KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız

Manilerimiz

FORUM ALANI

İLETİŞİM PLATFORMU

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Treo Communicator
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 199

 5 Şubat 2003 - Bir başka savaş...


Merhabalar,

Kafalarımız olası Irak savaşı ile meşgulken, bir yanda manşetten süren medya savaşınıda izledik günlerce. Yolsuzluk batağına boğazına kadar gömülmüş memleketimizin saygın medya kuruluşları ellerindeki silahları birbirlerine doğrultup talim yaptılar günlerce. Düne kadar biz sıradan vatandaşlar her iki grup arasında gidip geldik. En azından ben gidip geldim ne yalan söyliyeyim. Birine hak verirken, diğerinin kitle imha silahı tehdidine boyun eğip taraf değiştirdim. Lafı gevelemeye gerek yok, Karamehmet olayından söz ediyorum. Peşkeş çekildiği rivayet edilen 6 milyar çil çil doların vehametine kapılıp yerden yere vurdum kendimce BDDK'yı. Kapalı kapılar ardında dönen pazarlıkların pis kokularını bekledim. Ama yapılan basın toplantısıyla işin rengi ortaya çıktı. Bende yanlış algılama hakkım saklı kalmak kaydıyla, bilgisizlikten kaynaklanan önyargılarımdan sıyrılabilmeyi başardım. Şöyle ki; bir kere ortada cepten çıkartılıp verilen bir para yok. Sözü edilen para, Çukurova Grubunun bugün bankalara olan borcunun miktarı. Zaten yenilmiş yutulmuş, üzerine de bir bardak su içilmeye hazırlanılan bir para. Faizle bir miktar şişsede buna yakın bir miktarın grup şirketlerine kaydırılmasıyla ortaya çıkan bir açık. BDDK bu parayı ne birilerine yeniden taze taze veriyor ne de alacağından vazgeçiyor. Aksine parayı tahsil etmenin yolunu arıyor. BDDK'ın seçiminin yanlış olup olmadığı tartışmaya açık gayet tabi ama biraz düşününce aklın emrettiğini yapmaktan başkaca bir suçu olmadığıda rahatça görülebiliyor.

Önce bu grubun diğer batakçılardan epeyce farklı bir özelliği, çalışıp para basan şirketlerinin ve ortaklıklarının olması. Beslediği 70 bin aileyide buna kattığınızda ortaya yabana atılmaması gereken bir milli kaynak çıkıyor. Ya bu adamı titeber şahı merdan bırakıp devletin eline geçirdiği şirketleri birkaç yılda SSK'ya çevirmesini seyredeceksiniz, yada gerekli önlemleri alıp çalışabilmesi için fırsat yaratıp borcunu ödeme şansını vereceksiniz. İşte BDDK aklın yolunu, yani çalışma fırsatı vermeyi seçti. Kurtarılan bankaları değil, gruba ait diğer kuruluşları. Bundan böyle herhangibir bankada %10'dan fazla hisseye sahip olamayacak olması da bana göre yeterli bir ceza. Ha diyeceksiniz ki neden 3 yıl ödemesiz 15 yılda ödüyorda 5 yılda ödemiyor. Cevabı basit aslında. Ancak ödeyebiliyor. Hem 70 bin çalışanıyla bir grubu ayakta tutacaksınız, hemde 6 milyar doları faiziyle birlikte geri ödeyeceksiniz. Kolay olmasa gerek. Bu duruma neden düştüğü konusunda hertürlü spekülasyon yapılabilir, cezalandırılması da gerekir buna katılıyorum. Ama sırf batan bankaları ayağa kaldırmak için pompalanan milyar dolarları düşününce, bu adamın hiç olmazsa ödeme taahhüdü vermesi bile memleket için kazanç. Rakip medya kuruluşu da basın toplantısı ardından yaptığı yorumlarda ilk günkü sert ithamlarından uzaklaşıp daha objektif yayın yaptığına göre, demek ki onlarda verilen karardan az da olsa memnunlar. En azından yerden yere vurmuyorlar.

Anladığım kadarıyla bu sefer BDDK da eşeği sağlam kazığa bağlamanın hesaplarını iyi yapmış. Bundan sonraki 15 yıl içinde uygulamanın nasıl olacağı önemli olan. Eğer herşey kitabına uygun, verilen taahhütlere sadık kalınarak gelişirse, ben hakkımı, o 70 bin ailenin yüzü suyu hürmetine helal ediyorum. Etmeyenlere de saygım sonsuz. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, "Babana bile güvenme" lafı bile yetmiyor. Babayı bırakın artık kimse kendine bile güvenmiyor. Bugün namusuyla çalışan insanın yarın beynini döndürecek her türlü pisliğe gebe çünkü bu güzelim memleket.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Misafir odaları

Merhaba kardeşler,

Sizin de çocukluğunuzu geçirdiğiniz evlerde hiç kimsenin giremediği misafir odaları var mıydı? Eminim vardı. Benim hatırladığım kadarıyla her ailenin böyle gözünden bile sakındığı, kapıları hep kapalı misafir odaları vardı. Bizim evde de hep en yeni eşyaların durduğu, neredeyse evin en güzel odası olan bir oda hep misafir odası olarak ayrılmış dururdu. Eşyaların üstü de tozlanmasın diye bir örtüyle örtülür, eve gelen bir misafir şerefine açılıncaya kadar o oda böyle ulaşılmaz, esrarengiz ve hatta biz çocuklar için biraz da ürkütücü beklerdi.

Ben evde girmedik delik bırakmazdım ama o misafir odasının kapısından bile bakmam ben önde, elinde terlikle annem arkada ev içinde koşturmamıza neden olurdu. Biz özellikle soğuk kış geceleri evin bir odasına soba başına tıkışırız, o misafir odası öyle mağrur, ulaşılmaz, sanki bize ait değilmiş gibi bomboş dururdu. Bize ait olmadığı doğruydu, ben hiç bir zaman o odada misafirler yokken oturamadım, değil oturmak giremedim bile.

Misafirler "annemin bir manisi yoksa geleceklerini" haber verirler, annem iki eli kanda olsa "buyursunlar" diye haber gönderir ve ondan sonra evin içinde şenlik başlardı. Misafir odası açılır, silinir, süpürülür, kışsa içindeki soba yakılır, odaya başka bir hava gelir, sanki canlanırdı. Babannem birden ağrıyan dizlerini unutur, hemen ayaklanır, artık misafirin önemine göre kurabiye, tatlı bir şeyler yapardı. Evdeki misafir kolonyası ve misafir şekeri stokları gözden geçirilir, şekerler azalmışsa Hüsam'ın kulağı çekilir ve bir koşu bakkala şeker almaya gönderilirdi.

Misafirler gelince de "biz zaten bu odada oturuyoruz" havasıyla oraya alınır, sonra da herkesin birbirine "nasılsın" diye sorma faslı başlardı. Anlamadığım bir nedenle, herkes kendisi dışındaki herkese tek bir kişiyi es geçmeden bire bir "nasılsınız" diye sorardı. Yani odada on kişi olsa toplam 100 kez "nasılsınız" diye sorulurdu. Herkes de bunu normal karşılar içlerinden "ulan az evvel iyiyim dedim ya" diyen çıkmazdı. Nolurdu yani askerdeki gibi birisi "nassınız" diye toptan sorsa herkes "sağol" diye cevap verse, bitti gitti. Bu yüzden misafirliğin ilk kırk beş dakikası normal olarak bu seremoniyle geçerdi.

Gelen misafirler yaşlarına uygun yerlere oturtulurdu, mezardan izinli gelmiş görünüşteki çok yaşlı teyzeler en baş köşedeki koltuklara oturtulur, orta yaşlı, çoluk, çocuk sahibi olanlar kenar, köşe koltuklara, evlerin gelinlik kızları veya taze gelinler kapı dibinde sandalye üzerinde otururlardı. Biz çocuklar da yerlere otururduk. Konuşma sırası da yine aynıydı, ihtiyarlar genellikle öbür dünyaya dair ipe, sapa gelmez şeyler anlatır, onların zırvaları bitince günlük olaylar konuşulur, orada bulunmayanlar çekiştirilir, genç kızlar ise hemen hiç konuşmaz, pembe yanaklarıyla mahçup, mahçup gülümserdi.

Sonra sıra kolonya dökme faslına gelirdi, genelde limon kolonyası şimdilerin deyimiyle "in" di ama bir tanıdığın Balıkesir'den getirmiş olduğu bir Beyaz Zambak veya Bolu'dan gelmiş bir Tütün kolonyası sunmak da çok havalı olurdu. En deli olduğum şeylerden biri de kolonyanın biz çocukların eline değil de nedense kafasına dökülmesiydi, ulan bir kere de elimize dökün işte, noluyor öyle bit kırar gibi hep kafamıza dökmeler.

Kolonya bitince sıra şeker tutmaya gelirdi, ben şeker emanet edilmeyecek kadar haylaz, kız kardeşim de küçük olduğu için o işi annem yapardı. Sıra bana şeker vermeye gelince de "bir tane al, komşuların yanında dövemem sanma, kırarım kafanı" manasına gelen mimiklerle annemin kaşı, gözü oynamaya başlardı. Bense her seferinde akıllanmaz, şekerliğe avucumu daldırır ve en müsait zamanda çimdiği, bilahere de terliği yerdim. Şekerden sonra çay, bisküvi veya kurabiye ikram edilir, biz çocuklara içine soğuk su katılmış paşa çayı ve çokça kurabiye, bisküvi verilirdi. Biz bisküvileri bandığımız çayı eskimiş akvaryum suyuna benzeterek, kurabiyeleri birbirimizin önünden çalarak, itişe, kakışa yerdik.

En stratejik operasyon ise en sondaki kahve ikramıydı. Yeni ve güzel her şey gibi misafir için olan kahve fincanları da misafir odasındaki büfenin içinde dururdu. Kahve zamanı gelince onları oradan göya çaktırmadan ama aslında davul, zurna çalarak alma işi benimdi. Kahve zamanı gelince, annem kaş, göz işaretiyle bana haber verir ben de en Rambo halimle yan, yan siper alarak büfeye yanaşırdım. Fincanları alırken birisi mutlaka "ay hiç zahmet etmeyin, kalkıcaz zaten" derdi, annemin cevabı da hep aynıydı "ay ne zahmeti canım, kahve içmeden olur mu". Kahve içmeden hele, hele fal bakmadan hiç olmazdı tabi. Her kahve sonrası hikmetinden sual olunmaz teyzeler gaipten haber verir gibi fal bakar, karşısındakine "senin yüreğin kabarmış kızım" dedikçe diğeri ağlamaklı olur, "ah teyze ah" diye iç çekerdi. Ben bu fal bakma fasıllarından tırsardım, ne bileyim yaşlı kadınların tuhaf kehanetleri, dinleyenlerin onlara inanmaları ve fal bakanların bilerek yarattıkları o esrarengiz hava beni korkuturdu.

Kahveden bir süre sonra misafirler ufak, ufak ayaklanmaya başlar, annem beş saattir oturmaktan kıçı uyuşmuş komşulara "ay oldu mu şimdi, biraz daha otursaydınız" diye yarım ağız söylenir, evli kadınlar "ay olmaz şekerim, benimki gelir şimdi" diye bir kocası olduğunun altını çizer, binbir salavatla uğurlanırlardı. Babannem ve onun yaşındaki kadınlar ise nedense bu uğurlamalarda ağlamaya başlar, birbirlerine haklarını defalarca helal ederlerdi.

Misafirler gittikten sonra öncelikle benden misafirler varken yaptığım azgınlıkların hesabı sorulur, misafir odası bir mabet özeniyle aceleyle temizlenir, örtüler tekrar örtülür, oda yine o soğuk yalnızlığına terk edilirdi. Ben eminim ki, o yıllarda bütün ülkede komşuların birbirine misafirliği üç aşağı, beş yukarı böyle olurdu, bu sanki tüm ülkenin rol aldığı kapalı gişe oynayan bir tiyatro oyunuydu.

Bunlar nereden mi aklıma geldi? Dün eski fotoğrafları karıştırıken bir evimizin misafir odasında çekilmiş bir fotoğraf gördüm. Muhtemelen bir bayram günü, annem, babam, ben ve kardeşim misafir odasında bir resim çektirmişiz. Hepimiz gülüyoruz, artık keyifli olduğumuz için mi, yoksa bir bahaneyle de olsa misafir odasına girebildiğimiz için mi, orası belli değil.

Sağlıcakla kalın dostlar.

Hüsamettin Gezer
husam@polygon.com.tr

 Şair Kahveci : Filiz Kaya


GÜN DOĞUYOR-1

Güneş her zaman olduğu gibi yükselir ince çizgiden... Karanlık; yumuşak dokunuşlarla delinir, yerini kızılın giderek açılan tonlarına bırakır. İnsanlar tüm telaşlarıyla güne atılmaya başlayacaklardır birazdan. Gün doğumlarını ve gün batımlarını izlemeyi seviyorum. Bu işin biraz daha üzerine gidebilseydim rekor kırabilir, tarihin altın sayfalarına geçebilirdim:))) Belki de dünyada böylesi zengin bir arşive sahip sayılı kişilerdenimdir. İlk önce sessizlik vardır... Derin bir sessizlik... Ara ara yoldan geçen bir aracın sezsizliği böldüğünü duyarsınız. Ama rahatsız edici değildir. Islık sesi gibidir ve hayatı hissettirir. Oysa bir saat sonra bu sesler en şikayet edeceğiniz görüntülere eşlik ederek bunaltıcı olacaktır. Fakat o anda zevklidir işte.

Sonra renk cümbüşleri başlar. Gökkuşağını kıskandırır derecededir renkler. Gökyüzü ufuk çizgisinden başlayarak kızıllaşır, pembeleşir, morlaşır, sarılaşır. Mavi gelmeye başlar. O gelince diğerleri; yerini, zamanını bilen ve saygıda kusur etmeyen bir görevli edasıyla çekilirler sahneden... Kıskanmadan, memnuniyetle yaparlar bunu. Nasıl olsa bir sonraki gün doğumunda yine onlar yapacaktır açılışı. Mavi geldikçe gün ağarmaya başlar. Karşınızda hayalet bir yaşam ve hayalet bir şehir belirir. Bulanıklık içinden sıyrılarak yavaş yavaş netleşir gözününüzün ulaşabildiği her yer. Çok masalsıdır. Büyülü bir ülkede dumanların ve bulutların üzerinde yükselen şatolar, ağaçlar görür gibi olursunuz. Kendinizi prens, prenses hissetmeniz işten bile değildir. Beyninizde garip, mistik çağrışımlar oynaşır. O sırada dışarıyı gözlerim. Sokak lambaları hala yanmaktadır. Bazı evlerde ışıklar teker teker açılır. Şehir yavaş yavaş güne hazırlanmaya başlar. Ve ben o evlerdeki yaşamları düşünürüm. Nasıldırlar acaba? Kim şu anda ne yapıyor? Benim yaptığımı kimler, hangi evlerde yapıyor? Ne sebeple yapıyor? Kendimce senaryolar yazarım. Ordaki şu tek katlı evde bir anne kahvaltı hazırlıyor, şurdakinde bir dede.... düzmeceleriyle uzar gider senaryom.

Eğer izleyemiyorsanız epeyce bir süredir ve hatta unuttuysanız gün doğumlarını, tavsiye ediyorum sizlere... Lütfen zamanınızdan, uykunuzdan bir tutamcık fedakarlık yapın. Bu tadı yaşayın. Hayatta daha iyi performans göstermeniz için iyi beslenmeye, iyi uyumaya, iyi kazanmaya, mutlu bir yuvaya ve sağlığa ihtiyacınız yok sadece. Gün doğumunu izlemeden ölmek, o anı duyumsamadan dünyadan çekip gitmek büyük bir eksiklik bence. Deneyin. İçinizin her şeye rağmen nasıl huzurla dolacağını, bedeninizin ve ruhunuzun nasıl dinleneceğini göreceksiniz... Ve mümkünse üşümeye aldırmadan odanızın camını açın. Havayı ciğerlerinize doldurun. Sakın "İstanbulda mı?" diye sormayın. O havayı nasılsa yüzlerce kez soluyorsunuz gün içinde. Bir de sabah vaktinde tadın. Giderek karanlıktan aydınlığa, sessizlikten hareketliliğe geçen günün, içinize nasıl bir yaşama sevinci kattığını görün. Hayat oyununun ön provasında bulunun. Daha da ileri gidin derim size. Ben gittim, gidiyorum ve gideceğim kısmetse. Üzerinize giyin montunuzu ve gün ışımaya dönerken siz de yola koyulun. Yürüyün yavaş yavaş... Kendinize bir kahve, ne bileyim çay ya da sıcak bir şeyler içebileceğiniz bir yer bulun. Ve oturun orada. Yapabiliyorsanız açık havada. Gün doğumu gibi, sıcak içeceğiniz ve sıcak duyumsamalarınızla kendi doğumunuzu gerçekleştirin.

Gündoğumları bende zaman kavramını derinleştirdi. Hayattan kendime çaldığım, ayırdığım kesitlerdir onlar. Zamanın geçiciliği erkenden hissettirdi bana kendini. Bazen hiç değişmesini istemediğim güzel anılarımda durdurabilseydim zamanı derim. Aklıma çocukluğum gelir. Oyun olsun diye geri geri yürüyüşlerimi anımsarım. İşte zamanla başbaşa kalmak, anılara dalmak ta geri geri yürümek gibi bir şey. Zamanı durduramıyorsunuz evet ama geriye yürüyüp bir anınızla karşılaştığınızda başarmış oluyorsunuz bir bakıma bu işi. Siz o anı düşündükçe "zaman" o andadır.(Bu benim mantık oyunum, ya da hilem. Siz nasıl bir yol bulursunuz bilemem.) Taki bir yerde yol tıkanana değin. O anda kendinize gelip tekrar yola koyuluyorsunuz. Güneş batacak, güneş doğacak, zaman akacak. Bir gün ben zamana, ya da zaman bana hoşçakal diyecek. Ne zaman bilemiyorum ama, o günün her an gelebileceğinin farkında olmaya çalışıyorum. Bu yazıyı yazarken izlediğim gün doğumlarına doğru geri yürüdüm. İzleyeceklerim içinse çoktan yola koyuldum. Savaş rüzgarları esmekteyken bulunduğumuz dünyanın görülmeye değer doğal güzelliklerini keşfetmek ve yaşamak daha bir cazip gelir oldu bana. Umarım savaş olmaz. Güzel bir gün doğumu izlemek şu anda mümkün olduğu halde dışlanmış, yaşanmayan bir dilim çoğumuzca. Belki umursamadığımız bu güzellik; kanlı, füzeli, bombalı, ölümlü ve parasız günlerde hayal ettiğimiz lüksümüz olacak. Kendinize şehir dışı bir ortam aramayın.(Gidebiliyorsanız ne ala... Beni de hayalen alın yanınıza.) Gün doğumları şehirlerde, yüksek binaların arasında bile güzeldir. Hepinize gün doğumları izlemeyi tüm gönlümle diliyor, gününüz aydın olsun diyorum.

Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Nereye gittin ey kutsal ölüm? (La Mamma Morta)

Nereye gittin ey kutsal ölüm?

Hangi zalim el seni evimizin bahçelerindeki bereketli kuyuların yanındaki serin mezarlardan alıp şehir dışındaki sevimsiz mezarlıkların hoyrat beton soğukluğuna sürdü? Neden dedelerimiz ve anneannelerimiz, yorgun bir serçe kabullenişiyle buralardan gittiğinde, yüreklerimizin çok uzağında olmayan bahçelerimizin mermer bir gülü olmaktan vazgeçip, bayram sabahlarında bir yasin okuyup iki kuruş almak isteyen hocaların ekmek kapısı septik dindarlığının kar nesneleri oldular?

Hayatımızdan neden gittin ey ölüm?

Şefkat ve bilgelikle dolu bir babaannenin yorgun ama ışıkla kaplı elinin saçlarımızda gezinmesine benzer bir şey vardı senin soğuk soluğunda. Bir kapı kapatırdın ve bir kapı açardın. Tanrı adına iş görürdün ve onun mucizelerini taşırdın. Şimdi sadece aralık bırakıyorsun tüm kapıları ve ne yaşam başlıyor tekrar ne kimse adam gibi ölüyor. Rengarenk ekranlarda seni boyalı bir sokak orospusuna dönüştürenler utansın ölüm. Seni binlerce yaptılar, binlerce ölüm kopyaladılar ve binlerce kez gösterdiler. Ama ne budalalık. Eskiden, sen bizim bahçelerimizde kiraz ağacının hemen yanı başındaki kutsal toprak iken, ve hatta oraya biz küçük bir Kabe gözüyle bakarken, bir serçenin ölümünden binlerce yaşam çıkartırdık ey ölüm. Şimdi rengarenk ekranlardaki rengarenk orospu haline bakıp, binlerce kez kopyalanan ruhunun sabun suyuna tirit halini gördükçe bir tane yaşam çıkartamıyoruz.

Kim seni boyalı bir orospu yaptı ey ölüm? Önce sen küstün gittin şehirlerden. O soğuk ve sevimsiz mezarlıklara. Arazi hesabı yapılan şehirlerin en ucuz yerlerine itildin. Ucuz bir mekana sıkıştırıldıkça kaçtın bizden. Sen gittikçe yaşamda gitti.

Oysa eskiden bilirdik. Tanrının bir evi vardı ve bu evin tek kapısı. Bu evde Tanrıyla birlikte meleklerin ve cinlerin, uslu iblislerin, gönülsüz günahkar şeytanların ve tabi ki biz insanların çocuk ruhlarının olduğunu bilirdik. Biz oradaydık. Anneannemiz, yeşil kumaşlı kaplı bir tabuta konmadan bir öğle sonrası misafirliğe gider gibi bahçemizde, kiraz ağacının yanına komşu olduğunda bir yere gitmediğini bilirdik. Çünkü Tanrının evinin kapısının bir tarafında "yaşam" diğer tarafında "ölüm" yazdığını bilirdik.

Sen öğretmiştin bize yaşamı ey ölüm. Bir ayrılış anının dokunaklı hüznüyle kendinden geçmiş tutkulu bir aşık gibi yaşamı sarardın. Kucakladığın yaşam, seninle hayat bulurdu. Biz seninle anlardık yaşamı.

Kapıyı kapar ölürdük, kapıyı açar doğardık. O zamanlar senden korkmazdık ey ölüm. Rengarenk ve nursuz ekranlarda septik bir yalnızlığa itilip, çocukların oynadığı bilgisayar oyunlarında skor olacak kadar aşağılandığından beri senden uzaklaştık ve uzaktan bir yıldız olduğun içinde artık ölesiye korkuyoruz senden. Ve biz artık yaşamıyoruz.

Daha dün hasta yatağında zayıf ve bilge eliyle bizi seven, okşayan ve kutsayan babaannemiz, bir kiraz ağacının dibinde çiçek kökü olacak sadelikte seninle bir olunca, ne "artık yaşayamıyoruz" diye ağlardık, ne de babaannemize can yoldaşlığı yapan o bilge kiraz ağacının kirazlarını yıkamadan yemekten "utanırdık". Çünkü o sakin zamanlarda yaşam vardı. her şey yerli yerindeydi. En önemlisi de, o kutsal kapıyı bilirdik.

Nasıl da korkuyoruz senden ey ölüm... Artık dedelerimizi kendi ellerimizle bahçemizdeki kiraz ağaçlarının altına gömmediğimiz için, son nefesini veren anneannemizin açıkta kalan gözlerini usul bir dokunuşla, sanki yeni bir masal anlatmışız da uykuya dalmış gibi, terli saçlarını sever gibi, saçlarının bitiminden başlayıp tek bir dokunuşla gözlerini kapatmadığımız için herkes gözü açık gidiyor. Her öykü eksik bitiyor. Bir şiir varsa bile, kafiyesi kalmıyor.

Sevdiklerimizi toprağa verirken, bir gül bahçesini cömertçe sular gibi hayat veren toprağı bütün sevgimiz ve inancımızla üstlerine dökmeyip bu işi onları hiç tanımamış ve tabi ki hiç sevmemiş insanlara bıraktığımızdan beri yaşamdan da korkar olduk. Avuç, avuç toprağı kutsar gibi dökmeyi bilmiyoruz. Tıpkı sağ elini bir sonsuzluğa, sol elini başka bir sonsuzluğa açıp coşkuyla dans etmeyi ya da yeni doğmuş çocuk iştahıyla bir derede sabırla kendini serinletmiş kan kırmızı bir karpuzu, sıcak bir öğleden sonrasında, bir derenin kenarında gözlerini kapayıp yemeye benzer şehvetle, bir kadını saçından tırnağına öpüp, sevişmeyi artık bilmediğimiz gibi. Artık kiraz ağaçlarının altlarında dedelerimiz ve babaannelerimiz yatmıyor. Seni bilirdik, Tanrıya inanırdık ve gece vakti bahçeye çıkmaktan korkmazdık.

Şimdi seni unuttuk, Tanrıya inanır gibi yapıyoruz ve mezarlıkların kenarından ürperti duymadan geçemiyoruz. Seni, elinde bir orak ve yüzü görülmeyen bir pelerinin içinde bir iskelet gibi gösteren resimlere baktıkça alaycı ve küçümseyen bir gülümseme gelip dudağımın kenarına yerleşiyor.

Seni sevimsiz bir iskelet gibi gösteren o budalalara, aptallara ve sivrisineklerle dolu sevimsiz bir bataklıktan daha derin ruhları olmayan salaklara ne diyebilirim ki?

"Ey aptallar, siz o kapıyı bilmiyorsunuz."

Bir asfaltın tek yönlü sonsuzluğunda, ezilmiş bir güvercinin yarı açık kalmış gözlerinden bana baktığında anlamıştım seni. Kafamın içinde Maria Callas'dan "La Mamma Morta" çalıyordu. Güvercini saygıyla elime alıp, kenardaki toprağa ellerimle gömdüm. Toprağı tek elimle okşar gibi düzlediğimde güvercin teşekkür etti. Bir dizim yere dayalı, orda dururken güneş alnımda dağıldı, bir serçe telaşla yanımdan geçti ve trafik yanı başımızda durmadan aktı, aktı, aktı... Bir kapı kapandı, bir kapı açıldı.

Neden gittin yaşamlarımızdan ölüm? Kim kovdu seni, hadi küsme bize.

Ey ölüm ! Ne olur tekrar geri dön. Geri ver yaşamlarımızı bize.

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Otoriteyle İlişkilerde Kilit Nokta: Asimetri

Otorite aldığı kararlar ve buyurduğu emirlerle ilgili olarak çoğunlukla bir izahta bulunma ya da ikna edici bilgiler verme yoluna gitmeden iradesini açığa vurmaktaydı. Nadiren bir izahta bulunduğunda ise bunu kendince yeterli bulduğu ölçülerde yapıyor, bununla tatmin olmayan veya daha mantıklı açıklamalar bekleyenler çıktığında ise ilave bir dert anlatma çabası göstermek yerine elindeki "asimetri" kılıcını savurup "çünkü ben otoriteyim ve ben bunun böyle olmasını istiyorum" şeklindeki tartışmaya kapalı son beyanatıyla bu konuyu neticelendirmeyi tercih ediyordu.

Anarşistler ve bazı diğer eleştirmenler bu iddiayı otoritenin genel paradigması olarak yorumluyor ve bu yüzden otoritenin hem usa vurmaz, hem de usa vurulamaz (both unreasoning and unreasonable) bir davranış gösterdiğini savunuyorlardı.

.....

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_60.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.082 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


PARKTA SERENAD

İstek ve aşk onları kavramış saçlarından
     Sürüklüyordu. Gök mordu;
Ayışığı ihtiyar çınar ağaçlarından
     Yüzlerine düşüyordu.

Fısıl fısıl binlerce dudaktı yaprakları
     Dalcıkların kuytularda;
Onların da kopmuş birer yaprak, dudakları
     Akıp gidiyor sularda.

Sürükleniyordu aşkın sesine doğru;
     Aşkın çağrısı tez, keskin.
Bir ateş yanıyordu Sibiryalarında bu
     Işıksız serserilerin:

- İçimi gıcıklıyor bu ıhlamur kokusu
     Bu ıhlamur kokusu, ah!
Ya görünmez güllerin kokuları!.. - Hep pusu
     Hep pusu bana, kah kah kah...

- Bir kedi sever gibi okşasın istiyorum
     Parmakların saçlarımı.
Bu gece bütün ömrüm yaşasın istiyorum
     Doyur bütün açlarımı!

Birleşelim bu gece tek bir göğüste atan
     Kalbinde bin sevişmenin.
İçsem şu damlayan ayışığını dallardan
     Ak südü sanki memenin.

Ölsek bile ne çıkar! tek böyle sarmaş dolaş
     Şuracıkta sabah sabah
Birbirinde başlamış, birbirinde tükenmiş
     İki ölücük... - Kah kah kah...

Erkek susamış yılan gibi sokulgan, kıvrak
     Uzanıyor gözlerine;
Bir şey boşalıyor lık lık lık, kadında sıcak
     Bir kan gibi ta derine.

Ahmet Muhip DIRANAS

<#><#><#><#><#><#><#>

FAHRİYE ABLA

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla!

Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye Abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye Abla!

Ahmet Muhip DIRANAS
Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 HOT FUDGE SOSLU ÇİKOLATALI EKMEK

6 dilim beyaz tost ekmeği
500 ml süt
1 yemek kaşığı kakao
2 yumurta
2 yemek kaşığı esmer şeker
1 paket vanilya
Pudra şekeri (üzerine serpmek için)

Kenarlarını kestiğiniz, iç kısımları bütün olarak kalan ekmek dilimlerinizi yağladığınız fırına dayanıklı bir kaba koyun. Üst üste gelmeleri çok önemli değil.
Bir kaba sütü ve kakaoyu alarak ılıyana kadar hafif ateşte karıştırın. Ocaktan alın ve yumurtayı, şekeri ve vanilyayı ekleyerek mikser ile çırpın. Elde ettiğiniz karışımı ekmek dilimlerinizin üzeride dökün. Ekmeklerin her yerinin ıslanmasına özen gösterin. 180 derecede yaklaşık 30-35 dakika pişirin. Soğumaya bırakın.

HOT FUDGE SOS...
60 g bitter çikolata (parçalara ayrılmış)
60 g margarin
1 yemek kaşığı kakao
2 yemek kaşığı esmer şeker
150 ml süt

Bütün malzemeyi bir kaba alarak kısık ateşte karıştırın. Margarin ve çikolata parçalarının erimesini sağlayın. Sos kıvamını bulunca ocaktan alın.

Daha önce fırından çıkarıp soğumaya bıraktığınız ekmekli keki dilediğiniz şekilde dilimler halinde kesin. Üzerine pudra şekeri serptikten sonra sos ile birlikte servise sunabilirsiniz...

Afiyet olsun...

   Tarifi yazdırmak için tıklayın

 Biraz Gülümseyin


SEKS KİTABI

İki horoz mutfağa girerler. Etrafa meraklı gözlerle bakarlarken tezgahın üzerinde bir yemek kitabi görürler.

Kitabın üzerinde :
"Yumurta yapmanın 100 yolu" yazmaktadır.

Biri diğerini dürter ve derki :
- Lan oğlum bak, seks kitabi bulduk seks...

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.freaky-flash.de/cards/cow.htm
Kısayolda gördüğünüz örnek e-card ve benzerlerini gönderebilmek için anasayfadan seçim yapmanız yeterli. Klasik e-card uygulamasının yanında flash screensaver uygulamalarıda gerçekten görülmeye değer.

http://www.siir.gen.tr/siir/sunay_akin/siirt.htm
Avcının kıstırdığı ceylan, bir diğerine kaçıp, kolayca kurtulsun diye, omuz omuza vermiştir, yurdumun dağları. Tutuklanırsa yurdumdaki, böceklerin hepsi, diğerlerinden ayrı, bir hücreye konur, kitap güvesi. Ambalaj kağıdı gibi kullanılır, başörtüsü yurdumda, bir çocukluk anısı olarak, güneşi paketler, genç kızın saçlarında. Ve sorunlarını, tartışırlar şiirin, yurdumun şairleri, tank paletleri altında, ezilirken Şiirt!

http://www24.brinkster.com/nurisah/Ceylan.html
Dün doğum günümdü. Aslında bütün gün sabahtan akşama kadar doğum günüm olduğu hiç aklıma gelmemişti.. Akşam eşim eve geldiğinde dışarıda yemek yemeyi teklif edince balıklama atladım bu teklife...

http://www.geocities.com/fes78/sakasms2.html
Cep telefonunuz için komik sms kalıpları. Güle güle kullanın. "Atalararımız zamanında Orta Asya'dan çıkıp da ters yöne gitselerdi, şimdi Japon olurduk", "Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine deli ol dünya senin kahrını çeksin"...

 Damak tadınıza uygun kahveler


AVIPreview v0.21 alpha [184k] W9x/2k/XP FREE
http://www.avipreview.com/avipreview.htm
Windows Media Player'la web'e uygun formattaki dosyaları yüklemeye gerek kalmadan (streaming) seyredebiliyoruz. Ama ya dosya avi, mpeg, mpg, divx formatındaysa. O zaman tüm dosyayı önce indirip sonra seyretmekten başka şansımız yok. İşte bu program önizleme yaparak yükleme yapmanıza yardımcı oluyor. Yani bir yandan izlerken diğer yandan yüklemeyi tamamlıyorsunuz. Eğer hoşunuza gitmemişse, yüklemeyi kesip işinize bakıyorsunuz. Bence son derece hoş bir program, deneyin derim.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030205.asp
ISSN: 1303-8923
5 Şubat 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com