|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 181 |
10 Ocak 2003 - Sinemalı, tiyatrolu hafta sonları |
Merhaba kahveciler,
İki gündür havada garip şeyler oluyor. Önceki gün akşam Diyarbakır'daki kaybımıza dün 2 yüzbaşı 2 de üsteğmen eklendi. Şu anda saat 2:30 ve size bir son dakika haberi daha vereyim. Peru'da 8'i çocuk 46 kişinin bulunduğu uçak Amazon üzerinde dağlarda kayboldu. Yoğun yağış nedeniyle kurtarma çalışması yapılamıyor. 2 günde 3. kaza. Haydi hayırlısı.
Bu hafta oldukça yoğun geçti. Epeyce birikmiş işi toparladım, hala da toparlamaya devam ediyorum. 20 saatlik mesailerle ancak idare ediyorum. Demem o ki, bugünlük beni mazur görün. Aşağıdaki güzel yazılara zaman ayırın. Sevgili Enişte'miz yolladığını zannettiği bir yazı yüzünden bana sitemde bulunmuş. Tekrar yolladığı yazıda bana düzdüğü methiyeler nedeniyle, biraz geç olmakla beraber, yazısını yayınlamakta sakınca görmedim. Bu konuda bana hak vereceğinizi biliyorum. Sevgili Elif'in Cuma'dan başlanıp, ancak Cumartesi yenilebilen güzel tatlısını yapmayı ve tatmayı unutmayın. Yapanlar benim için de birer lokma atarlarsa ağızlarına sevinirim. Eee malum serde erkeklik var:-)) Efendim bu kısa ve boş laflamadan sonra sizlere mutlu, sağlıklı, sinemalı, tiyatrolu bir haftasonu diliyorum. Havada yağış var dikkatli olun. Sevdiklerinizi ihmal etmeyin.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen 2002 Hediyesi |
|
Her yılbaşı aklıma gelen, takma ismi O'Henry olan yazarın en beğendiğim öyküsüdür. Eskiden radyoda bir program var idi, onun da ismi; " Milli Piyango İdaresi sunar, Bir Hikayemiz var ! ". Ve genellikle o yazarın öyküleri anlatılırdı ve sanırım iyi bir rayting'i vardı. Radyodan başka eğlencelerin olmadığı dönem, ben O'Henry'i buradan tanıdım ve sonra da kitaplarını satın aldım. Biliyorsanız bile bir paragrafta bilmeyenler olabilir diye kısaca anlatacağım:
Yeni evli Amerikalı bir çift ve fakat gelir durumları pek iyi değil. Noel yaklaşıyor, her ikisi de birbirine hediye almak istiyor. Adam; upuzun saçları olan karısına ayna, tarak gibi bir makyaj kutusu alabilmek için dedesinden kalma köstekli saatini satıyor. Kadın da; kocasına, dedesinden kalma köstekli saati kullanabilsin diye bir zincir düşünüp, upuzun saçlarını kestirip satıyor..
İşte bu öykü beni her yılbaşı zamanı etkilemiştir. Ve bu düşünce ile her yılbaşı gecesi öncelikle hediyesiz kalmamak uğruna ilk önce kendime bir hediye satın almışımdır. Bu sene Editör sayesinde rahatladığımı düşündüm. En azından bir kişi bana hediye alacaktı..
Biraz savsakladım bu şımarıklıkla ama 2 gün içinde mutlaka bir armağan alırım yine de kendi kendime..! Bir yılbaşı öncesi idi, sanırım 1987 nin son günleri, evimize yeni taşınmışız..
" Şu anahtardan ne zaman 2.bir çift yaptıracaksın ? "
- Tamam ya ! İlk fırsatta yapacas işte !
" Bak bi gün sen olmadan bu eve giremeyeceğimi düşün istersen.. Ya kapı zili ? "
- Ne varmış kapı zilinde ?
" Tıııırrrrt ! Sese bak ! Duyuluyor mu ? Böyle kapı zili mi olur ? "
- Tamam. Sen Adana'ya ne zaman gidiyorsun ? Ne zaman dönüyorsun ?
" Cuma sabah gidecem, muhtemelen Pazar akşam dönerim. Olmazsa Pazartesi sabah. "
- Haber ver diyecem ama telefonumuz yok !
" Komşunun eşiyle gidiyoruz ya ! Onlarda telefon var, haber iletirim.. "
- Anlaşıldı..
Pazar günü TV izliyorum, maç özetleri var, oğlanı uyuttum, 2.kat evimizde salonun ışıklarını da söndürdüm. FB'de kazanmış, bir de rakı alayım dedim keyifle. Komşuya telefon gelmiş, dönüyorlarmış, kadın yukarı bakmış, ışıklar sönük, uyuyor demiş, başka bir zili çalıp apartmana girmiş, dairenin kapısına gelip şu notu yapıştırmış :
" Eşin ve eşim bugün 11:00'de geliyorlar, haberin olsun ! "
Sabah kalktım, oğlanı Bakırköy'e götüreceğim, sonra da işe. Tam kapı eşiğinden çıkıyorum ki kapıda yukarıdaki not ! Heh ! He ! Zaten biliyorum ! dedim içimden. Kadın öğretmen, sabah okula giderken bırakıvermiş notu diye düşünerek yola çıktım. Zaten dün gece bir rüya gördüm, düğüne gitmişiz, davullar, zurnalar.. Doğrudan şirkete gelir nasılsa 13:00 gibi dedim ve şirkete geldim. Aynı şirkette çalışıyoruz eşimle bu arada. Onun oda arkadaşı Necmi geldi yanıma sabah sabah;
" Eşinin selamı var ! "
- Mesajlaştınız mı Adana ile ? Biliyorum 11:00 uçağı ile dönüyormuş ! "
" Yok oğlum, odadan selam söyledi sana, o burada ! "
- Nası yani ? "
Pazar gecesi dönmüşler gece 01:00 gibi. Zili çalmış, ama tııırt diye çalan bi zili nerden duyayım ? Telefon zaten yok ! Gördüğüm rüya da düğün, davul değilmiş, çalan ziller, kapı yumruklamaları felanmış.. Sonuçta; eşim geceyi komşuda geçirmiş, sabahleyin de sinirinden doğru işe gitmiş ! Derhal anahtarlar yaptırıldı, kapı zili tamir ettirildi ve eve telefon satın alındı ama bir ay küs ..! Ama hala derim ki; böööle not mu yazılır ya ! Notun bırakıldığı tarih yok, saat yok, apartmandan içeri giriyorsun, kapı eşiğine kadar geliyorsun, tak tak neden yapmıyorsun ? Fazla düşünceli olmak da iyi değil velhasılı..
Düşündüm ki; benim için 2002'nin Hediyesi nedir acaba diye ? En çok keyif alabileceğim, mutlu olabileceğim, eğlenebileceğim, sevinebileceğim ne olabilir ? Sonra kararımı verdim. Ben o hediyeyi zaten almışım 2002'de. Kahve Molası.. Benim 2002 hediyem olmuş. Önce bunun bir hediye olduğunu bilmeden paketleyip sunan Cem'e, sonra motivasyonlarını hiç eksik etmeyen yazar dostlarıma, tanıyabildiklerime, tanıyamadıklarıma, kısaca KAHVE MOLASI AİLESİ'ne; hayallerinin GERÇEK, gerçeklerinin de GÜZEL olduğu bir 2003 diliyorum ve sizleri seviyorum..
asesen@turk.net
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Şu hayat ne garip. |
|
Bazen öyle insanları öyle insanlarla denk düşürüyor ki... Hayatına bambaşka bir nedenle giren biri, bir bakıyorsun yıllar içinde bilinmez bir nedenle bambaşka biri oluveriyor. Anlamı değiriyor, önemi değişiyor hatta bazen sıfatı da... Hayat değişiyor, roller değişiyor geriye sadece, ilk 'merhaba'nın sonrasına dair anılar kalıyor. Ortak hikayeler çoğaldıkça vazgeçilmezlik devleşiyor, insan iç içe giriyor. Hayaller ortak, sevinçler bir oluyor. Birinde bişi varsa o herkesin oluveriyor. Herkes aileden, herkes çeteneden sayılıveriyor. Herkes birbirine candan, can dost oluveriyor...
Benim de böyle pek çok candan dostumdan bir 'Can' dostum var bu hayatta... Ondört yaşındaydı onu ilk tanıdığımda, çelimsiz, kalın gözlüklü, sevimli, dik saçlı, saygılı bir çocuktu. Gençlik yıllarımız hep yan yana hatta aynı evde gibi geçti. İlk bekar evini beraber döşedik, ilk işini beraber kutladık hatta ilk işyerine beraber isim bulduk. Yıllar boyu hep zevklerimiz de, mesleklerimiz de kesişti durdu onunla. Hatta sokaklarımız bile. Allem ettik kallem ettik hep komşu olduk on yıldan fazla... Öyle bir kızla evlendi ki.... Galiba bunca yıl ona yaptığım ablalığın en büyük armağanını verdi bana, topluca tek nikahta... Çocuklarımız beraber büyüdü, kardeş bildiler birbirlerini.
Gel zaman git zaman bizim sevimli oğlan, çok büyük bir patron oldu. Patronluğun ne demek olmadığını yıllarca el ellerinde ezber yaptığımızdan, ne olunması gerekiyorsa onu oldu işte. Dedim ya herşeyimiz içiçe girdi yıllarca, doğal olarak tabaklar, örtüler, oyuncaklar, yastıklar derken herşey birbirine karıştı, herkes bizden oldu zamanla. Çocukları topluca okula götüren bir şoför vardı. Sağolsun pek alem adamdı...
Bir gün göz yaşları içinde, 'Çok özür dilerim, abim çok hasta, çocukları okula yarın ben götüremiyeceğim' dedi. Böyle bir zamanda hizmet beklemek olacak iş mi? elbette bugün izinlisin dendi kendisine.
Sonrası fıkra gibi...
Abinin vefat ettiği haberi gelir patrona... Haber üzerine derhal cenazenin kaldırılacağı yer hakkında bilgi alınır. 'Çalışanımızın abisi vefat etmiş, yanında olmak görevimizdir' diyerek, öğle namazına yetişmek üzere iki büyük çelenk yollanır önce. Şirket erkek çalışanlarının tamamı on arabalık bir filo misali yola koyulur, Kasımpaşa camisine doğru... Siyah lüks arabalardan takım elbiseli yirmibir kişi iner camiye... Camide sadece yedi sekiz kişi bulunmaktadır...Aileden kimse yok gibidir, 'bizim şoför' bile ortalarda yoktur... Herhalde caminin içindedir, diye varsayılarak dev çelenklerin önünde beklenirken, şoför camiden içeri girer... Şaşkınlık içinde bizimkilere yaklaşır, 'Ne işiniz var burada?' şeklinde bakan gözlerle..
- Hoşgeldiniz efendim..
- Başınız sağolsun, bir şeye ihtiyacınız var mı?..
- Sağolun efendim... ama...
- Abinizin neyi vardı, ani kaybettiniz galiba...
- Şey.... hastaymış bir süredir..
- Biz de sizi göremeyince, sorduk soruşturduk, başka bir soyad söylediler. Mustafa beyin soyadı başka galiba, neredeyse yanlış cenazeye geldik diyorduk.
- Şey... biz akraba değiliz... Mustafa, bizim mahallenin manavıydı.
- Nasıl yani, ölen abiniz değil mi?
- Biz ona 'abi' derdik...
- Hıng!!!!
O gün Kasımpaşalı Manav Mustafa'nın cenaze namazını kılıp, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeyen oğluna, hazırladığı zarfı bırakıp şirkete geri dönmüş bizim 'Can' çocuk... Şoföre de bu konuda tek bir kelime söylememiş... Kısmetinde böyle bir cemaat varmış meftanın demiş, susmuş. Düne kadar da bu hikayeye değil gülmek anlatmamıza bile izin vermemişti... Bizim şoförün anılarını yad edip çatlayana kadar güldüğümüz gece, konu döndü dolaştı buraya geldi. Rahmetle andık manav Mustafayı önce, 'abi' gerçeğini öğrendiklerinde düştükleri duruma güldük sonunda. Size yazmak için izin bile verdi patron. Nur için de yat Kasımpaşalı Manav Mustafa abi... Seni çok geç tanıdık ama pek sevdik... Dahası senin hikayende insanlığımızı, can dostlarımızı daha bi sevdik...
Şu hayat ne garip... Bazen öyle insanları, öyle insanlarla denk düşürüyor ki, nerede, ne zaman, ne olarak, niçin, kimle, kim olarak, neden olacağın hiç belli olmuyor. Hele son yolculuğa kimlerin uğurlamaya geleceği hiç mi hiç belli değil, manav Mustafa misali. Gerçek son ise, kocaman bir avluda dostsuz kalma ihtimali...
Sımsıkı dostluklar dileklerimle,
mehtap_akdeniz@yahoo.com
|
Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer |
E-mail işi zor zenaat
Merhaba sevgili dostlar,
Hepimiz yeni umutlarla yeni bir yıla başladık, umarım herkesin yılbaşı gecesi güzel ve eğlenceli geçmiştir. Biz evde ev halkı ve komşularla kendimizce bir yılbaşı gecesi düzenledik, fena da olmadı, keyfimizce eğlendik.
Bu arada yeni yıl nedeniyle tebrik mesajı gönderen arkadaşların her birine teker, teker cevap vermiş olmama rağmen tekrar teşekkür ederim. Ben bu e-mail işine yavaş yavaş ısınmaya başladım. Cem yeğenim sağolsun üç, beş deneme sonunda çalışan bir e-mail adresi verdi, ben de on, onbeş deneme sonunda mesaj göndermeyi becerebildim, artık vukuat olmadan mesaj alıp, verebiliyorum.
Cem bana ilk adresi verdiği gün kompitürü açtım, bir heves gelen mesajları kontrol edeyim dedim, bir de baktım tam 96 adet mesaj gelmiş. Önce "yahu bu ne" diye ürktüm sanki kompitürü böcek sarmış gibi telaşlandım. Mesajları Cem'in bana öğrettiği gibi sırayla okumaya başladım. İlk mesaj Mailer Daemon isimli bir gavurdan gelmiş, önce "Allah, Allah bu tanımadığım adamla ne işim olabilir" diye düşündüm mesajı açtım baktım, gavurca bir takım yazılar var, anlamam etmem, bir de peşinde bizim Kahvemolası var. Nedir, ne değildir pek anlayamadım, "sonra bakarım" dedim, sonraki mesajı açtım ki, bu mesaj da aynı heriften geliyor, yahu ne iştir adam bize bir şeyler anlatıyor ama ben anlamıyorum ki. Bunun da peşinde bir adet Kahvemolası var. Buna da bir anlam veremedim ve bir sonrakini açtım, bu da o heriften, "haaa " dedim " telefon sapığı gibi benim de e-mail sapığım oldu" deyusun biri Türk Filmlerinde kamyonla gül gönderen herifler gibi bana da bir dolu mesaj göndermiş. Mesajları açıyorum, açıyorum yine aynı herif, bir de arada Postmaster diye bir başka gavur peydahlanıyor ama en sebatlısı bu Mailer Daemon dürzüsü, arka arkaya göndermiş herif mesajları.
Mesajları okudukça ne yalan söyleyeyim tırstım, hafiften terledim, hangisini açsam gavurca yazılar peşinde de Kahvemolası, ne yapacağımı şaşırdım. Neden sonra aklıma Cem'i aramak geldi, aradım, başıma gelenleri anlattım. Bana "yapma abi ya, bir yanlışlık olmuş ben hallederim" dedi, bu arada "kompitüre sapık dadandı" lafıma da kahkahalarla güldü. Meğerse o gavurlar yerine ulaşmayan Kahvemolası gazetelerini iade edenlermiş. Artık ne sunuyor bilmem, Cem'in "sunucu" dediği kompitür aklı karışınca bu gavurların mesajlarını bana da göndermiş, ondan hem o kadar çok hem de aynı mealde mesaj gelmiş. Bunları duyunca rahatladım, cahillik zor zenaat yahu, ne bileyim ben böyle mesajları yerine ulaştıran, olmadı geri getiren postacı kılıklı adamlar olduğunu.
Artık e-mail göndermeyi de söküttüm ya, deymeyin keyfime. Bizim dükkan civarında e-mail kullanan şirket sahibi arkadaşlar var ikide bir onlarla haberleşiyoruz, görmemişin oğlu olmuş hesabı, çaycıya bile e-mail atıcaz yakında. Geçenlerde bizim oğlanın yerli malı hocalarına da yılbaşı mesajı gönderdim, geriye böyle resimli, allı, pullu cevaplar geldi, nasıl beceriyorlar bunları anlamadım, şaştım kaldım valla. Hasılı kelam ben bu e-mail işini sevdim, dükkanda "benim oğlan da internete giriyo" diyen teresler de artık sustu, bana kompitür alimi gibi bakıyorlar, ben de hiç havamı bozmuyorum, hatta arada sırada "bu devirde e-mail adresi olmayana adam mı denir" gibisinden de giydiriyorum.
İşte böyle dostlar, Hüsam abiniz de çağa uydu, kompitürle haberleşir hale geldi. Sizlerin de mektuplarınızı her daim bekliyorum, hele bir de bana mektupların içine çiçek, böcek resmi yapmayı öğretirseniz pek bir sevinirim.
Kalın sağlıcakla
Hüsamettin Gezer husam@polygon.com.tr
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Kediye Methiye |
|
Sobanın keyfini unuttuk. Doğru, zahmetlidir... Odun, kömür taşı, çıra al, kül boşalt.. Evin her tarafı yeterince ısınmaz. Yataktan kalktığında soğuk bir eve kalkarsın.. Yataktan çıkmayı canı çekmez insanın.
Ama o yanan odunun sesi, sessizliğin içinde, gecenin karanlığındaki çıtırtılar..
Zaman zaman çok özlediğimi düşünürüm sobayı. Sırf bu nedenle küçük atölyemde kalorifer olmasına rağmen, hep kapalı tuttum kaloriferi ve sobayı tercih ettim şimdiye kadar. Aslında özlemim sobalı şömineli, ocaklı, kısacası kalorifersiz bir evde oturmak. Zahmetine katlanmaya hevesliyim, dünden.
Ama soğuk kış gecelerinde, dışarıda rüzgar esip üflemekte, yağmur çatıyı delmek istercesine ısrarlı ve acımasızca yağarken, çıtır çıtır yanan bir sobanın kenarında kıvrılmak... Bunun kadar huzur veren bir şey olabilir mi?
İşte bu sahnede bir unsur var ki, olmazsa olmaz derim hep. Bir kedi.. O sıcak konforun tadını bir kediden daha iyi çıkartabilen başka bir yaratık yoktur dünya üzerinde.. Tüylü yumuşak kürküne sarınıp, sakin adımlarla yavaş bir tempoyla gelir içeri..Umarsızca etrafı kolaçan ettikten sonra, uygun olan bir uzaklığı ve yumuşak bir minderi seçip, sakince yerleşir bir köşeye.
Karnı toktur,
derdi de yoktur..
Yalanıp temizlenir sakince. Sonra kuyruğunu toplayıp altına, önce bir top gibi yusyuvarlak oturur ayaklarını altına alıp, sonra da, alışınca içerinin konforuna, uzanıp sereserpe, hani Orhan Veli'nin şiirindeki gibi, 'olmazki, böyle de yatılmazki' hesabı, uzanıverir.. İşte o an, onun bu rahatlığı ve genişliği, gamsız ve tasasız ekabirliği.. kıskandırır adamı.. Siz de istersiniz tüm dertleri unutmayı, ve sedir mi olur artık, kanepe mi, bir battaniye çekip üstünüze, kamçılar şaklatarak yağan yağmuru ve kapı aralarından üfleyip ıslıklar çalan rüzgarı dinleyerek yumuşak bir uykunun tasasız kollarına bırakmak istersiniz kendinizi, kediyle birlikte, kedi gibi..
Bir süre önce, yaz aylarında bir yazı yazmıştım, hatırlayanlar olacaktır. (*) Sıcaklardan bunaldığımız, ter içinde günlerdi..Bir kar manzarası çizip, serin günleri anmıştık hep birlikte.. Şimdi kışın sert olduğu günlerdeyiz.. Bu defa da yazı özlüyoruz, ya da sıcağı.. İşte bu nedenle şimdilik bir kedi ve bir soba benim hayalimi süslüyor.
Geçen gün, bizim sülalenin bir diğer cennetten kovulmuşu olan kuzenimle laflıyorduk telefonda.. Uzun yıllar Istanbul'da oturup, sonra buraları bırakıp gitti, bir Ege sahil kasabasına.. Orada oturur.. keyif içinde.. huzurlu.. Bana dedi ki,
'Yıllar önce bir sonbahar ya da kış günü, radyoda dinlediğim bir hava durumu... beni Istanbul'dan kopartmıştır.. Ya da fitili o hava durumu raporu ateşlemiştir..'
'Nasıl oluyormuş bu?' Dedim.
'Güney Ege'de yağmur var..' demiş sunucu.. Bu dört kelimecik.. sadece bu dört kelime.. Tek tek ele alındığında pek de anlam ifade etmeyebilecek olan bu dört kelime.. Ard arda dizilince.. Bir başka oluyor işte.. Deneyin..farkı farkedeceksiniz, duyabilecesiniz kelimelerin müziğini...
Güney Ege'de yağmur var...
'E benim ne bok işim var bu Istanbul çukurunda madem?' diye bir kurt düşmüş içine.. Ve o kurt.. Tam da o kurt.. yiyip kopartmış onu buraya bağlayan halatı... Ve sandal denize kayıp gitmiş.. Ege'nin sakin bir sahil kasabasında, akıntıların kesildiği noktaya kadar..
Şimdi, bu sahil kasabasında, işte o sözünü ettiğim kedi (ki adı Kiraz'dır), ve bir kuzinenin sarı sıcak ışığının oynaştığı duvarlara bakarak kış akşamlarında.. Yağmurun sesini dinliyor..
Yaşadığını anlıyor
ve buna inanıyor..
Benim kedim yok ne yazık.. Olsa da bu iki canavar köpeğim, hiç hoşlanmazlar bundan, rahat da vermezler.. Ama bir Ege'm ve bir sobam olduğunda.. Bir kedim de olacak muhakkak.. Tamamlanınca bu aksesuarlar..
ashab-ı kehf'e karışabilirim arık..
(*) Bkz: Marjinallerin Tadı
aaltan@superonline.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Paris _______________ Gönlümde Yatmaya Hazırlanan Aslan
Diyebilirim ki bu bir haftalık Paris görevi benim dünya görüşümü köklü bir şekilde değiştirerek bana yepyeni bir yönetim anlayışının ilk ışıklarını gösteren, son derece aydınlatıcı bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü IEA'da sadece enerji dünyasının yeni kavram ve teknikleriyle değil, uluslararası işbirliğinin inanılması güç boyutlarını da kendi gözlerimle görerek tanıma olanağı bulmuştum: işte yeni Dünya düzeni tam karşımda hayat dolu kıpırtılarla şekil alıyordu... IEA'ya üye yirmiden fazla ülkenin temsilcileri ve uzmanları, IEA Sekreteryasının görevlileri ile birlikte bir konferans masasının etrafında oturmuş ortak enerji politikalarını tartışıyorlardı. Hedefler nelerdi, hangi teknik ve stratejiler kullanılabilirdi, hangi ülkeler bu konularda ne kadar mesafe almışlardı, kimlerin eksik ve gedikleri vardı... Bunların hepsi orada konuşulup tutanaklara geçiriliyor; sonra herkes ülkesine dönüp kendi ulusal kurumlarının bu yarıştan kopmamak için neler yapacağını karara bağlayıp Ajansa rapor ediyordu. Üye ülkeler,iki yıllık periyotlarla Ajans'da görevli uzmanlarca ziyaret edilerek o ülke ile ilgili bulgular bağımsız raporlar şeklinde belgelenmekteydi.Uzun sözün kısası ulusal enerji politikaları, uluslararası bir toplantıda şekillenmekteydi. Çok etkilendiğim bu işbirliği olgusu, Avrupa Birliği'nin temelinde yatan en önemli unsur olarak yıllar sonra tekrar karşıma çıktığında benim için çok tanıdık bir sima olacaktı.
Paris'ten dönünce karar vermiştim: bir enerji uzmanı olacak değildim elbet; ancak karikatür çizebilen bir diplomat, helikopter kullanabilen bir doktor ya da ipte yürüyebilen bir itfaiyeci gibi örneklerde rastladığımız parlak bir bileşimi, enerji konularına derinden vakıf bir bankacı olarak gerçekleştirmeyi denemem gerekiyordu. Buradan yeni bir bankacılık türü de çıkabilirdi şüphesiz; ancak beni ilk planda ilgilendiren şey, ülkem için buradan ekmek çıkacak olmasıydı. Bu yüzden bankanın Paris'teki temsilciliğinde görev almak istiyordum.
Paris, ne efsanevi havası, ne kendine özgü günlük yaşamı, ne moda ve kültür merkezi olma özelliği ile girmişti gönlüme...
Ben mesleki başarılar için Ajansın bana sağlayacağı imkanların peşindeydim.
Paris izlenimlerimi de işin içine katarak, enerji yatırımlarına kredi imkanları sunan bir banka haline gelmemizin uzun vadeli yararları üzerine bir not hazırlayarak Şube müdürüme teslim ettim. Bu not ile 2000'li yıllarda Türkiye'nin Enerji profili yansıtan raporumla birlikte bankanın üst düzey yöneticileri tarafından incelenecekti.
İlk bir kaç gün bana getirilen her yazıyı, gelen her telefonu, odama giren herkesi bu konuda yönetimin tepkisini içeren haber diye algılayıp heyecanlanıyordum. Aradan bir hafta geçince daha fazla dayanamayıp sordum benim öneri görüşüldü mü diye.
Acele etmem gerektiği, yönetimin gündeminde çok daha acil ve karmaşık konular bulunduğu, dolayısıyla bu gibi acelesi olmayan konulara şimdilik zaman ayrılamayacağı söylendi.
Her geçen hafta bu konuda duyduğum heyecan biraz daha kayboldu ve sonunda ben, üzerine düşeni yapıp işini teslim etmiş bir memur olarak kendimi başka işlere verdim.
Tabii ki beklediğim şey olmadı... Meslek hayatının ilk yılını doldurmamış toy bir bankacının strateji planları yapıp bankanın dümenini şu ya da bu yöne çevirtmeye kalkışmasını kim destekleyebilirdi ki? Ancak kesin bir dille bu işlerden vaz geçiyoruz da denilmedi. Tartışma ya da fikir yürütme yoluyla bir karara varmak yerine otoritenin ağırlığı belirten bir sessiz kalış yoluyla her şeyin eskisi gibi devam edeceğini ima etmesi, bu konuda alabildiğimiz tek cevaptı. Ancak başka soru sormamıza meydan bırakmayacak kadar da net ve açık bir cevaptı bu.
Aylar geçti. Ben yine yüzlerce yazışmadan fırsat buldukça IEA belgelerini okuyup notlar alıyor, bir gün mutlaka hazine bulacağımı sandığım bu belgelerden kendimi alamıyordum. Belki de beni Paris'e götürecek şeyin bu belgelerde gizli olduğunu sanıyordum.
Akvaryumdaki balığa konsantre olup oralardan kopamayan bir kedi gibi, enerji meselelerinden kopamıyordum.
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_47.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.007 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
NERDESİN
Geceleyin bir ses böler uykumu
İçim ürpermeyle dolar: - Nerdesin? -
Arıyorum yıllar var ki ben onu
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.
Gün olur sürüyüp beni derbeder
Bu ses rüzgarlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber
Ansızın haykırır bana: - Nerdesin? -
Bütün sevgileri atıp içimden
Varlığımı yalnız ona verdim ben.
Elverir ki bir gün bana, derinden
Ta derinden, bir gün bana "Gel" desin.
Ahmet Kutsi TECER
<#><#><#><#><#><#><#>
KIŞ DÜŞÜNCELERİ
Geçti yaz günlerinin güzelliği
Açık pencereler, damlar, bahçeler.
Her şey ne sıcaktı, her şey ne iyi
Hatta o karanlık, aysız geceler.
Hani o gezmeler kırda denizde?
Hani o cümbüşler, sazlar temmuzda?
Ağustos mehtabı tam üstümüzde
Plajlarda neydi o eğlenceler?
Yaşamak diyordum, yaşamak ne hoş!
Hele bir gelmesin n'olurdu bu kış.
Nerde o kahkaha, o ses, o alkış
Şimdi yerini aldı düşünceler...
Ahmet Kutsi TECER
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun ÇİKOLATALI SÜNGER (ZUPPA INGLESE AL CIOCCOLATO) (İtalya) |
|
Bu keki yapıyoruz ama tamamlamak ve yemek için bir gün beklemek gerek. Bu yüzden Cuma günü için ideal bir tarif. Haftasonunu tatlı bir keyifle geçirebilirsiniz...
ÖNCE SÜNGER KEK YAPILACAK...
100 gr un
100 gr toz şeker
100 gr margarin (oda sıcaklığında)
2 yumurta
½ paket kabartma tozu ve vanilya
Tüm malzemeleri mikserle yaklaşık 5 dk boyunca karıştırın. Beyaz sünger gibi görüntü alacak. Yağlanmış düz bir kek kalıbına koyarak 170 derece fırında yaklaşık 30-35 dk pişirin. Soğuyunca kalıptan çıkarın ve ince dilimler halinde küçük küçük kesin. (tost ekmeği dilimini dörde böler gibi)
ÇİKOLATA SOSU
100 gr bitter çikolata (küçük parçalara ayrılacak)
6 yumurta (sarısı ve beyazı ayrılacak. 2 beyaz fazlalık)
3 yemek kaşığı mısır unu
250 gr toz şeker (150 gr bugün, 100 gr yarın kullanacağız)
500 gr süt
4 tatlı kaşığı rom veya malt viski
(Fırına dayanıklı derin bir cam kase ya da geniş ve derin bir güveç kabı kullanabilirsiniz. Cam kasede görüntü daha güzel olacaktır, emin olun.)
150 gr şekeri ve mısır ununu bir tencerede karıştırın. Sütü ekleyerek orta ateşte karıştırarak pişirin. Muhallebi kıvamına gelince başka bir kapta çırptığınız yumurta sarılarını ekleyin (4 yumurta beyazını buzdolabına kaldırabilirsiniz. Yarın kullanılacak) ve 2 dk daha karıştırarak pişirin. Ocaktan alın. Çikolata parçalarını ekleyin. Çikolata eriyene kadar karıştırın. Tencereyi soğuk su dolu bir kabın üzerine oturtarak muhallebiyi soğutun. Bu sırada karıştırmayı ihmal etmeyin.
Çikolatalı muhallebiniz soğuyunca fırına koyacağınız derin kabın dibine muhallebinizin 1/5’ini yayın. Üzerine ince dilimler haline getirdiğiniz kek parçalarının ¼’ünü yerleştirin. Kekin üzerine 1 tatlı kaşığı rom ya da viski serpin. Bu işlemi 4. kat kek bitene kadar yapın. En üste elinizde kalan çikolatalı muhallebinin son kısmını yayın. Üzerini folyoyla kapatıp bir gece buzdolabında bekletin.
Ertesi gün oldu ve keki dolaptan çıkardınız...
Dün dolaba kaldırdığınız 4 yumurta beyazını mikserle çırpın. Köpürsün. Kalan 100 gr şekeri yavaş yavaş yumurta beyazlarına ekleyin. Bu arada çırpma işlemine devam edeceğiz. Köpüklü, süngerimsi bir malzememiz olacak. Bunu kekin üzerine gelişigüzel koyun. Kaşık izleri piştikten sonra hoş bir görünüm verecek. Önceden 180 dereceye ısıtılmış fırında 10-15 dk pişirin. Şekerli yumurtanın hafif kızarması gerek. Az pişmiş yumurta beyazında salmonella bakterisi üreme ihtimali olduğunu ve bunun da hamile kadınlar, çocuklar ve yaşlılarda sorun olabileceğini aklınızın bir köşesine yazın.
Yumurtalı malzemeniz kızardıysa ve kıtır kıtır olduysa salmonellayı unutun. Kekinizin soğumasını bekleyin, kahvenizi hazırlayın ve keyfinize bakın.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
Sevginin böylesi herkese nasip olsun, amin... Profesör
Uçaklardan ve uçmaktan korkan bir istatistik profesörü avrupada bir üniversiteden konferans vermesi için davet alır. Amerika'ya, verilen tarihte uçak dışında bir yolla ulaşması çok zordur. Naapsın zoraki biletini alır.
Uçuş günü hava alanında profesörü polis tutuklar. Çünkü uçağa bir bomba ile binmeye kalkışmıştır. Sebebi sorulunca;
"Yaptığım araştırmalara göre bir uçağın düşmesi 1 milyon da bir ihtimal. Bir uçağın korsanlar tarafından kaçırılması 10 milyonda bir ihtimal. Bir uçağın bomba ile sabote edilmesi 100 milyonda bir ihtimal. Bir uçağa aynı anda iki bombalı korsanın binmesi ise 10 milyarda bir ihtimal." Demiş.
Korkunun ecele faydası yok malesef.
.......
Not: Dünkü sorunun cevabı, evet paralel olacaktı. İnanmazsanız ölçün:-))
|
KAN ARANIYOR!!!
Sevgili arkadaşlar, 16.Ocak.03 de 3,5 yaşındaki ikizlerimden Barış'ın American Hospital'da açık kalp ameliyatı yapılacaktır. Bunun için 15.Ocak.03 tarihine kadar hastaneden 6 ünite 0 RH - NEGATİF kan istenmektedir. Yardımcı olabilecekler 0542 585 24 85 nolu telefondan benimle irtibat kurabilirler.
İskender KARAKİRAZ
|
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.ntvmsnbc.com/modules/interactive/fotograflarla2002/
Bir fotoğrafçının gözüyle dünya nasıl görünür? Mesela: Henüz üç haftalık bir bukelamun yavrusu erkek bir bukalemunun boynuzundan karşıdaki dala atlıyor. Bu görüntü, Sidney'deki Taronga Hayvanat Bahçesi'nde bukalemunların ilk kez yavrulamaları şerefine çekilmiş. İyi seyirler.
http://celebpicgallery.com/
Dev bir resim arşivi. Verdikleri bilgiye göre toplam 11543 resim varmış bu arşivde. Meraklılarına duyurulur.
http://www.1de1.com/gezimekan/imagesguvenlik/guvenlikev.htm
Evde güvenlik konusunda temel bilgiler içeren bir döküman. Türkiye dahil birçok ülkenin emniyet teşkilatının, güvenlik organizasyonlarının, büyük güvenlik firmalarının vermiş olduğu bilgiler ve tecrübelerin derlenmesi sonucu 1de1.com tarafından oluşturulmuş bu bilgilerin incelenmesini tavsiye ediyorum.
http://www.promosyon.com/rehber/index-1.html
Balık restoranları, ev yemekleri, kebapçılar, özel mutfaklar, vejeteryan mutfaklar, meyhaneler, fasfoodlar ve yemek konusunda aradığınız bir çok ismi bulabileceğiniz derli toplu bir kaynak. Şimdilik sadece İstanbulu kapsıyor.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
AnalogX FastCache v1.0 [175k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105781
Tarayıcınıza bir adres yazdığınızda, email yolladığınızda, önce bağlantı kurduğunuz ISP nin DNS sunucuna gider ve ilgili adresin IP adresini bulursunuz. Tabiki normalde bu olaya saniyenin yüzdebirleri gibi bir sürede olurlar. Ancak bağlantı hızınız yavaşsa veya DNS sunucunuz geç cevap veriyorsa, adreslere bağlanmakta güçlük çekebilirsiniz. Bu küçük program, sizin bilgisayarınızda bir cache sunucu yaratarak DNS sorgularınızı başka yere bakmadan, kendi içinde halledebiliyor. Böylece takılmadan bağlantınızı gerçekleştirebiliyorsunuz. Hız meraklılarına önerilir.
|
|
|