KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)



Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım



Xasiork Dergi
Treo Communicator
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 202

 17 Şubat 2003 - Şükür kavuşturana...


Hepinize yürekten bir Merhaba,

Şükür kavuşturana. 10 günlük ayrılığın sonunda tekrar sizlere seslenebilmenin sevincini yaşıyorum şu an. Kurban bayramı ardından bayram üstü kaymaklı sevgililer günü deyip, insanın yüreğini hop hop ettiren bir tatili geride bıraktık diye devam etmek isterdim. Ama olamıyor üzgünüm. Evet yüreklerimiz hop hop etti ama mutluluktan değil kaygıdan, belirsizlikten, savaş naraları atan küresel magandalardan. Amerika'nın Birleşememiş Milletler'deki destek arayışları sürerken yüzmilyonlarca dünya vatandaşı "Kan akıtmayın, problemlerinizi barışçı yollardan halledin!" diye bas bas bağırdı. Hepimiz duyduk, kimimiz katıldık ama esas duyması gerekenler kulaklarına tıkadıkları tıkaçları biran olsun çıkartma gereği bile duymadılar. Bush'umuz memleketimize vereceği yeşillerin miktarında ayarlama yaparken, Bağdat'ta barış isteyen Irak'lılar ellerinde kalaşnikoflar Saddam'a bağlılık yemini ettiler. İktidara geldiğinden beri memleketinin insanına rahat huzur yüzü göstermemiş bir maganda diktatör uğruna bebeciklerinin ölümüne seyirci kalacaklarına dair yemin ettiler. Magandanın bizzat kendisi sonunun yakın olduğunu anlayıp son dakika tavizlerine bel bağlamasına rağmen, memleketinin insanları kaçıp gerisini kurtarmanın hesaplarını yapmakla meşgul liderlerinin aksine, ellerindeki sapanlarla bomba avlamaya hazır olduklarını beyan ettiler. 24 milyonun içinden birileri çıkıpta "Yeter artık senden çektiğimiz, defol git nereye gideceksen, bizi de rahat bırak." diyemediler. 12 yıldır belini doğrultamamış bir ulusun çocukları, küpünü doldurup saltanat süren bir maganda uğruna ölüme gitmeyi vatanperverlik saydılar. Ya da saydırıldılar. Yazık ki ne yazık...

Ya benim güzel ülkem, o ne yapsın? Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali, ne şiş yansın ne kebap diyerek bir yandan barış için girişimleri sürdürüp zaman kazanmaya çalışırken, diğer yandan meclise vereceği tezkerenin içeriğini tartışıyor. Ah birileri çıkıp o tezkereyi bizim küresel magandalara verse de, hepsi terhis olup gitse biz de huzur bulsak. Kaçarımız yok o tezkere verilecek. Hem bu gayriresmi taraftarlığımızın resmi olarak tescillenmesinden başka da birşey olmayacak. Ha üçbin asker gelmiş ha üçyüzbin, ne farkeder? Tepelerine inecek bombaların sayısı önemli olan. Bana ne Saddam'dan, Bush'dan, benim aklım Zaho'daki, Musul'daki, Bağdat'daki minik bebelerde. Allah onları korusun. İçimdeki umudu hala kaybetmedim. Son dakikada bir mucizenin olacağına dair inancımı yüreğimin bir kenarında saklıyorum. Umarım bu kenarda kalan mucize o bebelerin üzerine kalkan olur.

..............

Tatile girerken Kahve Molası'nı elden geçirmek için iyi bir fırsat doğduğu düşüncesindeydim. Ancak hesaba katmadığım kişisel doğal afetlerle savaşmak zorunda kaldım inanın. Yukarıda değindiğim karanlık savaş tablosuna paralel kişiye özel doğal afet hasarından payımı ziyadesiyle aldım. 10 günlük tatilin 7 gününü akan yaşlardan şişmiş gözler, çıkan ifrazatın def edilmesi amacıyla elde gezdirilen tuvalet kağıdının dakikada bir vurduğu darbe ve sıkıştırmalarla kızıla dönmüş bir burun ve 500 kişiye iftar yemeği hazırlamak için alınmış bir pilav kazanı taşıyormuş gibi büyümüş bir kafa ile geçirdim. O da yetmedi, yemek borusunun mideye kavuştuğu yere çöreklenen bir bilardo topu büyüklüğündeki efervesan tabletin çıkardığı hava kabacıklarıyla boğuştum. Hani halim olsa tüpsüz dalış rekoru kıracağım. Zonklama, gurklama ve silmeden arda kalan zamanlarımı da insan vücudundan bu kadar ifrazatın nasıl ve nereden çıkabildiğine dair düşüncelere garkolduğum uzun oturma halleriyle geçirdim. Kısaca, üzerinize afiyet grip oldum. Yani anlayacağınız, elektrikler kesikti, çalışamadım. Neyse şimdi iyiyim ve bu haftayı verimli geçirmeye niyetliyim. Hepinize nezle ve gripsiz, barış umudumuzu söndürmeyecek bir hafta dilerim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Karlar Düşeeeer !

Karlar Düşeeeer !

Evvel zaman içinde, bir varmış bir YOKMUŞ,
sabah sabah kalktık ki her yer bembeyaz OLMUŞ,
penceremde soğuktan tıkırdayan bir KUŞ,
minik olmasa bile sanırım DONMUŞ,
ekmek iliştirdik pencereye ama yemedi KOKMUŞ,
kimbilir belki de karnı TOKMUŞ,
belki de komşu benden önce ekmek arası döner KOYMUŞ,
bu nedenle belki de karnı pek güzel DOYMUŞ,
gülümsedik karla beraber kahvaltı BUYMUŞ,
açalım gazeteleri bakalım ülkede neler OLUYORMUŞ ?...

bu ülkede " süperim walla ! " diyenler pek ÇOKMUŞ,
ortalık savaş bezirganlarıyla DOLUŞMUŞ,
insanların yüzleri acaba bu kararla mı SOLMUŞ ?
bu politik anlayış benim için bile TOYMUŞ,
ülke yönetimi bazılarına bir gömlek BOLMUŞ,
ülkenin kasası desen tamtakır ve de BOŞMUŞ,
milyon dolar hayalleri doğrusu pek HOŞMUŞ,
ülkem her geçen gün biraz daha SOYULMUŞ,
soyuldukça üç otuz paranın peşine KOYULMUŞ,
acaba bir koyarsa üç mü OLURMUŞ ?
yoksa üçün biri mi bize doğru KONMUŞ ?
mum satıcısı fırsattan istifade coştukca COŞMUŞ,
o fotoğrafçıdan bu fotoğrafçıya KOŞMUŞ,
eğitimin altı zaten oyuk idi üstünü de OYMUŞ,
burası MUŞMUŞ, yolu YOKUŞMUŞ,
okul duvarlarına resimleri bile KONULMUŞ,
belki de dört yıl sonra yaşayacağı bir ŞOKMUŞ,
çünkü resmiyle silinecek olan sadece bi OKMUŞ...

insanlık savaşlarla KOKUŞMUŞ,
ticaret kafalarıyla TOKUŞMUŞ,
analar meğer hala hitler'ler DOĞURURMUŞ,
hamurunu silah tüccarlarıyla birlikte YOĞURURMUŞ,
dost ve müttefiği geldiğinde el-pençe divan DURMUŞ,
sözüm söz sana demiş, sıfatsız hayaller KURMUŞ,
aslında ülkenin altı petrol DOLUYMUŞ,
külahıma anlat sen; yok kimyasal silahlar OYMUŞ,
terör adı altında gösterilen BUYMUŞ,
sözüm ona dünyada kocaman bir BUŞMUŞ,
bence insanlık adına beş para etmez bir PUSH'MUŞ...

düşer düşer ağlarım...

asesen@turk.net

 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku


CHANNEL No 5

Oniki yıllık ayrılığın ardından, İstanbul'da geçirdiğim haftanın son günü. Galata köprüsünün parmaklıklarına yaslanmış, Haliç'e bakıyorum. Vapur düdükleri, kalabalığın uğultusu, seyyar satıcıların haykırışları, martı çığlıkları, hepsi birbirine karışıyor; kafam da, yüreğim de karman çorman. Yanımda oğlum, gelmeden önce ya beğenmesse, ya sevmezse diye korktuğum şehri, hissederek, keyifle seyrediyor. "Şurda, köprünün altında bir balık lokantası vardı eskiden," diyorum. "İşte, tam şurda." Parmaklıklardan sarkıp, gösterdiğim yere, köprünün altında büyük demir kapılardan girip çıkan kalabalığa bakıyoruz. Jeff kalabalığa, keşmekeşe, kasetçilerden yükselen seslere, sokak kedilerine, simitçilere, ve cami avlularını dolduran güvercinlere bayılıyor. "Niye Chicago'da kediler yok sokaklarda?" diye soruyor.
"Orası Amerika," diyorum. "Kuduz olucaz diye korkar Amerikalılar. Burası memleket, burda böyle."
Sokak kedilerini bağırlarına basan İstanbulluları takdir edip aşırı tedbirli Amerikalılarla dalga geçiyoruz.

"Sen bana cok anlattın da ondan mı burayı daha önce görmüş gibiyim?" diyor.
"Sen zaten buralısın da ondan," diyorum. "Kan çeker deriz biz Türkçe'de. Seni de kan çekiyor işte."
Tam o sırada arkamda bir ses "Madam," diyor. "Madam, parfüm?"
Dönüyorum. Sesin sahibi kısa boylu, kavruk bir genç, elindeki siyah poşetten çıkarttığı Chanell No 5 şişesini gözleri fıldır fıldır etrafı yoklayarak bana doğru uzatıyor.
"Madam, parfüm? Veri cheap. Ten dolar for yu."

Kendi memleketimde, kendi İstanbul'umda, kendi Galata köprümün üzerinde alık bir turist yerine mi koyuluyorum yani? Beni kazıklamaya kalkışmasindan çok bana madam diye hitap edişine sinirleniyorum. Elimde kamera var ya da aramızda İngilizce konuşuyoruz diye bir anlığına yanıldı diyelim, ama gözüme bakınca anlamıyor mu Türk olduğumu? Anlamiyor ama. Giderek bunun İstanbul'un bir oyunu olduguna inanıyorum. Öyle gibime geliyor. Sanki İstanbul, terkedilmiş eski bir sevgili gibi mağrur, beni günlerdir tanımamazlığa geliyor. Onu unutmadığımı bildiği halde, o da beni unutmadığı halde, elinin tersiyle itip alay ediyor. Çay bahçelerinde garsonların gelip yabancı dillerde sipariş almaya kalkışmaları, tezgahtarların Türk olduğum ayan beyanken bana nazar boncuğunun ne oldugunu açıklamaya kalkışmaları başka nasıl açıklanabilir?
Gözlerime yaşlar hücum ediyor, intikam almak istiyorum. Hiç bozmadan saf saf İngilizce soruyorum:
"Wow! On dolar ha? Nasıl oluyor da bu kadar ucuz?"
"My brother. Works at airport. Duty-free. Onli ten dolar for yu madam."

Kolları kısa gelen kahverengi bir ceket giymiş. Altında eski, kirli bir pantalon. Yaşını tam kestiremiyorum. Rüzgarda kavrulmuş eğri büğrü bir dal gibi, yeni yetmeliğinin bir yerlerinde kurumuş kalmış; aslında ne ela gözlerindeki fel fecir okuyan bakışları kadar genç, ne de yüzündeki kırışıklar kadar yaşlı olmalı. Elindeki siyah naylon torbaya elini daldırıp, Channel'e bir de Opium ve Shalimar ekliyor.
"Three for twenti madam. Veri cheap."

Karşı kaldırımda bir polis var ama arkası bize dönük. Ya benim gibi şehre doğru hülyalara dalmış, ya da komisyonunu almak için bizimkinin işini bitirmesini bekliyor. Vurucu darbeyi daha etkili indirebileyim diye bir an susup derin bir nefes alıyorum. Tam istediğim gibi gerilim dolu bir sessizlik oluyor.

"Neyle doldurdun şişeleri?" diyorum Türkçe ve tane tane. "Musluk suyuyla mı?"
Bir an gözleri faltaşı gibi açılıyor, ardından parfümü torbasına atıp "Ya, hay Allah be, kusura bakma, kusura bakma," diye söylenerek kalabalığın arasına dalıyor.
"Ne oldu?" diyor Jeff.
"Parfüm diye musluk suyu satıyor," diyorum. "Dolandırıcı işte."
Kahkahayı basıyor Jeff. Nesi var bu çocugun, nedir bu sokak kedisi ve dolandırıcı sempatisi? Yine denizi, İstanbul'u seyretmeye dalıyoruz. Aradan çok geçmiyor, şehrin uğultusunun içinde tanıdık bir ses ayırdediyorum.
"Madam. Parfüm madam?"
Bizimki bu sefer karşı kaldırımda. Ekose pantalonu, bej yürüyüş ayakkabıları ve gümüş rengi saçları ile orta sınıf, orta yaş, orta zeka bir Amerikalı olduğu besbelli bir hatuna aynı parfümleri gösteriyor. Kadın ilgiyle bakıyor şişelere, belli ki almaya niyetli. Adam inanılmaz bir bonkörlükle bir şişe daha çıkarıp üç şişeye kırk dolar istiyor. Kadıncağız kendisini taşradaki evinde, çaya çağırdığı arkadaşlarına egzotik gezilerini anlatıp topladığı ganimetleri gösterirken hayal ediyor olmalı ki, iyice gaza gelip kendisini kolundan çekiştiren kocasına aldırmadan elini çantasına atıyor. Caddeyi geçip kendimi yanıbaşlarında buluyorum.

"Paranızı harcamayın," diyorum kadına. "Kandırıyor sizi, ambalajlanmış musluk suyu sattığı."
Kadın şaşkınlıkla teşekkür ediyor, kocası ben sana demedim mi gibisinden bir şeyler geveliyor, uzaklaşıyorlar. Bizimki de parfüm şişesini torbasına atıp okkalı bir küfür savuruyor bana, arkasını dönüp uzaklaşmaya başlıyor.

"Dur bir dakka" diye sesleniyorum.
Bir an durup dönüyor, ters ters, "Ne var?" diyor. "Yetmedi, polis de mi çağıracan?"
"Yok," diyorum. "Parfüm alıcam sadece."
"Nasıl yani?"
"Şu Channel mesela. Kaçaydı? On dolar mı?"
Kuşkulu kuşkulu bakıyor, kıpırdamıyor yerinden. Cebimden para çıkarıp uzatınca ciddi olduğuma inanıyor, torbadan parfüm şişesini çıkarıp sorgu dolu gözlerini yüzüme dikiyor.
"E," diyorum "bir hatıra götürmem gerek burdan, öyle değil mi?"
Bir an sessiz kalıyor, sonra "para istemez, al kalsın sende," diyor.
"Yok olmaz," diyerek on doları uzatıyorum. O, kemikli, esmer parmakları ile parayı alıp cebine tıkıştırırken, "Nerde oturuyosun sen?" diye soruyorum.
"Kumkapı'da"
"Nerde doldurdun bunu peki? Evin mutfağında mı?"
"Sevgilimin evinde," diyor. "Abisi de ambalajını yapıyor."
"Sevgilinin adı ne?"
Bir an duraklıyor. "Hayriye," diyor. "Ben yokken eve adam alıyor diye şüpheleniyom. Bi gün bulacam, doğruysa çekip vuracam, hapse girecem." Dalgın dalgın, kendine kendine konuşur gibi söylüyor bunları.
"Yapma, değmez," diyorum.
"Bakalım, Allah büyük," diyor bilgiç bilgiç.
"İyi hadi bakalım. Allah işini denk getirsin."
"Eyvallah, abla."
"Eyvallah."
Kalabalığın içinde kaybolana dek arkasından bakıyoruz. Jeff "Niye aldın parfümü?" diye soruyor.
"Hatıra diye."
"Peki, sana niye abla dedi?"
"Öyle denir. Yani saygıdan, sanki ablasıymışım gibi. Öyle bişiy işte."
Beyoğlu'na doğru İstanbul'un kalabalığına karışıyoruz. Jeff yoldaki seyyar bir tezgahtan badem ezmeli kurabiye istiyor. Bizi gören satıcı oturduğu duvarın üzerinden kalkıp geliyor, hiç tereddütsüz, "Buyur abla," diyor bana. İçim ferahlıyor, sanki İstanbul bana günlerden sonra ilk kez gülümseyip göz kırpmış gibi seviniyorum.

Döndüğümüzden beri Channel No 5 şişesi oturma odasında, pencerenin kenarında duruyor. İçindeki musluk suyu başta sarı boyalıydı ama bir kaç haftada rengini kaybetti, durulaştı. Bazen gölün üzerine doğan güneşin ışığı içine vurup renklerine ayrılıyor. Bu sabah İstanbul'un da üzerine düşmüştü aynı güneşin ışıkları diye düsünüyorum ve şişenin içine dikkatle bakınca Galata köprüsünü, Haliç'i görüyorum. Başıboş kedileri, cami avlularından havalanan güvercinleri, sarı beyaz vapurları, gırtlaklarını yırtasıya bağırarak müşteri toplayan seyyar satıcıları, Kumkapılı dolandırıcıları ve sokak çocuklarını. Neden bilmem, en çok da sokak çocuklarını.

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Televizyona çıktım

Merhaba kardeşler,

Bundan bir ay kadar önce bizim sanayi sitesinde "televizyoncular çekim yapacakmış" diye bir haber dolaştı. Nedir, ne değildir diye soruşturduk, öğrendik ki haber doğru. Bir televizyon kanalı bizim siteyi, içindeki dükkanları, çalışanları falan tanıtan bir program yapacakmış. En önemlisi de site yönetiminde olanlarla röpörtaj yapılacak olması. Ayıptır söylemesi, buraya geldiğimizden beri ben de site yönetimindeyim, başkan çok sevdiğimiz, oturaklı, ağzı laf yapan bir ağabeyimiz, ben de yıllardır üye olarak görevimi yapıyorum.

Haberi duyunca hepimiz havaya girdik, dükkandaki sekreter kızlar bile fısıl, fısıl konuşmaya, televizyoncuların geleceği gün belli olmadığı için her gün saçlar yapılı, boyalı, süslü gelip gitmeye başladılar, olur ya birden dikkati çekip artist olma hevesindeler. Olayın ehemmiyeti üzerine başkan hepimizi topladı, akıllı, uslu konuştu, bize sorulabilecek sorulardan bahsetti, "hepimiz aynı cevabı verelim, mahcup olmayalım" dedi, vereceğimiz cevapları ezber ettik, bir güzel hazırlandık. Bir araya gelince herkes "başkanım siz konuşun" diyor ama ben kendimden biliyorum, hepimizin gönlünden şöyle tek başına, aslanlar gibi, oturaklı bir demeç vermek geçiyor.

Televizyoncuların geleceği gün bir hafta önceden belli oldu, herkes havaya girdi, sanki herkesi gizli kamerayla filme alıyorlarmış gibi bir poz, bir artist havaları sormayın gitsin. Millete böyle söylüyorum ama kendim de farkında olmadan havaya girmedim deği, her gün traş olup, jilet gibi giyinip gidiyorum, masamda bile bir başka türlü oturmaya başladım. Akşamları eve gidince televizyonda siyasilerin konuşmalarına bakıyorum, nasıl konuşuyorlar, elini, kolunu nereye koyuyorlar diye takip ediyorum. Bir ara öyle kaptırmışım ki, ben de öyle elimi, kolumu oynatmaya başlamışım, hanımın gülerek "napıyorsun öyle Karagöz Hacıvat gibi" demesiyle kendime geldim.

Nihayet çekim günü geldi, biz koşarak yönetim binasına gittik, hakikaten televizyoncular orada, kamera, lamba, bir sürü adam bir minibüse doluşup gelmişler. Başlarında da kısacık saçlı, neredeyse asker traşlı, zayıf, firkete bacaklı cadaloz bir karı var. Herkese bağırıp duruyor, diğerleri belli ki bundan fena tırsmışlar, seslerini çıkarmadan ne derse yapıyorlar. Bize "önce dükkanlarda, çalışanların arasında çekim yapıcaz, sonra gelip sizle röpörtaj yapıcaz" deyip çekip gittiler. Biz şimdi iki ucu boklu değnek kaldık, röpörtaj başkanla yapılacağı için onun yakınlarında bir yer kapmak lazım, şimdi dükkana gidersek yeri kaptırmak var, gitmezsek ya dükkanda çekim yaparlarsa diye düşünüyoruz. Herkes birbirine baktı durdu ama kimse gitmedi, sadece başkan "gelirlerse haber verin" dedi, işinin başına gitti biz hepimiz sırıtarak oturduk, bekledik.

İnanmayacaksınız ama tam dört saat odada bekledik, sonra birden başkan çıktı geldi, ona telefonla haber vermişler, gitti toplantı masasının başına her zamanki yerine oturdu. Biz kıvrak vücut çalımlarıyla ona yakın yerlere doğru seğirttik, paldır, küldür bir yerlere oturduk. Manzara şöyle, kocaman toplantı masasının sağ yarısı tıkış, tıkış adam dolu, sol yarısı ise sanki orada veba mikrobu var gibi bomboş, acayip bir görüntüdeyiz yani. Benim yerim şahane, başkanın hemen yanıbaşındayım, bir yandan saçımı, başımı düzeltiyor, bir yandan da hani olurda bir şey sorarlarsa diye kafamda ezber ettiğim "vatan, millet, Sakarya, nurlu ufuklar" mealli nutkumu tekrar ediyorum.

Biz böyle beklerken çekim ekibi geldi, cadaloz bize baktı baktı, lafları ağzında yaya, yaya "aeöyle olmasski başkanım, sis masanııınnn uzun kenarına geçiiiinn, arkadaşlar yannınıza otursunlaaaarrrr" dedi. Başkan "peki" deyip kalktı masanın uzun kenarına doğru yürüdü, ulan ne iş, başkana en yakın olan ben bir anda en uzak kaldım. Başkan gitti az evvel en uzakta kaldığı için kararan Reşit deyusunun yanına oturdu. Biz hepimiz birden hareketlendik, sırıtarak kibar olmaya çalışıyoruz ama birbirimizi itekleye, dirsekleye yer kapmaya çalışıyoruz, utanmasak yumruk, yumruğa girişeceğiz. İtişe, kakışa yerleştik ama son anda yaptığım hamlelere rağmen başkanın iki yanında yer bulabildim. Yanımdaki Muzaffer adisi "Muzaffer"cim istersen böyle geç" tekliflerime sırıtarak "sağol böyle iyiyim" diye cevap verdi, sonunda hepimiz saf sıra Menemen testisi gibi dizildik.

Bizim tepişmemizle ışıkların falan kurulması aynı zamanda bitti. Kamereraman kamerasını sırtladı karşımıza geçti ve cadaloz talimat vermeye başladı, "şimdiiiii başkandan zum yapıyosssss, sağa doğruuuu üyeleri alalııımmmmm, aevaet aeöyleeee, yakın plana geçelimmmmm, başkanım sis üyelere bişeyler anlatıııınnnn" diye car, car ötüp duruyor. Esas hayret verici olan kameraman, adamın sanki kıçında kumanda kabloları var, uzaktan kumandalı gibi, karı ne derse harfiyen yapıyor. Böyle böyle çekim bitti, sonra güzelce bir kız başkanın karşısına oturdu, sorular sordu, başkan cevap verdi, o da bitti, toplanıp gittiler. Programın ne zaman yayınlanacağını sorduk, öğrendik ben de kalktım dükkana gittim. Dükkana gittim ki, herkes bir hoş, meğerse bizim dükkanda saatlerce çekim yapmışlar, makinaları, çalışanları bir bir çekmişler, hepsi abarta, abarta anlatıyor. Ben de onlara bizi yönetim kurulunda toplantı sırasında çektiklerini kurumlanarak anlattım.

Programın yayınlanacağı gün iki saat önceden televizyonun başına kuruldum, zaten günlerdir apartmanda ve yakın çevrede duymayan kalmadı. Önümüzde çerez, kola, bira sanki Brezilya dizisi başlayacak gibi ailecek bekliyoruz. Nihayet program başladı. Önce sitenin sokakları falan göründü, sonra dükkanların içinden bir iki görüntü, sonra bir de baktım bizim dükkan. Bizim makinaları falan gösteriyorlar, ustalar, işçiler bir, bir ekranda, bir ara benim sekreter bile göründü, masasında artist pozlarıyla gözlerini kırpıştırıp duruyor. Hay anasını satayım ya, biz orada sandalye nöbeti beklerken adamlar ayağımıza gelmiş, haberimiz yok. Daha sonra bizim odada yapılan çekim başladı, heyecanla kendimi görmeye çalıştım ama ne mümkün. O kadar çekim yaptılar hiç biri yok, sadece başkanın konuşmasının bir bölümünü verdiler, onda da başkan, yanında pişmiş kuzu kellesi gibi sırıtan Muzaffer ve benim sadece sol kulağım gözüküyor, o da bir kaç saniye. Dışımdan bir şey demedim ama içimden sövdüm, saydım. Evdekilere de "çok çekmişlerdi ama kesmişler işte" diye homurdandım, zaten üzüldüğümü görünce kimse üstüme varmadı

İşte böyle dostlar sadece sol kulağımla olsa da ben de televizyona çıktım, darısı başınıza.

Kalın sağlıcakla

Hüsamettin Gezer
husam@polygon.com.tr

 Misafir Kahveci : Altan Kolatar


Absürd Düşünceler Serisi I

İstanbul-Ankara seyahatlerini severim. Doğma!Büyüme! Ankaralı olmama rağmen doğdum ve büyüdüm. Onbeş senedir de İstanbuldayım. Ankara artık anne-baba ziyareti yaptığım; annemin güzel yemeklerinden onun da ısrarıyla bolca yediğim; ama asla çocukluğumdaki Ankara olmayan bir şehir benim için.

Öğrencilik yıllarımda mavi treni tercih ederdim. Daha sonraları iş hayatına atılınca Ulusoy’la seyahat etmeye başladım. Derken Haluk Ulusoy amca federasyon başkanı olunca, ve ben de takımının işleri ters gitmeye başlayan koyu bir fenerli; Ulusoyu bıraktım. Varana transfer oldum. Adamın ilgisi var mı bilmiyorum ama isim benzerliğinden kıl oldum işte. O dönemler sarı kırmızı renkleri olduğu için Shellden de benzin almazdım. Şimdi o kadar fanatik değilim, ama mezara kadar da fenerliyim, ayrı…

Son seyahatime gelecek olursak bu sefer Camille Coachu tercih ettim. Arada kayda değer fiyat farkı var valla, hizmet farkı ise çok belirgin değil. Zaten yolculuklarda horul horul uyuduğum için pek de fark etmiyor benim için. Camille Coachun da ismi havalı bayağı.

Ancak bu sıralar acaip bunalımdayım. 4 ay önce restoranımı devreyledim. Hemen bir iş buldum ama 2 ay çalışıp bıraktım. Şimdi işsizlik koymaya başladı. Çok bunalıyorum çooookkkkk. Belki de siz bu satırları okurken ben….. Yok yok. O kadar cesaretim hala yok. Yani hala gidip de eczaneden prezervatif alamıyorum. Bir keresinde başarmıştım ama onda da ekstradan aspirin almak zorunda kalmışdım. Tabi kapıdan girene kadar da 3-4 sorti yapmıştım. İçerde başka müşteri olmayacak falan… Neyse ki kız arkadaşım bu konuda yardımcı oluyor. Ama bunalım devam ediyor. Aceba diyorum Anti-Depre San. Tic. Ltd. Şti.’ye mi başvursam? Hem işe girmiş olurum, hem de kurtulur muyum bunalımdan hamakta sallansam. Ne kadder En teresan, bizim teresan, başka teresan yohtur…

Not: Bu yazıda geçen konular tamamen fiktif olup, gerçekle ilgisi yoktur. Sadece ben gerçeğim, hatta gerçeküstüyüm. Gerçeğin altını üstüne getirdim ama yine de size yaranamadım yaavvv…

Altan Kolatar

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Ben yıldızlarla apartmanlar arasında ne tür bir bağlantı olabileceği üzerine akıl yürütürken genç adam düşüncelerimi okumuşcasına müdahele ederek beni yanlış yerlerde yanlış şeyler aramaktan kurtardı: "Ne yaptığın değil, onu neden ve nasıl yaptığını düşünmen için bunları gösterdik sana!" dedi…

"Burada sizin durmaksızın tekrar ettiğiniz şablon var!" diyerek ekledi genç kız…

.....

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_63.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Günler günler; Anneler-babalar-sevgililer günü.

Ben anlamıyorum biz değerli varlıklarımızı hep bu günlerdemi anmalıyız veya hatırlamalıyız. Bence artık iyice unutkan insanlar olduk.

Anneler gününe alıştık. Ben kendimi bildim bileli vardır. Bir bayram sabahı coşkusu ile o gün Anneme herşeyin en iyisini vermeye çalıştım.Sabah kahvaltısını hazırladım. Ona bütçeme göre en güzel hediyeyi almaya çalıştım.O gün Anneler günü olduğu için evi ben temizledim. Ona hiç iş yaptırmamaya çalıştım.

Babalar gününde de aynı şeyleri yaptım.

Niye ben kendim düşünerek Annemin yükünü biraz hafifletmek amacıyla ev işlerinde ona sürekli yardım etmedim. Niye Anneme ve Babama arada birde olsa sürprizler yapmadım.. niye niye?

Demek ki bu günler bunun için var diye düşünüyorum. Tüm Anne ve Babaların değerini tüm insanlar bir bütün olarak anımsasınlar diye.

Şimdi geldi sevgililer günü.

Sevgililer günü bana göre çok özel bir gün değil. İnsanlar sevdiklerini sürekli hatırlıyorlar. Hatta arıyorlar. Onlarla birlikte olabilmek için zaman ayırmaya çalışıyorlar zaten.

Sevgililer günü de yine benim görüşüme göre unutulmaya yüz tutmuş Sevgi sözcüğünü insanların birbirlerine anımsatması.

Keşke dostluk,arkadaşlık unutulmaya yüztutmuş olmasaydı, bizimde böyle güne ihtiyacımız olmazdı.

Gene de sevgiyi bilen veya bilmeyen, sevgiyi tadan veya henüz tatmamış olan herkesin SEVGİLİLER GÜNÜNÜ KUTLAR, sevdiklerimizi bir gün değil her zaman hatırlayalım derim.

SEVGİYLE KALIN
Müzeyyen Köker

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.111 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


YAPMA ÇİÇEKLER

Çırılçıplak bir kadın
İniyor güzellik dağlarının
Esmer akşamlarından
Yalnızlığının ve yalanlarının
Karanlık uykusuzluklarına.

Ellerinde yapma çiçekler
Çiçekler yalana ve ölüme yakın
Kadının sakladıklarının
Günlere gecelere bölünmüş
Üşünmüşlüğü
Bakın
Sizlerle
Yapma çiçeklerle örtülmüş.

Yapma çiçekler
Kadını kırmayın, rahat bırakın.
Yapma çiçekler
Solan renkleriyle ellerinde kadının
Bunu bilmeyecekler.

Yapma çiçeklerin renkleri soluyor
Kadının ellerinde.
Ah o çılgın renkler
Kadının gözlerinde
Soldukça kadın daha da esmer.

Özdemir ASAF

<#><#><#><#><#><#><#>

ALFABE

İlkin ELİFBA'ydı
Sonra ALFABE oldu
Derken ABeCe
Şimdi de A.B.D.

Can Yücel
Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 BALKABAĞI TART

Kış mevsiminde bolca bulunan balkabağı sadece tatlısını yapmak için kullanılmaz elbette. Aşağıda balkabağından yapılmış kolay ve bir o kadar da nefis bir tart tarifi var. Kabak tatlısını sevenlere duyurulur...

90 g margarin
1 buçuk su bardağı ufalanmış kepekli bisküvi (Eti Burçak tavsiye edilir)
çay kaşığının ucuyla zencefil ve tarçın

Bir kapta erittiğiniz margarini bisküvi ve baharatlarla iyice karıştırın. Hafifçe yağladığınız tart kalıbına güzelce yayın.

İÇİNE...
1 su bardağı balkabağı (önce ezmeniz gerek J)
½ su bardağı esmer şeker
¾ su bardağı sıvı krema
birer çay kaşığı tarçın, zencefil ve hindistancevizi
3 yumurta
Bütün malzemeleri mutfak robotundan geçirin (ya da elde iyice karıştırın). Elde ettiğiniz malzemeyle tartınızın içini doldurun. 180 derece fırında yaklaşık 25-30 dakika pişirin.

Süslemek yine sizin hayal gücünüze ve maharetli ellerinize kalmış... Ilık veya soğuk olarak servise sunabilirsiniz.

Afiyet olsun...

   Tarifi yazdırmak için tıklayın

 Biraz Gülümseyin


BUGÜN GÜNLERDEN NE

Hoş bir hafta sonu sonrası pazartesi günü. Kadın kapanan bir bankada artık çalışamıyor. Olsun keyifli hoş üstelik yılları yıllara bağlamış bir evlilikleri var ya... Adam evden ayrılırken kocasına yarı işveli:
- Sevgilim bugün. hangi gün, biliyorsun değil mi?
Adam yarı dalgın:
- Bilmez miyim karıcığım...

Öğleden sonra eve oldukça özenli bir çiçek, akşam adam elinde hoş bir paket...

Kadın
- Canım bitanem. Hiç bu kadar güzel bir Cumhuriyet Bayramı kutlamamıştım.

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.weebls-stuff.com/index_flash.htm
İşte sizlere biraz animasyon birazda oyun içerikli flash çalışmalar. Gülelim eğlenelim sınıfından olan bu çalışmaların hoşunuza gideceğini umuyorum.

http://www.wired.com/animation/quickies.html
Flash başladık flash devam edelim dostlar. Bağlantı hızınız yeterli değilse küçük flashcıklar sizler için ideal olacaktır. Çalışmayı yapan flashör arkadaşları canı gönülden tebrik ediyorum.

http://www.mycathatesyou.com/showcat.asp
Kedileri kimler sevmez? ...He hates everyone because the other 4 cats in the house are enjoying leftover turkey, and he feels left out because he hates turkey, but feels he deserves a treat anyway...

http://www.privatehand.com/flashanimation/rainbow.html
İnsan hayatında bazı şeyler hep kötü ve problemlidir. İstesekte bu kötü şansı değiştirmemiz mümkün olamaz. Beklentileriyle kavuştukları hep zıt olanlar için hazırlanmış bir animasyonla sizleri başbaşa bırakıyorum. Merak etmeyin hayat hepimiz için böyle değil.

 Damak tadınıza uygun kahveler


Oriens Enhancer v1.0.1 [4.2M] W9x/2k/XP FREE
http://www.versiontracker.com/moreinfo.fcgi?id=26013&db=win
Bu programın gerçekten bedava olup olmadığından şüpheye düştüm önce, ancak baktığımda gerçek olduğunu gördüm. Hiç vakit geçirmeden bu programı indirip kullanın. Resim dosyaları üzerinde kolayca çalışabileceğiniz, değişik efektlerle orjinal sonuçlar elde edebileceğiniz, 40 değişik formatı okuyabilip, 20 değişik formata dönüştürebileceğiniz gerçekten çok hoş bir program. Layer mantığıyla çalışan editör programı ile profesyonel sonuçlar elde etmeniz mümkün. Mutlaka deneyin.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030217.asp
ISSN: 1303-8923
17 Şubat 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com