karşıtı sapkınlık değil, umursamamaktır.
Hayatın karşıtı ölüm değil, umursamamaktır."

Örneğin, daha yeni yılın bitmesine bir hafta var.. Bir haftaya neler sığmaz ki? Haydi, önce kendiniz sonra başkaları için silkinin biraz.. Bakın neler yapabilirsiniz bir haftada?

Örneğin Beyoğlu'na yolunuzu düşürebilirsiniz bir akşam üzeri.. Yapı Kredi'nin salonlarında, "Troya-Düş ve Gerçek" sergisinde soluklanabilirsiniz.. İnsanların üzerine bombalar yağma tehlikesi varken, bir tarih duşunu ıskalamak, düşünmeyi de ıskalamak değil midir?

Hemen yanıbaşındaki salonda, Ara Güler'in objektifinden Anadolu'nun topraklarından yüz yıl içinde izler bırakarak geçip gitmiş yüz sanatçının yüzlerine bakabilmek, bir beyin fırtınası yaratmaz mı dersiniz?

Kitapevinden, yılbaşı için kitap seçmeye ne dersiniz? Örneğin, Onat Kutlar'ın "Gündemdeki Sanatçı"sı ya da şiir seçkileri, özel bir selam yollamaz mı ustaya? Ya, onun Pazar sabahını ölümle savaşırken, Filizesi ile gidemediği Piyer Loti'de demli bir çay sözünü siz yerine getirseniz? Kutlar'ın çocukluğunu paylaştığı Ülkü Tamer'in Antep'in Allaben deresini anlattığı öykülerini okumaya ne dersiniz?

Eğer, Beyoğlu'ndan ayrılmadıysanız, şu 2002'in son günlerine Ferhan Usta'yı izlemeyi sıkıştırsanız fena mı olur? "Biri Bizi Dikizliyor"u izlerken, aylar boyunca televizyon ekranlarına nasıl da tutsak düşürüldüğümüzü kim sorgulamaz ki?

Gelin, Arnavutköy'de bir sade kahve içmeyi olsun atlamayın ne olur! Bakarsınız, ertelediğiniz yarınlar bir türlü gelmez, gelse de Arnavutköy'ün o güzelim kaldırımlarından yeller eser.. Kahvenizi yudumlarken Oğuz Atay'ın "Bir Bilim Adamı'nın Romanı" kitabına göz gezdirmenizi öneririm. Böylece yalnız Atay'a değil, değerli bilim insanı Mustafa İnan'a da bir saygı selamı vermiş olmaz mısınız? Bu saygının yanıbaşına "Okuyucun olarak buradayız." sözünün titreşimi yerleşmez mi sanırsınız? Mustafa İnan'ın ve üreten, üretimi, bilimi teşvik eden tüm Hocaların aslında ne büyük zorluklara göğüs gerdiğini paylaşmak, bir süredir suskun düşmüş çalışma azminize bir aşı olmaz mı?

2002 sona ermeden Çoşkun Demir dinlemeye ne dersiniz? Onun sesinden paylaşılan Çiğdem Talu'nun ezgileri değil midir? Selmi Andak'a, Melih Kibar'a, onların yaratma azimlerine el sürmek değil midir?

Ozan'ın 1947'de yazdığı şu satırlara kulak vermek için ne bekliyoruz? 2002'in sona ermesine daha zaman var..

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derece, öylesine ki,
mesala, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesala, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından..

Yok, umursayacağız yaşamı. Tutunacağız yaşama, yaşamaya.. Yaşamak üretmektir, yaşamak hatırlamaktır diye diye.. Tutunacağız umuda..

Ya umutlar biterse?

Cumhur
cumhura@atilim.edu.tr

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Kuş deyip geçmeyin

Merhaba dostlar,

Sizlere benim büroda bir muhabbet kuşu olduğundan bahsetmiştim. Bu kuşcağız benim bürodaki tüm hayvanlar gibi bizim evden geldi. Bu şimdi ne demek, anlatayım. Bizim hanım ve onun yamağı küçük kız hangi komşuda bir hayvan görse tuttururlar "biz de eve alalım" diye. "Yahu yapmayın etmeyin derim" dinlemezler. Hele ufaklık dudaklarını uzata, uzata bıcır, bıcır söylenir durur. Yalnız şimdi günahlarını almayayım, beni sadece iki kere kandırabildiler, birinde bir muhabbet kuşu aldık, diğerinde ise kavanoz içinde bir süs balığı, şimdi her ikisi de benim büroda duruyor, yoksa onlara kalsa ev Gülhane Hayvanat Bahçesi'ne dönecek. Geçenlerde gelen kedi ise Ayşe dahil her yeri tırmaladığı için satıldığı dükkana geri döndü

Balığın ismi yoktu, büroya geldikten sonra ben koydum. Hayvancağız küre şeklinde bir cam kavanozun içinde duruyor, ben veya bizim salak sekreter unutmaz da suyunu değiştirir, yemini verirsek yaşayıp gidiyor. Bazan uzun süre suyu değişmiyor, kavanozun içi görünmez oluyor, böyle yaklaşıp bakıyorsun, sislerin içinden ağır, ağır patlak gözlü bir japon balığı çıkıp geliyor; korku fimi gibi valla. Bazan günlerce yemek verilmiyor, seninki inatla yaşıyor, ben de bu dayanıklılığına ithafen adını "Terminatör" koydum. Sonunda bürodaki bir kaç kişiye daha suyunu değiştirme, yemini verme işlerini havale ettim de hayvan kurtuldu. Şimdi zorlu mücadele günleri sonrasında emekliliğin tadını çıkarıyor.

Diğeri ise dediğim gibi bir muhabbet kuşu, bu da komşuda görülüp pek beğenilen bir tür oluyor. Evde bir eksik oymuş gibi koşa, koşa gittik, aldık, tavsiye üzerinde de çok küçükken aldık ki ele gelmeye alışsın diye; erkek kuş aldık, konuşurmuş diye. Bizimki ele gelmeye alıştı, zaten gelmeyip de ne yapacak, o kadar küçük ki, uçamıyor bile, anca badi, badi yürüyüp uzattığın yeme geliyor. Sonra yavaş, yavaş büyüdü, iyice ele alıştı ama komşunun kuşu gibi konuşmayı öğrenemedi. Komşunun kuşu resmen konuşuyor, bir kaç kelimeyi öğretmişler, cırtlak, cırtlak "canım, cicim" diye söyleniyor. Bizimkine de talimler yaptırdık ama "cik" sesinden başka ses yok. Hanım eline alıp kuşa doğru "canım, cicim, güzel oğlum benim" diye sürekli konuşuyor, öbürü de aptal, aptal ona bakıyor. Bir ara iyice zıvanadan çıktı neredeyse 24 saat kuşla muhabbet etmeye başladı, sonra da "aptal bu ya" diye vazgeçti. Bence de ortada bir aptal var ama kuş olmadığı kesin. Bu konuşma yeteneğinden ötürü itirazlara rağmen kuşun adını "Geveze" koydum, bence çok da yakıştı.

Bizim bu bir türlü konuşamayan, yeteneksiz muhabbet kuşu nasıl becerdiyse uçmayı öğrendi, ele de alışkın, ara sıra kafesinden çıkarıyorlardı, üstümüze başımıza konuyor, yemeklerin içine dalıyor, bizimkileri pek keyiflendiriyordu. Sonra birisi bizim hanıma "çocuk için zararlı, tüyü astım yapar" gibi şeyler söylemiş, biz de korktuk, aldım, büroya getirdim. Ayşe büroya gelince seviyor, ben de akşamları ona güya kuşun başından geçen zırva hikayeler uyduruyorum, "Geveze akşama kadar çalıştı, boya falan yaptı, çok yoruldu" diye.

Neyse; dün akşam vakti odada oturuyorum, malum hava erken kararıyor, benim de içim karardı, böyle birden canım sıkıldı. Hani aylak bakkal tartı işine merak sarar hesabı oyalanayım diye gittim Geveze'yi kafesinden çıkardım. Seninki pırr diye uçtu, şöyle odayı bir iki döndü, geldi masanın üstüne kondu. Ben de gittim oturdum, hop omzuma geldi kondu, pek keyiflendim. O omzumda, ben sandalyede, böyle yalancı korsan misali oturuyoruz. Bu iş bulaşıcı galiba, ben de başladım kuşa "canım, cicim" diye söylenmeye, ancak hayvan istikrar sahibi, yine istifini bozmadan oturdu.

Bir süre öyle oturduk, sonra baktım, gitme vakti gelmiş, kafesine koyayım diye elimi uzattım, pırrr diye uçtu gitti odanın en uzak köşesine. Bak şimdi, durup dururken iş aldık başımıza, nasıl yakalıyorlardı ki bunu evde, çaresiz artık peşinden koşturmaya başladım ama ne mümkün. Yakalamak için sandalyelerin üstüne çıkıyorum, yan, yan yaklaşıp birden üstüne atlıyorum filan ama yok kardeşim bir türlü yakalayamıyorum. Saate bakıyorum, gitmem lazım, eve misafir gelecek, alışveriş yapılacak ben burada kuş peşinde koşuyorum, deliricem valla.

Birden aklıma geldi, ben küçükken komşumuzun sokağa kaçan kanaryasını yakalamak için uzaktan su atıp ıslatmışlardı da öyle yakalamışlardı. Hemen bardağı, sürahiyi kaptım, nişan alıp bir bardak suyu fırlattım, seninki su daha yarı yoldayken kaçtı, su gitti duvardaki kurs belgelerini, çocukların diplomalarını falan ıslattı. Onları kurtardım, baktım masanın üstünde çalımlı, çalımlı dolanıyor, bir bardak ta oraya gönderdim, daha su yola çıkmadan uçtu, su gitti masa lambasını patlattı, bir kısmı da monitöre sıçradı cazır, cuzur etmeye başladı, can havliyle koşup zor kapattım. Ulan çıldırıcam, parmak kadar kuşun maskarası oldum be, sanki Mercidabık meydan savaşı, o savaş bile daha adildi, hiç olmazsa taraflardan biri uçmuyordu. Baktım her atışta bir şeyler gidiyor, sudan vazgeçtim ama ne yapacağımı bilemiyorum, hani çifte bulsam sıkacam valla, ölü, diri koyucam kafese deyusu.

Böyle boğuşurken kapının çalındığını duymadım, baktım bizim sekreter kafasını kapıdan uzatmış şaşkın, şaşkın bakıyor, kızcağız içerdeki patırtıyı merak etmiş. Beni öyle yaka, paça bir yanda, gözler dönmüş görünce "nooldu Hüsamettin bey" dedi, artık "kendim çıkardım" diyemedim "yemini veriyordum, kaçtı, içeri sokamadım" diyebildim. Kız, "bidakka, ben yakalarım, siz geri durun" dedi, çıt diye ışığı söndürdü, ışık sönünce çakılıp kalan kuşu yakaladı, ışığı yaktı, kafese tıktı. Hay yaradana kurban, aklınla bin yaşa kız, nerden biliyorsun bunları, sirkte mi çalıştın, ne ettin? Ben daha sormadan "bizim de vardı, hep kaçarlardı, böyle yakalardık" dedi. Allah razı olsun valla, bu kıza bi daha salak demiycem.

Üstümü başımı toparlayıp fırladım, saate baktım, ulan resmen bir saattir kuşla boğuşuyoruz, eve geç kaldık, bir fasıl da evde savaş var şimdi. Apar, topar alışveriş edip eve gittim. Hanım söylendi "misafirler gelecek nerdesin?" diye, ben de "valla hanım, Geveze'yle meydan savaşı yaptık, o yüzden geç kaldım" dedim. Ters, ters baktı, "sen Ayşe'yi kandır o yalanlarla" dedi, gitti. Ben şimdi ne diyeyim, halbuki doğruyu söylemiştim.

İşte böyle dostlar, öyle kuş deyip geçmeyin, teçhizatınız ve bilginiz yoksa bırakın kuşlar kafeste kalsın, sizler de sağlıcakla kalın.

Hüsamettin Gezer
husam@polygon.com.tr

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Kadınları yatakta çıldırtmanın kesin etkili yolları ve günlük hayata dair pratik öneriler....

Pazar gazetelerinin ilaveleri ve kadın dergilerinin bitip tükenmek bilmeyen sorularından biri olan “kadınları yatakta nasıl çıldırtırsınız?” aslında çok basit çözümlere sahiptir. Kadınlarla olan deneyimlerim sonucunda onları yatakta çıldırtmanın bazı yollarını aşağıda sıraladım. Bu metotların her biri gerçek yaşamda birebir denenmiş ve kesin başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Siz de deneyin...

- Yatağa çorapla girin. Bu her kadını çıldırtır. “çıkar şu çorabını” yada “sen iğrençsin, o şiirleri senin yazdığına inanamıyorum” gibisinden tepkiler alırsınız. Hele çorap az buz kokuyorsa çıldırma katsayısı tavan yapar.

- İşgalci olun. Yatağın büyük kısmını siz işgal edin ve kadına çok az yer bırakın. Bu da kadını çıldırtır. “Ya biraz öteye gitsene be adam, koca yatağı kaplıyorsun” gibisinden tepkiler müşahede edilmiştir.

- Horlayın. Kadın hemen çıldırır. Önce “tatlım horlama” gibi nazik ikazlarla uyandırılırsınız. Sonra bu uyarılar kadının çıldırma seviyesine göre “yeter be adam ağaç kessem bu kadar gürültü çıkmaz” gibisinden nahoş tepkilere kadar çıkar. Bu tür incitici sözler ve ithamlar “duyarlı ve ince” bir şairi nasıl yaralar bir bilseniz...

- Yorgan çalın. Yorganın büyük bir kısmı üzerinize gelecek şekilde yorganı çekin ve kadına kalan yorganın çok az olmasını sağlayın. Böylece üstü açık kalan kadın çıldıracaktır. Denenmiş ve başarılı sonuç alınmıştır.

- Geceleyin kadını uyandıracak şekilde tuvalete yada mutfağa gidin. Bu gidişler esnasında “bi tanem su getireyim mi?” diye sorarak onu uyandırın. Uykusu bölünen kadın, ikinci bilemediniz dördüncü uyanışında çıldıracaktır ve “yat zıbar be adam, ne olur azıcık uyuyayım” diyecektir. Etkili bir metottur fakat çok sık kullanmayın çünkü uykusu bölünen bir kadının elinin ne kadar ağır olduğunu asla tahmin edemezsiniz.

- Birlikte yemek yerken yere düşen bir lokmayı onun şaşkın bakışları arasında alıp üstünü hafif silip ağzınıza atın. Bu istisnasız tüm kadınları çıldırtır.

Başka yüzlerce metot var, örneğin beyaz çorap giymek gibi. Ama sadece yukarıda sıraladıklarımı kullanarak benim gibi “kadınları yatakta çıldırtan” bir erkek olmanız içten bile değildir.

Kebapçılarda kendinize nasıl “abi” dedirtirsiniz?
Yurdumuzun hemen hemen her kilometrekaresine bir tane düşen kebapçı, lahmacuncu ve pidecilerde kendinize abi dedirtebilmeniz için aşağıda yazdığım tarife uygun şekilde davranmanız gerekmektedir. Aksi halde size “canım” diyebilirler ki bu karizmanın sıfırlanması, resetlenmesi ve hatta mahvolmasıdır. Bu gibi vahim bir durumdan kaçınmanız için siz okurlarıma engin kebapçı deneyimini aktarmak istiyorum.

Kebapçıya girildiğinde garson size bir yer göstermeden emin ve sert adımlarla (abi yürüyüşü) gözünüze kestirdiğiniz bir masaya oturun. Garson sizle ilgilenirken siz istifinizi bozmadan masaya yerleşin. Doğrudan göz temasından ve yersiz gülümsemelerden kaçının. Garson sizinle konuşurken menüyü inceleyin. Eğer hafif lüks bir yerse ve yemeklerin İngilizce isimleri varsa bunlara gülmeyin. Mesela benim bizzat gözlemlediğim bazı ilginç İngilizce kebap isimleri şunlardır;

Sensitive meat ball : içli köfte (hissi köfte olarak da çevirebiliriz)
Chicken turn: tavuk döner

Mönüden beğendiğiniz bir yemeği hemen istemeyin. Garsona bakmadan (doğrudan göz teması yerine hayali bir noktaya gözleri dikip konuşmak bir abi tavrıdır) sorular sorun; örneğin Adanan kuzu eti mi? Lahmacunun iyi mi? Şalgamın var mı? gibisinden sorular. Bu sorularda anahtar nokta “senin” kelimesidir. Sanki tüm yemekleri o yapıyor yada lokantanın sahibi oymuş gibi. Sorduğunuz sorulara verdiği yanıtları dikkatle dinleyip (göz teması olmadan tabi) kısa bir süre kararsız kalmış gibi düşünüp daha sonrada yemeği ısmarlayın. Başka bir arzunuz var mı diye sorduğunda hiç duraksamadan “sağlığın” deyin ve mönüyü ona bakmadan geri verin. Bu bir “abi” düsturudur.

Yemek esnasında “---- alır mısın?” gibi cümleler kurun. Yani salata verir misin? yada salata getirir misin? değil de “salata alır mısın?” deyin. Bu kebapçı adabıdır. Yemeğiniz bitince aynı şekilde hesabı alır mısın? diye hesap isteyin. Öyle Amerikanya filimlerindeki gibi “garson hesap!” gibi trip yapmayın. Garson dediğinizi duymayacak bir mesafede ise havada hayali bir kağıda bir şey yazıyormuş gibi yapın. Bunun hesap olduğunu tüm garsonlar anlar (evrensel iletişim biçimi). Bu hareketin üstüne şimdiye kadar hiçbir garson yazdığı son şiiri getirmedi bana.

Yapılan çay tekliflerini geri çevirmeyin. Bu müessesenin ikramı olup geri çevirmek bir nev-i hakaret sayılır. Gelen çay ne kadar mide-delen olsa da için. Hatır için çiğ et yenir. Gelelim en önemli kısma yani işin püf noktasına: bahşiş. Eğer size abi denilmesini garanti altına almak istiyorsanız hesabın yüzde onunu geçecek bir bahşişi hazır edin. Sıfır bahşiş size abi denilmesini kesin olarak engeller.

Taksi adabı ve taksicinin size “Allah bereket versin” demesini nasıl sağlarsınız.
Taksiciler yoğun trafik ve ezici hayat koşulları yüzünden “kronik self-identify break down sendromu” yaşayan bir gruptur. Yolda sizi ezmeye çalışan uzun tırnaklı, Elm sokağı kabusu Freddy benzeri olan taksicilerin, arabalarına bindiğinizde aslında munis ve arkadaş canlısı insanlar olduklarını hayretle müşahede edersiniz. Taksiciler için evren, taksinin içi ve dışı olmak üzere birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış iki alandan ibarettir. Şimdi taksinin içindeki alanı inceleyeceğiz. Amacımız taksiden inerken taksicinin size “Bereket versin abi” demesini sağlamaktır. Ne gerek var buna diyenleriniz çıkabilir fakat gözlemlerim göstermiştir ki taksicinin “bereket versin” demesi gerçekten bereketi artırmaktadır (bkz. ay sonunu getirme sendromu). Aslında cümlenin doğrusu “allah bereket versin” şeklindedir ama bunu sadece dilenciler söyler. Taksiciler bir hizmet verdiklerini ve dilencilerden farklı olduklarını belirtmek için sadece “bereket versin” derler. Bu durumda sizin de “bereketini gör” demeniz gerekir. Bu neredeyse standartlaşmış bir cevaptır.

Bunu sağlamanın en iyi yolu çok fazla derin olmayan bir sohbeti başlatmaktan geçer. Bu sohbeti başlatmak için söze taksicinin yetkin olduğu ve bildiği bir konuda ona soru sorarak başlayın. Örneğin “bu tüplü arabalar km de kaç yakıyor” yada “yeni çıkan Tofaş model araba taksiciler için uygun mu?” gibisinden bir soru sorun. Soruyu tabi ki kırmızı ışıkta beklerken yada taksi boş bir yolda giderken sorun, yani taksicinin cevaplamak için vakti olsun. Eğer trafik yoğunsa muhtemelen bir homurtu ile karşılaşabilirsiniz.

Bunun dışında trafikte yanlış bir hareket yapan başka bir arabanın şöförüne söylenin. Bu tür bir söylenme taksici tarafından memnuniyetle karşılanıp, ikiniz mutlu mesut koro halinde trafiği mahvedenlerin aslında özel araba sahipleri olduğu konusunda mutabakata varabilirsiniz. Taksiciler için, taksici camiasından olmayan herkes (Michael Schuemaher dahil) kötü sürücüdür ve trafiği mahvetmektedirler. Bu durumda “bereket versin” sözü garanti altına alınmış olur.

Bir diğer metot ise taksiye binerken kısa ve sert bir “Selamun aleyküm” demektir. Bunun iki yararı vardır. Öncelikle taksiciye “bakma sen takım elbiseme ve Persol marka güneş gözlüklerime, ben özümü yitirmedim, sizden biriyim” mesajını verir. Diğer taraftan bildiğiniz gibi taksiciler genelde alt-orta sınıftan gelen insanlardır. Bu sınıfın kendine özgü iletişim kodlarında bu öncelik taşıyan açılış özelliği taşıyan cümledir. Kesin sonuç vereceğine garanti veririm.

Söylediğim şekilde davranırsanız taksicinin size “Allah bereket versin abü” demesini garanti edersiniz. Fakat aynı taksicinin siz taksiden indikten yarım saat sonra arabayı üstünüze sürdüğünü görünce sakın şaşırmayın. Daha önce belirttiğim gibi taksiciler için evren ontolojik ve fiziksel açıdan taksinin içi ve dışı olmak üzere iki farklı alana bölünmüştür. Dış evren düşmandır. Taksinin içi ve içinde yer alan müşteri, sallanan CD, vites kolundaki tespih ve arka taraftaki ufak halı, taksicinin kendi varoluşunu doğrulayan mekan, nesne ve öznelerdir.

Sağda müsait bir yerde hayatın anlamını bulayım ben.

Internette tanıştığınız bir kadının güzel olup olmadığını nasıl anlarsınız?
ICQ, IRC yada çöpçatan sitelerinin birinden tanıştığınız bir kadının güzel olup olmadığını anlamanın bir çok yolu vardır. Bunun en basit ve güvenilir yolu doğrudan bir fotoğraf istemektir fakat bildiğiniz gibi fotoğraflar yanıltıcıdır ve rötuş, adobe photoshop ve yaş faktörü nedeniyle resmin sahibinden çok farklı olabilmektedir. Peki kadının güzel ve çekici olup olmadığını nasıl anlayacağız? Sanal alemin realiteye taşınmasıyla ortaya çıkan o hayal kırıklığını yaşamamak için ne yapmalı?

İşlevselliği ve doğruluğu kesin olmamakla beraber önerdiğim metot bu konuda size yardımcı olacaktır. Internette konuşurken doğrudan “sen güzel ve çekici bir kadın mısın?” diye sorun. “Sana ne bundan” yada “ne münasebet” gibi cevap vermez kadınlar. Başka konularda böyle bir cevap beklenebilir ama iş güzelliğe gelince yılların birikimi ortaya dökülür. Gelen cevap tipine göre kadının güzelliği ve çekiciliği konusunda bir fikir yürütebiliriz:

a) “güzellik göreceli bir şeydir” diyorsa kadın büyük ihtimalle ne güzel ne çirkin, ortalarda bir yerde idare eder bir çekiciliğe sahiptir, yani sıradandır.
b) “güzellik senin için önemli mi?” diyorsa kadın muhtemelen çirkindir. Hele “mühim olan ruh güzelliğidir” diyorsa kesin çirkindir. Ruh güzelliği elbette önemlidir ama siz hiç IV. Çemişgezek Ruh Güzelliği yarışması ilanı duydunuz mu? Ben duymadım. Ünlü halk türküsü “güzel ne güzel olmuşsun görülmeyeli görülmeyeli”, “çirkin ne çirkin olmuşsun görülmeyeli görülmeyeli” olarak söyleyin bakalım.
c) “Evet güzelim” diyorsa dikkatli olmak lazım. Bunu diyen kadın ya gerçekten güzeldir yada sizinle dalga geçmek yada niyetinizi test etmek için bunu söylemektedir. “Çok güzelim” diyorsa kadın ya gerçekten güzeldir yada çok çirkin. Her zaman bir basamak aşağıya indirin. Biliyorsunuz herkes biraz narsisttir.

Netice itibariyle Internette güzel bir kadınla karşılaşma ihtimaliyle sokakta yürürken güzel bir kadınla karşılaşma ihtimali matematiksel olarak aynıdır. Bulvarda yürürken yüz metre içinde karşıdan gelen kadınları ve içlerinde güzel kategorisine girenleri sayın. Bulduğunuz oran yaklaşık yüzde beş civarındadır. Neyse. Kısa boylu, şişman, göbekli ve kel bir orta yaş erkeği olarak şansımı fazla zorlamayayım.

Aşk acısı nasıl geçer?
Rejime başlayın, durmadan spor yapın ve bol bol Hemingway okuyun, örneğin “Silahlara Veda” iyi bir seçim bence. Yaptıklarınız bir işe yaramayacaktır ama olsun bir şey yapıyor gibi olmak aciz kalmaktan iyidir.

Çay lekesini çıkartmak
Eğer üstünüze çay döküldüyse en iyisi hemen çay dökülen yere limon kolonyası dökmektir. Böylece hiç iz kalmaz.

Çilek yada portakal esanslı prezervatif delikanlılığı bozar mı?
Öffff, bu yazar da kafayı yedi. Ben en iyisi bu okur listesinden çıkayım.

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Devlet Dairesinde İlk İş Günüm

Bankanın Genel Müdürlük Binasındaki Personel Dairesine gidip teslim oldum. Beni Dış İlişkiler bölümüne verdiler. Sabah 9:30 civarı dairedeydim. Bir Şube Müdürü, bir Hesap Uzmanı ve iki sekreterin 4 masa, 3 çelik dolap, 2 etajer, 6 sandalye, 2 koltuk ve 1 orta sehpasıyla birlikte hınca hınç doldurduğu odaya bir de ben girecektim. Önce odadakilerle, sonra da Daire Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı ile tanıştım. Sonra da yan odalardan bir kaç kişiyle tanışıp odama, daha doğrusu odamıza döndüm.

Geçici olarak bir sandalyeye ilişip bir yandan ortama uyum sağlamaya, bir yandan da orada ne tür işlerin yapıldığını anlamaya çalışıyordum. Aylardan Ağustos, Ankara sıcaktan kavruluyor, klima falan daha adı duyulmuş şey değil o günlerde... Pencereler ardına kadar açıktı, fakat perde ya da panjur olmadığından masaya vuran güneş nedeniyle bırakınız pencere önünde oturmayı, o yöne bakmak dahi mümkün değildi. Üstelik odada en az 2 kişi sigara içtiğinden ve sürekli olarak birileri bir yerlere gidip geldiğinden ortalık sigara dumanı ile ter konusunun birbirine karıştığı tuhaf bir halde bulunuyordu. Arada bir kalkıp koridorun öbür ucuna kadar yürüyor ve odaya geri dönüyordum. Koridordaki su soğutucusuna ilgiyle baktığımı görmüş olmalı ki yan odadaki müfettiş Yardımcısı Adayı Serdar, elinde boş bir A4 kağıtla gelip karşıma oturdu ve bana devlet dairesinde öğrenip hayatımın ondan sonraki döneminde daima faydalanacağım, çok yaralı bir şey öğretti. Öyle ki onu ben hem uyguladım, hem başkalarına öğrettim, hem de bir yaşındaki oğlum dahil, acil durumdaki herkesin yardımına onunla koştum; halen de koşarım! Serdar'ın bana öğrettiği şey, 6 hamlede, makassız/bıçaksız, kağıttan bardak yapma sanatının en gelişmiş versiyonuydu. O gün epey çok miktarda bardak yapıp soğutucudan su içtim. Çünkü yapacak daha eğlenceli bir işim olmadı.

Ertesi sabah işe geldiğimde, çaylar kahveler içilirken, bu yer sorununu çözmek için atıldım ortaya:

- "Efendim, bizim dairenin başka odası yok mu buralarda?"
- "Ne gezer..." dedi Şube Müdürüm, "bizim Dairenin bir odası olaydı, Şube Müdürü olarak ben burada mı otururdum? Haydi benden vaz geçelim; Dairemizin daktilolarını neden bir alt kattaki koridorun en dibindeki odada çalıştırıyoruz dersiniz? Bir sayfa yazı için 40 kere aşağı inip çıkmak yerine onları buralarda bir yere oturtmayı şahsen çok isterdim!"
- "Peki ben nerede oturup çalışacağım?"
- "Bir formül bulunur elbet, neden acele ediyorsun ki?"
- "Ama efendim, daha ne kadar bu sandalyede idare edebilirim ki? Mutlaka bir şey yapılacaksa neden bekleyelim?"
- "Öneriniz var mı?"
- "Valla bilmem ki... Aklıma gelen tek çözüm su 3 dolaptan en az ikisini koridora çıkarmak, şu etejerleri de ortadan kaldırıp bu odaya bir masa daha koymak! Ne dersiniz?"
- "Bir düşünelim bakalım. Tabi önce Daire Başkanına bir sormak gerek."
- "İsterseniz ben hemen görüşeyim kendisiyle..."
- "Şimdi sabah sabah olur mu! Bekle, hiç değilse saat bir on buçuk olsun!"
- "Neden?"
- "Eee canım, bırak kadıncağız bir kendine gelsin, çayını kahvesini içsin, telefon görüşmelerini yapıp günlük iş ortamına girsin, sonra söylersin. Şimdi söylersen zihnindeki öncelikli konuların arasına dalmış ve hatta planlarını bozmuş olabilirsin..."
- "Aah... Tabii... Bunu düşünmüş olmalıydım! Haklısınız!"

On buçuk suları Daire Başkanı kendiliğinden bizim odaya gelince beni orada orta sehpa ile misafir koltuğu arasında iğreti bir konumda görünce hemen Şube Müdürüne yer sorununu nasıl çözüleceğini sordu... O da bu konunun 3 yıllık mazisini ayrıntılarıyla anlatıp daktilograf hanımların dahi alt katta oturmak zorunda kalışlarına da değindikten sonra akla gelen yegane çözümün çelik dolapları koridora çıkartarak odaya ilave bir masa koymak olduğunu, etajerlerden de kurtulunması halinde odanın ortasına 5 masanın kümelenebileceğini söyledi.

Daire Başkanı da odayı uzun uzun inceledikten sonra "olabileceğini sanmıyorum ama, siz yine de bir deneyin" diyerek esas görüşmek istediği konuya geçti. Görüşme bitince ben Şube Müdürüne "ne yapıyoruz?" dercesine baktım. O da göz kırpıp başını sallayarak harekete geçme talimatını verdi. Hemen yandaki odaya dalıp Serdar'a durumu anlattım ve yardım istedim. Onun tavsiyeleri doğrultusunda da bizim koridorun ucunda bir bankta yan yana oturan 3 odacıdan yardım istedim.

İsteksiz ve memnuniyetsiz bir biçimde bir birilerine baktılar önce. Sonra içlerinden biri:
- "O iş olmaz Beyim!" dedi.
- "Neden olmazmış, Daire Başkanının onayını aldık biz!" dedim.
- "Fakat biz odacılar daire Müdürlüğüne bağlıyız. Oranın haberi olmadan her hangibir işe gidemeyiz!"
- "Yapmayın ustalar!" dedim, "bir yere gidecek değilsiniz ki, şu anda oturduğunuz yerin iki oda ilerisinde 10 dakikalık bir iş yapacaksınız! Ne var bunda? Haydi gelin, birer de çay söyleyeyim size..."
- "Yok Beyim, gidemeyiz! Bi zahmet, sen git Daire Müdürlüğüne haber ver. Ondan sonra yaparız ne gerekiyorsa!"
- "Peki biriniz benimle gelip göstersin bana şu müdürlüğün yerini... Ben daha dün işe girdim, hiç bir yeri bilmiyorum burada!"
- "Olmaz beyim, bir arayan soran olur, oraya da gelemeyiz! Sabahları yaka kartınızı gösterip girdiğiniz ana kapı var ya, hemen onun sağından dümdüz gittin mi orada! Kime sorsan gösterirler!"

Adamların asıl dertlerinin iş yapmayı istememeleri olduğunu anlamıştım. İşten de, o işi ortaya çıkaran benden de nefret ettikleri her hallerinden belli oluyordu. Yine de başka çarem olmadığını görerek düştüm yola. 20 dakika sonra elimde görev yazısıyla karşılarına dikildim. Bu kez

- "Saat 12'ye geliyor Beyim!" dedi bir diğeri. "hele bir yemeğimizi yiyelim, yaparız!"
- "İyi de yemek paydosu 12:30'da değil mi? Saat daha 12'ye 20 var."
- "Evet ama biz 12'de gidip yemek kuyruğuna giriyoruz. Yoksa yemek kalmıyor."
- "Peki o zaman ben yemeğe çıkmayıp sizi bekleyeceğim. Kimse yokken şu işi halledelim."

Saat 2'ye doğru güç bela geldiler. Ağırdan ağırdan, isteksizce ve aralarındaki muhabbeti kesintiye uğratmadan dolapları koridora çıkarttılar ve odaya ilave bir masa taşıyıp işlerini bitirdiklerinde saat 3'ü geçmişti. Özel sektördeki işimde bu sorunu en geç 30 dakika içinde çözmüş olurdum. Genel Kurmayda ise aynı iş en çok 1 saat sürerdi. O gün kamu sektörünün uyuyan bir dev olduğunu ve yerinden kıpırdatılmak istendiğinde homurtular çıkararak rahatını bozan şey her ne ise onu yok etmeye yeltendiğini görür gibi olmuştum.

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_42.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 2.931 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


GÜNÜN İÇİNDEKİ

Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Cam gerisinde bir başına
Şu kumrunun gözleri
Yeşille karmakarışık
Bir türlü anlayamıyorum

Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Bir ömür boyu
Birbirimizi görmediğimiz
Bu güzel başım
Ve sanki bir inada
Yürütüp getirdiğim bu ayaklar
Ve nedense her sarhoşluğumda
Bakıp da özür dilediğim bu ellerim
Bugün benden ayrı ve uzak
Ve güzel güneşe gülüyorlar
Fena yakalandım bu sabah
Göğün mavisine

Müştak ERENUS

<#><#><#><#><#><#><#>

UZAKTIR ARAMIZ YOLLAR AĞLASIN

Hep böyle şaşırıyorlar
Kanatlarında ıslak bulutlar
Gelip güneşe konuyorlar
Kim biliyor içinizde sevmeyi
Şöyle kocaman.
Korkmadan konuşmadan
Bana yardım et diyor
Bu duran günün ortasında
Beklemenin ardında ve ötesinde bir şeyler var
Konuşamıyoruz.
Önce bitmeyecekmiş gibi geliyor
Kulağa söylenmişçesine
Bir araba iniyor yokuş aşağı
Atları insanları geride
Sana bu sıcağı anlatmalıyım
O kapının rüzgarda inatla vurduğunu
Yırtmışlar bu resmi bembeyaz bu duvarda
Durmadan gülüyor
Bir yerde aldanma da bitiyor
Masaldan sıkılan çocuğun gözleri
Ve bir karınca
Süsleniyor upuzun bir boşluğun ucunda
Havalanmış bu masmavi uçurtmayı bekliyor

Müştak ERENUS

 Sağlıklı Yaşamın Püf Noktaları


UZMANLARIN TAVSİYESİ

Uzmanlara göre sağlıklı yaşamanın yolu, yanlış beslenme alışkanlıklarını değiştirmekten geçiyor. Konuyla ilgili araştırmaya göre; Anadolu'da yaygın olan buğday, mısır, yulaf ve pirinç gibi tahıllarla pişirilen çorbalar, gerçekte vitamin deposu. Sofrada esmer buğday ve çavdar ekmeğine yer verme tavsiyesinde bulunan uzmanlar, buğdayın; fosfat, magnezyum, kalsiyum, fosfor, B ve E vitamini ihtiva ettiğini belirtiyorlar. Çavdar ekmeği; damar sertliği, kan dolaşımı bozukluğu ve yüksek tansiyon için faydalı olurken, vitamin ve mâdensel tuz ihtiva eden yulaf, vücuttaki zararlı toksinlerin atılmasını sağlıyor.

Pirincin B vitamini bakımından zengin olduğuna da dikkat çeken uzmanlar, buğdaydaki gibi pirincin de bütün vitamininin kabuğunda olduğunu bildirerek, işlem görmüş beyaz pirinç yerine, kırıklı, kahverengi pirincin tercih edilmesini tavsiye ediyorlar.

Diyet yapma kaygısıyle vücudunuzu yağdan yoksun bırakmayın! Çünkü vitaminlerin bir kısmı (A, D, E, K) vücuda yağla birlikte alınır. Yağ, deri altı vücut ısısının hızlı kaybını önler. Bâzı hormonların yapımı için de gereklidir. Ceviz, yerfıstığı ve zeytinyağı beyin hücreleri için de yararlıdır.

Lokmalarınızı iyice çiğneyin! Acele atıştırdığınızda açlık duygusunu tatmin edemediğiniz için daha fazla yersiniz.

Magnezyum ve E vitamini yönünden zengin olan çikolata enerji verir. Ama çikolatanın katı yağ ve şekerden yapılmış olduğunu unutmayın!

Sindirim sisteminin dinlenmesi ve vücuttaki toksinlerin atılması için, haftada bir gün sâdece meyve yiyin, süt ve su için!

Beyaz şekeri azaltın, balı tercih edin!

Lifli sebze ve meyveleri sofranızdan eksik etmeyin! Posalı olan bu yiyecekler, artıkların bağırsaktan geçişi sırasında, barsak yüzeyini korurlar.

 Biraz Gülümseyin


BABA OĞUL'un YAMYAM OLANI

Babası oğluyla birlikte savanların arasında dolaşırken, birdenbire safariye çıkmış İsveçli bir turist kıza rastlarlar.

Altın rengi, omuz hizasında atkuyruğu yapılmış saçları, kolonial şapkanın altından pırıl pırıl parlıyor. Masmavi gözler. Uçuk mavi bir bluz, önden, tam göğüsler altından düğümlenmiş. İki göğsünün ortasına kadar sarkan zarif bir altın zincir ve ucunda yandönmüş miniskül bir haç. Dasdaracık krem-haki arası dört cepli bir şort. Muhteşem duru bir cilt ve kemer ile aynı renkte diz altına kadar gelen bağcıklı deri çizmeler.

Yamyam çocuğun ağzı açık... hayretle, babasına:
- Babaaa,.... Bu kadını eve götürüp yiyelim mi?

Ani ve kesin bir cevap:
- Olmaz oğlum!!!

- Niye baba yaaa.. ???!!

- Bunu eve götürelim, anneni yiyelim!!!

http://www.denizce.com

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.kmarsiv.com/postcard/step1.asp?cat_fldAuto=7
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerine, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak, birbirinden hareketli yeni yıl kartları kop...hazırladı. Yollamazsanız hatırım kalır vallahi.

http://www.plastelina.net/
Gerçekten çok güzel bir oyun sitesi. Flash animasyonlu hazırlanmış problemleri çözerken eğleneceksiniz. Özellikle kibrit oyununu tavsiye ederim.

http://www.hummer.com/hummerjsp/h1/gallery/index.jsp
Hummer desem sanırım yeterli olacaktır. Yetmez diyenlere bu kısayolu tavsiye ediyorum. Aslında resmi kayıtlarda halen iş makinesi olarak görünmesine rağmen liderliğini sürdüren bir arazi aracı.

http://www.eviltron.com/modules/esp/esp.html
Sabır küpü, rubik, her ne derseniz işte. Yıllar önce çoluk çocuk hepimizi çıldırtan bazılarının zeka küpü, kimilerinin sinir küpü olarak isimlendirdiği bu alem oyuncak artık sanal ortamda. Beceremiyenler için hemen boz veya hemen düzelt seçenekleri de mevcut.

 Damak tadınıza uygun kahveler


NotepadXP v1.5.0.133 [2.1M] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105383
Windows Notepad'in eksik yerlerini geliştirerek, word'ü asgari kullananlara güzel bir alternatif yaratıyor. Hafızayı çok meşgul etmediğinden de, yararlı bir program.
http://kmarsiv.com/sayilar/20021227.asp 27 Aralık 2002 - ©2002-kmarsiv.com
istanbullife.com