KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)



Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım



Xasiork Dergi
ANLAMSIZ SAVAŞA HAYIR !
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 203

 18 Şubat 2003 - Yemezlerrr


Merhaba,

İlginç bir gün geçirdik. Büyük abisinin önünde el pençe divan durmasına alıştığımız memleketimiz büyükleri takkeyi önlerine koyup düşündüklerinde, kayıtsız şartsız teslimiyetten vazgeçip akılcı bir karar aldılar. 12 yıl önce bir koyup üç alma hayaliyle yatıp, üçün birini bile alamadan kalkan memleketimin büyükleri bu kez eşeği sağlam kazığa bağlamanın hesabını yapıyor. İyi de ediyor. Büyük abinin restine restle cevap veren memleketimin büyükleri yaklaşık 250 milyar dolar maliyetli Bush blöfünü görmedi şimdilik. İnşallah bu kararlı tutumlarını sonuna kadar sürdürürler. Neymiş tezkere verilmezse B planı uygulanacakmış. Hadi canım sende. Bir ay önceden yükleyip getirdikleri binlerce asker ve mühimmatı Basra'ya geçirip harekatı Suudi Arabistan üzerinden başlatacak, Bağdat'ı Dicle ve Fırat üzerinden bataklıkları geçerek ele geçireceklermiş. Yemezlerrr. Tam bir masal bu. Böylesi bir dangalaklığı yapamayacak kadar bellerinden bağlılar Türkiye'ye. Bizden böylesi bir tutum beklemeyen abimizin bir B planı olduğundan bile şüphedeyim. Hem güneyden saldırmakla 250 milyar artacak maliyetin beşte birini bize verip tek planını uygulamak varken ne diye bir başka yolu denesinler ki. Sanırım bu kör dövüşünden bu kez biz galip çıkacağız. Baba Bush'un attığı kazığı yavru Bush'dan kat kat çıkartacağız. Oh olsun işte. Eğer bu savaş olacaksa ve bizde bu anlamsız savaşta taraf olacaksak, en az zararla beladan sıyrılmanın da hesaplarını yapmalıyız tabi ki. Gönül, akıl, vicdan barıştan yana ama gidişat hiçte içaçıcı değil. Ne diyelim, hakkımızda hayırlısı...

Memleketimin büyüklerinin kararında etkili olan barış haykırışlarına düşen gölgenin sorumluları ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, sanatçı duyarlılığıyla yürüyüşe katılan, "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Ata deyişini haykıran sanatçılarımızın gözaltına alınmasına bir anlam veremedim. Barış yürüyüşünde aponun derdest edilmesinin yıldönümünü kutlamak isteyen bir avuç satın alınmış çapulcuyla aynı kefede değerlendirilmelerini içime sindiremedim doğrusu. Irak'ta kalaşnikoflarla barış isteyen halk gibi, binlerce vatan evladının kanını emmiş bir haytanın peşinde camı çerçeveyi kaldırımı parçalayan pkk sempatizanları da yanlış yoldalar. İşte bu kendini bilmez bir avuç çapulcu yüzünden barış haykırışlarına gölge düşse de, geriye kalan sesler büyüklerimin ayaklarını denk almasına yetti de arttı bile. İyi yoldayız iyi. Demokrasiyi, gerçek barışın anlamını iliklerimize kadar sindirdiğimizde önümüzde hiçbir engel kalmayacak sanıyorum. Sanmıyorum inanıyorum hatta.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Misafir Kahveci : Hasan Yüksel


Irak'tan bildiriyorum 5

Merhaba,

Meşhur fıkradır, bilirsiniz; bizim Temel kahvede otururken kimbilir neye kızdıysa birdenbire ayağa fırlamış ve "karar verdim daa, devlet başkanı olacağum" demiş, etrafındakiler gülüşerek "yahu sen salak mısın?" diye sormuşlar, Temel gayet ciddi cevap vermiş "neden, şartmidur?"

Fıkrada komik duruyor ama görünen o ki, bazı ülkelerde devlet başkanı olmak için böyle bir şart var. Bütün Dünya hiç görülmedik bir biçimde sokağa dökülmüş, aklı başında yöneticler ise masa başında, herkes "savaşa hayır" diye bağırıyor, bazıları ise hala bahaneler ileri sürüp savaşı haklı gösterme peşinde. Buna kendileri de içten inanıyorlar mı, cidden merak ediyorum.

Bu savaşın petrol savaşı olduğu, artık tükenmekte olan petrolun damlasının altın değerinde olacağı günler geldiğinde kuyuların başında olmak için istendiği çocukların bile bildiği bir gerçek, buna rağmen ABD ve İngiltere niyetlerinin bu olmadığını artık inandırıcılığını gittikçe yitiren delillerle anlatma çabasında ve telaşındalar.

Irak'taki müfettişlerin tüm aramalarına rağmen kimyasal silah bulamamış olması ABD'yi daha da tedirgin ediyor. Tedirginliğinin sebebi kendi verdiği için varlığından emin olduğu silahların kendine karşı kullanılma ihtimalinden ileri geliyor. Bu kadar görevlinin büyük bir çabayla arayıp hiç bir şey bulamaması bunlar yok manasına gelmiyor, bulmanın çok ama çok zor olduğu manasına geliyor. Geçenlerde bulunan içi boş kimyasal silah başlığı ise bence müfettişler tarafından yakalanmış bir delil değil. Buranın yönetim düzeninde böyle bir hata yapacak görevli bunu hayatıyla ödeyebilir, dolayısıyla bence burada unutma değil aksine bilerek yakalatma söz konusu. Bu tavrın manası da "bunun içinde kimyasal silah vardı, ben aldım, şimdi kimbilir nerede" demek. Bunlar tabi ki benim fikirlerim, hissettiklerim, hiç bir delile dayanmıyor.

Şu andaki görünen durum savaşın başlangıcının bir süre daha ertelendiği şeklinde, bu erteleme Dünya'dan gelen baskılardan değil ABD'nin henüz hazır olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye'deki üslerin tadilatlarına ve asker yerleştirme işlerine henüz başlayamamış olması nedeniyle savaşı ertelemek zorunda. Bu arada kimyasal silahlarla ilgili kuşkuların da tamamen ortadan kalkması gerekiyor. Bu süre içinde baskılar daha da artar ve ABD yönetimi "ne yapıyoruz biz" diye düşünmeye başlar mı bilemem ama bence bu savaşı engelleyebilecek tek güç ABD halkı. Eğer ABD halkının çoğu aklını başına toplar ve savaşa karşı olan kişilerin toplamı Bush'un tekrar seçilmesini engelleyecek sayıya ulaşırsa ABD son derece usturuplu bir tavırla adeta barış havarisi kesilerek savaştan vaz geçecek ama yığmış olduğu askeri gücü çekmeyecektir. Askeri gücün sürekli tehdidi altında Saddam'ı devirmeye, petrollere sahip çıkmaya yine uğraşacak ama başka yollar deneyecektir.

Bu arada ABD ye destek veren Irak komşusu ülkeler yarın namlunun kendilerine dönebileceğini hiç düşünüyor mu acaba? Irak'ın işgali sonrası Suriye'nin de aynı akıbete uğraması ve oralara yerleşmiş ABD nin bir gün "buralara gelen suyu artırın" diye Türkiye'yi tehdit etmesi olasılığına "hayal görüyorsun" diyebilecek birisi çıkar mı dersiniz?

Buradaki yaşama gelince; kum torbaları, siperler, sürekli çalınan sirenler artık yaşamın bir parçası. Halkın günlük yaşamında ise bir değişiklik yok, ülkede hala bir savaş havası yok. Her şey bulunabiliyor, halk eğlenmeye devam ediyor, havaların ısınmasıyla Lunapark benzeri yerler açıldı, her gece dolup taşıyor. Televizyonlarda ise sürekli askeri törenler var, eski savaş görüntülerinin eşliğinde Hasan Mutlucan benzeri şarkıcıları her akşam görmek mümkün.

Bu akşam Irak televizyonunda Körfez Savaşı sırasında vurulan El-Amariya sığınağına ait görüntüler vardı. Olayın yıldönümü nedeniyle yayınlanan o zaman çekilmiş görüntüler yürek burkucu. Savaş sırasında yaklaşık 200 kadın ve çocuğun bulunduğu sığınağa bir roket isabet etmiş. Roket belli ki bu iş için yapılmış cinsten, kalın beton duvarı delip içeri girmiş ve sığınağın içinde patlamış. Irak televizyonları o zaman çekilmiş görüntüleri sansürsüz verdi, sedyeler içinde daha da küçücük olmuş, kavrulmuş çocuk bedenlerini, ağlayan yakınlarını gösterdiler, görüntüler dayanılır gibi değil. Cesetlerin üzerine örtülen bayrakların onlar için ne önemi olduğu ise başka bir soru. Bu sığınak bugün de aynen korunuyor, etrafında ölenlerin mezarları ve anıtlar var. Savaşın gerçek yüzünü anlamak için görülmesi gereken bir yer.

Bu seferlik de bu kadar, daha önce de söylediğim gibi hep birlikte bekleyip göreceğiz.

Herkese sevgilerimle.

Hasan YÜKSEL
hyuksel@isiko.com.tr

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Attar

Dokuz yaşlarındayken hayatı öğrensin diye Beypazarı'ndaki halamın kocasının, çırakların toz kalkmasın diye suladıkları arnavut kaldırımlı çarşı içindeki büyük camekanlı, dışarıda fındık, fıstık ve leblebi çuvalları duran şekerci dükkanına çıraklık yapmak için yazları giderdim. Şeker kazanlarını ısıtmak için kullanılan korkutucu mazot alevinin sıcağıyla insana halamın ilmihal kitabında anlatılan cehennem tasvirlerini anımsatan imalathanede yapılan helva, akide ve reçeller vitrinde başka dünyadan gelmiş gibi ışıltıyla dururlardı. Eşyalar ve akidelerle olan ilişki şimdiki gibi sıhhi paketler içindeki vakum bir yabancılaşma içinde değildi. Ankara'dan gelmiş okumuş memure hanımlar dışında kimse akideyi elimizle kesekağıdına doldurmamıza ses çıkarmazdı. Elleri nasırlaşmış yörükler ve beyaz örtüler içindeki sarı tereyağını kutsal bir emaneti açar gibi özenle enişteme gösteren köylülerin ilgilendiği tek şey terazinin akide tarafına gelen kısmın bir iki fazla akide ile ağırlaşmasıydı. Bazen "elini korkak alıştırma sarı oğlan" deyip bir iki akideyi atmamı isterlerdi. Böyle elde edilen fazladan birkaç akide, tereyağından alamadıkları fiyatın hayal kırıklığını bir nebze olsun giderirdi.

Raflarda akıllı askerler gibi dizilmiş rengarenk çikolata kutularının içi boştu. Kız istemeye giden delikanlı ve aileleri dükkana genellikle bir cumartesi öğleden sonrasında gelir ve çikolatalarını yaptırırlardı. Kadife kaplı veya parlak renkli kutular bir özenle sıra halinde çiçek biçimli çikolataların -tabi madlen yada bitter- özenle dizilmesine ve daha sonra hevesli bir sanatçı edasıyla rengarenk ipler ve şeffaf kağıtlarla hediye paketi haline getirilmesini özenerek seyrederdim. Astronotluk, atom mühendisliği ve Saadettin Bilgiç - o zamanın ünlü bir politikacısı- olma isteklerim arasına kız isteme çikolatası yapan biri olmayı da eklemiştim. Bu kutsal görevi yapmama tüm yalvarmalarıma rağmen yaşımın bu işe uygun olmadığını düşünüp izin vermezlerdi. İçmeyi ve birbirlerine müstehcen şakalar yapmayı seven gönlü kırık memurlarla dolu olan bankaya cebimde o zamanın parasıyla bir ev almaya yetecek kadar fazla banknotlarla gitmemi normal karşılarken bu kız isteme çikolatalarından yapmama asla izin vermezlerdi. Bu işi genellikle dükkan sahibi olarak eniştem burnunun üstüne düşürdüğü yakın gözlüklerinin üstünden bakarak kız istemeye giden kişiyle tatlı bir sohbete girerek (eski zamanlardan bahsetmek revaçtaydı) biraz abartılı bir özenle neredeyse yarım saate yakın bir sürede yapardı. Kız istemeye gidecek kişi gelen çayı yudumlarken bizlerle birlikte bu kutsal çikolata paketleme işini büyük bir huşu içinde seyreder, diğer taraftan gözlerini paketten ayırmadan sohbete gönülsüzce katılırdı.

Bütün bu rengarenk dünya, arnavut kaldırımlı dar çarşı sokakları ve teorik olarak istediğiniz kadar yiyebileceğiniz fındık, fıstık ve çikolata o yaşlardaki bir çocuk için tek anlama geliyordu: cennet. Bu saklı cennetin içinde her gün yeni bir şey keşfederken, ağda ve miyane karışımının büyülü bir dokunuşla değil elimizi yakan pürmüz ateşiyle bembeyaz saçlı pişmaniye hanıma dönüşmesini öğrendiğim günlerde attar dükkanını keşfettim.

Aslında attar dükkanı bize çok yakındı ama hiç gitmemiştim. Bir sürü kiyafeti uzun sopasıyla zahmetsizce alıp yerine koyan tuhafiyeciyi, paralardan intikam alır gibi önündeki cepte toplayan manavı, gaz tüpünün yanı sıra güzel gülümseyen kadın resimleri yapıştırılmış buzdolapları satan beyaz eşyacıyı ve ıhlamurdan başka bir şey içmeyen huysuz kuyumcuyu para almak, para bozdurmak, çek vermek bahanesiyle keşfetmiştim ama attar bu keşifler listesinde yer almıyordu. Eniştemin günü birliğine aldığı parayı iade etmek için (esnaflar arası hayali bir fonda para sürekli dolanır) attarın kapısından içeri girdiğimde birden farklı ve büyülü bir dünyaya girivermiştim. Manavların coşkulu bağrışmaları, külüstür arabaya gaz tüplerini metalik bir umursamazlıkla koyan tüpçünün çıkardığı ses ve esnaflar arasındaki yüksek sesli şakalaşmalar dışarıdaki dünyada kalmış gibiydi. Attar tıpkı eniştem gibi burnunun ucuna düşürdüğü gözlüğünün arkasından bakarak törensel bir havayla paraları sayarken, ben bu büyülü mabedi kutsal bir yere elinde pabuçla giren inananlar gibi büyük bir heyecan ve tedirginlikle keşfediyordum.

Kutu kutu dikiş ipleri, rengarenk kurşun kalemler, üzerinde neşe ve sağlıkla gülümseyen ve yüzünde traş köpüğü olan traş kremleri, bir çobanın yegane serveti olan pilli radyolar, pilli radyoya hayat veren çeşitli boy ve renkte yabacı isimli piller, metalden yapılmış geceye az ışık ama çok sevgi vermeye hazır fenerler, bir adamı değil bir aileyi doyurmaya yetecek kadar yiyecek alabilen karmaşık kapatma mekanizmalı sefertasları, cımbızlar, gündüz vakti güneşe tutup otları yakabileceğiniz büyüteçler, renk renk orlonlar, çalışacakmış gibi duran oyuncak arabaların yanında elleriyle sizi kucaklamaya hazır oyuncak bebekler, toplu iğneler, dikiş iğneleri, ataçlar, zamanı olduğu kadar Mekke 'nin nerede olduğunu gösteren garip saatler ve içlerinde ne olduğu belli olmayan bir sürü kutu şaşılacak bir düzen ve kurgu içinde ufacık dükkanı tarif olunmaz bir kardeşlik duygusu içinde dolduruyorlardı. Büyük helva kalıplarını eriten yaz güneşi çarşıya inen çocukların hayran bakışlarını toplayan ıvır zıvır dolu dükkan vitrininden içeri giremiyordu. Köylülerin bir servet niyetiyle baktıkları ve gece erkenden söndürdükleri mumların kutuları arasından sızan gün ışığı, bütün bu eşya karmaşasına yada düzenine ağır ve kutsal bir loşluk katıyordu. Şarkın anlam ve esrarını bir sandık odasında keşfetmiş bir oryentalist heyecanı ve sevinciyle büyülenmiş bir halde eşyaların oluşturduğu kutsal mabedi inceliyordum.

Bütün gizemli eşya zenginliği, herkeslerden gizli bir kimya deneyi yapar gibi pompasıyla çalıştırılan açık tütün ve hanımeli kolonyasının kokusuna eklenmiş gülsuyu, naftalin ve yünlerin sentetik kokusuyla gizli mabed kutsanıyordu. Belki tezgahın altında bir yerde ufak bir misk yada amber şişeleri vardı. Ellerindeki cam enjektörün içindeki kokuyu gün görmüş bir doktor edasıyla cam tüplere dolduran sokak satıcılarının o iç bayıltan kokuları gibi değildi. Daha çok herkesin sonsuz bir huşu içinde cehennem azabını coşkuyla dinlediği merkez camisinin tesbihlerinin bir arada durduğu yerin kokusunu andırıyordu.

Asıl üretim ve varoluş amaçlarından farklı ve gizli bir amaçları varmış gibi duran eşyalar, piller ve bebekler bu huzurlu tapınakta kendileri olmanın mutluluğu içinde sanki bana bakıyorlardı. Hiçbir şey yoktu. Dış dünyanın tedirgin ve acımasız koşuşturmacasından uzakta, dükkana gelen müşterilerin sorduğu her soruya duraksamadan cevap veren sahibiyle ,("peynir mayası kalmadı", "radyo 10 bin lira daha aşağısı kurtarmaz") sarp kayalarda özgürlüğünü ilan etmiş mutlu bir tarikat, bir yeryüzü cenneti, bir varoluş hafifliğiydi.

Parayı verip şekerci dükkanına geri döndükten sonra her fırsatta inanmış bir mürit gibi bu kutsal mabedi ziyaret ettim. Her bozuk para gerektiğinde, dükkanda olmayan bir şeyi sormak gibi çoğu zaman benim uydurduğum sebeplerden soluğu o yaştaki bir çocuk için bir yeryüzü cenneti sayılan, hatta belki de vaat edilmiş topraklarda aldım. Krallığını akla ve tecrübelere göre değil de, gizli işaretler ve anlamlara göre yöneten eski gizemli kralları andıran dükkan sahibi burnunun ucuna düşürdüğü gözlüğünden bakarak okuduğu ciltli Mesnevi yada dükkanda satılan ve "Hayber kalesinin fethi" yada eski bir mankenin mayolu ve başörtülü fotoğrafının yan yana olduğu "Nasıl Müslüman oldum?" türünden kitaplardan gözünü ayırmadan kesin bir sesle, sorduğum sorulara "hayır" yada "evet" derdi. Kutsal krallığından nadiren dışarı çıktığında ya manavdan kendi eliyle bir şeyler seçer yada eniştemin davetini lütfen kabul edip birlikte kahve içerlerdi. Tabi kahveden, kahveyi uyduruk bir alüminyum askıyla koşa, koşa getirmek bana düşerdi. Dükkanındaki gizemli ve esrarengiz havayı yanında bir bulut gibi taşıyarak girdiği her dükkanda gizli bir tarikatın güçlü nefesi olan şeyhi gibi her zaman hürmet ve heyecanla karşılanırdı. Köpüklü kahvenin ve gösterilen saygının yüzü suyu hürmetine orada bulunanlara bir peygamber hikayesi yada Kıbrıs savaşında pilotlara yol gösteren aksakallılara dair hikayelerinden birini anlatırdı. Hikayesini anlattıktan sonra oluşan hayran sessizliğinin ve çayın tadını çıkarırdı. Sonra ağır aksak bir yürüyüşle dükkanına giderdi.

Zaman geçti. Ben büyüdüm. Ellerindeki bond çantalardan bir sürü ıvırı zıvır broşürü sevimli bir gülümsemeyle gösteren satıcılar, müşteri temsilcisi, sekreterlerde yönetici asistanı oldu. Kaybettiği anlamı ve esrarı, belki de en önemlisi şiiri Proustvari bir saflıkla arayan ben kırık kalpli orta yaş erkeği, yitirdiklerinin gizemli işareti ve attar dükkanını görmek için bir Cumartesi günü güneş arabayı yakarken Beypazarı'na gittim. Attar dükkanı ve eniştemin uzun zaman önce devrettiği şekerci dükkanı yerli yerindeydi. Her ikisi de suyu kurumuş köy çeşmelerini andırıyordu.

Akıtacağı kesin gözüken ucuz pillerden alma bahanesiyle girdiğim dükkanda şiirden, esrardan ve bilgelikten uzak bir surat Ankara'dan gelen beyefendiyle ayak üstü sohbet etti. Dükkan eskisi gibi loş değildi. Tavanda imamını bekleyen bir ceset gibi duran flüoresan lambadan dökülen nursuz bir ışıkla her yerde görebileceğim anlamsız bir eşya yığınını aydınlanıyordu. "Evet, rahmetli çok iyi bir insandı. Cenazesine çok kalabalıktı, çok kişi gelmişti. Dükkanı Ankara'da oturan mühendis oğlu devretmişti". Devlet Su İşlerinde çalışan mühendis oğlun hikayesini daha fazla dinlemek istemediğimden dükkandan ayrıldım. Arnavut kaldırımları yerini anlamsız ve kişiliksiz bir asfalta bırakmıştı. Tahta kaşıkların Ankara'da bulunmayacağını ikna etmeye çalışan satıcıyı kırmayıp teflon tava dostu tahta kaşıkları alıp hemen geri döndüm. Büyük ve fırtınalı bir aşkı yaşadığınız sevgilinizi yıllar sonra o "sıradan" haliyle görüp yaşadıklarınız ve yaşanan arasındaki uçurumu görmeye benzer bir duyguyla uzaklaştım. Çocukluğumun kutsal mabedi artık yoktu. Üç metre karelik dükkanda bulduğum esrar, sevinç ve şiiri bir daha hiçbir yerde bulamayacaktım. İnsanın kendini sevmediği bir akrabada misafirlikte olduğunu hissettiren yüzlerce metrekarelik hijyenik soğukluğu olan süpermarketlerde ve garip isimli, bol ışıklı alışveriş merkezlerinde de bu anlam ve şiiri bulamadım. Bırakın anlam ve şiiri yada esrarı, eni konu sıkıldım. Çocukluğumun mu attar dükkanına şiir verdiğini yoksa attar dükkanının mı çocukluğumun şiirini verdiğini bilemiyorum. Tıpkı bir aşkta, aşkı aşkın mı yoksa sizin mi doğurduğunu bilemeden aşkı yaşamak gibi bir şeydi bu.

Eve varıp gelen e-mailleri okumak için bilgisayarı açtığımda ekranda parlayan ışıkların arasında görür gibi olduğum eski zamanları hatırladığımda şunu hüzünle anladım: artık bende kendi yurdunda mutsuz bir Piyer Loti'ydim.

Allah rahmet eylesin sevgili attar.

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Fincandan Taşanlar : Aslı Sarıoğlu


ZAMANIN MANZARASI
Metin Eroğlu
Everest Yayınları 2. Baskı Ekim 2002


Son sayfayı okuduktan sonra tekrar yazarın biyografisini okudum ve doğum yılı olan 1948'i görünce şaşırdım. Çünkü benle yaşıt bir yazarın eğreti yaşamının yazımıydı sanki okuduklarım. Anlatılan benimde içinde olduğum, çoğunlukla izlediğim, umutlarını bir bir küçük anlarda yaşamaya alışmış, ne büyük umutları ne de bu günde tutunabilecek yetenekleri olan arada kalan, kuşak edinememiş bir nesildi. Bizdik... Şaşkınlığım, yaşıtım yazarların kitaplarını da okuduğum bir dönemde, yaşıtlarımın kişi masalları anlatırken bizim tarihimizi anlatan elli beş yaşındaki bu koca devin bizi bunca iyi tanımış olmasıydı. Çünkü ben kitap boyunca Barışla gezindim, bazen kendime rastladım, bazen bir yakın arkadaşıma. Barış, bizdendi. Sadece birimiz değil bir çoğumuzdu.

İçinde bir de özdeşleştiğim yakınımı yitirme vardı ki, Barış bu konuda şanslıydı benden. O bedenini ısıtabilmişti, bense sadece sesini duydum ve umut ettim.

Böylesi karışık ve neresinde duracağınızı bilemediğiniz bir yakın tarihe her yönü ile bakabilen ve aşkın içimizi hem ısıtan hem de acıtan renklerini anlatan, benim okurken dışına çıkamadığım bir roman.

Anlatımındaki zenginliği de ayrıca belirtmeliyim sanırım. Bir sürü cümleyi birden fazla okudum tadına daha fazla varabilmek için.

Teşekkür etmek isterim Mehmet Eroğlu'na . Beni bana hatırlattığı için.

Aslı Sarıoğlu

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Ben yıldızlarla apartmanlar arasında ne tür bir bağlantı olabileceği üzerine akıl yürütürken genç adam düşüncelerimi okumuşcasına müdahele ederek beni yanlış yerlerde yanlış şeyler aramaktan kurtardı: "Ne yaptığın değil, onu neden ve nasıl yaptığını düşünmen için bunları gösterdik sana!" dedi…

"Burada sizin durmaksızın tekrar ettiğiniz şablon var!" diyerek ekledi genç kız…

.....

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_63.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Merhabalar, işte ilk hikayem. Bu hikayenin konusunu okuduğum bir kitaptan esinlenerek yazdım. Daha sonra yazdığım özgün yazıları da sizlerle paylaşmak isterim.

DÖRT YIL TAM PANSİYON

Sabah uyandığımda gözüme ışık vuruyordu. Yatakhanede tatlı bir telaş vardı. İnsanlar koşuşturuyor, havada " Nerede benim tıraş kremim? "gibi sorular uçuşuyordu. Yatağımdan dışarı baktığımda dört yıldır her sabah olduğu gibi balıkçı teknelerini görüyordum. Onlarda da bizde olduğu gibi tatlı bir telaş vardı.

Bugün günlerden Pazartesi' ydi ve okulların kapanmasına sadece beş gün kalmıştı. Ama bu sefer okul sahiden bitiyordu. Hepimiz Avusturya Lisesi' ni bitirip büyük adamlar oluyorduk. İşte bu acı gerçeği kimse hatırlamak istemiyordu. Çünkü bu bitiş ile birlikte en iyi dostluklar yıpranacaktı. Herkes " Yok ağabey bitmez bu dostluk" dese de günün birinde bitecekti. Bu yüzden son günlerde kimse kimseyi kırmak istemiyordu.

Yatağımdan buları düşünerek kalktım. Tuvalete gittim, giyindikten sonra sınıfa indim. Ders Edebiyat' tı. En sevdiğim dersti. Hocamız Zeynep Hoca beni çok severdi. Yazdığım kompozisyonları çok beğenirdi. Okulun son gününde bütün Edebiyat bize bir kompozisyon yazdıracaktı. Konusu Okuldaki Dostluk' tu. Daha önce bunu yazacağımızı duymuştum ama hiç düşünmemiştim. Zeynep Hanım konuyu söyledikten sonra boş kağıda bakarak düşünmeye başladım.

Dört yıldır mükemmel dostluklar kurmuştum. Okuldaki dostlarım benim canlarımdı. Onlarsız ben bir hiçtim. Sonra yaşadığım birkaç olay aklıma geldi. Fatih ile birlikte okul eşyaları almaya gitmiştik. Vapurla karşıya geçerken önümde yaşlı bir kadın ve genç bir adam vardı. Daha dikkatli baktığımda genç adamın elinde bir bıçak olduğunu gördüm ve yaşlı kadının çantasının ucunu kesmeye çalışıyordu. Adamın elinde bıçak olduğu için ona saldırmak çok tehlikeliydi. Fatih iri yarı bir arkadaşımdı, belki o bir şeyler yapabilirdi. Ona olanları kısaca anlattım. Bu sırada hırsızı takip ediyorduk. Yaşlı kadın o sırada çantasının kayıp olduğunu fark etti. Genç adam yakalanmamak için hızlıca uzaklaşmaya başladı. O sırada Fatih ayağı kaymış gibi adamın üzerine atladı. Genç adam Fatih' in altında küçücük kalmıştı. Ayağa kaktı ve adamdan özür dilerken gizlice çantayı aldı ve bana attı. Ben geriye, yaşlı kadının yanına koştum. Kadın elimdeki çantayı görünce bana bağırıp çağırmaya başladı. O sırada yardımıma bir polis koştu ve olan biteni yaşlı kadına anlattı. Tam o sırada Fatih hırsızı ellerinden yakalamış bir şekilde yaşlı kadının yanına getirdi. Böylece bütün olay çözüldü ve ben de büyük bir suçlamadan alı koyuldum. Bunu akşam yatakhanedekilere anlattığımızda ise bize Kahramanlar lakabını takmışlardı.

Geceleri en sevdiğim şey yatakhanede toplanıp gerçek dostlarımla konuşmaktı. İzmir' den gelen dostum Memet birkaç tane türkü söylerdi. Bu türküler yaşadığı köyünden bahseden türkülerdi. Bunları sadece biz dostlarına anlatırdı. Diğer günler ise sert bakışlı, taş kalpli biri olurdu.

Ben bunları düşünürken zil çaldı. Tenefüsü de kullanarak kompozisyonumu bitirdim. Kompozisyonumda bütün bu dostlarımı yazdım; çünkü bütün anılarımda beni hiç yalnız bırakmayan dostlarım vardı. Perşembe gününe kadar hayat hocalarımızın üniversite ile ilgili konuşmalarıyla, akşamları ise gerçek dostlarımla sohbetlerle geçti.

Perşembe akşamı bütün lise son sınıflarının birlikte olacağı bir yemek hazırlanmıştı. Herkes dostluklarını pekiştirecekti. Yemekte yedik, içtik, eğlendik. Dört yıl boyunca yaşadığımız acılı tatlı anıları tartıştık. Küskünler barıştı, dostluklara dostluklar katıldı.

Gece sonunda bütün yatılıları deniz kıyısına götürdük. Bütün gece denizin üzerindeki yakamozları ve birbirimizin yanaklarından süzülen gözyaşlarını izledik. Memet bile ağlıyordu.

Sabah kalktığımızda yatakhanede büyük bir hüzün vardı. Giyindik ve aşağı indik. Tüm veliler bizi bekliyordu. Öncelikle İstiklal Marşı' nı son bir kez daha okuduk ve müdürümüzün her seneki konuşmasını dinledik. Diplomalarımızı Zeynep Hoca verecekti. Diplomamı alırken " Yazmayı hiç bırakma! " dedi. Tören bittikten sonra son bir kez daha bir araya geldik. Birbirimize bir söz verdik, hiçbir zaman bu dostluğu hiçbirimiz unutmayacaktık. Belki birbirimizi bir daha hiç görmeyecektik; ama kalbimizde bir yerde bu dostluk hep kalacaktı. Bu yüzden ayrılırken " Elveda" demedik.

Asuman BABA

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.111 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


ESKİDİKÇE

Güneşi karşılıyoruz mutlu çığlıklarla öperek
Dağı, ovayı
Yüzyılların uykusunu
Otu, börtü böceği
Bir kanat vuruşta uçan kartalı
Ağır akan ırmağı
Ağzında dünyayı taşıyan leyleği
Korkunç bir yalnızlık duyan karacayı

Yaşamak süsler eklemektir sonsuz gerçeğe
derin bir soluk almak gibi
Pencereden dışarı bakmak gibi gökyüzüne
Bir kırlangıç uçmak gibi
Kök salmak gibi toprağa
Ölümse, açılan bir eski zaman sandığı

Zaman diyorsun, bir çingene gibi karşıma çıkıyorsun o zaman
O zaman zaman kaçıyor
Kim tutabilir şimdiyi dünü eskiyi
Ölümlerden ölüm beğeni
Kırk katırı kırk satırı

Saçlarında güller, karanfiller, dünyanın en güzel kırları
Saçında gelincikler, sabah çiyi ve tarlakuşları
Çizmeli kedi
Yedi derya geçen şehzade
En güzel sırma tel
Sabahın yedisi ve ıssız göl
Ve güneşin hiçbir şeyi
Güvercinlerin çığlığı

Yüz çocuk ırmağa koşuyor
Bin çocuk daha
Ve yanıyor ayakları kumlarda
Tozda ve küllerde ve saçında
Anılar eskidikçe, insan yaşlandıkça
Kavağın gölgesi suya düştükçe
rüzgarın sesi ve sis, odaya dolar
Ve dağlar uzakta çok uzakta
Şimdi, şu sabah gibi güzel oldukça
Kırıldıkça kırağı

Uçuşunu görmek güvercinlerin gökte
Beni bir çocukluk anısı gibi duygulandırıyor
Görmüyor güneşi akşam ezanı köyde
Yalnız sular mı uykuya varacak dağlar kayalar mı şimdi

İşte çam çıraları da bitti
Haydi sen de var uykuya
Çöksün üstüne gecenin karanlığı

Ali PÜSKÜLLÜOĞLU

<#><#><#><#><#><#><#>

ORMAN

Sürgün bir kıral gibi girdim senin ormanına
kuşların çığlık çığlığa kaçıştığı
yellerin atları kamçılayıp durduğu soğuk ve üzüntülü.
Nerde onlar şimdi eskiden yaşarmış
Bir geldi mi gelirmiş aşk onlarla
Her yaprakta bir çiy bulunurmuş o zamanlar öyle derler
Şimdi bulunmaz o kaçışlar geyiklerde öyleymiş
Ben kıral değilmişim daha büyümemişti senin ormanın da belki

     şimdi uzak silâhları boşalttığım
     daha gelinmez karanlıkta orda derinde duran
     ucu ağulu kargılarla
     yaralar açtığım göğsünde orman.

Oralarda çok yorgun uzanır gibi senin insansız ormanına
ıslak ve serin, güneşin ulaşamadığı
ağaçlar bilmediğim adlarını boyuna konuşan benimle.
Kuytu serin köşelerin konuğu o sevgili tavşan
Sonsuz kaçışların içinde ürkek
Bir unutmuşluğu öyküleyen o yoğun ormanda
Kaçıp kalabalıklardan yüce insansızlığa doğru ve Tanrıya
Üstelik bir tüfek atımı yakın
Yasaklanmamıştır daha ucunda ölüm yoktur ormanın belki

     şimdi bir ağaca atımı bağladım
     bir avcıyım ben karanlıkları avlayan
     çok yabanıl aşklarla
     yaralar açtığım göğsünde orman.

Ali PÜSKÜLLÜOĞLU

 Biraz Gülümseyin


Agop'un karısı

Agop'la karısı Haykanuş kahvaltı ediyorlarmış. Haykanuş sormuş:
- Sular akmoor Agop, bir bakarsin degil mi?
- Nereden çıkarırsın şimdi Haykanuş, ben muslukcuuuu ?
- Peki havagazını kontrol etsen.
- Canım, ben tesisatcıııııı?
- Agop, elektrik dğmesi de bozulmuş
- Yeter artık Haykanuş, ben elektrikçiiiii?...

Agop akşam eve geldiğinde bir bakmış ki bütün aksaklıklar onarılmış. Merakla sormus Haykanuş 'a:
- Canım karım, kime yaptırdın bunları?
- Kirkor'a rica ettim beni kırmadı.
- Ne?...Kirkor mu? O dünyanin en kötü adamıdır. Karşılıksız bir şey yapmaz.
- Evet bana " ya benimle yatacaksın ya da çikolatalı pasta yapacaksın" dedi
- Güzel... Pastayı yaptin değil mi?
- Ah Agop, nereden çıkarırsın bunu? Ben pastacııııııııı?

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.diseaseworld.com/ouch/ouch.htm
...You may be surprised to learn that pain is expressed differently from culture to culture. Of course, there are many different ways to express pain as well: below is just a small sampling of sound files... Ülkesel acı nidaları.

http://micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index.html
Siz kendisini büyük görenler, bir de kendinize farklı bir gözle bakmayı deneyin bakalım ne göreceksiniz. Boşluk içinde boşluk... View the Milky Way at 10 million light years from the Earth... Hadi bakalım şimdi ne düşüneceksiniz?

http://w1.910.telia.com/~u91024173/examples/goldrush/blobs.swf
Buyrun size basit bir flash oyun. Mouse ile hareketli topa engeller koyarak yön veriyorsunuz. Amaç topu deliğe sokmak. Kolay gibi görünsede biraz zorlayıcı. İndirmek için .swf uzantılı adresi veriyorum.

http://dimitre.locaweb.com.br/ico/index.php?fileact=forest2.act
Bilgisayarınızın masüstünde kısayollar için kullandığınız ikonları kendiniz dizayn etmek istermisiniz? Hayır mı? Siz yine de buyrun belki de galeriden zevkinize uygun bir dizayn bulabilirsiniz. Benim deneme için yaptığım ikon'u sakın ciddiye almayın.

 Damak tadınıza uygun kahveler


Audioactive StreamPlay v1.3 [950k] W9x/2k FREE
http://www.audioactive.com/download/dnl_ovw.html
İnternetten radyo dinlerken zaman zaman kesintiler yaşayıp, tüh be dediğiniz olmuştur mutlaka. Bu program önyüklemeyi hıza göre ayarladığından ideale yakın kesintisiz dinlemenize olanak sağlıyor. Streaming MP3 dinleyicilerinin ellerinin altında olması gereken bir çalıcı. XP ile uyumlu olmadığına dair bir uyarı yok. Büyük ihtimalle onda da çalışıyordur. Aynı sayfada Audioactive'in Winamp'e alternatif MP3 çalıcısını ve de bazı araçları bulacaksınız. Kesintisiz gümbür gümbür dinlemeler.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030218.asp
ISSN: 1303-8923
18 Şubat 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com