|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 175 |
2 Ocak 2003 - Hoşgelmişsin 2003 |
Sevgili Kahveciler,
Yeni yılın ilk iş gününde sizlere ağız dolusu bir "MERHABA" demek istiyorum. Pekçoğunuzun henüz afyonu patlamamış durumda olduğunu biliyorum, ama dua edin yarın gene tatil var. Böyle hafta arası tatillere oldum olası alışamadım ben. İnsan ne çalıştığından ne de tatilden birşey anlıyor, haksız mıyım? Güle oynaya girdiğimiz yeni yıl boyunca da hep gülmeyi, en azından gülümsemeyi fazlasıyla hakettiğimizi sanıyorum. Umarım gelen gideni aratmaz.
17 Nisan 2002 de başlayan "Kahve Molası" yolculuğumuz da ilk yılbaşı durağını yaptı. Sırada 17 Nisan'daki 1.yıl kutlamaları var. Bu konuda da sizlerin yardımına ihtiyacım var. Daha 3 ay var noluyor demeden, 1. yıl kutlamalarımız için fikir üretmenizi istiyorum. Sayılı gün öyle çabuk gelir geçer ki, bizler el el üstünde kalıveririz. Birlikte tadına varacağımız etkinliklerden söz ediyorum. Şimdilik işin mali portresini gözetmeksizin, sadece fantezi üretelim. Aralarından seçtiklerimizin üzerinde de detaylı araştırma yaparız nasılsa. Yılbaşı için kısa sürede düzenlediğimiz "BEN SANA SEN BANA" kampanyamıza tahminlerimin üzerinde katılım oldu diyebilirim. Tam 117 kahveci "Ben tanımadığım bir diğer kahveciye hediye almak istiyorum" dedi. 116 kişiyi eşleştirip olayı tamamladım. Ne yazık ki, 117. kahveci son saniyede oyuna girdiğinden, kendisine pas verebileceği birini bulamadım. Bunu en kısa zamanda telafi edeceğim, söz. Demem o ki, kısa sürede 117 kahvecinin gönül rızasıyla gerçekleşen bu ufak etkinlik benzeri olayımızı, 1.yıl kutlamalarında farklı tekniklerle 1.117 kahvecinin katılımıyla neden gerçekleştirmeyelim? O yüzden sizi 3,5 ay önceden uyarıyorum. Siz fanteziyi kurun, geliştirme işini birlikte yapalım. Haydi göreyim sizleri.
2002'nin sonlarında armıza katılan yeni yazarlarımızla oldukça güçlendik. Son aldığım haberlerle bu gücün ayyuka çıkacağını söyleyebilirim. Şunu tekrar etmeden geçemiyeceğim. Her kahveci potansiyel bir "KAHVE MOLASI" yazarıdır. Denemelerinizi, hikayelerinizi, şiirlerinizi bizlerle paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. Bir sözüm de, yazdıkları birer, ikişer yazıyla ağzımıza bir parmak bal çalıp ortadan kaybolanlara; Haydi artık kendinizi fazla özletmeyin. Anladık sevgili Suat'ın mazereti var, ya diğerleriniz, çok boşladınız bizleri ona göre.
Meydanı bırakmadan önce, hepinize 2003 yılında sağlık, mutluluk, huzur ve başarı dileklerimi yinelemek istiyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Kahveci Ozan : Ozan Özkaracan |
Gökkuşağı
Çiçekçi Kız’a
Eksik bir yaşamı çoğaltma çaban kadar, içi boşaltılmış onca duygunun peşinde gidişin kadarsındır...
Ne kadarsın diye sordun mu hiç kendine? Çingeneliğin ya da sevgi çiçekleri satan özlemlerin kadarını tanıyorum ben senin.. Sarını görüyorum, kırmızını seviyorum, mavine yetişmeye çalışıyorum, yeşilinde dinleniyorum...
“Eksik bir ergenlik öyküsüne mutlu bir son yazma çabana tutunsam beni de yukarılara çekebilir misin?” diye soruyorum kendime.. Yüzeyindeki yakamozlarla aydınlatsam odamı, tuzunu yarama bazsam, acılarını duyumsasam.. Başka sevgiler gibi olmasa, üzerine çizik atılan isimler gibi olmasa.. Çiçeklerin dilini öğretsen bana, doğaya salsan beni, ve ben hep geri gelmesini, hatta hiç gitmemeyi öğrensem senden...
Yaşamının semalarında gezinen griliğe nispet, çiçeklerle çizdiğin gökkuşağında uçurtmalar uçursam şiddetli fırtına zamanlarımda, üşüsem, şöminenin alevine sığınsam.. Şarap tadı bir şarkıyı paylaşsak kırmızı kadifeden bir takvim yaprağında, ucunu yaksak yüreklerimizin, islerinle yazsan eksik çocukluk öykülerini, ben hüzünlü gözlerle yüreğinin derinlerini okusam...
“Çingeneler Zamanı”ndan ağlayan bir melodiye benzer bir sessizliğe sussan, notalarındaki gizleri kovalasam, tiz bir matem ışığı gölgelense ruhumuzdan.. Geçimişimizi arasak öykülerde.. Vals zamanı yaşamımı, çigan renginde tablolarından izlesem, eşzamanlı bir yaşamda yeniden buluşmamıza nedenler arasak birlikte.. İkimizin de unuttuğu bir ortak geçmişin arayışına sarı papatya bahçelerinde başlasak, ordan bir kır kasabasına yürüsek lalezar bahçeleriyle çevrili.. Bedenimizi tüm renklerde yıkasak, tüm çiçekleri koklasak, tüm ağaçlara tırmansak, tüm meyveleri tatsak ama hatırlayamasak...
Nedensiz sevgiler lazım ikimize de, hep bir nedenle parantezlenmiş onca sevgi içinde sıkışıp kalışımızdan kurtulmamız için.. Sen nedenli terkedişlerinden intikam alırcasına, sorgusuz sevme öğretisine sarıldıkça, çözülsem korkularımdan, gidenlerimi, yitenlerimi, bitenlerimi vaftiz etsem, arınsam tüm terkedilişlerimden.. Bana bakıp, aynada asılı duran bir önceki siluetine sonsuza dek veda etsen...
Yaşamı müşterek kılan farklılıklarımız aslında.. Hep bizde olmayanı kovalayarak sevmeye çalışıyoruz kendimizi.. Senin eksiklerin senden zorla alınmışlar aslında, belkide bu yüzden savaşcısın, belkdi bu yüzden yorgun.. Kimse bilmiyor aslında kırmızıya boyattığın saçlarının yorgunluğunu maskeleme isteğin olduğunu, kimse mimiklerindeki sarının düşündeki maviyle sevişmelerinin huzur rengini ayrıştıramıyor.. Zaten kim detayımızı bilmek ister ki, herkes yüzeyin emniyetinde nefes almaya bu denli alışmışken.. Hep başkalarının sığlığında intihar ediyor yüreklerimiz, hep başkalarının uyuyan denizinde boğuluyoruz...
Bir takvim eskisinden çok daha anlamlı birşeydir her bir yaşanan, anlam katan renkliliğindir.. Bir bak aynaya, kaç rengin var bir bak.. Renklerinin ne kadarını yaşamdan edindiğini, ne kadarını yaşamından çalınanlardan bir düşün.. Ne kadarını isteyerek giyindiğini, ne kadarını soyunup atmak istediğini.. İlk üzerinden çıkarıp atmak istediğin hangi rengin bir sor kendine; öksüz ergenliğin mi, yoksa yetim yetişkinliğin mi? Yoksa tüm renklerinle yüzleşip, tümünü affedip severek yaşamak mı isteğin? Birileri gökkuşağı olmalı ki gövdesine salıncaklar kurabilsin, kaydırak binebilsin öksüz çocuklar.. Sen sevmelisin tüm renklerini, sen penceremden odama usulca sızan gökkuşağı olmalısın.. Karanlık gecelerdeki annesizliğinden, bayram sabahı öpemediğin baba elinden, kahvaltı masasındaki hep bir eksik sandalyeden, ve daha nice terkediliş karesinden kurtardığın yüreğinin umut rengi güzelliğinde, sıkı sıkıya sarıldığın yaşamın yağmur sonrası göğünde sen bir gökkuşağı olmalısın...
Kahve(rengi) tanında bir huzur uykusu döşeği olsun hep yüreğin, o kadar evsiz yürek var ki uykusuz, o kadar huzursuz gövde var ki yorgun, sen çok lazımsın yaşama çiçekçi kız.. Saksısı değiştirilecek, kurumaya yüz tutmuş bir sürü süs bitkisi, kurutulup saklanmak isteyen bir sürü çiçek uğruna sen çok lazımsın bu yaşama.. Doğanın kirliliğini arındırışına, gökyüzünün yedi renkli makyajına, yedi notanın coşkusuna vesile, sen bu hayata lazımsın.. Ruhumun fotosentezi, yüreğimin yeşerişi, yaşamın renklenişi için, şiirlerin dillenişi, öykülerin betimlenişi için, ve yaşama anlam katmak için çok lazımsın çiçekçi kız...
Çiçeklerin hiç solmasın, kendi yağmurundan doğan gökkuşağın hiç sönmesin, çingene ruhun, sarı rengin hiç susmasın çiçekçi kız.. İyi bir yıl istiyorum her ikimize, her ikinize...
İyi bir yıl diliyorum sana, bu dileğimi iliştir tüm çiçeklerinin en güzel yerine...
Ozan Özkaracan
|
Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı |
Evlenmek isteyen kadın
"Hiç bir şey, evlenmek isteyen bir kadın ve susuz kalmış bir deve kadar kararlı olamaz"
Bir Eskimo Atasözü
Hep kadınlar mı tacize uğrar, hayır bazen erkeklerde tacize uğrar. Size başıma gelmiş bir taciz olayını anlatmak istiyorum. Anlattıklarımın hepsinin doğru olduğuna emin olabilirsiniz.
Evimde mutlu mesut bir şekilde Stephen Hawking'in kitabını okuyor diğer taraftan da evrenin büzülerek mi sona ereceğini yoksa genişleyip sonsuz entropiye erip mi? sona ereceğini kafamda tartıp diğer taraftan çay içerken birden cep telefonu çaldı. Allah kahretsin neden kapamadım bu nalet aleti. Bütün güzel ve büyülü zamanları böyle bozuyor. Tam açacakken telefon kapandı. Ekranda bilmediğim bir numara. Bir de bunlar çıktı, arayıp sizin aramanızı bekleyenler. Neyse insan merak ediyor tabi haliylen. Aradım. Karşımda bir kadın sesi çıktı, yanlış numarayı aramış, özür diledi. Bende estağfurullah önemi yok gibisinden bir şeyler söyleyip iyi günler diledim ve kapadım. Tekrar huzur içinde Stephen Hawking kitabıma döndüm. Her halükarda bir 10 milyar yıl sonra evrenin yok olacağı sonucuna vardığım için oldukça mutluydum. Aradan bir 10 dakika geçmeden bir mesaj geldi (bir de mesaj olayı var yani). Çok nazik ve kibar bir beymişim, sesimden öyle anlaşılıyormuş (beni bir de Amerikan beyzbol liginde görse). Ben de teşekkür ederim diye bir mesaj gönderdim. Tekrar kitaba döndüm fakat mesajlar vahşi Moğol atlıları gibi gelmeye başladı. Ne iş yapıyor muşum? Mühendisim. Evli miyim? Hayır bekarım. Kaç yaşımdayım? 34. Nasıl olurda şimdiye kadar hiç evlenmedim. Kısmet. Doğru mu söylüyorum. Evet niye yalan söyleyeyim ki? (belli bir yaşta olup da bekar olmak sanırım çok garipsenen bir şey yurdum insanı tarafından). Ben bu mesaj trafiğinden sıkıldığım için Pazar günü bir kahve içmeye gidelim dedim. Hayatımda kimseler yoktu, neden bir kahve olmasın. Belki de hoş bir kadındı. Bir kahveden ne çıkar ki, iki tane içerseniz uykunuz kaçar ama. Uzatmadan hemen kabul etti.
Buluşmamıza kadar geçen günlerde sürekli olarak bana gerçekten evli olup olmadığımı ya da dul olup olmadığımı soruyordu. Namusumla bu kadar ilgilenen bu hatuna bir şaka yapmaya karar verdim ve bir yalan attım. Evet evlenmiştim. Karım üç yıl önce kanserden ölmüştü (trajedi) ve ben kızımla birlikte yaşıyordum (bu resimdeki melek yüzlü kadın kim baba, o senin annen yavrum şeklindeki repliklerle mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyorduk sevgili kızımla -Ediz Hun tripleri).
Aman Allahım. Sezon sonu indirim yapan mağazaya doluşan kadınlar gibi, bir anda cep telefonuma küfürler yağmaya başladı. Bir kadının küfür arşivi bu kadar geniş olabilir mi? Annemin ve rahmetli babaannemin hatırını iyice bir sordu. Hah! dedim. İşte seviyeni belli ettin hadi bye.
Kurtulduğumu zannediyordum. Ama nerdeeeeee! Ertesi gün mesajlar başladı. Aslında çok sinirlenmiş bana bir şans daha vermek istiyormuş (iyi de şans isteyen kim? Bir şans daha olsun diye sorduğumu hatırlamıyorum), gazetelerin ekstra kuponları gibi şans vermeler sürekli artıyordu. Hayır diyorum, buluşmak istemiyorum. Yok istiyor muşum da kendim bilmiyor muşum!? (bu da çok iyi). Her gün 10-15 tane mesaj hayatımı cehenneme çevirdi. Bu işkence neredeyse bir hafta sürdü.
Allahım insan görmediği bir adama bu kadar tacizde bulunabilir mi? Ben çirkin değilim tamam, ama yakışıklı hiç değilim (fakat editörden kat, kat çekici bir erkek olduğum su götürmez) beni bu kadar çekici kılan ne? Ayrıca yüzümü bile görmedi. Sanırım şu iki kelime her şeyi açıklıyordu: Bekar. Mühendis. Kendimi bir av gibi hissettim. Kadınlara hak veriyorum, av olma gerçekten berbat bir duygu.
Pazar günü bisikletle deli turumu yapıp eve dönerken (oldukça keyifli bir turdu, iki köpek kovaladı ve bir tane çukurdan zor kurtuldum) yine bir cep telefonu mesajı. Yok kaçarım yoktu. İlla buluşacaktım ve illaki bu hatunla evlenecektim yoksa bana dünyayı dar edecekti. "Tamam" dedim "buluşalım". Şu saatte şurada ol. Eve gittim. Hemen bir duş alıp arabaya atladım. Tarif ettiği gibi biri çıktı ama çok güzel hiç değildi. İdare ederle güzel arasında bir şeydi. Çok sevdiğim güzel bir kafeye gittik. Özür dilemesini falan beklerken ellerime baktı ve neden tırnaklarımın uzun olduğunu sordu; "erkek hiç tırnak uzatır mıymış?" Ya!, gitar çalıyorum, bak sol elimde tırnağın t'si yok. Yok, erkek dediğin Kadir İnanır gibi olacakmış. O sert erkekten hoşlanırmış. "Ya biz yumuşak erkek miyiz?" Bizim de kendimize göre sert yanlarımız var, en azından bir tanesi garanti. Yok, yok olmayacak. Kafamdaki 666 yazısından kan sızmaya başladı (bu iyi bir korku filim sekansı olabilir).
İçimden allaaaahhhhhhhhhhh! dedim. Tutmayın beni, daş yok mu daş? Yoktu etrafta daş yoktu. Sevimlice gülümsedim ve neden kahve içmiyorsun, ben iyi fal bakarım dedim. Hiç bir kadın fala hayır demez. O da tamam dedi. Oldukça güzel bir fal baktım. Meslek sırlarımı size sonra anlatırım. Kadın şaşırdı. Nasıl oluyor da böyle güzel fal bakıyorsun dedi.
İşte beklediğim soru buydu. "Şey" dedim çekinerek, gizli bir sırrımı açar gibi, "Ben cinliyim" dedim. Kadın ürktü ama meraklandı "Nasıl?" diye sordu merakla. Valla ben de bilmiyordum. Ablam için hocaya gittiğimizde başlarında erkek olarak ben de vardım fakat hoca beni görünce oracıkta bayıldı, meğer hocayı bayıltan cinmiş. Meğer ben cinliymişim. Bir dişi cin bana aşıkmış 10 yıldır (Allahım, vahşi bir çekiciliğim var dişi cinler bile bana aşık). Hem de deliler gibi ve çok kıskançmış. Bu kadar şanslı olmamın sebebi oymuş. Ama hangi kadına ilgi duysam o kadının başına belalar getiriyormuş. Zaten bir sevgilim benimle çıkar çıkmaz arabasıyla takla attı, bir diğerinin babası iflas etti, hasta olan hala hastanede yatıyor. Şimdi anladın mı neden evlenmediği mi? dedim bir kader kurbanı olarak.
Kadın bana çekinerek baktı. Ben birden durdum, "Aman tanrım o burada!, o burada!, sana zarar vermesini istemiyorum çabuk benimle birlikte dua oku!" dedim ve ellerimi açıp lüks kafenin içinde dua okumaya başladım. Kadın hiç tereddütsüz beni takip etti. İkimiz huşu içinde dua etmeye başladık. Duayı bitirip havaya üflediğimde güvenli bir alan oluşturmuştum. Kadın da aynısını yaptı. Etraftakiler ve garson kızlar bize garip, garip bakıyordu. Hiç önemli değil. İntikam baldan tatlıymış.
Kadın bana çekinerek "Üniversitede çok okuyup okumadığımı sordu" (sanırım bu adam sıyırmış dedi içinden). Evet dedim çok okudum. Gizli ilimlerde oldukça yol aldım. Sonra onu evine bırakmayı teklif ettim. Kabul etti. Arabaya biner binmez bir gaz, bir fren, bir sollama, bir sağlama içi dışına çıktı. İnerken "Hep böyle sert mi araba kullanırsın?" diye sordu, bende, "erkeğin yataktaki ve direksiyon başındaki davranışı aynıdır" dedim sırıtarak. "Eğer geceleyin içine sıkıntı basarsa bil ki odur, seni rahatsız etmek istiyordur. Dua oku, öyle yat!" diye ekledim.
Bir daha hiç aramadı.
Mehmet Emin Arı http://www.eminari.com
|
Torpilli Kahveci : Zeynep Özbatur |
Yeni Yılın Gelişi
Çocukluğumdan beri Aralık ayı benim için hep çok keyifli olmuştur. Hala da öyle...Yeni yılın gelişiyle tüm sıkıntıların biteceği duygusu, umutlar, yılbaşı gecesini evde geçirdiğimiz için evde yapılan hazırlıklar, hediyeler... Sonra yeni yılın başladığı 1 Ocak gününden itibaren herşey eskisi gibi devam eder, tabii umutların çoğu bir sonraki yıl için aralık ayına ertelenir vesaire...
Eski yıllarda ailemizdeki yılbaşı geleneği bizde hala devam ediyor. Tek fark, genellikle yılbaşı yemeği daveti artık bizim evde oluyor. Ben bundan büyük bir keyif alıyorum . Ailemiz, dostlarımız birarada olmayı çok seviyoruz. Ama değişen birşey yok saat gece 24.00'de geçmiş yılın sıkıntılarının bir sihirle kaybolduğuna inanma illüzyonunu yaşamaya devam ediyoruz. Ertesi sabah gazeteleri aldığımızda yılın ilk bebeğini, bir gece önceki eğlencelerini, ölüm ilanlarını ve ekonomi sayfalarının aynı bir gün öncekinden farksız olduğunu görüyoruz. Herkes ve herşey yerli yerinde duruyor... Ama beklentiler bizim için keyifli ve cazip, bir tarafıyla da tehlikeli...
Bu yılda pek değişen birşey yok aslında, ama küçük bir farkla... Bu yıl yeni karar olarak, yeni yıl ile ilgili beklentimi oldukça değiştirdim. Tarihlerin son rakamının değişmesiyle yaşamımızdaki sıkıntılarda kurtulacağımız duygusunun artık gerçekten bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla giden ve gelen yıla oldukça büyük bir haksızlık oluyor. Aslında zaman geçiyor ve biz küçük yada büyük her beklentimize bir sebep buluyoruz. Oysa yaşam devam ediyor ve biz o'beklenti'ye kilitlenip yaşadığımız anı hep kaçırıyoruz. Gündelik hezeyanlarda buna dahil, örneğin 'bu yıl çok sıkıldım bir an önce bitsin istiyorum' gibi şeyleri kendi kendime ne çok söylediğimi, kaldı ki en az üç arkadaşımında bana söylediğini hatırladım... Aslında hepimiz projeksiyonu bir başka noktaya yönelttiğimizde kendimizi savunacak bir başka suçlu arıyoruz. Bu da genellikle biten yılın suçu oluveriyor yılbaşı günleri yaklaştıkça...
Oysa o yıl yaşadığımız iyi ve kötü herşey sadece ve sadece bizim kendi gerçeğimiz, bunu olduğu gibi sevip, kabullenmek herşeyi çok daha keyifli kılıyor. Böylece geriye ve ileriye bakma biçimi değişiyor, zira beklentilerimiz de...
Bu durumda , herkesin, 2003'de hiçbir zamana kilitlenmeden , yaşadıkları sürecin keyfini sürmelerini diliyorum...
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Bir kaç küçük başlangıç adımı
Bankadaki görevime askerlik nedeniyle promosyon arkadaşlarımdan daha geç başladığım için beni bir ay önce işe başlayan yeni bir gruba dahil ederek oryantasyon kursuna gönderdiler.
Burada bankacılık ile ilgili teorik bilgilerin yanısıra akademisyenler ve mesleki yaşamlarının son bölümlerindeki üst düzey bürokratlarla sohbet toplantılarına da yer verilmekteydi. Kursun amacı hem çalıştığımız kurumu, hem de faaliyet alanımızı daha geniş bir perspektiften tanımamıza yardımcı olmaktı.
Yıllık izin hakkı
Kursun bir bölümünde bizlere özlük haklarımız, yani maaşlar, izinler, terfiler gibi konularda bilgi verilirken 2 yıl süreyle hiç izin kullanamayacağımız söylendi. Başka kamu kuruluşlarında çalışan arkadaşlarımın 1 yıl sonra izin hakkı elde ettiklerini örnek göstererek bu kurumdaki farklılığın nedenini sordum bizlere brifing veren yetkiliye.
"Aslında sizler bu uygulamanın ilk mağdurlarından olacaksınız" dedi yetkili; "zira 8 ay öncesine kadar, bizde de yeni memurlara 1 yıl dolduğunda 20 günlük yasal izin hakkı elde edilmekteydi, ancak o tarihte yapılan bir yönetmelik değişikliği ile Müfettiş Yardımcılığı için adaylık süresi bir yıldan iki yıla çıkarıldı. Bu nedenle adaylıktan asil memurluğa geçişi simgeleyen yıllık izin hakkı da ikinci yılın sonunda elde edilmeye başlandı." Daha dün bir, bugün iki; buna da n'oluyor ki ilk günden izin pazarlığı yapıyor anlamına gelen bir yüz ifadesiyle bana bakarak şunları da sözlerine ekledi: "Hem bu o kadar da dert edilecek bir konu değil arkadaşlar. Burada eli kırbaçlı patronlar yok... Bir hafta- on gün için sizlere mutlaka bir izin olanağı ayarlanacaktır. Siz yasal hakkınızın 2 yıl sonra doğacağını bilin yeter!"
Bu işe pek aklım yatmamıştı. En azından sınavı kazanıp bankaya işe alındığım tarih itibariyle bir "müktesep hak" durumu olabilir düşüncesiyle o gün öğleden sonraki tüm mesaimi kütüphanede mevzuatı incelemekle geçirdim. Akşama doğruydu ki müthiş bir keşifte bulundum: adaylık süresi ile izin hakkı konusu ayrı kanunlarla düzenlenmekteydi.
Devlet Personel Kanununda yeni işe başlayan memurlara izin hakkı bir yıl süreyle çalışmaları halinde tanınacağı belirtilmişti. Adaylık süresi ise ayrı bir kanun maddesinde en az 1 yıl olarak belirlenmiş, ancak kamu kurumlarına bu süreyi kendi teşkilat yasaları ya da yönetmelikler çerçevesinde uzatma yetkisi tanınmıştı.
Adaylık süresi 1 yıl iken ki dönemde, yıllık izin hakkı tanınma süresi de 1 yıl olduğundan, banka personelinin tamamı "aday memurlara izin hakkı tanınmaz" şeklinde bir anlayış benimsemişlerdi. O dönemde her iki sürecin de 1 yılda tamamlanmakta olması nedeniyle bu yargı, sonuç itibariyle aynı kapıya çıktığından her hangi bir sorun yaratmıyordu. Oysa adaylık süresi 2 yıla çıkarıldığında zihinlerdeki bu yargı sorgusuz bir şekilde benimsenmeye devam edildiğinden, yeni dönemin aday memurları ilave 1 yıl daha "aday memur" statüsünde çalışmakla kalmıyor, aynı zamanda 1 yılda elde edilen izin hakkını da ilave bir yıl daha bekleyerek elde etmeyi bekliyorlardı.
Bunu önce arkadaşlarımla, sonra da Personel Dairesi Başkanıyla konuştum. "Bir inceleyelim bakalım" şeklindeki diplomatik cevap, bir hafta sonraki başka bir brifingde tüm adaylar için kazandığım ilk zafer olarak geri döndü: idare itirazımı haklı bulmuş ve adaylık süresi 2 yıl olmasına karşın yıllık izin hakkının, önceden olduğu gibi, 1 yıl sonunda elde edileceğini müjdeleyen bir genelge yayınlamıştı!
O hafta arkadaşlarla zaferimizi kutlarken ben gereğinden ziyade mütevazi davranmış ve asla "bu benim zaferim abiler, haydi ısmarlayın biraları" şeklinde hava atmaya ya da bunun benim sayemde olduğunu vurgulamaya yönelmemiştim.
Fransızca Dil Kursu
Bankanın yurtdışı transferlerde birlikte çalıştığı Fransız Bankasını yetkilileri de kursdaki sohbet toplantısına katılarak bizlere uluslararası bankacılık konularında bilgi verdiler. Fransız aksanıyla İngilizce konuşan bu insanları sık sık göreceğimiz, hatta Fransa'ya ve İsviçre'ye iş seyahatlerine gideceğimiz anlaşılıyordu. Memurlar arasında Fransızca bilenler var idiyse de sayıları İngilizce bilenlerin ancak % 10 kadarına denk geliyordu.
Ortanyasyon kursları tamamlandığında bizlere "istek ve öneriler" şeklinde birer form dağıttılar. Ben de sözünü ettiğim yabancı konuklarla Fransızca konuşmamızın hem daha olumlu bir intiba bırakacağını, hem de onların kendi aralarındaki konuşmalarına "tamamen Fransız" kalmaktan bizleri kurtaracağını; bu yüzden Fransızca öğrenmemiz konusunda Bankanın desteğinin yerinde ve isabetli bir mesleki gelişim fırsatı yaratacağını yazmıştım.
Bir öğlen yemeğinde tanıştırıldığım Genel Müdür Yardımcısı takdir ifadeleri içeren bir ses tonuyla "siz Fransızca öğrenmek istiyormuşsunuz öyle mi?" diye sordu. Dona kaldım; zira ortanyasyon kursunun sonunda doldurduğum o forma yazdığım bu düşünceler çoktan aklımdan çıkıp gitmişti. Çok geçmeden Ankara'daki Fransız Kültür Merkezinde Banka mensupları için ücretsiz Fransızca dil kursları açıldı ve ben kurstan ilk yararlanan grupta yerimi aldım.
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_43.asp
Devamı var
|
"Yeni Yıl
Memlekette fikir hayatı arttıkça, yaşayış medeniyetin karışık ve dallı budaklı olan şekillerine büründükçe, hele yabancı ülkelerle ve bütün cihanla olan temaslar ve münasebetler arttıkça yılların ehemmiyeti katmerleşiyor. Basit insanlar için zamanın ne hesabı vardır, ne de değeri. Onbeş, yirmi sene evveline kadar yılın değiştiğini ve yenileştiğini, Muharremde aşureden ve Martta balıkhane merasiminden hatırlardık. Türkiye'de hayat çok basit, fikir hareketleri gayet dar, hele dünya hadiselerile münasebet pek azdı. Biçoklarımız cihandan habersiz, gelip geçen zamandan kaygısız, bir ot gibi belki rahat, fakat bir ot kadar manasız yaşardık. Şimdi yıllarımızı, birçok maceralarla, iyi kötü sayısız hadiselerle, facialarla, komedilerle ve cihanın dört köşesine ait haberlerle dolu uzun bir sinema perdesi karşısından çekilir gibi dolgun ve yorgun kapatıyoruz.
Dünyamızın güneş etrafında bir defa döndükten sonra tekrar eski yerine gelinceye kadar geçirdiği üçyüz altmış beş gün içinde bütün olanları, bitenleri en kısa hülasalar halinde bile düşünmek insanın başını döndürür.
Bir defa kendi benliğimize ait bir yıl var. Bizi bir yıl daha eskiten bu yıl acaba varlığımıza neler ilave etti ve bilhassa bizden neleri alıp götürdü? Sonra ailemize, akrabalarımıza, dostlarımıza ve tanıdıklarımıza ait oniki aylık hadiseleri ihtiva eden bir yıl geliyor! Bunlardan kaç tanesini bu yıl içinde büsbütün kaybettik? Kaç tanesinde nekadar çok türlü değişiklikler oldu? Daha sonra millet ve memleketimizin binbir bakımdan birçok türlü yılları var. Siyasi yıl, içtimai yıl, ilmi yıl, edbi yıl, iktisadi yıl, zirai yıl, tarihi yıl, sıhhi yıl ve saire ve saire… Ve nihayet bütün dünyaya ve tekmil insanlığa ait olan her sahadaki vak'alarla, hadiselerle ve inkilaplarla dolu o binlerce çeşit yılları da göz önüne getirecek olursak bir senelik zamanın ne kadar engin bir nehir, hatta uçsuz, bucaksız bir deniz gibi önümüzden akıp gittiğini biraz tasavvur etmiş oluruz. Halbuki o derya dediğimiz yıl, zaman denen sonsuzluk içinde bir soluk demek değil midir? Ve her birimiz o muazzam deryaların içinde birer küçük damladan başka bir şey miyiz? Fakat düşünen her damla yine kendine göre bir deryadır. Bir solukla bir damla. Lakin başka bakımdan iki muazzam derya… İşte bir yıl karşısında düşünen insan budur.
Ey beni okuyan ve ve becerip söyliyemediklerimi de düşünen dostlar! Yeni yıl hepinize uğur getirsin!"
Benim giden ve gelen, ya da tükenen - tükenecek yıllara dair yeni bir sözüm yok. Bu nedenle, geçmişten gelen bir "Yeni Yıl" yazısıyla kutlamak istedim yeni yılınızı. İbrahim Alâettin Gövsa tarafından kaleme alınan metin, bir ocak bin dokuz yüz otuz altı'da Yedigün'de yayımlanmış.
Hepsi bu!!!
Serpil Yıldız
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 2.956 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
Avucunda
Avucuna almış
Yalanların çelişkilerin umut kırıklıklarının elleri
Buruşturuyor boğazımı
Zalimce
Üşüyorum
O kadar soğuk ki yönüne bakan her sokak
Donuyorum...
Bak: bunlar tutuğun ellerim
Kırılmak için yere pike yapan kuşlar
Bak: bunlarda yalancıkların yalancıklarım
rüzgarla havalanan kuru yapraklar
Yağmurla nasıl parlak nasıl siyahlar
Görüyor musun?
İki kötü rüya arası bir sığınak arar uyanan
Art arda kötü rüyalar gördüm
günler günü bedenin olmuş yastığı,
uzak kenarına koydum yatağımın
uzak durdum kıvrılıp kendi içime
uzak dur
tenime çok kirli çok ağır çok...
o siyah yapraklardan bir dağ gibiydin yatağımın ucunda bir taş gibi
sabahı beklerken yanımda bitti
dün gece hissettim
hayalinde bir başkası vardı yanında bir başkası ;
aşka sevgim sonsuz
sizi yalnız bıraktım
bir ölü gibi yıkanıyor yatağım geçmişinden
dua ediyorum yoldan sapan isyanlarca
günahlarıma elvermiş vicdan kırıklığım karışıyor kaynayan suya
üşüyorum
tir tir titriyorum
kaçaklığına ve kesikliğine
dayanamıyorum artık gecenin tenini acıtan beyaz
ay ışığı
26 Aralık 02
Yasemin ADALI
<#><#><#><#><#><#><#>
sonbaharın çaldığı şiir
Sonbahar küskün kamçısını savuruyor sırtımca
Bir saç teli kırbacı, ucunda yazdan kayma bir yıldız
Yıldız ince ince sırtımı yağdırıyor mısralara
artık tüm sözler sanki dünden şiirliğe davetli
her şey kırılgan, ayrılığa hazır
bir şaşkın kuş gelip dağıtsa
penceremin önündeki rüzgar güllerini
neleri unuturum?
Tırnaklarım uzuyor diyorum; uzuyor yalnızlığa
Boşluğun saçlarını tarıyorum
Kaşıyabileceğim tenin yok, sen varken hayatımda
Sonbahar hepsi senin suçun, cümleleri hüzne kaçırıyorsun
Elimi tut, parmaklarımın altı, parmaklarının altına gelsin
Ve içimiz birbirlerine misafirliğe gitsin,
Sana sıcak hikayeler anlatırım
Yalnızlığını koklarım, hayvanlığını ayaklandırırım
Yeter ki içinin taze ayazında durayım, sonbahar.
1 Ekim 02
Yasemin ADALI
|
|
BEN SANDIM GELOOR...
Bir devir İstanbul’unun en gözde semtlerinden Koca Mustafa Paşa’nın sahil kesimi, pırıl pırıl bir Marmara ve Samatya’dayız.
Bitişik nizam masif demir kapılı iki ev. Birinde Hayganoş yaşıyor, diğerinde de Agop. Bütün çocuklukları beraber geçmiş, beraber yaşamış, birlikte büyümüşler. Dillere destan bir aşk öyküsü.
Agop’un babası iyi bir zenaatkar. Özellikle metal ve kalıp işlerinde son derece becerikli. Kendince yaptığı mutfak gereçleri ve çatal bıçaklar, her gün daha çok müşteri buluyor. Samatya’dan Şişli’ye, oradan “Indoor swimmingpool” Bebek’te bir villaya.
Hayganoş’un babası ise genç yaşta sizlere ömür. Madam Agavni biricik kızı Hayganoş’una hem analık etmiş, hem de babalık.
Agop’un Hayganoş’una olan aşkı ise hiçbir zaman azalmamış. Askerlik de bittikten sonra artık vaktin geldiğine karar verip, açmış durumu babasına.
Baba hiddetli ve kızgın. Biricik veliaht oğlu, hiçbir ticarî itibarı olmayan, maddî bir değeri bulunmayan rahmetli kömürcü Antranik’in kızıyla mı evlenecek?
Olacak iş değil!
Hemen tezgâhı kurup, sonradan olma yakın arkadaşı Yetvart’ın kızı Surpik ile Agop’u evlendiriverir. Üç Horan da yapılan muhteşem düğün... Son derece rahat saygın bir yaşam, sosyetik itibar, hiçbir şey Agop’un Hayganoş’una olan aşkını, sevgisini ve ilgisini küllendiremez.
Yıllar, yılları kovalar, yaş kemale erer ve Agop Hayganoş’unu Samatya’daki o güzel, günlük-lâvanta karışımı kokan evde muntazaman ziyaret eder.
Günlerden bir gün, sevgili Agopcuğumuz Hayganoş’ unun kolları arasında görev başında şehit düşer. Neticede ölümlü vaka, Hayganoş’u derhâl götürürler Samatya karakoluna. Komiser aksi mi, aksi, ürkütücü görüntülü sert bir adam.
- Anlat !!! der neredeyse kükreyerek.
- Agopçuğum gelmiş ise, Hayganoş’um demiş idir.
- Eeee ? der komiser.
- Hayganoşum der iken, çilingir soframız hazır, rakımızı yudumlooruz.
- Eeeee ? der komiser.
- Biraz daha yakınıma sokulmuş ise, yüreğim hop hop etmiş,
odamıza çekilmişizdir.
- Eeeeee ? der komiser.
- Agopçuğum gelooor, gidoooor; geloooor, gidooor.
- Eeeeeeee ? der komiser.
- Komser beyciğim! Ben sandım gelooor! meğersem gidooormuş!!!
http://www.denizce.com
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://isfunsoft.myrice.com/swf/peeping.swf
Yok aslında birbirimizden farkımız dersek yalan olur. Ne kadar inkar edersek edelim, hepimizin gizemli ve herkesten sakladığımız gizli bir yanımız mutlaka vardır. Nereden çıktı şimdi bu .......... işte buradan.
http://www.theaircar.com/models.html
A spacious car with seats that can face different directions, so that the parents can watch their children while they drive along... Ne şimdi bu..? Hiç dikkat ettinizmi teknoloji ilerledikçe herşey daha da küçülüyor. Bu konuda en görünür örnek taşıt araçları. İşte air car modelleri.
http://tomandphil.myby.co.uk/stars/
Yıldız düşürmece oyunu................ yani yıldız düşürüyorsunuz...................... yıldız.............. eeee ne bekliyorsunuz oynayın işte.
hhttp://flashface.flashmaster.ru/
Robot resim oluşturma konusunda oldukça başarılı bir web sayfası. Biraz yavaş çalışıyor olmasına rağmen yinede eğlenceli görünüyor. Kafa şeklinden başlıyarak bir insan yüzünü saç, kaş, göz, ağız ve çene gibi ana noktalar haricinde gözlük, sakal ve bıyık gibi detayları da tanımlamanıza imkan veriyor.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Backup4all v1.0 [1.1M] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105747
Backup4all, adından anlaşılacağı gibi bir yedekleme programı. Önceden zaman ayarı yapara, belli sürelerde, belli dosya veya klasörleri, belirlediğiniz sürücü üzerine yedekleyebiliyorsunuz. Dökümantasyonu az olsa da oldukça fazla özelliği ile denenmeyi hakediyor.
|
|
|