|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 198 |
4 Şubat 2003 - Korkmayın, açık olun!.. |
Merhabalar,
Şu anda Teketek'i izliyorum. Altaylı'nın karşısında Diyanet İşleri Eski Başkanı Süleyman Ateş'le Şifreci Ömer var. Bir tarafta bir din alimi (!?) diğer tarafta Kuran-ı Kerim'in olağanüstü yanını gözler önüne serip kutsallığını ve ilahi gücünü ispatlamaya çalışan genç bir adam. Bir tarafta bağnaz, tutucu tartışmaya, bilime, gerçeğe kapalı bir alim, diğer tarafta doğru veya yanlış birşeyler söylemek için beynini yoran biri. Kuran üzerinde yapılacak bu tür çalışmaların kutsiyete helal getireceği savıyla söylenen herşeyi reddetme çabasındaki ilahiyatçıların komedisi. Şifreci Ömer'in öne sürdüğü her kendince kanıta sadece tesadüf diyerek Kuran'ı sıradanlaştırdıklarının farkına bile varamayacak kadar muhafazakr bir tutum. Anlaşılası değil. Ömer'in söyledikleri keşke gerçek olsa diyecekleri yerde anlaşılmaz bir tepkisel yaklaşım. Onlarca birbirinden değişik meale şapka çıkartan ama yeni yetme bir adamın çağdaş mealini taa baştan reddeden bu tutumu benim anlamam mümkün değil. Onların anlayamadıkları, kimsenin Kuran'ın kutsallığını tartışmadığı. Tam aksine, eğer doğruysa, kutsallığını ve doğruluğunu kat be kat artıracak bir bilimsel yaklaşım bu. Bana göre yapılması gereken, biraraya gelip doğru ve yanlışları süzgeçten geçirmek. Asgari müştereklerde buluşup bir sonuca varmak. Yaşı kemale ermiş alimlerin Ömer'i karşılarına alıp tartışmalarını beklemek olmaz tabi ama ilahiyat fakültelerinde pekala tartışılabilinir.
Korkunuzun gerekçesi, eğer bunu kabul edersek diğer madrabazlara yol açarızsa, hiç boşuna nefes tüketmeyin. Dinimizin madrabazların eline düşmesi için Kuran'ın yeniden yorumlanmasına gerek yok. Kendilerine göre dini yorumlayıp milletin sırtından geçinen din tacirlerinden geçilmiyor ortalık. Boş tabutlar, yabani hayvanlarla dergah kuran şeyhlerden, üfürüp üfürüp ilahi nefes dağıtan dini bütün sağlık personeline kadar neler gördük, daha da neler göreceğiz kimbilir?...
Sağlık deyince aklıma bugünkü bir gazete haberi geldi. Nerden üstüne vazife ise, Maliye Bakanı Unakıtan, "İlaç vermeyip, bol bol su için diyeceğiz." buyurmuş. SSK ve Bağkur'un açıklarını kendince makul tasarruf yöntemleriyle kapatmaya çalışmak bizim politikacılara mahsus bir özellik olsa gerek. Bir önceki sağlık bakanının virüsü üfleyip temizlemesi gibi, bu da ilaç yerine su için diyor. Aslında ince ince kafa bulmuş bizimle. Yetersiz ödenek yüzünden rezalete dönüşen sağlık ve eğitim sektörümüzde, değil tasarruf edilmesi, düşünülmesi bile abes yahu. Ayyuka çıkan ilaç fiyatları yüzünden halk tasarrufu istermez istemez yapmıyor mu zaten? Sen açık deliklerini kapat sayın bakan. Vurgunu önle, doğru denetimi getir. Bırak hastaya reçeteyi doktorlar yazsın, sen kendi işine bak. Yıllarca yatılı okullarda okuyan biri olarak asrın mucizesi aspirinin soğuk algınlığından, yaralanmalara kadar her deva deva olduğuna şahit olmuştum. Bunu nedeni ecza dolabında sadece aspirinin olmasıydı. Galiba bundan böyle SSK eczanelerinde ilaç yerine sıra sıra su damacanaları göreceğiz. Ama eminim açıkgözler bu sudan da köşe dönmenin bir yolunu bulurlar. Alışmış kudurmuştan beterdir ne de olsa. Bir kaç sene sonra antibiyotik yerine suyu da bulamayız, spordan sorumlu devlet bakanı çıkıp terleyip susamayalım diye spor yapmayın der, olur mu olur.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Misafir Kahveci : Hasan Yüksel |
Irak'tan bildiriyorum 4
Herkese merhaba
Tanrılar çıldırmış olmalı. Bildiğiniz gibi bu bir film adı, ben de sanırım "TV de ilk kez" naralarıyla seyretmiştim. Hatırladığım kadarıyla filmin ismi ile konu arasında pek bir benzerlik yoktu. Film boyunca düştükleri su tankının içinde oynayan iki sevimli yumurcak ve sürekli koşarak onları arayan babaları aklımda kalanlar.
Bu cümlenin filmin konusuyla belki alakası yoktu ama ben bugünlerde Irak konusuyla ilgili gelişmeleri özetleyecek başka bir cümle bulamadım. Gazeteleri ve internet sitelerini mutlaka takip ediyorsunuzdur, günümüzün savaş tanrısı Bush bu savaşta nükleer güç kullanmak için izin almış. Yani "çüş" desem ayıp kaçar mı bilmem. Adamların gözü o kadar dönmüş durumda ki "nükleer güç" deyince daha zararsız duran ama bilinen ismi "atom bombası" olan silahı kullanmayı bile düşünebiliyorlar. Bu işin başından beri "Irak halkıyla işimiz yoktur" diyen ABD herhalde sadece Saddam'ı etkileyebilen bir bomba yapmış olmalı.
Aslında serinkanlılıkla düşününce karşılıklı tehditlerin dozunun artması savaş olasılığının güçlendiği manasına gelmiyor. Bush elindeki tüm silahı bir, bir ortalığa serdi, Saddam'a "dediğimi yapmazsan bak bunlarla kafanı kırarım" diye dayılanıyor, Saddam da önündeki kırık dökük bir kaç silahla dayılanıyor ama bir farkla, tek eli cebinde. Eli boş mu yoksa başka bir şey mi var, kimse bilmiyor, eli cebinden çıkana kadar da kimse bilmeyecek. Bush elini cebinden çıkarsın diye en güçlü silahlarını bile gösterdi, bunları kullanabileceğini ima etti ama hala sonuç yok. Milyonlarca insanın ölmesi riskini üstlenmek de kim olursa olsun o kadar kolay değil. Sanırım esas amaç Irak ordusunu korkutup, dağılmasını sağlamak.
Böyle bir söz düellosunun silahların düellosu haline dönüşmesi ve bu silahların artan dozlarda kullanılması halinde ortaya çıkacak manzarayı tahmin etmek zor değil. Milyonlarca insanın ölümünün yanı sıra kimyasal maddeler ve radyasyonla kirlenmiş bir Ortadoğu manzarası olacağı muhakkak. Bu arada herkesin peşinde olduğu petrol kuyularının yanına yanaşılabilecek mi, varın siz tahmin edin. Sonuçta kontroldan çıkabilecek bir silah kullanımı iki tarafın da mahvolmasına sebep olacaktır.
ABD 'nin bu kadar yığınaktan sonra vazgeçmeyeceği de akıllardaki başka bir soru. Elbet vazgeçmeyecektir ama yığınak yaptı, askerlerini bölgeye yerleştirdi diye değil. Bu askerler bundan sonraki ABD planlarının uygulanması için zaten bölgede lazımdı. Irak krizi esaslı bir sebep oldu, kimse "nereye gidiyorsun" diyemedi. Elini kolunu sallaya, sallaya geldi ve askeri deyimle "konuşlandı". Irak krizi bir şekilde halledildikten sonra sırada çatlak sesler çıkaran İran, Suriye ve Yemen gibi ülkeler var. Her seferinde taa Amerikalardan kalk gel olmayacağı için hazır bahane varken büyük bir güç bölgeye yığıldı. Bence bütün bunlar çok uzun vadeli bir planın ilk adımları, ABD bölgedeki petrollerin başına oturmadan bizler diken üstünde oturmaya devam edeceğiz demektir.
Günler böyle gittikçe artan bir tedirginlikle geçmekte ama buralarda hala değişen bir şey yok. Halk günlük yaşantısına devam etmekte. Daha fazla etkileneceği tahmin edilen Bağdat ve civarında da anormal bir görüntü yok, sadece sokaklarda daha fazla kazılmış siper ve kum torbaları var. Bazı yabancı elçilikler ülkeyi terk etti, bizim gibi taahhüt işi yapan Japonlar, Çinliler ve Almanlar işlerini yarım bırakıp döndü. Bizlerin hala çalışıyor olması geleneksel Türk kahramanlığından değil, işimizi bitirmemize bir kaç hafta kaldı, bitirip savaşa yakalanmadan dönme planları yapıyoruz. Bu planlara rağmen hepimizin pasaportu cebinde, yeteri kadar benzin, para ve yiyecek stokta, ani bir kaçış için de hazır durumdayız.
Bazan bütün bunları yönlendiren Bush akşamları yatınca ne düşünüyor veya uykusunda nasıl rüyalar görüyor diye düşünüyorum. Verilen kararlara bakılırsa rüyayı bile onun yerine danışmanları görüyordur. Bir şeyler düşünüyorsa da "yarın ABD halkına söyleyeyim kitle imha silahlarından etkilenmemek için toplu halde dolaşmasınlar" gibisinden şeylerdir herhalde.
Herkese sevgilerimle.
Hasan YÜKSEL
hyuksel@isiko.com.tr
|
Ankara'lı Kahveci : Serpil Yıldız |
Uçuşan Yeşil Işıklar Ateş Böcekleri mi?
Hırsların, nefretlerin, kinlerin kusulacağı bir karadelik bulunsa da, zavallı, küçücük dünya, bir nefes alarak, tüm bunlardan kurtulsa. Savaşlar, sonsuza dek insanlık tarihinin karanlık geçmişinde kalsa...
"Irak'ta günlük yaşam" adlı bir bölüm vardı televizyon kanallarından birindeki haber programınında, dün akşam. Güneşli bir günde, bir stadyumun içinde maç izlemek için birarada bulunan Iraklı erkekler; farklı yaşlarda, çok sayıda. "...Talebelerle, havacıların maçı; talebeler güçlü, bu yüzden seyircisi de güçlü ve avaz avaz. Havacılar daha az iyi futbol konusunda, bu yüzden seyircisi de suskun ve beklemede. Maçı talebeler ikinci yarıda attıkları tek golle kazanıyorlar..."
Muhabirin anlattıklarından, aklımda kalanların özeti bu. Özeti diyorum, çünkü ben, haberin anlatılanına değil de, gösterilenine kilitlendim.
Pırıl pırıl bir hava, hatta benim için fazla parlak. Belli ki çevrede, ışık yansımasını azaltacak bir renk ya da doku yok; çıplak toprağın göz alıcı, parıltılı yansımaları bakmaktan caydırıcı. Kuş bakışı görüntüler izletiyor program ya da görüntü yönetmeni; bir içinde, bir dışında stadın. Öyle küçük görünüyor ki bu bakış açısıyla. Sonra, kamera yavaş yavaş stadın içine yerleşiyor; ve başlıyor yakın plan görüntüler akmaya. Farklı yüzler, farklı ifadeler, farklı giyimler bir bir düşüyor gözüme. Bazılarıyla muhabir söyleşiyor maç üstüne. Konuşamadığım ama kulak aşinası olduğum bir dili konuşuyorlar; seslerinin üzerine tok bir ses biniyor, anlatılanı anlaşılır kılan. Maç üzerine ne konuşulabilirse, onlar soruluyor ya da yanıtlanıyor. Oradaki tek ve en önemli dert maç şimdi -en azından, soruyu soran ve ona yanıt vermek zorunda kalanlar için. Muhabir için maçın pek önemi yok. Onun derdi, aldığı talimat gereğince, günlük yaşama dair yaşam tanıklıkları yapmak ve en düz haliyle aktarmak. Soru sorulan için de maç önemsiz aslında. O da uzun süren bir bekleyişin sıkıntılarından arınmaya, ya da kısa da olsa bir süre, yaşanması kaçınılmaz görünen acıların düşüncesinden kurtulmaya çalışıyor; ya da ben böyle bir anlam yüklüyorum.
Yüzler gelip geçiyor. İri, hatta kocaman gözlü bir çocuk yüzü var şimdi ekranda. Kameranın farkında değil belli ki; gözleriyle topu ve futbolcuyu izliyor. Azıcık endişeli, biraz heyecanlı. Yine de mağrur bir eda var üzerinde. Dimdik oturuyor. Geniş alnı, sarı-beyazdan koyuya giden tuhaf bir saçla örtülüyor. "10'lu yaşların başlangıcında galiba. Savaş mevzuularının farkında mı değil, yoksa kendisini de güçlü bir asker olarak mı görüyor, anlaşılmıyor" diye düşünüyorum -bana göre, o sadece çocuk kalmalı ve çocukluğunu çocuk gibi yaşamalı-; "yanında oturan babası olmalı, çok benziyorlar". Görüntü değişiyor. Şimdi kırmızı poşili, kahverengi ceketli, yaşlı bir adam var ekranda. Bakışları uzak. Maçla da pek ilgili görünmüyor. Sigarasını çekiyor derin derin. Tüm dumanı ciğerlerinde hapsediyor, uzun uzun. Bu görüntü bana çok tanıdık geliyor. Sanki Urfa'da, Gümrükhanı kıraathanesindeyim, sanki yaşlı amca orada oturmuş, cigarasını tüttürüyor; tüttürüyor da, yakın zamana kadar yaşananların izi derin acılarından kurtulmak istiyor... Görüntü akışı hızlanıyor, yakın plan yerini orta ve uzak planlara bırakıyor. Şimdi ekrana bir o takımın, bir diğer takımın izleyenleri, oyuncuları topluca geliyor - gidiyor. Muhabir, günlük tanıklığını bitirirken bile, savaşa dair tek bir kelime etmiyor. Evet... Herşey yolunda! En azından şimdilik... Haber, stadın üzerinden yapılan kuş bakışı bir başka çekimle sona eriyor. Yeniden, öyle küçük görünüyor ki bu bakış açısıyla...
Körfez savaşının ilk günü geliyor gözümün önüne. Televizyon ekranında, adeta ateş böcekleri misali uçuşan yeşil ışıklar yeniden uçuşuyor gözümün önünde. Kısacık bir zamanda öğrendim, öğrendik; uçuşan yeşil ışıkların ateş böceği olmadıklarını... Karanlıkta uçuşan ateş böcekleri misali füze ve bombalar. Ne füze gördüm ne de bomba, o zamanda, o ekranda. Yeşil ışık parçacıkları bile öyle küçük görünüyordu ki o bakış açısıyla...
Serpil Yıldız
|
Has Kahveci : Tunca Tünay |
Çocuklarımın doğmamış yavrularına –2-
Sevgili yavrularım; Çok oldu size yazmayalı. Gün oluyor geçiyorum bilgisayarımın başına , bir heves yazmaya başlıyorum, sonra vazgeçiyorum, siliyorum tüm yazdıklarımı. Havadan sudan şeyler yazmaya başlıyorum önce, bir de bakıyorum ki almış başını gitmiş düşüncelerim en istemediğim yerlere. Bir önceki mektubumdan bu yana çok şeyler oldu gene buralarda Anlaması zor, size anlatması daha zor. Ülkedeki ekonomik ve sosyal kriz giderek artmakta. Bu da yetmez gibi şu an dünyanın en güçlü ülkesi, bizim dipdibe yaşadığımız bir ülkeyi yok etme planlarını eyleme dönüştürme hazırlıkları içinde. Yüzlerce genç ölecek, yüzlerce ana baba ölmekten beter olacak. O ülke kadar biz de perişan olacağız. Büyük olasılıkla bizim gençlerimiz de bu savaşta ölecek. Ve ülkemiz kalkamıyacak bu savaşın üstüne yüklediği sorunların altından. Bu günleri de arayacağız. Size anlatmakta en zorlanacağım şey de bu savaşın barış adına yapılması. Yani, en yetkin ağızlardan çıkan sözcükler yalnızca barışı anlatmakta. Bana sorarsanız bu yalnızca barış adına yapılan bir yok etme planı değil. Büyük oyunlar oynanıyor dünyada . Örneğin zengin doğal kaynakların kontrol altında tutulması, silah satanların para kazanması gibi nedenler, terörü yok etme adına yapılması olası bu savaşın esas nedeni mi diye düşünenler artık çoğunlukta. Savaşa hayır haykırışları sesleri sanki susturucuya takılmış birer cılız soluktan öte gidemiyor.
Sizinle bu gün BARIŞ üstüne konuşmak istiyorum. İnsanca yaşamak için soluk almak kadar önemli olan, insanların kendileriyle ve başkalarıyla dostça yaşayabilmesidir. Bu, giderek toplumların birbiriyle uzlaşma içinde yaşamalarına ulaşabildiğinde savaşlar da olmayacaktır diyeceğim ama konu bu kadar basit değil. İnsanların birbiriyle uzlaşması, ülkelerin birbiriyle uzlaşması sonucunu doğurmuyor. Halklarının yüzyıllarca bir arada yaşadığı ülkeler, siyasilerin oyunlarıyla birbirine düşman oluveriyor. Aynı yemekleri yiyen , aynı türküleri söyleyen, hastalandığında birbirine bakan komşular bir süreç geçtiğinde öyle kanlı bıçaklı düşman oluyor ki inanamazsınız. Düşünüyorum da, güç kırdırmak için bundan iyi bir yol yok. Dünyadaki büyük savaşların temel nedenleri hiç değişmedi; Gücü elinde bulundurmak ve onu kendi çıkarına kullanmak!.
GÜÇ üstüne konuşmalıyız biraz da. Bireysel ya da toplumsal yaşamda güçlü olmak, onu kendi istediğin şekle sokmaktır bir anlamda. Bireylerin gücü; bilime dayandığınca, kişisel çıkarlarını toplumsal çıkarlarıyla özdeşleştirebildiğince, insan olma adına değerleri olduğunca ve bunları koruyabildiğince, toplumları da barışa yöneltebilir belki.
Size kısaca söylemek istediğim şu yavrularım. Güçlü olan barışı istemedikçe, toplumlar barış içinde yaşayamaz. Dünyada barış olmadığında da bireyler kendisiyle barışamaz. Üstünüze büyük bir yük verdiğimi biliyorum ama size daha önce de söylediğim gibi yaşama hazırlıklı olarak gelmeniz gerekiyor. Biz bu işin altından kalkamaz olduk artık.
Tunca Tünay 29 Ocak 2003
ttunay@superonline.com
|
|
Telveli Paylaşımlar : Nedret Türer ZITLIKLAR |
|
Hayat;
"bir yaşam öyküsüne katlanılamayacak kadar" uzun!
Bir gülümseyişe, bir kıpırdanışa, bir dokunuşa vakit ayıramayacak kadar kısa!
Hayat;
gerçekleri sırtlayıp taşıyamayacak kadar ağır,
bir kuşun kanadına konupta
ona bile hissettirmeden uçabilecek kadar hafif!
Hayat;
her anini dibine kadar yaşamaya çalışmak için nefes nefese koşturmayı göze alacak kadar dolu,
Bütün yaşadıklarının sadece bir hayal olduklarını hissettirecek kadar boş!
Hayat;
Koskoca ömürde "bir yalniz gün daha nasıl geçecek, şu saatler nasıl bitecek" diye şikayet edebilecek kadar muamma!
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede
nihayete erebilecek kadar da basit!
Hayat;
kendini oluşturan her büyüyü,
her cazibeyi, her rengi,
yürekleri hoplatacak,
kanlarımızı kaynatacak kadar parlak ve güzel!
Gözlerimizi acılarla, hüzünlerle,
ayrılıklarla, ölümlerle
buluşturduğumuzda,
sadece 2 renk! Gri ve siyah!
Hayat;
Her anını tuallere, yazılara, Şiirlere, gösterilere döküp
sergileyebilecegin kadar sanat!
Tek bir uyanişta,
görevinin
tek bir oyundan ibaret
tek bir rol oldugunu
farkedebilecegin kadar da
kısır ve monoton!
Hayat;
senin tek bir "evet" inle
başkalarına bölüştürüp sunabilecegin,
nefes alip verişlerinle
"paylaştırabileceğin"
kadar hayret verici ve cömert!
Tek bir "hayır" ınla
herşeyi mahvedebileceğin,
yok edebileceğin kadar da cimri ve densiz!
Hayat;
gerçek yaşam öykülerine
katlanabilecek gücü bulup,
bulaştırıp
daha da büyügünü oluşturabilecek kadar
heybetli ve zor,
Herşeyden vazgeçip
"yaşama veda etmeyi isteyecek" kadar da güçsüz ve zayif!
Hayat;
sevmeyi bilecek,
bilmiyorsa ögrenecek
tadacak
sunacak
paylaşacak
..ve böyle sevgilerle
butun sevgileri çogaltabilecek kadar
anlam'lı...
Nefreti seçip,
sıçratmak,
sıçrattıkça da o pislige
bulaşacak kadar anlam'sız...
Hayat;
gerçek yaşam öykülerine katlanmaya
değecek kadar "Yaşanmaya deger"
Hayat; onu kısaltmanın haksızlik olduğunu anlatacak kadar ögretici,
Bir daha bulunmayacak, yaşanmayacak
kadar "tek"...
Hayat
sadece
senin diledigin kadar uzun!
Sadece
Senin diledigin kadar kisa!
Uzat ellerini ve tut!
sadece o kadar yakinlikta!
Tüm uzaklari "yakın" etmek
senin hakkın.
Yani
Yaşama(k) hakkın!
Carpe Diem!
Nedret Türer http://www.ucnokta.com / A N L A M Platformu
Düşündüren her cümlenin sonunda "Üç Nokta" vardır...
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Otoriteyle İlişkilerde Kilit Nokta: Asimetri
Otorite aldığı kararlar ve buyurduğu emirlerle ilgili olarak çoğunlukla bir izahta bulunma ya da ikna edici bilgiler verme yoluna gitmeden iradesini açığa vurmaktaydı. Nadiren bir izahta bulunduğunda ise bunu kendince yeterli bulduğu ölçülerde yapıyor, bununla tatmin olmayan veya daha mantıklı açıklamalar bekleyenler çıktığında ise ilave bir dert anlatma çabası göstermek yerine elindeki "asimetri" kılıcını savurup "çünkü ben otoriteyim ve ben bunun böyle olmasını istiyorum" şeklindeki tartışmaya kapalı son beyanatıyla bu konuyu neticelendirmeyi tercih ediyordu.
Anarşistler ve bazı diğer eleştirmenler bu iddiayı otoritenin genel paradigması olarak yorumluyor ve bu yüzden otoritenin hem usa vurmaz, hem de usa vurulamaz (both unreasoning and unreasonable) bir davranış gösterdiğini savunuyorlardı.
.....
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_60.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.061 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
BİR KUYTU
Beni düşündürdün yanındayken
Tedirgindim gülümserken konusurken
Ürkek ve korkuyla baktım yüzüne
Gözlerinde kalmaktan korktum
Gözlerinde boğulup gitmekten...
Kendime set koymadan ,
Karşılık vermek isterdim
Ama sonsuz denizler kadar
Güçlü olamadı yüreğim
İsim koyamadıgım bir zaaftı belki
Birkaç saniyelik tiyatroydu
Ve zevkle oynadıgım tek tiyatro.
Sana güzel zamanlar bırakmak isterdim
Ama umursamazlığı oynadım
Oysaki her an aklımdaydın
Neydi başıma gelen.
Kendimi sende görmekten korkuyorum.
Öylece kalakalmış duygularımla
Sana gelmekten korkuyorum.
Ben sen olamıyorum
Ben gizemli bir kuytuda kalakaldım.
Ayşegül Tuğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
BİN İKİNCİ GECE
(yolcu)
Ben sarhoş değilim, yol sokak sarhoş
Hancıyı kaybettim, hanı kaybettim
Hayatı sayfa sayfa okuduğum boş
Sonundaki, imtihanı kaybettim
Anladım, her gerçek, bir yalan gizler
Beni aldatıyor dağlar, denizler
Meçhul bir zamana karıştı izler
Saati, dakikayı, anı kaybettim
Beni benden, kendi benliğim çaldı
Gölgem uzadıkça, boyum kısaldı
Ellerim bomboş bir roman kaldı
İçimdeki kahramanı kaybettim
Bu başımda esen, bir kavak yeli
Ben ondan deliyim, o benden deli
Onu aynalarda gördüm göreli
Bekir Sıtkı Erdogan'ı kaybettim
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
|
|
Salakça Ölümler
Jake Fen isimli Macar, eşini korkutmak için kendini asmış pozu verdi...
Eve gelen eş kocasını o halde görünce bayıldı... Kapıyı açık gören komşu
kadın içeri girince iki cesetle karsılaştığını sanıp evi soydu. Topladıkları
ile kaçarken, Jake kadına bir tekme attı, cesedin canlandığını sanan
kadın korkudan öldü... Jake beraat etti...
***
New York'ta 5'inci caddede bir adama araç hafifçe çarptı. Adama bir
şey olmamıştı... Şoförle konuştu ve kalkacakken olayı gören biri yanına
gelerek, kalkmazsa sigortadan para alabileceğini söyleyince yeniden
aracın önüne yattı. Araç sürücüsü ise adamın gittiğini düşünerek gaza
bastı ve adam öldü...
***
Bayan Carson Amerika'nın New York kentinde yaşıyordu... Bir gün
eğlenmek için cenaze işleri yapan bir şirketle anlaştı. Şirket eve
telefon etti ve bayan Carson'un kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi.
Aile hemen koştu. Bu sırada tabutun içinde yatan bayan Carson birden
doğruluverdi. Ama kızı o anda kalp krizi geçirip öldü...
***
Romollo Ribaldo işsizdi. Pisa kentinde oturan 42 yaşındaki bu
İtalyan bir gün, tabanca ile intihar etmeye hazırlandı. Eşi onu
engellemek için dil döktü.. Sonunda Romollo ağlamaya başladı ve intihardan
vazgeçip silahını yere fırlattı. Ateş alan tabancadan çıkan mermi
eşine isabet etti ve eşi öldü.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
AB Commander LITE v6.1 [562k] W9x/2k/XP FREE
http://www.winability.com/abcommander/lite.htm
Alternatif bir dosya yöneticisi. Çift pencere ile açılması, sürükle bırak, kopyala, sil işlemlerini kolayca yapmanızı sağlıyor. İşinizi bayağı kolaylaştıran özellikleri var. Hepsini burada yazmak yerine, denemenizi öneriyorum. Yükleme sırasında ücretsiz olan LITE versiyonunu yüklemeyi unutmayın. ME ve XP versiyonları deneme sürümleri.
|
|
|