KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız

Manilerimiz

FORUM ALANI

İLETİŞİM PLATFORMU

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Treo Communicator
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 194

 29 Ocak 2003 - Davos'a bir kiii


Merhabalar,

Günlerdir izliyorum. Bir aklı selimin çıkıp gördüklerimizi değerlendirmesini bekliyorum. Hani Devlet büyüklerimizin memleketimizin ihtişamını ortaya koymak, yıkılmadık ayaktayız demek için yaptıkları çıkarmanın medya yansımalarını anlamaya çalışıyorum. Çalışıyorum ama anlamakta da güçlük çekiyorum. Davos'a, Türkiye'nin yaptığı tanıtım çalışmalarına diyecek tek bir lafım yok. Harcanacak her kuruşun yararlı olduğunun bilincindeyim. Yetimin hakkıyla eğlendiler lafını da kabul etmiyorum. Tanınmadığımızdan yakındığımız bir ortamda ele geçen fırsatları sonuna kadar zorlamak gerektiğini de biliyorum. Benim lafım gördüğüm manzaralara yada medyanın bana sunuş biçimine.

Önce bir uzman sorusu: Türkiye'nin başbakanı kim? Gül. Yok Erdoğan. Yok canım Gül Gül. Hadi be bal gibi Erdoğan işte. Baksana parti içi hiyerarşi devletin tepesinde de, saçları saklı hanımların arasında da besbelli. Erdoğan enbaşbaşbakan, Gül başbakan. Var mı böyle bir düzen Allah aşkına, duyan gören varsa söylesin bilelim. 2 başlı ejderhanın alev püskürtme özürlü 2 ağzı. Aslında iyi taktik, kısa sürede herkesi memnun etme ameliyesi. Kime sorsan Türk başbakanla görüştüm diyecek fena mı? Biri şimdiki zaman, diğeri geniş zaman. Allah bize di'li geçmiş zaman hallerini de göstersin, amin.

Sıra ikinci uzman sorusunda: Balık baştan kokar mı, kokmaz mı? Kokmaz diyenler bir adım geri, onlar muhatabımız değil. Kokar diyenlere bir ek soru daha: Devlet erkanının eşleri sıradan Türk kadınının izdüşümümü? Yani memlekette kadınlarımız saçlarını saklar mı? Çoğunlukla saklamaz elbet. Peki o zaman tesettür modasının şanel versiyonuyla arzı endam eden first leydilerimiz ne ola? Ya onları boy boy, elele gözgöze, karda yürürken, Yunan bakanın elini sıkarken görüntüleyip manşet yapan medyamızın mesajı ne? Bakın Avrupalılar bizi saçımız saklı olarakta benimsedi, korkmamıza gerek kalmadı mı demek istiyorlar dersiniz? Bildiniz 10 puan. Aynen öyle, problem değilmiş, bizi böyle de AB'ye (nah) alırlarmış, boşuna korkmuşuz, türban mürban safsataymış, yaşasın dini inanç özgürlüğüymüş demeye getirip bir de güzel götürüyorlar. Birkaç akıllı köşe yazarının dışında kalanlar, hepiniz sınıfta kaldınız. Karnelerinizi velilerinize gösterme yüzünüz olacak mı meraktayım.

Üçüncü ve son sorumuz: Türban İslamın gereği mi, yoksa tesettür modasının tezahürü mü? Benim anladığım bu bir cins yeni moda kültürü. Saçının tek telini bile göstermeyip, diğer tüm protokol vecibelerini yerine rahatlıkla getirebildiklerine, makyajın hasını yapabildiklerine göre, türbanda o şık kıyafetlerini tamamlayan bir aksesuardan ibaret. İslamı ben işime geldiği gibi yaşadım mı tukaka, ama sen yaşadın mı protokol gereği. Var mı böyle komedi dostlar?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku


GÜN BATARKEN DİYARBAKIR

"Start the dopamine drip now, and call me back if the blood pressure does not pick up."
A harfini uzatarak, K yi de belli belirsiz yumuşatarak talimatlar veriyordu telefondaki hemşireye. Ahizeyi tutan eli rahat, sesi pencereden görünen göl gibi kıpırtısız. Sanki bir yerlerde birisi ölmüyormuş, sanki hayatla ölüm arasındaki terazinin kefesine hayattan yana ağırlıkları fırlatan onun Diyarbakır'lı sesi değilmiş gibi.
"Biliyor musun, ben Diyarbakır'ı gördüm," dedim telefonu kapattığında.
Kahvesinden bir yudum alıp pencerenin önündeki koltuğa çöktü. "Sahi mi?" diye sordu. "Ne işin vardı ki orda?"
"Turist rehberiydim ya ben Türkiye'de," dedim. "Sertifika almadan, bir otobüs dolusu rehber adayı, bütün Türkiye'yi dolaştıktı. İşte o zaman gördüm."
"Eeee, nasıldı? Beğendin mi?"
"Pek hatırlamıyorum aslında. Aklımda bir kaç resim kalmış, o kadar. Tozlu sokaklar, büyücek bir meydan, bir cami. Kalabalıktı. Etrafımıza birikmişlerdi. Şerbetçi sonra. Bir de şerbetçi vardı." Kahvesinden bir yudum daha alıp dalgın dalgın elindeki derginin kapağına baktı. "Journal of Invasive Cardiology." Starbucks kahvecisinin uzun saçlı kahve perisi yeşil yeşil gülümsedi kahve fincanının üzerinden.
"Ankara'dan geldiğimizi öğrenince çok heyecanlanmışlardı," dedim. "Sanki kolej mezunu zıpır bir genç sürüsü değil de sahici milletvekilleriymişiz gibi. Sanki Doğu'nun sorunlarını çözmeye gelmiştik. 'Şehrimizi nasıl buldunuz,' diye sormuşlardı. 'Beğendiniz mi?' Bizi birbirlerine göstermişlerdi: 'bak Ankara'dan geliyorlarmış,' diye. Bayağı sansasyon yaratmıştık Diyarbakır'da. Ozellikle Dışişleri Bakanının, ofis hayatından içi daralarak yabancı dil bilgisini turizmin hizmetine sunmaya karar veren sekreteri. İçine sütyen giymediği tişörtü ile Diyarbakır çarşısında en büyük sansasyonu o yaratmıştı."
Sütyensiz sekretere benimle birlikte güldü.
"Geniş, tozlu bir caddedeydik. Sokak lambalarının arasında pankartlar asılıydı. "Ne mutlu Türküm diyene" yazıyordu pankartlarda. Geçen arabaların kaldırdığı tozu delen bozkır güneşi şerbetçinin bakır kaplarında yansıyordu. Bir de dükkan vardı orda. Bir bakkal. Hortum gibi uzun beyaz bir şekerden makasla parçalar kesmişlerdi."
"Kıtlama içindir," diye başını salladı.
"Evet, öyleymiş. Sen kıtlama içer miydin çayı?"
Küp şeker var mı diye baktık. Masanın üzerinde, kanser yaptığı söylenen suni tatlandırıcı ile dolu mavi paketlerin altından, ufak bir şeker küpü çıktı. Sigaradan sararmış dişlerinin arasında kırdı şekeri. Kahveden bir yudum aldı. Şeker hemen eridi.
"Bu şekerlerle olmuyor, sahici şeker lazım."
"Bakkal içeriye, çırağına, nasıl seslendi biliyor musun? 'Gel bak Türkler geldi,' dedi. O zamana dek böyle bir şey duymamıştım, çok şaşırdım."
"Duymazsın tabi," dedi. "İzmir'dekilerin haberi yoktur bunlardan." Dudağının kenarında şeker kristalleri ıslak ıslak ışıldadı.
Elimin altında yavaşca ince belli cam bir bardağa dönüştü kahve fincanı. Çay yaprakları koyu kırmızı ışığın içinde helezonlar çizerek dansettiler.
"İzmiri çok sevmiştim ben," dedi. "Onsekiz yaşındaydım İzmir'e ilk geldiğimde."
"Ben çoktan ayrılmıştım İzmir'den o zaman," dedim. "Senden çok önce."
Duymadı. Belki de duymamazlığa geldi.
"Düşün, üç Doğu'lu arkadaştık. Tıp okumaya geldik ta Diyarbakır'dan İzmir'e. Uçümüz de abaza mı abaza. Ders mers calışmadık ilk sene. Alsancak'taki, Pasaport'taki kahvelere takıldık." Göz kırptı. "Kendi cinsel devrimimizi gerçekleştirmeden önceydi bu."
"Bir de garson hatırlıyorum Diyarbakır'dan" dedim. "Tam İngiliz filmlerinde barbar Türk rolüne çıkardıkları adamlar gibi bir şeydi. İki metre boyunda, pala bıyıklı, yakışıklı bir şey. Ondan ayran getirmesini istemiştim."
Pencereden dışarı, şehrin yeni yanmaya başlayan ışıklarına doğru baktı. Gölün üzerine inen alaca karanlık odadaki eşyaları sarıp sarmalamaya başlayınca, yüzüne düşen gölgelerle sözünü ettiğim garsona benzemeye başladı iyice.
"Ayran istemiştim, ama garson bana ayran yerine yoğurt getirdi. Kibar kibar, 'Ozür dilerim, bir yanlışlık oldu galiba,' dedim. 'Ben ayran istemiştim.' Geldi yanıma, çanağı hızla önümden çekti. Bütün masa sus pus oldu aniden. Adam davudi bir sesle gürledi: "A ha yoğurt." Sonra hırsla sürahiyi kaptı masadan, suyu çanağa boca etti. "A ha su." Lokantadaki herkes bize bakmaya başladı. Sonra da bir kaşık alıp şakır şukur karıştırdı çanağın içindekileri. "A ha da ayran," diye hışımla önüme itti. Odüm koptu, bir şeycikler diyemedim."
Yine güldü, aklı başka yerlerde. Gülerken ayran beyazı oldu dişleri.
Arkasında, pencerenin dışında, göl usulca kuruyup uçsuz bucaksız bir ovaya dönüştü, ama o görmedi.
Gökdelenler karanlığa karışıp eridiler. Güneş ovanın üzerine asılı bir kor parçası gibi yanmaya başladı. "İşte aynen böyleydi," dedim. "Diyarbakır surlarında durmuştu otobüs. Elli üniversiteli genç, yüzümüz batan güneşe dönük, duvara dizilmiştik. Bağıra çağıra konuşup gülüşüyorduk. Bir de kameraların vızıltısı, deklanşörlerin sesi vardı. Hepsi birbirine benzeyecek, sıradan gün batımı resimleri çekme telaşındaydık. İşte o sırada bir çocuk çıkagelmişti bir yerlerden. Uzerinde kumaşı eprimiş gri bir pantalon, kolları kısalmış soluk bir gömlek vardı. Ayağında siyah plastik ayakkabılar. Duvara çıkıp çömelmiş, yüzünü esen rüzgara verip bir uzun hava tutturmuştu. Uçsuz bucaksız ovaya doğru, sözleri anlaşılmayan, tiz bir çığlık gibi yüreğe saplanan bir uzun hava."
Ovadan esen akşam rüzgarı odayı doldurdu. Uzaklardan çocuğun türküsü duyuldu yeniden. Çay yaprakları elimdeki bardakta kımızı ışıltılarla dönerek havalandılar.
"İşte, Diyarbakır denince en çok o çocuk gelir aklıma."
Kalkıp yanıma geldi. Masanın üzerine yayılmış yoğun bakım dergilerinin, tıbbi makalelerin, yarısı yenmiş hamburgerlerin, soğumuş kahvelerin, plastik tükenmez kalemlerin, suni şeker paketlerinin üzerinden uzanıp eğildi. Gözbebeklerinde gıcır gıcır yepyeni bir dünyanın metal kulelerinden yansıyan ışıklar, dişlerinde steril neşterlerin pırıltısı. Gülümsedi.

"O çocuk bendim," dedi.

O değildi. Olmadığını biliyordum. Ama yine de inandım.

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Belcekız Kaşifleri

Kahvemolasında çıkan yazıların her biri bende yeni bir yazı yazma arzusu doğruyor. Dağlar kızı yazarımız Bet ile gezgin kahveci Cüneyt Göksu'nun dağ anılarını okudukça yazma hevesim doruklara tırmanıyor...
Sahi niye çıkıyorlar dağlara?.
Macera desen değil.. '1500 metrelik bir parkur...' diye lafa başlandığı an benim için o iş bir macera değil, 'Şu dağlara gidip bir de ben bakayım bari' manasına geliyor... Km.hesabı belli, parkur belli, geçilecek köyler, kayalar, meyva ağaçları belli bir gezi(?)... Turla Viyana'ya gitmek gibi bir şey herhal...
Keşif desen o da değil... Oralara daha önceden gitmiş gelmiş biri var en azından yanlarında. Muhtemelen de bu kişi dağcı malzemesi satan dükkanların vitrin mankeni kılıklı bir rehber. Eminim bıcır bıcır konuşuyordur yol boyu... 'Emir Dağları'nı tırmanıp, Şenakar çayından geçip, Şensazlar köyünde kahvemolası vereceğiz' tarzında rota bildiriyordur durmadan... Neresi keşif bunun?. Ya da ben bu keşfin neresindeyim?...
Ben yanımdakilere dönüp 'Bu dağın arkasında neresi var?' diye sorduğumda herkesten aynı cevabı almalıyım...'Bilmiyorum, gidip göreceğiz'.. Keşif budur!!!
Cüneyt'in yazısını okumaya devam ediyorum... Mat'ımı açıyorum diye bir şeyler yazmış, matara açıyor herhal. Herhal diyorum çünkü benim dağlara çıktığım yıllarda değil mat, pet şişe bile bu memlekette keşfedilmemişti. Şimdilerde uyku tulumu, şişme yastık hatta filtre kahvemolası bile mevcut maşallah. Dağa mı gidiyorlar, beş yıldızlı tatile mi belirsiz...
Ben anlamam bu fanfinfon işlerden...Cep telefonları kapsama alanındayken, esnaf köylüler 'bir grup dağlarda dolanıyor az sonra buraya düşerler kolaları dolaba atın soğusun' talimatı vermişken ben o dağlarda huzur içinde gezemem... Aklım kolalarda kalır valla... Cüneyt Göksu yazısında el fenerini yanına almadığı için çok kızıyor kendisine... Ben de çok kızdım(?). Aaa.. çok ayıpladım seni şimdi Cüneyt, böyle tedbirsiz biriyle asla dağlara çıkmam bilesin...
Bilin bakalım ben dağlara kimlerle çıkarım?.

Belcekız kaşifleri hakkında anlamlı bir tanıtım yapalım önce.
Okulların kapanmasına bir ay kadar bir zaman kaldığı günler... Değişmeyen kamp kadrosu üç ay sürecek kamp yaşamları için hazırlıklarına başlıyor... Herşey en ince ayrıntısına kadar düşünülmeli...
- Aileler ile görüşme imkanı var mı çocuklar?... Telefon yok orada....
- Buz problemi çok önemli unutmayın... Dolap yok...
- Yeterli para miktarını çok iyi hesaplanmalıyız... Havale yok...
- Bir havlu, iki- üç mayo, altı-yedi T-shirt, iki- üç şort yeter... Bir de özel bir gece giymek için fazladan bir şeyler alabilirsiniz ...
- İç çamaşırına gerek var mı beyler?
- Yok... Yeterli miktarda pişik kremi var...
- Bir tencere, bir tava, bir çaydanlık, bir cezve... Kim getiriyor?
- Adam başı birer tabak, bardak, kaşık çatal... Herkes kendi getiriyor...
- Fincan alıyor muyuz beyler?...
- Hayır... Çay bardağı her derde deva...
Biri kız diğerleri erkek bir grup genç 1975- 1985 yılları arasında çoğu zaman Belcekız koyunda, kimi zaman da Göcek'te ıssız bir adada her yaz, hep beraber hayatı keşfe çıktılar...
İlk gezilerine çıkarken İzmir otogarında çekilen resme bakıca kampçıların yüzünde zafer edası, onları geçirmeye gelen ailelerinin yüzünde ise 'Allaha emanet olun çocuklar' temennisini satır satır okuyabilirsiniz... İşte Macera!... İşte Yaşamın Keşfi!... Haa bir şey daha var o resimlerde... Böylesine bir deneyimi yıllarca yaşayacak olan bu çocuk yüzlerin bugün hayata nasıl olupta 'başka' bakabilen insanlar olabildiklerinin ipuçları...


1982 yazı..
Belcekız-Fethiye...

Galiba en kalabalık nufüsa ulaştığımız kamp yılıydı. Yapılan geziler ve anıları dillerde ballandıkça, ebeveynler de yavaş yavaş taleplerle başa çıkamayınca o yıl ilk kez kampa üç çadır kurulmuştu. Hatta bir 'olmaz'ı daha 'olamazzzz' yapmış benim dışımda iki kız arkadaşım da bizimle kampa kısa bir süreliğine de olsa, o yaz ilk kez katılmıştı. Yıkanacak tabak çanak bolluğundan uzayan bulaşık yıkama seansları sayesinde o yıl İtalyan'ların ne şeker şeyler olduklarını da keşfetme olanağı bulmuştum. Her zaman ki gibi kampın gestaposu Arif'ti, ben ise kampın gestapiyesi olarak Arif kıran Mehtap kesen kamp kurallarını civciv kampçılara hap yapıp birer birer yutturuyorduk.

Özel yapım dev çadırımızı kurduğumuz kamp alanımız Çetin kamptan, Deniz kampa doğru sınıf atlaya atlaya sonunda 'İki zeytin arası bizim çocukların arsası' şeklinde anılan, Belcekız Kamp önünde geniş bir yere sahip olmuştu.

Güneşin hangi ay hangi açıdan doğup battığı, dalgaların Ağustos'ta kaç metreye ulaştığı, orfozların hangi kaya oyuğunda saklandığı gibi billgilerin sıradanlaştığı zamanlardı artık. Yeni keşifler gerekiyordu. Eh malum nerede çokluk orada bol fikir... Günler günleri kovalayıp, kısa dönem askerlik günleri sona ermek üzereyken uzun zamandır Ölüdeniz'in doğal havuzu Kumburnu'nda kumlara yayılırken bakıp bakıp, 'Yaw şu dağı aşsak Kayaköy'e ulaşır mıyız?' acaba sorusuna artık bir yanıt bulunması gerekiyordu. Önümüze gelene sorduk soruşturduk, dağdan yol var mı? diye. Herkes bize 'Deli misiniz çocuklar, niye olsun böyle bir yol allahın dağında', 'Kayaköy'e gidecekseniz Ovacık'tan (sosyetik adıyla Hisarönü) inince araba yolu var oradan gidin' gibi akıllı akıllı cevaplar verdiler. Sanki bilmiyoz o yolu... Biz yoldan çıkmışız, ne yolu yaaa... Sonunda karar verdik. 'Yarın sabah yola çıkıyoruz beyler!'. Bu arada benim dışımda iki kız arkadaşım daha var kampta o sırada ama bizler cinsiyetsiz dostluğun keşfini çoktan yaptığımız için 'beyler' kelimesini 'heyler' olarak algılıyorduk topluca.

Aramızdan bir grup 'Biz kalalım, siz geri dönmezseniz sizi arayacak bir ekip bulunmalı' diye düşünüp kampta kaldılar. Sabahın köründe yanımıza bir bidon su alıp yola koyulduk. Uzun bir yürüyüşten sonra Ölüdeniz'e dik inen dağın eteklerine vardık.

(Ne parkur, ne patika Cünet'cim, bildiğin kaya).. Tırmandık...Tırmandık...Tırmandık... Zaman zaman birbirimize 'Beeee' şeklinde keçi dilinden sevgi sözcükleri göndersek de dağın şaka kaldırır tarafı olmadığı bacaklardan belliydi. Yürüyebilen tüm baldırlardan kanlar akıyordu... Yollarda elma armut ağaçları falan yoktu.. 'Kaya arası kuru çalı' adını verebileceğimiz Ege diken örtüsü ve kaya vardı sadece bizim rotada... Zorlu bir mücadele sonunda nihayet gökyüzü bize yakınlaşmaya başlamıştı. Tepeye varmamıza az bir zaman kalmıştı... Mutlu sonu geciktirmek, doruklara varmadan biraz nefeslenmek istercesine, çalılara yayılıp ihtiyaçmolası verdik...Gestaponun kontrolündeki üç litrelik kolonya bidonuna doldurduğumuz limon çiçeği kokulu suyumuzu da bir güzel dibine kadar kana kana yaş sırasına göre içtik. İniş kolay olurdu nasılsa, oyalanıp keyif çatmanın hiç bir sakıncası yoktu... Olsa 'mat'ımızı açar, fenerimizi bile yakardık... Engin arkadaşımız muhteşem fiziği ile yorulmak nedir bilmediğinden ve de hatta şimdilerin şuku-bacı'larının utancından suyun yüzüne bakamayacağı kadar sıkı bir tüpsüz dalışçı olduğundan, dinlenmeye gerek duymamış zirveyi bulmuştu bile... Gür sesi ile aşağıya seslendiğinde hepimiz donup kaldık... Engin bu, ciddi adamdır, olmadık yerlerde olmadık şakalar yapmaz. Ne diyorsa tamamdır. 'Beyler sakattayız.. Bunun gibi bir tepe daha var önümüzde aşılacak'...

Dönelim mi, devam mı edelim tartışmaları kısa sürdü... Kampta kalanların yüzüne bakılamayacağına oy birliği ile karar verilip 'devam' kararı alındı... Tepeye vardığımızda, önümüzde duran dağı görmezden gelip, altımızdaki muhteşem manzarayı seyrettik bir süre... Hesaplayamadığımız şey Gemili koyunu ayıran tepeyi de aşmamız gerektiği idi... Çok kolay olmayacaktı... Kaybımızdan sonra çıkacak gazete haberleri için yeterli sayıda hatıra fotoğrafı çekip yola koyulduk.


Su yok...Yol yok... Patika yok... Parkur yok... Mat yok... Fener yok... Mecal hiç yok...
Sadece kayaların üzerinde kırmızı boya ile işaretlenmiş kırmızı noktalar var... Daha önce aştığımız tepede hiç rastlamamıştık bunlara. Bazı kayaların üzerinde küçük kırmızı noktalar vardı. 'Kırmızı Nokta' meselesi o zamanlar daha gündemde olmadığından aklımıza hiç bir ard niyet gelmedi. Jandarma'nın koymuş olabileceğini konusunda tahmin yürüterek noktaları takip etmeye başladık... O kadar aralıklı ve gelişi güzeldi ki... Hiç bir mantığı yok gibiydi... Ponpon kuyruğu kırmızı boyaya kaçmış bir tavşanı ya da maceracı bir deliyı takip ediyor olabilirdik... Kayaköy'ü bu yolla bulamasak bile en azından geri dönmemize yardımcı olacakları kesindi... Nokta arama ekipleri olarak üçe ayrıldık.. 'Burdaaaaa' diyeni takip eder olduk... Arif bir ara dönüp 'Arkadaşlar bir kayanın dibinde elinde kırmızı boya fırçası ile yığılmış bir iskelet bulan olursa sakın kimseye söylemesin' şeklinde talimatlarını da ihmal etmiyordu... (Talimat dediğin böyle olur Cüneyt'cim).

Sonunda noktalar bizi Kayaköy'e getirdi gerçekten...İnanamadık, tepeye vardığımızda aşağıda Kayaköy vardı. Susuzluktan dinlenmeyi düşünemedik bile... Daha önce görmüş olduğum halde, bana hiç bu kadar harap görünmemişti... Gözün görebildiği her şey tam bir harabeydi...
Evler, Aydın, Engin, Erdal, Sokaklar, Arif, Damlar, Ufuk, Süreyya, Kiliseler, Sertaç, Dilşad, Mehtap ve Kayaköy...

mehtap_akdeniz@yahoo.com

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Tutkulu Aşk...

Onu ilk defa şehirdeki büyük mağazalardan birinin spor reyonunda görmüştüm ve görür görmez deyim yerindeyse tam anlamıyla çarpılmıştım.

Öylesine etrafıma bakınıp geziniyordum, hani bonusgiller gibi bir şey tüketme sevdamda yoktu. Yarım saat sonrasına bir randevum vardı ve ben vakit öldürmek için biraz da klimasından akan serinlik nedeniyle büyük mağazada aylak, aylak dolaşıyordum. Şehir insanının eğlencesi işte.

Ve birden onu gördüm. Orada öylece duruyordu. İnanılmaz zarif ve çekiciydi. Görünce heyecanlandım (böylesi çekici bir şey olamazdı) daha sonraysa şaşırdım (hem de Ankara'da). Garip hatta safça göründüğümün farkındaydım ama orada öylece ona bakmaktan da kendimi alamıyordum. Allah'tan etrafta bana bakan yoktu ve aramızdaki mesafe yaklaşık bir on metre kadardı.

Yanına yaklaşmadım. Mesafeyi koruyarak uzaktan incelemeye başladım. Nedense erişilmez gelmişti bana. İnce ve zarif bir gövdesi vardı. Başı hafifçe öne doğru eğikti ve yere incecik bir dokunuşla basıyordu. Bir ilkbahar sabahı güllerle kaplı bir bahçedeki açmamış bir gül goncasının üstünde hayatın geçiciliğini anımsatırcasına kısacık bir ömrü olan bir çiy damlasından yansıyan günün ilk ışığı kadar az bulunur bir zarafet ve parlaklığa sahipti. Gövdesi alabildiğince ince olmasına rağmen çok güçlü görünüyordu. Yukarıdan aşağıya doğru elmasla kesilmiş gibi duran keskin hatlarla bezenmiş eski yunan tanrıça heykelleri gibiydi sanki. Onun bir benzerini yıllar önce daha dokuz yaşındayken okuldan dönerken büyük bir abinin yanında görmüştüm ve yeni yetme halimle hayran kalmıştım. Aşk kelimesini bilseydim muhakkak aşık olurdum ama dokuz yaşındayken insan aşkı bilmezdi ki. Sürekli sırıtan o abiyi de delice kıskanmıştım. Bu kadar harika bir parça bu budalanın ellerinde mi olmalıydı? Ama işte gerçek de buydu, talih böylesine kör gözlü bir kocakarıydı maalesef. Harukülade güzellikleri öylesine özensiz ve adaletsizce saçıp savuruyordu.

Ona çok benzeyen ama ondan daha güzel ve zarif olanı işte şimdi karşımdaydı. Kafamın içinde saplantılı tek bir düşünce oluşmuştu: her ne pahasına olursa olsun ona sahip olmalıydım. Yıllarca içimde saklı kalan ergenlik düşümü gerçekleştirmeliydim. Hesaplı kitaplı olan ben onu görünce her şeyi bir kenara bıraktım. Mavi melek filmindeki Profesörün Marlen Dietrich karşısında yaşadığı türden bir tutkuya bulanmıştım sanki ama ben profesör gibi çaresiz değildim. En kısa zamanda her ne pahasına olursa olsun ona sahip olacaktım. Biraz yürüyüp, durdum ve saklayamadığım istekli bakışlarla tekrar uzun, uzun baktım. Aramızdaki mesafe beş metreye kadar inmişti. Daha da belirginleşen heyecan verici hatları beni deli ediyordu. Bir an için kendimi onun üstündeyken hayal ettim ve heyecanım inanılmaz derecede arttı. Zarif ve utangaç bir şekilde öne doğru eğilen başını ellerimle sıkıca kavradığımı ve üzerine iyice yayıldığımı düşledim. Artık tutkuma hakim olamıyordum. Bir adım daha atacakken, cep telefonu vahşi Moğol istilacılar gibi bağırarak çalmaya başladı. Hayatı kolaylaştırdığı öne sürülen zımbırtılar içinde en işe yaramazı olan cep telefonu istemeyerek açtım. Bu muhteşem şiirsel anın büyüsünü bozduğu içinde cep telefonunu icat eden İskandinavyalı tüm mühendislere okkalı bir küfür savurdum. Her aklı başında entellektüel İskandinavyalı gibi, neden bitmeyen gündüzlerin sonunda yaşamı anlamsız bulup adam gibi intihar etmiyordu da böyle insanın hayatını zehir eden aletler yapıyordu ve daha kötüsü bunu teknoloji delisi biz Türklere bedavadan ucuz fiyatlarla satıyordu. Cep telefonu olayını derinlemesine düşünüp analiz edeceğimi kendi kendime söz verip kızarak telefonu açtım. Arayan buluşacağım kişiydi. Buluşmaya on dakika gecikmişim, Neredeymişim? Kısa ve hatta sert cümlelerle birazdan orada olacağımı söyledim ve telefonu kapadım.

Özlemle tekrar ona baktım. Burada bulacağımı bildiğim için içlenerek ve istemeyerek de olsa oradan ayrıldım. En kısa zamanda geri dönecektim. Tek tesellim aynı yerde bulacağımın garantisiydi. Geri dönüp, oradan ayrılırken, çok zor duyulur bir sesle "I'll be back baby" parçasını mırıldanıyordum.

Daha sonraki bir hafta boyunca her gün ve neredeyse her saat aklıma geldi. Zarif gövdesi, uyumlu hatları, zarafeti, inceliğiyle neredeyse zıt olan o gücü, bitmeyen Internet reklamları gibi sürekli hep gözümün önüne geliyordu. Onu deliler gibi istiyordum.

Hiç bir hesap kitap artık beni durduramazdı. Arkadaşlarımın ve dostlarımın ne diyeceğini tahmin ediyordum, "Eşek kadar adam oldun, sana hiç yakışıyor mu? falan diyeceklerdi". Allah'tan bir karım yoktu. Onu ve beni yan yana görünce girebileceği kıskançlık krizlerini tahmin edebiliyordum. Sevgilimde uzaklardaydı ve ne yaptığımı bilemezdi, göremezdi. Rahatlıkla onunla olabilirdim. Tabi şehirde asla olmazdı. Arabayla mezun olduğum üniversitenin arka taraflarına gidebilirdik, oralar hem oldukça ıssızdı hem de çevre olarak çok güzeldi. Böylece rahatlıkla gözlerden uzak birlikte olabilirdim. Keyfime diyecek yoktu. Geri kalan tek şey ona sahip olmaktı. Bu benim için inanılmaz kolay bir şeydi. Akşam iş çıkışı tekrar aynı mağazaya gittim. Beklediğim gibi ordaydı, yine güzel, yine zarif ve yine çok çekiciydi. Gövdemi hafifçe öne eğerek sert adımlarla ona doğru yürümeye başladım ve bu sefer "You'll be mine baby" parçasını mırıldanıyordum. Sert adımlarım beni onun yanında ayakta duran adama getirmişti. Elleri kavuşmuş bir şekilde bana öylece merakla bana bakıyordu. Karşısında durdum ve hiç vakit kaybetmeden başparmağımla onu işaret ederek, "bu bisikleti satın almak istiyorum" dedim.
Satıcının yüzüne birden gevşek bir marketing gülümsemesi otomatik olarak yayıldı. "Tabi beyefendi" Nakit mi kredi kartı mı? dedi.
"Kredi kartı" dedim gülümseyerek ve cüzdanımdan çıkardığım kredi kartıyla, kimliği satıcıya uzatırken diğer elimle shimano vites takımlı, 18 vites (iki önde ve 9 tane arkada), vitesleri frenden değişen mekanizmalı (en yeni teknoloji), 28 jant ince tekerlekli, alüminyum alaşım gövdeli, 8 kg ağırlığında, mavi ve turuncu renkli, en ünlü markanın ürettiği yarış bisikletinin açık buz mavisi incecik selesine hafifçe dokundum. Sevincimden neredeyse zıplayacaktım.

Bu bir fetişizm değildi, sadece belki de hiç büyümeyecek bir oğlan çocuğunun geç kalmış iki tekerlekli düşünün gerçekleşmesiydi. O oğlan çocuğu bendim. Almanya'dan gelen dayı oğlunun bisikletine özlemle bakan o küçük oğlan çocuğun özlemini gidermiştim.

O artık benimdi. Öne doğru eğilmiş gidonundan tutup dışarı birlikte çıkarken, hissettiğim şey mutluluktu ve bu sefer "baby, you are mine" şarkısını söylüyordum

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Düğümlenme Bölümü

İçinde bulunduğum ruh halini bundan daha iyi tanımlayabilecek başkaca söz bulmam mümkün olamazdı. 40 yaşıma gelmiştim ve kendimi geliştirmek adına sayısız kurslara katılıp, dergilere abone olup kitaplar devirmiş ve edindiğim deneyimle hiçbir çekingenlik duymadan gösterebildiğim her hüneri göstermiş, yine de sıradan bir banka memuru olmanın bir adım ötesine geçememiştim.

.....

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_57.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.061 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


Senin Yerine...

Utandım
seni sevdiğim için
sana sevgimi
söylediğim için
duyduğunda
küçümsediğin için
utandım...

Utandım
sevilmekten şaşmana
utandım
korkup kaçmana
utandım
adamaktan kendimi
sana…
Utandım.

Utandım
sevginin er’i dişi’si olur mu diye
Utandım
söz’ün, itirafın finaline
Utandım
ansızın çekip gitmene
Senin yerine
ben utandım.

Artık
bu utançla
duramam.
Gidiyorum hayalinden
gözlerinden
dudaklarından…
Sana
son bir itiraf
buralardan…

Sevmekten değil
yarattığım
sen’den utandım…

Nedret Türer

<#><#><#><#><#><#><#>

Ne ister ki bir çocuk?

Bir küçük çocuğun avucunda
minik parmaklarının dizildiği
o küçüçük oyukta
çizgi çizgi yumuk yumuk olupta
sığdırıvermesi yok mu
sunmak için
şu koca dünyayı
insanlara!

Ne boyu yeter ne bosu
Aşmak için sorunları
Zaten ne gamı var
ne anlayabildiği tasası!
Bilir işe yaramaz
çözmeye
hiç bir büyük yasası!

Bir çocuğun gözlerinde
görmek için eğil de bak
sevginin anlamını...
Sığdırmıştır küçük yüreğine
hala
büyüklerin anlamadığını!

Gördüm avuç açıyor
küçücük bir çocuk
Üşümüş
Belli ki hem yaşam
hem uzaktaki oyuncaklar soğuk!
Ne istediği belli değil senden benden
Belki biraz ekmek
biraz şeker
ama çokca
yaşamak için
şevkat
ve
sevgi ile ılınmış soluk....

Nedret Türer
nedret@ucnokta.com
www.ucnokta.com
Anlam Platformu
Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 KARAMEL SOSLU ARMUT

4 Deveci armudu (orta büyüklükte)
1 su bardağı (250 ml) su
1 su bardağı (250 ml) beyaz şarap
1 su bardağı (200 g) toz şeker
Yarım portakalın kabuğu
Yarım limonun kabuğu
1 tarçın çubuğu
½ çay kaşığı toz tarçın
1 tatlı kaşığı toz şeker (Fazladan. Armuda serpmek için)
4 parça milföy hamuru
1 yumurta (çırpılmış)

Armutları, saplarını koparmadan bütün olarak soyun.
Şarap, su ve şekeri bir tencerede karıştırın. Tarçın çubuğunu, limon ve portakal kabuğunu ekleyin. Yüksek ateşte şeker eriyene kadar karıştırın. Armutları bu suda çevirerek hafif haşlayın. Ocaktan aldıktan sonra armutları haşladığınız suyun içinde soğumaya bırakın.

Armutlar tamamen soğuduktan sonra sudan çıkarın. Kağıt havlu yardımıyla dikkatlice kurutun. Fazladan ayırdığınız şeker ve toz tarçını karıştırarak armutlarınızın üzerine serpin.

Armutlardan birini, 1 parça milföy hamurunun ortasına koyun. Sapı dışarıda kalacak şekilde hamuru bohça gibi armudun etrafına sarın. Bol kalmamasına dikkat edin, ama armudu ezecek kadar da bastırmayın. Çırptığınız yumurtayı fırça yardımıyla hamura sürün. Diğer armutları da aynı şekilde hazırlayarak fırın tepsisine dizin. Önceden 180 dereceye ısıttığınız fırında milföy hamurunuz kızarana kadar pişirin.

KARAMEL SOS
40 g margarin
½ su bardağı (100 g) esmer şeker
¾ su bardağı (180 ml) krema

Bütün malzemeleri bir tencereye alın. Yüksek ateşte, kaynamasına izin vermeden, şeker eriyene dek karıştırın. Ocaktan aldıktan sonra karıştırarak soğutun.

Fırından çıkardıktan sonra soğuması için yeterince bekleyebildiyseniz, milföylü armutlarınızı bu sos ile birlikte servise sunabilirsiniz.

Afiyet olsun...

   Tarifi yazdırmak için tıklayın

 Biraz Gülümseyin




İhtiyar Temel

İhtiyar Temel, torunlarına Afrika’daki safari hatıralarını anlatıyordu :
"- Bir defasında yamyamların saldırısına uğramıştık, o gün hayatımı kurtarmak için tam onsekiz yamyamla dövüştüm ve hepsini de yere serdimdi...”

Torunlardan biri itiraz etti :
- Ama dede, geçen sene dört yamyam demiştin ?

Temel gülümseyerek torununun saçlarını okşadı :
“-Geçen sene çok küçüktün yavrum... Bu müthiş gerçegi kabullenecek yaşta değildin henüz...”

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.alevanne.com/hosgeldiniz.asp
...Sitemizde, Alevanne tarafından hazırlanan, Orta Anadolu (Bor) yöresinden yemek tarifleri ve dostların da gönderdikleri leziz çeşitleri bulabilirsiniz. Şimdiden afiyet olsun...

http://members.jcom.home.ne.jp/egoistic/lovecom/game/granola.swf
İnsandan kule yapmanın en tehlikesiz yöntemi. Kuleyi tamamlayıp havadaki helikopter'e yetişmeye çalışıyorsunuz. Helikopter'e ulaşınca işlem tamam. Aman rüzgarın ve salınımın yönünü iyi tesbit edin.

http://www.syberpunk.com/cgi-bin/index.pl?page=gbcshoes
Böyleside olurmu demeyin, oluyor işte. Gameboy Boots : In the ultimate merger of Technology and Fashion, these funky boots are highly popular with teens all over Japan. I don't know if i'd be seen wearing them though. Moda işte ne desem boş.

http://www.exploratorium.edu/exhibits/f_exhibits.html
Hani bazı görsel ilüzyonlar vardır. Aslında olmayan; fakat gördüğümüzü sandığımız bazı görüntüleri şaşkınlıkla izleriz. Bu sayfada özel olarak hazırlanmış sağlam örnekler var. İyi eğlenceler.

 Damak tadınıza uygun kahveler


AlphaCuts v1.00 [659k] W9x/2k/XP FREE
http://www.cocoholo.com/download/alpha.exe
Bilgisayarınız programlardan, dökümanlardan göz gözü görmez haldeyse ve bir dosyayı aramak dakikalar alıyorsa hemen bu programı yükleyin. Tek tuşla tüm bilgisayarı indeksleyip, her kısayolu, her dökümanı her adresi alfabetik sıraya koyuyor. Hem arama yapıyor hemde sadece o harfe ait dosyalara ulaşabiliyorsunuz. sonra linke tıklamak yetiyor. Mutlaka deneyin hoşlanacaksınız.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030129.asp
ISSN: 1303-8923
29 Ocak 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com