|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 186 |
17 Ocak 2003 - Yüksekteki horozlar... |
Merhabalar,
Dün bütün günü, biz erkeklerin horozlanma içgüdüsü ile yükseklik kavramı arasındaki ilişkiyi aramakla geçirdim. Kel alaka falan değil birazdan anlayacaksınız.
Benim külüstürle Ortaköy'den Ulus yoluyla Akmerkez'e doğru ilerliyorum. TRT'nin önünden beri arkamda son model siyah bir Range Rover GLSLXQWZ 8.9 la yarenlik ediyoruz. Yol boş olduğu halde beni geçeceğine tam dibimde 25 santim mesafede gidiyor. Arkaya öyle bir saklanmışki yüzünü görmeme olanak yok. Benim miniğin arka camından arabanın sadece ön radyatör kapağını görüyorum. Hani ıssız bir yolda olsak alın size "Hayalet Kamyonun Esrarı".
İlk ışıklara geldik durdum. RR'de bir cayırtıyla durdu arkamda. Yeşil yandı, dipdibe hareket ettik. 200m sonra bir ışık daha. O da kırmızı. Zank gene durdum. Yeniden aynı cayırtı. Bir taraftan lahavle çekip arkayı keserken telefonum çaldı. Telefonu alıp arayana bakarken yeşil yanmış. Nerden mi anladım? RR'nin kornasından ve ana avrat küfür sesinden. İrkilip bastım gaza, Akmerkez otopark çıkışını geçince çektim sağa durdum. Açtım kapıyı çıktım arabadan. Herif giderken küfürün cevabını vereyim istedim.
Aaa o da ne adam da çekti durdu arkamda. Arabanın içinden çıkmadan camdan bana bağırıyor. Ne dangalaklığım, ne dalgınlığım, ne kötü şöfürlüğüm kaldı. Araya sıkıştırdığı güzel vecizeleri burada söylemeye terbiyem elvermez. Nasıl davranmam gerektiğine bir türlü karar veremedim. Aynı düzlemde ve yakın temas alanı içinde olsak, yapılacak şey tek. Ama adam yerden 1 metre yüksekte bir tankın içinde ben ise her sıradan vatandaş gibi yolun üstünde. O şaşkınlıkla ağzımdan çıkan laflara engel olamadım. "Çık dışarı adam gibi konuşalım" demişim. Benden anasının hatırını sormamı beklerken böyle bir laf işiten adam da şaşkınlıktan olsa gerek açıp kapıyı indi aşağıya. 40-45 yaşlarında son derece şık giyimli, okumuş yazmış olduğu her halinden belli düzgün bir adam. 30 saniye önce ağzından çıkanları duymayacak kadar gözü dönmüş adam gitti, yerine bir efendi geldi sanki. Aramızda:
- Biraz önce neler söylediğinizin farkında mısınız?
- ...
- Ortaköy'den beri peşimdesiniz, derdiniz nedir?
- ...
- Normal olarak benden gereken karşılığı alırdınız ama salaklığıma verin.
- Özür dilerim. Moralim çok bozuk. Sanırım hıncımı sizden çıkardım. Pardon...
- Bir daha olmasın. İyi günler.
- İyi günler. ...diye lafladık.
Benim sinir eşiğimi ve eşik sonrasını bilenler bilir. Bu matrak olayda nasıl bu kadar serinkanlı olabildim bilemiyorum. Yediğim küfürleri sineye çekmekle kalmadım bir de adama nasihat verdim iyi mi? Adamın şansı, kafamdaki tilkilerin arasında kendisine yer bulamamış olmasıydı herhalde. İyi ki bulmamış, ya bulsaydı maazallah...
Sonra bütün gün beynimi meşgul etti bu tatsız olay. Şeytan gerekeni yapmadığım için beynimi zonklatırken, diğerleri yaptığın doğruydu dedi durdu. Hemzemin bir kapı girişinde karşı karşıya gelsek, birbirimizi buyur etmekten içeriye bir türlü giremiyeceğimiz, asansörde karşılaşsak "İyi günler" diyerek birbirimizi uğurlayacağımız bir adamla arabanın içinde karşılaştık mı en ilkel dürtülere esir olmak nedendir bir türlü anlamamışımdır. Hele o arabanın biri diğerinden 1 metre yüksek, 200 beygir daha güçlüyse, erkeklik damarının dışa vurumu normalin küpü kadar olmuyor mu? İşte başta sorduğum sorunun nedeni bu. Horozlanma ile yükseklik arasındaki ilişki bence richter ölçeğiyle ölçülmeli. Fark ondabir mertebesinde artsada ilişki yüzlerce katı artıyor zira. Bu olayda mağdur taraf olduğuma bakmayın, aynı haltı bende ziyadesiyle yiyorum, tüm horozlar gibi. Var mı bundan kurtuluş bilmiyorum. Varsa bir bilen söylesin, uygulamayalım...
Hepinize kavgasız gürültüsüz, neşeli ve güneşli bir haftasonu diliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Yüksel Abla |
|
İstanbul'un Aksaray'ında bir sokak ismidir SORGUÇÇU. Annemin gençliği bu sokakta geçmiş arkadaşlarıyla. Ne hoş bir durumdur ki; bugün bile dostluklarını sürdürmekteler o sokaktan yetişme arkadaşlar. Dile kolay değil 55 seneyi devirmişler, evlenmişler, eşlerini de birbirleriyle tanıştırmışlar, hepsi birbirine BACANAK der olmuş, eşlerine de Sorguççu Sokağının Dilberleri..! Annem ne kadar utangaç huylu ise de diğerleri sanki Kasımpaşa'lı..
Bunlardan biridir Yüksel Abla. Ve sanırım ilkokul anılarımı sitemize yazdığımda ondan sözetmiştim. Hani şu bileklerimi kestiğim ve tesadüf aynı hastahanede bulunan astsubay eşinin, ameliyatı sonrasında eşi yerine benim adımı sayıklaması ve doktorların bu durumu eşine nasıl söyleyeceklerini bilemedikleri kadın Yüksel Abla. Pek neşeli, 3 çocuklu bir ailenin en büyüğüdür o. Sürekli bir tatlı rekabet konumunda ama kendine çok yakın bir kızkardeşi vardır. İkisi yanyana geldi mi kriz geçirirsiniz gülmekten. Geçen bayram ziyaretine gittiğimde anlatıverdi kızkardeşi ile olan öyküsünü en SON, bayram günü nasıl bulundurayım arabanın bagajında yedek DON ?
Kocası astsubay olduğundan Türkiye'nin altını üstüne getirmişler ve birgün yolları Polatlı'ya düşmüş. Kızkardeşinin öyle bir asker pozisyonu olmadığından sürekli sivil ve İstanbul'da. Bu iki kızkardeş birbirlerinin evlerine gittiklerinde, sürekli birşeyler çalarlarmış birbirlerinden. Bir önceki istasyon olan Erzurum'da Sevinç Abla bir şalını araklamış Yüksel Abla'nın. İstanbul-Ankara tren yolu üzerinde son duraktır Polatlı, sonra da Ankara gelir. Sütten ağzı yanan Yüksel Abla aportta beklemiş ziyaret boyunca ve son gece çekilmiş odasına erkenden ve saati kurmuş sabaha karşıya. Kalkmış, usulca girmiş kızkardeşinin odasına ve açmış bavulunu, tam tahmin ettiği gibi güzelim yeni aldığı şal bavula itina ile yerleştirilmiş, çok sinirlenmiş ve tüm eşyalarını boşaltmış, bavulun içine pamuk, ıvır ve de kıvır birşeyler doldurmuş. Tren istasyonuna gelmişler, Sevinç pencerede, tren hareket etti edecek :
" Abla'cığım, hakkını hela et ! "
- Helal olsun kardeşim !
" Abla bak, gerçekten helal değil mi ? "
- Helal dedik ya ! Aaaa !
" Abla, her ne olursa olsun helal değil mi ? "
- Çattık walla ! Tamam, helal, sen de helal et ama !
" Elbette Abla'cığım, yedik, içtik, evinde bir hafta kaldık, ama üzülmezsin değil mi ? "
- Neden üzüleyim ayol ! Hiçbirşey senden kıymetli mi ? Herşeyim feda olsun sana !
" Benim için de öyle Abla'cığım, hady kal sağlıcakla ! "
- Sen de canım..
İstanbul'a gelince Sevinç doğru annesine gider, zaten evler yanyana, bir yandan da anlatır annesine ablasından arakladığı şalı ve annesi :
" Hiii ! Ablan, senin ananı ........ diyecek, olan bana olacak yani ! "
- Yok, Anne'ciğim, biz helalleştik, Erzurum dönüşü gibi olmayacak bu defa ! Dur sana göstereyim, çok güzel bir şal almış ablam.. "
ve bavulu açar, sürprizi görünce derhal telefona sarılır :
- Abla, senin ananı ......... !
Zavallı Sabriye Teyze :
" Ulan, sonunda hep olanlar bana okkalı bir küfür olarak dönüyor, bıktım sizlerden ! Hay ben sizin ananızı ...... yok yok, babanızın şarap çanağına ...... ! "
deyince insanın aklına ; " Hiçbir şeyden çekmedi kızlarından çektiği kadar, yazık oldu Sabriye Hanım'a.. " mısraları gelmiyor değil hani ..!
asesen@turk.net
|
RAKI
"Tekel rakısı bu be
Tam kırkbeş derece
İki tek attın mı
Doksan oldun demektir
Yani dik açı
Biz akşamları dostlarım
Böyle dönüyoruz işte köşeyi"
Orhan Veli
Benim alkolle aram iyi değildir. Yani dışarda yemeğe gittim mi içerim ama çok istesem de bazıları gibi büyük keyif alamam bir türlü. Ama bir defasında rakıyı tam da özendiğim gibi keyfini ala ala içtim: Üç dört yıl önce beş kişi Yunanistan'a gitmiştik. Akşamları iki arkadaşımız otelde kalmayı tercih ederken; ben eşim ve diğer arkadaşımız devamlı dışardaydık. Gündüzleri yürüyor geziyor, akşamları esnaf hadi diyene kadar bir yerlerde uzomuzu içiyorduk. Eşim de diğer arkadaşımız gibi rakıyı keyifle içenlerden. Öyle ki yurtdışına çıktığımız zaman yanında taşır rakısını, akşam gittiğimiz restoranlarda doldurur bardağına içer. Bu sefer taşımadı, uzo var diye.
Yunanistan'da ben de onlara uydum. Hayatım boyunca içtiğim rakıdan daha fazlasını burada tükettim. Beni devamlı uyardılar: Rakıyı yavaş içeceksin, dur öyle yemeğe saldırma, az yiyeceksin. Suyunu içmeyi de ihmal etmeyeceksin...
Böylece biz burada bulunduğumuz her akşam, oturduğumuz masalardan üç-dört saatten önce kalkmadan uzo içip durduk. Nasıl neşeliyiz, etrafla eğleniyoruz, sohbetin en güzelini tutturmuşuz, sandalyeleri ters çevirmeye başlamasalar kalkmayacağız... Gerçekten de çok keyif aldım. Hiç sarhoş olmadım, mideme vurmadı, rahat uyudum, erken kalktım. Hala bu geziyi konuşuruz, tekrarlayacağımız zamanı planlayıp dururuz.
Geçenlerde bir kitap aldım: Deniz Gürsoy yazmış; adı 'Çilingir Sofrasında Rakı'. Yazar, amacının içmeyenleri özendirmek değil, onlara bir gün içerlerse "adam gibi" içmeleri için yol göstermek olduğunu söylüyor.
Sık sık dörtlüklerle, küçük anekdotlarla sülediği kitabı esprili bir dille yazmış.
Kitabını okumaya ihtiyaç duymadan rakı içmenin ritüelini bilenler meclisten dışarı, diğerleri için bir iki notu vermek istedim.
Rakı içmek için 'demlenmek' deyimi kullanılır ya, yazar diyor ki; "Dem, Farsça nefes, soluk, zaman anlamında olup, demlenmek ise 'kendini zamana bırakarak olgunlaşmak' anlamındadır."
Bardak ve ölçü standardını biliyor musunuz?
"Rakının tek ve duble standardı kendine özgüdür. Önce Türkiye'de standart rakı kadehinin ya da bardağının ne olduğundan başlayalım. Bu kadeh 12cm yüksekliğinde, 5.5cm çapında ve en fazla 1mm inceliğindeki tercihan soğuk kesme beyaz camdan ve tam silindir şeklinde olmalıdır. Bir rakı kadehi silme
dolu olduğunda içi 17-18 cl sıvı almalıdır. Bir de kenarları ince cam olmasına karşın dip tarafı apartman topuklu bayan ayakkabısı gibi kalın cam olanlar da, birincisi rakının soğukluğunu çekip ılıtacağından, ikincisi de tek ve duble kararını veren seviyeyi şaşırtacağından, bunlara da rakıyı giyindirme fırsatı verilmemelidir.
Rakı nasıl yudumlanır? Deniz Gürsoy anlatıyor:
" Rakı, kadehten küçük bir yudum alınıp dilin üst arka tarafında damak boşluğunda hapsedilir. Kadeh yerine bırakılıp sağında duran su bardağı alınır ve hapsedilmiş olan rakı bu suyun yardımıyla boğazdan aşağıya doğru gönderilir. Ardından hemen bir küçük lokma mezeyle ağıza yeni bir lezzet tanıştırılır. Bu işlem öyle muntazam aralıklarla devam ettirilir ki saatte bir tek ya da bir buçuk tek rakı içerek akşam saat sekizde oturulan bir dem masasından tam gece yarısı, yarım ya da dörtte üç ufak rakı içerek ve sarhoş olmadan bol sohbetli iyi bir gece geçirilerek kalkılabilir. Zaten dem erbabının uzun süre içip de aynı dozda çakırkeyiflikle sarhoş olmadan o masayı paylaşanlarla birlikte hayattan keyif almasının sırrı buradadır."
Meğer alkol vücuttan su atarmış, susuz rakı içenlerin geç vakit çorba içmek istemelerinin veya ertesi gün başağrısıyla uyanmalarının nedeni buymuş:
" Vücudumuzun ağırlığının %50-65' i sudur. %2 oranında su kaybı bile vücut performansının %5-8 oranında azalmasına yol açar. Bu, 70kg ağırlığındaki bir vücudu örnek alırsak, yaklaşık 1 litre su kaybetmesi demektir. Her bir ölçü saf alkol tam dokuz misli suyu vücuttan atar. Bu durumda rakının %45-50'si saf alkol olduğuna göre her aldığımız tek rakıyla birlikte 4.5 misli su almamız gerekecektir."
Yazar rakı ile birlikte yapılmayacakları şöyle sıralıyor:
- 44-52 beden arası ceket giyen erkekler 2 duble, 52'den büyük ceket giyen erkekler ise 3 dubleden fazla rakıyı 4 saatlik bir oturumda geçmemeliler.
- Rakı yalnız başına içilmez. Mutlaka bir rakı sofrasında rakıyı ve mezeleri başkalarıyla paylaşmak gerekir ki sohbet olsun.
- Rakı fondip yapılmaz. Mutlaka uygun aralıklarla, zaman rakıya göre ayarlanarak rakı masası sürdürülür.
- Kadehte aşırı buzdan dolayı kristalleşme oluşmuşsa o rakı içilmez.
- Rakı ile salam, sosis, jambon gibi et mamülleri ve tencere yemekleri uymaz.
- Rakı masasından kalkıp hamama gidilmez, küvete sıcak su koyup içine girilmez veya sıcak su ile duş yapılmaz. İç kanama bahanesi ile derhal iki kanat da size takarlar!
Deniz Gürsoy kitabında ayrıca rakının geçmişinden, nasıl üretildiğinden, rakı masası ve müzikten, meyhanalerden, uzun uzun mezelerden bahsetmiş, hatta tarifler de vermiş.
Okuması çok keyifli bu güzel kitabı nerden aldım biliyor musunuz? Paşabahçe'de rakı bardaklarının sıralandığı raftan. En güzel sürpriz buydu. Bardak almak amacıyla girdiğim Paşabahçe'den elimde kitapla çıkmak çok hoştu doğrusu.
|
|
Telveli Paylaşımlar : Nedret Türer Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim? |
|
Üretim değil, üretime nispet, tüketim dünyası bu!
Ne bulursak tüketiyoruz. Çünkü üretim sağda kalıyor, tüketimin sollayan zevkinin yanında.
Bakınız... Dünya bile içeriğini yavaş yavaş tüketmiyor mu?
Ama asıl tüketilen dünyanın ta kendisi değil mi? Dünya bunun farkında mı peki?
Elbette... Durup durupta doğal afetlerle kafa tutması nedendir dersiniz?
Tabii ki farkında. Bir ev sahibi düşünün. Sizi üzerinde yaşatıyor.
Üstelik verebildiğiniz önemli bir katkıda yok denebilecek kadar az ona!
Tam tersi, onun size bahşettikleriyle geçinmektesiniz.
Buna can mı dayanır? Buna dünya mı dayanır?
Dünyaya bugüne kadar veremediğimiz karşılıklar için boğazımıza kadar borçluyuz.
Şimdi geriye dönüp bizi affet desek ne kadar affeder bilemeyeceğim.
Hatta bunun hesabını da yapamayacağım. Çünkü bireysel sorumluluğumu saygısızlıkla yapılandırarak
ağır bir taşa dönüştürmüş, sonrada altında ezilmeye mahkum etmişim kendimi.
Şimdi ellerimle hazırladığım bu atmosfersizlikte nasıl, bir yudum nefes için "hava da hava" diye bağırıp çırpınabilirim ki?
Kim duyar beni, aldatılmış benliğimdeki koyu gerçek; bensizliğimden başka.
Şayet benim bir "ben" im olsaydı, sorumluluklarımın farkında olur, hiç bir saygısızlıkta da bulunmazdım elbet.
Acaba saygısızlıkların cümlesinin kökünü eşelediğinizde karşınıza çıkan kemirilmiş sorumluluklar mı “haşere” sorumsuzluklardan muzdarip?
Saygım, sevgim, ilgim yaşadığımız dünya üzerine kurulu dünyalardan bir tek kendi dünyamda soluklanmaya mecbur edilmiş...
Yani uçsuz bucaksız bir kumsalda, küçücük bir kum tanesi kadar hükmüm.
İsyan etsemde, o sahilde, çığlıkları beni aşan martıların sesinde bile kaybolabilir iniltilerim, ilahi insanlar,
yanıbaşınızdayken bile duyamadınız ya, artık hiç duyamazsınız!
Yarattığım dünyanın sınırları, kişisel hesaplaşmalarımla, düşünce tırmanışlarımla, gece’den önce kararmış gökyüzünde,
bir hüzme ışık olup yol gösteren küçük ama özgür bir bulutun kendi beyazlığında mavi tutkularımı basamak basamak yükseltmesi ile
derinleşebilir (di) ancak.
Şimdi “Bizler ne’yiz?” kaygısına düştüm...
Görünürde...
Görünmezlikte...
Göremediklerimizde...
Hepimiz kendi dünyamız dışında kalan – sözde özlediğimiz - dünyalar için uçurumlar, uzaklıklar, yoksulluklar,
yalnızlıklar ve çözümsüz problemler yaratarak dolandırıyor olabilir miyiz hayatlarımızı birbirine?
Yaratmak... Üretmek...
Sanki tükenişleri, üreterek beslemekteyiz!
Sanki tüketmeyi üretmek için, üretimleri tüketmekteyiz!
Ne içinden çıkılmaz “acınası” bir durum bu.
Biz, bize neler (!) ettiğimizin farkına varamayan yaratılmışlardanız...
Amansız tüketimin başlangıç noktasında buluşmuşuz hep.
Göz göre göre, yürek yaka yaka harcadıklarımızla doyurmuşuz sancılarımızı...
Yalnızlığımıza garanti belgesi olarak sunmuşuz sevgisizliğimizi...
İşte biz böyle böyle yaşlandırmışız dünyayı... Artık çok kibarız!
Daha doğrusu “ben” kibarlık budalası olacağım bundan böyle.
Öyle ya, biz bize özgür ve sınırsız sevgileri değil, müsaadeli sevgileri,
dobraca; danışıklı dönüşüklü sevgileri vacip görüyoruz saman altından su yürüterek!
"Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim? " denilesi devirler yaşanacak artık!...
Buz gibi...
Dünyayı da kendimiz gibi sevgisizliğe mahkum ettik. Sevmek acizlik ve korku oldu...
Sevilmek şımarıklık ve kandırmaca. Peki ya "sevgiyi kullanma"? IN...
Ya, bir hayvanla aşık atacak kadar masum ve gerçek sevgiyi beslemek, büyütmek ve sunmak? OUT!
Öyle ya, daha başka nasıl izah edilebilir ki sevdiğimiz için cezalandırılmamız?
Bugüne kadar kaç kişi var ki, sevdiği için zulüm görmeyen,
ya da görmüşcesine kederlere davetiye çıkarttıp kendine hayatı zehir etmeyen?!
Azdır sanırım. Ellerimdeki parmak sayısı kadar az! Bir eksik ya da bir fazla farketmez.
Azdır işte. Az..az...azzzz.
Sevemediğim için, sevdiğim halde küçük düşürüldüğüm için, sevgiyi göz göre göre tükettiğim için utanç duyuyorum
diyebilmeli sevgisizler takımı!
Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim?
Neden?
Neden olacak, korkuyorum!
Korkuyor musun?
Evet ya, korkuyorum.
Çünkü seni seversem hemen huyun suyun değişecek.
Sende sevdiğim şeyler farklılaşacak. Şımaracaksın.
Beğenmez olacaksın artık beni.
Çünkü ben artık muhtaç olmuş olacağım sana, senin gözünde.
Çünkü bilinç altı atacaksın beni önceden programladığın bir yere.
Sesine, görüntüne, ellerine, gülümseyişine hatta nefesine bile mahkum edilmiş olacağım...ve adına “Aşk” diyeceksin hemen,
daha ben ne olduğumu bile bilemeden. Öyle değil mi?
Bilmez misin? Muhtaç olmak acizliktir.
Şimdi seni sevdiğim için cezalandıracaksın beni biliyorum!
Hor göreceksin. Bekleteceksin. Aramayacaksın.
Menfaatlerin ön plana çıkacak.
Şayet menfaatlerinide sevmezsem beni sileceksin.
Yalan mı? Sileceksin işte!
Sonra her gün benden azar azar uzaklaşacağını seyredip kahrolacağım.
Yahu ben bir seven’im. Yani seni sevgimle onurlandırmış bir insan.
Dünyayı ayakta tutacak insan kudretinin adıdır Sevgi...
Şimdi ben sevdim diye, bu kudrete ve cesarete sahip oldum diye
sen beni nasıl ve ne hakla cezalandırabilirsin?
Aklım almıyor. Zeka seviyemde. İnsanlığımda. Yüreğimde.
Yok! ”Seni seviyorum” cümlesini çok sarfetme eskir!
Yok! Herkese “seni seviyorum” deme, sadece aşık olunca kullan!
Yok! “Seni seviyorum” demeden önce binbir hokkabazlık yap ve şirin görün ki
sevdiğin sevildiği için kendini dev aynasında görmesin, onu inlet, süründür, aklını başına getirt, mahvet!
Neden?
Çünkü, bu makbul..
Kaç....sevsen de sevmesen de kaç!
Neden?
Çünkü kaçan kovalanır aptal! Kaçan kovalanır...
İyi de, neden sevdiğim için kaçıyorum ki? Ben kaçacak ne yaptım?
Kaçarak daha mı makbul olacağım? Kaçarsam daha mı kıymetim anlaşılacak?
Sevmek utanç verici birşey mi ki kaçmam gerek?!
Anlayamıyorum...
Oysa ben zaten sevdiğimi severek devleştirmişimdir.
Onun dev aynasında kendisini yeniden devleşmesine ne gerek var ki?
Bir görebilse benim gözlerimle kendini, eminim kıskanacaktır bendeki kendisini...
Yok ama yok!
Bilmez sevgililer sevilmenin eşsizliğini, bilmez...
Ondandır bol keseden sevgiyi böyle tüketişleri...
Ben hiç şımarmayan, değişmeyen, yozlaşmayan, uçup gitmeyen, tükenmeyen sevgi görmedim.
Artık cenaze törenleri iki türlü yapılmalı. Biri bedenler için,
Diğeri zorla öldürülen sevgiler için!...
Ne demiş Yılmaz Erdoğan, " Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim "
Anlayın artık varlıkları değil, ihtimalleri sever olduk...
Neden?
Çünkü ihtimaller hayallerimizdir. Sevmekse hayatın bir gerçeği.
Hayallerimizde sevgilimiz hiç değişmez.
Hatta “seni seviyorum” dedikçe ya gözleriyle, ya elleriyle ya da tatlı diliyle “ beni sevdiğin için teşekkür ederim aşkım “ der...
Teşekkür etmek?! Beni sevdiğin için...
Evet ya... Bir onurdur, bir ödüldür, bir şerefdir sevmek ve sevilmek.
Özgürlüğümüzdür. Cesaretimizdir. İnsanlığımızdır. Ayrıcalığımızdır.
Ama ne yazık ki birde bütün bunları farkında olamayışımızdır sevmek...
Korkuyorum. Hep sevdiğim için cezalandırıldım.
Artık “seni seviyorum” derken bana tuhaf tuhaf bakmayacak varlıkları daha çok sevmeye niyetliyim...
Bir çiçek gibi... Bir hayvan gibi... Bir dağ manzarası gibi... Bir su damlacığı gibi...
Bir küçük tomurcuk gibi henüz doğmakta olan...
Çünkü hepsinin insanlarda var olan bir büyük silahdan arındırılmışlığı var.
Yani dilleri yok, dilleri! Konuşamazlar... Sadece dinlerler... Sevginizi anlayarak hissederek dinlerler.
Onlara "Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim? " demeniz gerekmez.
Direkt söylersiniz sevginizi hesapsızca, umarsızca... Saymadan...
Ne güzeldir huzurla sevebilmek. Ne güzeldir bir çiçeğin kokusu, bir kuşun sesi, bir manzaranın görüntüsü,
bir sıcacık bakışla ödüllendirilmek.
Bizim için ödül demek, elle tutulabilen bir şeydir.
Bir nesne. Öznesiz.
Özne biziz...ama nesneye muhtaç.
Özne özneyi sevemez mi?
Nesnesiz öznelik olamaz mı? Nesne özneyi sevemez mi?
Ben severken bedenimi unutmak istiyorum.
Sadece elimde kalbim olsun. Bir kısa bir uzun vuruşlarla atıp dursun.
Tek armağanım bu olsun verebildiğim bir sevgiliye.
Bundan kutsalı? Daha ne olsun!
Anlasın artık beni anlasın. Sevmek istiyorum Utanmadan, korkmadan, reddedilmeden, küçük görülmeden sevmek...
Ve sevgimi ifade edecek her türlü çılgınlığı hesapsızca yapmak istiyorum.
Gurur denilen sözcüğü sözlüklerden çıkartmak,
sevdiğim için sevilerek ödüllendirilmek istiyorum...
Bir insanı sevebilme yeteneğimin bulaşıcı olmasını istiyorum.
Ve bu mükemmel hastalık tüm dünyaya bulaşsın istiyorum.
İnim inim inlesin mutluluktan insanlar. Sevilmekten ölebilsinler belki de!
Sevgisizlikten değil!...
Sevgi üretilsin.
Sevgi ile herşey topraktan fışkırır gibi fışkırsın istiyorum.
Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim? diye sormayı değil,
bugün sana “seni seviyorum” demeyi atladım galiba beni affet diye hesap soran bir yüreğe
ifade vermek istiyorum mutlu mutlu gülümseyerek...
Hey sen...Okuyucum.
Sen de bir ben'sin... Ben de bir sen'im...
Yok birbirimizden farkımız ama...
Şayet isyanlarımla beni, bende kendini, kendinde dünyayı hissedebildiysen eğer
hiç görmediğin bir yüz, duymadığın bir ses, “Ne farkeder ki?” dedirtebildiyse sana
amaç hayatını yaşadığın yüreğini ortaya koymaksa, sevmekte cömertsen, göstermekte cesur.
Öyleyse soruyorum şimdi sana.
İki küçük kum tanesi
sevgi ile
bir fırtına yaratabilir (di) mi?
Ben’ce :
Sevdiğiniz ve sevildiğiniz her günü bir teşekkürle ödüllendiriniz...
Nedret Türer
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Peki Bu Fikirler Tutar mı?
Bana göre bunlar süper fikirlerdi. Her gün on binlerce aracın çalışır vaziyette bekleyerek yakıt sarfetmesi şeklindeki yakıt israfına son verilecek, boş taksiler yollardan çekilecek; en önemlisi Türkiye'nin gündemine "tasarruf" kavramı somut ve iddialı örneklerle girecekti. Üstelik de bu kavram bankamız ile özdeşleştirilecekti.
.....
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_52.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.033 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
DAHA VAR
Daha neler var yaşayacaksın,
Yürünmeyi bekleyen yollar,
Aşılmayı bekleyen dağlar var.
Sevilmeyi bekleyen çiçekler var,
Daha neler var ,göreceksin.
Bir böceğin savaşını,
Bir kuşun coşkusunu,
Bir ağacın haykırısını göreceksin.
Bir çift gülen göz..
Daha neler var duyacaksın.
Bir bülbülün şarkısını dinleyeceksin.
Bir hazin hikaye duyacaksın .
Sonra mutluluk gözyaşı,
Bir acı çığlık.
Daha neler var hissedeceksin.
Bir gönül oyunu,
Bir terkediliş,
Bir ayrılık , bir vuslat,
Gelip gideceksin.
Daha neler var küçüğüm
Daha var yaşayacaksın.
Ayşegül TUĞLU
<#><#><#><#><#><#><#>
ALKOL İKİNDİSİ
biz ne zaman içsek
köfte geç gelir
ve oturur muhabbetin terkisine
çıplak bir efkar sözcüğü
biz ne zaman içsek
sabah akar meycinin cebine
günde kaç kez öpüşür ki
akrep ile yelkovan
biz ne zaman içsek
iç değilizdir aslında
dışımızda bronz bir
akşam sözcüğü
çırıl bir
efkar sözcüğü
eften püften bir kar beklentisi
delikanlı kıvamında
sevda değilse de
tabansız sevişmelerdeki
el değmemiş pişmanlık
biz ne zaman içsek
iç değilizdir aslında
bu alkol ikindisi şiirde
şimdi burada
açılsaydın
adımın baş harfi gibi
belki ağustos kokardı ağustos
sen...
fikrini ipotek etmiş kiralık sevdalara
senine boyuna sevilmiş sen
yalanı sevdasından büyük sen
bir bil sen!
biz ne zaman içsek
seni düşünüyoruz
genzimizde göl göz
yaşları...
biz ne zaman içsek
iç değilizdir aslında...
dışımızda bronz bir İzmir akşamı!
Yılmaz ERDOĞAN
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun ÇİKOLATALI ve HİNDİSTANCEVİZLİ STRUDEL (Avusturya) |
|
MALZEMEMİZ...
40 gr margarin (oda sıcaklığında)
¼ su bardağı (55 gr) toz şeker
2 yumurta (beyazı ve sarısı ayrılmış)
100 gr bitter çikolata (rendelenmiş)
1/3 su bardağı (30 gr) toz hindistancevizi
1/3 su bardağı (40 gr) toz badem
Ayrıca:
1 yemek kaşığı toz şeker
4 baklava yufkası (yufka ince olmalı)
50 gr margarin (erimiş)
Margarin ve şekeri süngerimsi bir hal alana dek elektrikli mikser ile çırpın.1 yumurta sarısını ekleyerek çırpmaya devam edin. Rendelenmiş çikolatayı, hindistancevizini ve bademi ekleyin ve bütün malzeme karışına dek kısa bir süre çırpın.
2 yumurta beyazını ve 1 yemek kaşığı toz şekeri başka bir kapta köpürene kadar çırpın ve çikolatalı karışıma ekleyerek bir kaşık yardımıyla karıştırın.
Yufkaları ortadan ikiye bölerek toplam 6 eşit parça elde edin. Erimiş margarinle yağlayarak üst üste koyun. Çikolatalı karşımı, yufkaların düz kenarı boyunca uzunlamasına koyun. Rulo hale getirin. Üzerine margarin sürün. Hazırladığınız strudeli hafif yağlanmış fırın tepsisine yerleştirin. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında yaklaşık 30 dk (yufkalar kızarana dek) pişirin. Soğuduktan sonra üzerine pudra şekeri serpilmiş dilimler halinde servis yapabilirsiniz.
DİLEYENE HİNDİSTANCEVİZİ SOSU...
300 ml sıvı krema
½ su bardağı (125 ml) light süt
½ paket vanilya
3 yumurta sarısı
2 yemek kaşığı toz şeker
2-3 damla hindistancevizi esansı
Krema, süt, vanilya ve hindistancevizi esansını bir tencerede karıştırarak kaynatın. Malzemeniz kaynayınca ocaktan alın, tencerenin kapağını kapatarak 15 dk ılımasını bekleyin.
Yumurta sarıları ile şekeri başka bir kapta mikser yardımıyla iyice çırpın. Bu karışımı tenceredeki sosa ekleyin. Kısık ateşte (kaynamasına izin vermeyin) muhallebi kıvamı alana dek karıştırın. Karışımı mikserle iyice çırpın ki topak kalmasın. Soğuduktan sonra kapaklı bir kaba koyarak iyice soğuyana kadar buzdolabında bekletin.
Sosunuzu, hazırladığınız strudel’in yanında kahveyle servis yapabilir, hindistancevizi ve kahvenin kokusunu dilediğinizce içinize çekebilirsiniz.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
Biz Birşey Demeyiz
Ali İksen İngiltere’de, pek de güzel bir sevgilisi var. Kızcağız Ali İksen için deli oluyor. Beraber geziyorlar, görülecek ne kadar yer varsa, hepsine gidiyorlar.
Kızcağız her fırsatta da Temel’e İngilizce öğretmeye çalışıyor. Eeee... müşterek hayat ne de olsa, kolay mı?
Günlerden bir gün, orman gezintisinde, ağaçların önünden geçerken; Kız:
- Biz bunlara “tree” deriz. Siz ne dersiniz ?
- Biz bi şey demeyiz, öylesine geçer gideriz
denizce.com
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
MoodAmp v0.91 [362k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105795
Bilgisayarınız size havanıza göre müzik parçalarını seçip sırayla çalsın ister misiniz? Yapmanız gereken bu programı yükleyip, bilgisayarınızdaki mp3 leri tanıtmak. Gerisini kendisi yapıyor? Nasıl mı? Deneyin görün. MoodAmp, mp3'leri çalmak için Windows Media Player veya Winamp kullanıyor.
|
|
|