|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 204 |
19 Şubat 2003 - Krediniz tükendi farkında mısınız? |
Merhabalar,
Bir pazarlıktır gidiyor. Bir gün önceki gelişmeler barış yanlısı, savaşa karşı bir tavır gibi görünürken, dün Tayyip Bey'in konuşması gerçek niyetlerini ortaya koydu. Sanki pazarda domates alıyoruz. "Hop seçmece yok abla." "Yok canım, hem pahalı satıyorsun hemde elletmiyorsun, almam senden valla." "Almazsan alma ya, alacak adam mı kalmadı." Ey sayın büyüklerim, yaptığınız savaş pazarlığı farkında mısınız? Yardımı taahhüt et, borçları sil gel seni bağrıma basayım diyorsunuz, aklınız başınızdamı? Barışı, huzuru, canları üç otuz paraya satmaya hazırsınız, ne halt yediğinizi biliyor musunuz? Bir aymazlıktır gidiyor. Hükümete geldiklerinde kucaklarında sakallı bebekler bulmuşlar. Bak bak bak. Yönetime talip olurken aklınız nerdeydi? Isınan Irak'tan başka hangi sürprizle karşılaştınız ki, o sorun bebeklerin birden sakalları çıktı. 3 ayda yaptıklarınız ortada. Bol keseden attığınız vaatlerin hiçbirini yerine getiremediniz. Ucuzlatacağım dediğiniz mazota 11. zam geldi, çıkacak dediğiniz ihale yasası bir sonraki bahara kaldı. Yasa bahara kaldı ama İstanbul'un göbeğinde onlarca okul 2. yarıya yanmayan kaloriferlerle girdi.
Yoğun Irak gündemi arasında kaynayan bu haber, bana kalırsa medeniyetin neresinde olduğumuzu göstermesi açısından en az Irak sorunu kadar önemlidir. Ateş düştüğü yeri yakar. O buz gibi okullara çocuklarını yollamak zorunda kalan anababalara bir sorun isterseniz. Durumu şöyle bir analiz edelim varmısınız. Devlet büyükleri çıkartamadıkları ihale yasası nedeniyle okullara fuel oil alacak ödeneği yollayamıyor, o okulların müdürleri de el elde oturup devletin yakıt göndermesini bekliyor. Bu denli vurdumduymazlık tam bize göre işte. 15 günlük tatil süresince bir çözüm bulamayan Sayın Mumcu, aldığı tepkiler yüzünden okullara açıktan 6şar milyarı çocuklar 3 gün donduktan sonra yolluyor. O okulların müdürleri de zafer kazanmış gibi gerine gerine dolaşıyor. Var mı böyle birşey yahu? Senin görevin okulun hayati sorunlarına çözüm bulmak değil mi? 15 gündür naptın diye sormazlar mı adama? Kimse bana müdürlerin elinden birşey gelmez, onlar da birer mağdur zaten, hepsinin derdi başından aşmış demesin. Hangimizin hayatı günlük güneşlik ki onların olsun. Ama onların gerçekten çok asil bir görevi var. O çocukları medeni bir ortamda eğitmek. Bu görevi yapmaktan acizsen orda ne işin var senin? Ha diyeceksiniz ki napsın adamcağız? Napsın olur mu, yapacak çok şey var. Sormalı kendilerine, acaba bir tanesi daha önce yakıt aldıkları yere başvurup, durumu izah ettiler mi? Nasılsa parasını bir şekilde alacakları yakıtı okula önceden göndermelerini istedi mi? Bir tanesi medyaya derdini anlattı mı? Bu sinmişliği, bu basiretsizliği anlamak mümkün değil, kusura bakmayın.
Günah terazisinde Mumcu ve onun ait olduğu hükümetin beceriksizliği tabiki ağır basıyor ama hiçbir neden o çocuklardan sorumlu yöneticilerin günahını azaltmıyor. 20 sene tarih öğretmiş öğretmenden müdür yaparsan olacağı budur. Okulları profesyonel yöneticilere teslim edip, adam gibi denetleyip, hesabını sormayı artık düşünmenin zamanı geldi de geçiyor. En dandik özel okulun bile, en azından makyaj olarak hoş görünmesinin altında yatan gerçek bu. Herşeyi devletten beklemek yerine görevini yapmak için haklı her yolu deneyebilecek yöneticiler sayesinde çocuklarımız sıcak sınıflarda eğitilip, hijyenik tuvaletlere kavuşabilirler. Herşey parayla satın alınmıyor, birazda insani duyarlılık gerekiyor.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Marmaris'ten Lüferci Kahveci: Osman Günay SAVAŞ |
|
Şu savaş meselesini oldum olası anlamamışımdır... Ya bende bir eksiklik var, ya da bu savaş meraklılarının aklında bir fazlalık.. Yine de konu "insan" dan kaynaklanıyor, ben de "insan" yanıma laf söyletmem, bizde mi bir gariplik var bilmiyorum !! Savaş tarihi insanlık kadar eski galiba.. İlk çağlardan beri insanlar konuşarak anlaşmak yerine, fikirlerini beyan etme konusunu hep getirip getirip savaşa bağlamışlar.. Sonunda da, "Hadi savaşalım yau(!), bizim askerler sizinkileri döver, ondan sonra da vergileri salar, savaş ganimetlerini toplar, herşeyi yapmağa hakkımız olduğuna karar verir, canımız ne çekerse empoze ederiz" muhabbeti çağlardır sürüp gitmekte "mavi gezegen" de..
Çoğunuz, hatta hepiniz gibi ben de Emin Oktay bey in tarih kitabını okudum lisedeyken, tarihi bilgilerimiz "Emin Bey saptamaları" ile kısıtlıdır bizlerin, araştırmayanın "cahil" olduğunu kabullenmesi gerek. Dersini iyi çalışmış olanlar bile neyin neden-nasıl olduğunu anlamak-bilmek yerine, tuhaf ve uzun antlaşma maddelerini ezberlemekten başka bir şey yapamamışlardır.. Bunda çoğunun vadesi dolmuş, Ramses, Hamur-ağbi(!) gibi isimler takılmış, umursamaz tarih öğretmenlerinin de payı var elbette.. ( Hakkını yemeyelim diğer tarih öğretmenlerinin ama, ben kendi payıma hiç zevkle bir tarih dersi dinlemedim, şansızlığımdan belki !!)..
Kaba kuvvetin dünyamıza egemen olduğu şüphe götürmez, kabul edilmesi zor da olsa kaçınılmaz bir gerçek galiba... Ama eskiye daha geniş bir açıdan baktığımızda savaşarak alınan topraklar, insan kanıyla, acı ve üzüntüyle, ölüm ve namussuzlukla besleniyor; sonra da bir başka çağda tekrar savaşarak, yine aynı acılar ve umutsuzluklarla geri veriliyor.. Bu arada ölen-kalan, sakatlanan, savaşın acılarını çekenler de savaşa karar verme konusunda hiç bir yaptırımı olmayan, sadece o ara asker oldukları için "Haydi yiğitler, ilerii!!" komutunun dolduruşuna gelen askerlerle sade vatandaşlar oluyor maalesef...
Demin dedik ya insanların içinde var galiba bu diye.. Aklıma gelen bir hikayeyi anlatayım.. Ben dört aylık kısa dönem askerlik yaptım. Bir de ilk kısa dönem tertiplerdeniz ya; kimse bunların ne mene asker olduklarını bilememiş, nöbet mi tutsun, nasıl davranılsın, "New Asker" gibi yeni bir kural ve davranış mı geliştirilsin karar verememişler.. Etrafta da yaş ortalaması otuz civarı, bir sürü öğretmen, savcı, hakim, iktisatçı ıvır-zıvır bir sürü tip var.. Ben fazla kafayı yormadığım için, "Sayılı gün, geçer, bakalım etrafta neler oluyor ??" şeklinde "Aslan Asker Şvayk" gibi onla bunla kafa yapıyor, karavanaya dalıyor, masuscuktan(!) kurşun asker gibi takılıyorum.. Neyse bize de bu arada rap-rap yürüme, durma, yatma-kalkma, tüfek nasıl tutulur, yemek nasıl yenir, kim kimdir, nasıl traş olunur, hangi pozisyonda çiş yapılır gibi derin konularda bilgi ve tecrübe pompalanıyor.. Bir gün eğitim alanı denilen toz ve toprak deryası bölümde "Süngü Savaşı" dersi var..( "Ne işe yarayacak, ne süngüsü ?" gibi sorular sormayın, askeri bölgedeyiz, emir altındayız, bilirsiniz "Emir, demiri keser!!" ).. Herkes, birinci dünya savaşından kalma tüfeklerin ucunda süngü benzeri bir zımbırtı, başımızdaki eğitici çavuşun tarif ettiği gibi, savaş nağralı "saldırma-delme-gebertme" hareketleri yapıyoruz.. Oyun da basit, herkesin bir eşi var, önce biriniz sonra diğeriniz karşısındakini hacamat ediyor.. Ben ve karşımdaki işin dalgasındayız, hatta bazen basketbolcu "fake" leri atıyor, nağraları karateci edasıyla, ölümleri de Alain Delon abinin film sonu debelenmeleri gibi yaparak eğlenip idare ediyoruz..Birden gözüm etrafa ilişti. Millet nasıl ciddiye almış, sanki karşısındaki düşman, öyle bir naralanarak saldırıyorlar, öyle canı gönülden adamları süngüleyip cortlatıyorlar ki; biz işi gücü bırakıp katliamı seyretmeğe başladık.. Etrafımdakilerin asker kıyafetinde ve eğitim yaparken bile olsa bir insan vücuduna saldırı ve öldürme amaçlı bir işi, bu kadar içten yapmaları beni hem şaşırtmış, hem düşündürmüştü, korkuttuğunu da itiraf edeyim bu arada... Eh, ne olacak.. Amatör süngücüler simdi de savaş şarkıları söylüyor, "Musul-Kerkük", "Baba, Amerika zaten kafayı takmış Saddam a, biz de yerimizi alalım, mecburuz zaten, belki bir avanta çıkar!!", ya da "İkinci dünya savaşına girmedik te ne oldu, bak Almanya ya!!", "Şu kadar milyar dolar, bu kadar kredi, o kadar köfte !!" gibi anlaşılmaz fikirler üretiyorlar..
Tüm bu olan bitene, geçip gidene karşın bana kimse savaşın gerekliliği, silahın üstünlüğü, korunma, ulusun milletin güvenliği gibi konularda bilgiçlik taslamasın.. Savunma harcamaları senelerdir Milli Eğitim harcamalarından fazla olan milletin ne olduğunu hep beraber gördünüz.. Daha görecekleriniz de ayrı...
Zaten mesele insanlarımızın yaklaşımındadır.. Hepiniz şahit olmuşsunuzdur, sokakta anlaşamayan iki kişinin arasındaki başvurulan ilk yaklaşım "donk!" diye çakılmış bir kafa, sonradan "tutmayın layn, n'aaparım adamı ben!!" şeklinde feveranlardır.. Karakolları meşgul eden böyle sokak kavgası, ince ayar savaşların sayısını bilmem ama pek az olmadığı aşikar.. Bu gibi tipler için savaşa ne gerek var, zaten durmadan savaşıyor, itişip kakışıyorlar...
Mavrayı bırakalım, savaşla bir şey çözülmez, hiç çözülenini gördünüz mü?? Çözüldü sandıklarınız da başınızda hala emin olun.. Hepimiz, hepiniz için geçerlidir, insan tarafınızla, tüm dünya için savaşa karşı çıkın.. Tüm savaşlara; ne Irak ta, ne Afganistan , ne Kıbrıs ta, ne Afrika dakilere, ne Orta Amerika dakilere, ne kimyasal, ne nükleer, ne de ekonomik.. Hepsi dünyayı bitirmeğe, üç tane şerefsiz(!) silah satıcısının, beş tane komisyoncunun, cunta generallerinin, insan simsarlarının paralarına para katmasına yönelik sadece..
Tatsız yazılar yüzünden editörden fırça yemeden kapatıyorum, ne yapalım ki; "Durum budur, aklımıza takılan da "o" dur".....
Savaşsız mutlu günler dilerim...
Osman Günay
osmangunay@superonline.com
|
Bir Köy Düğünü
Daha önceki yazılarımda köyümüzden bahsetmiştim. Üniversite çağlarındayken, babannemin buraya yerleşmesi üzerine her fırsatta köye gitmeye başlamıştık. Bu gidişlerde köyün insanlarıyla, babaannemin eski tanıdıklarıyla görüşüyor, birlikte vakit geçiriyorduk. Bir müddet sonra köyün otobüsüne bindiğimizde herkesle selamlaşır, hal hatır sorar olmuştuk.
Yine bir yaz köyde babaannemin yanındayken bir düğüne çağrıldık. Öyle davetiye falan gelmedi. Düğün sahiplerinden biri eve bir şeker bıraktı. Bu, düğüne çağrılı olduğumuz anlamına geliyordu. Evde yoksanız bile kapının önünde bulduğunuz şeker davetli olduğunuzu söylüyordu size. Kim evleniyor, düğün nerede, saat kaçta gibi sorular o kadar gereksizdi ki; herkes biliyordu kimin evleneceğini, düğünün ilkokulun bahçesinde yapılacağını, erkeklerin gitmeyeceğini, ne giyinileceğini falan...
Yengemizin benimle yaşıt olan kızıyla birlikte gittim düğüne. İlkokul 1927 yılında yapılmış tek katlı, büyükçe, tam ortadaki ana kapıya sağdan ve soldan çıkılabilen, merdiveni olan bir bina. Bu ana kapının önünde kocaman bir bahçe var. Bahçenin bir köşesinde çeşmeler yer alıyor. Bizim orda su bol ya çeşmelerde musluk bile yok, hep akıyor..
İşte bu bahçenin etrafına, ortada oyun alanı bırakılarak, köyün kahvelerinden toplanan tahta iskemleler dizilmiş. Üzerinde ampuller dizili teller bahçeyi çeviriyor. Merkez merdivenin önü. Müzik ekibi oraya yerleşmiş. Ekibin şefi elindeki tefle arkadaşlarını idare eden orta yaşın üstünde bir teyze. İki adam da bir şeyler çalıyor ama ne olduğunu tam göremedim. Düğüne katılanlar sadece kadın olduğu için bu iki erkek merdivenlerin bir kaç basamak yukarısında ve davetlilere arkaları dönük oturuyorlar. Biri üflemeli, diğeri telli bir saz çalıyor. Şef teyze şarkıya tefiyle başlayınca, hangi şarkı olduğunu anlayıp hemen katılıyorlar müziğe. Bu akşamki düğünün ardından ertesi gün, belediye salonunda nikah kıyılacak ve işlem bitmiş olacak. Gelin nişan tuvaleti gibi süslü bir elbise giymiş. Başında ertesi gün giyeceği gelinliğin duvağı var. Hep böyle olurmuş. Renkli elbisenin üstünde beyaz duvak bir tek bana garip görünüyor.
Şef teyzenin önünde para atılan bir tas var. Gelin hiç oturmuyor, hep ortada oynamaya hazır. Gelinle oynamak isteyenler şef teyzenin kabına bozuk para atıp istedikleri şarkının adını söylüyorlar. Teyze hemen başlıyor: "Kara kaşlı yar, söyle derdini, ne bileydim ben senin cama geldiğini, camdan baktığını..." Para atan istediği şarkı başlayınca gelinin karşısına geçiyor ve onunla oynamaya başlıyor. Bu oyun iki üç dakika sürüyor, bir başkası para atıyor onun şarkısı başlıyor. Oynamakta olan yerine geçiyor yenisi geliyor. Zavallı gelin hiç oturmadan karşısına kim gelirse onunla oynuyor. Para atıldığında bir kaç kişi de aynı anda gelinin karşısına geçebiliyor. Örneğin gelinin birden fazla eltisi veya görümcesi varsa, bunlar ayrı ayrı değil birlikte oyuna kalkıyordu. Şef teyze yanık bir sesle, sözleri biraz es geçip daha çok sesiyle müzik yaparak söylüyordu şarkıları.
Oyuna kalkanlar gayet sakin ve kibar oynuyorlardı. Hani İbrahim Tatlıses'in konserinde sahneye atlayan, değme dansözlere taş çıkaranlar var ya, asla onlar gibi değil. Yavaş ve nazik hareketlerle oynuyordu hepsi.
Yengenin kızı bana devamlı bilgi veriyor: "Bak şu oynayan gelinin görümcesi, o da gecen ay evlendi." Söylemese de bunu anlamak hiç zor değil. Çünkü bir aylık gelinin, ne kadar takısı varsa hepsini takmış. Pür makyaj yapmış, elbisesi pek özenli ve süzülüyor. Farketmemek mümkün değil. Zaten davetliler arasında tüm yeni gelinler hemen farkediliyor. Bazılarının boynunda çok güzel takılar gördüm. Sanki Topkapı Sarayı'ndan alınmış, çiçek dalları şeklinde bir omuzdan diğerine tüm gerdanı kaplayan nefis gerdanlıklar. Meğer bunlar nineden anneye, anneden kıza geçen gerçekten eski, taşları elmas, değerli takılarmış. Ama bu yeni gelinler bu gerdanlıkların üstüne başka neleri varsa onları da takıp takıştırmışlar ne yazık ki...
Derken orta yaşlı bir kadın çıktı ortaya. Zeybek müziğine çok benzer bir müzik başladı. Kadın ellerini yavaşça kaldırıyor indiriyor, adımlarını çok hesaplı atıyor, arada diz büküyor, dönüyor nefis oynuyor. Yani anlatılamaz, seyretmek gerek. Bu, "Harmandağlı" denen bir oyunmuş. Düğünün devamında da bu oyunu oynayanlar oldu. Genç yaşlı hepsi biliyor.
Sonradan yenge kızıyla çalıştım ama ben beceremedim bir türlü. Eller havaya kalkarken dönüş hareketi başlamalı, o anda ayaklar hafif diz bükerek iki adım öne çıkmalı gibi bir sürü ayrıntı var.
Böyle oyunlar kurallarını öğrenerek oynanmıyor. Müziğin sesiyle hareket edebilmek ve o toprağın insanı olmak gerekiyor bunu öğrendim. Ben beceremedim yani..
Bir kaç yıl sonra Havran'da bir sokak düğününe, köyde de bir sünnet düğününe gittim. İkisi de çok eğlenceliydi, bir dahaki sefere onları anlatacağım.
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Gül Baba |
|
Selamlar tekrar. Uzun bir tatil bitti ve hepimiz döndük geriye.. Özlemişim bizim molayı.. Alandan geleli hepsi hepsi dört beş saat oldu, ve oturup makinenin başına bir tatil dönüşü, gezi yazısı yazmaya karar verdim.
Gördüğünüz gibi, sizler için hiçbir özveriden kaçınmıyorum, sizlere anlatırım belki diyip, taa uzaklara, Macaristan'a gittim bu tatilde. Gezi yazısı yazmaktan pek anlamam, bu nedenle bölük pörçük birşeyer anlatacağım sizlere, Budapeşte ile ilgili.
Efendim, herşeyden önce şunu söylemem lazım, Budapeşte sokaklarını arşınlamaya başladığım ilk dakikalarda, neden bizim avrupalı olmadığımızı, ve neden bazı ülkelerin adeta doğuştan Avrupa'lı olduklarını bir kez daha düşündüm. Budapeşte güzel yermiş, ama bana sorarsanız bildiğimiz Roma, Milano, Paris ya da başka bir Avrupa şehrinden neredeyse hiç farkı yok. Yani birisinin gözlerini bağlasanız ve Budapeşte'de açsanız, sonra sorsanız 'burası neresi?' diye.. yanılması ihtimali yüksektir sanırım. Ben artık Avrupa şehirlerini ve gezilerini pek sevmiyorum. Tanıyıp anladığım bir kültür olarak görüyorum ve bana yeni bir şey söylemiyor Avrupa artık. Neyse, asıl demek istediğim bu değil. Avrupalı olmak konusunda, mimari, estetik, medeniyet ve benzeri konularda, ne yazık ki, çok başka yerlerde olduğumuzu bir kez daha duyumsadım. O beğenmediğimiz demir perde ülkelerinden birindeki şehirleşme ve mimari kalite karşısında ezilmedim desem yalan olur. Kendi kültürümüzü de seviyorum ben. Ama Avrupalı'yız ya da Avrupalı olucaz demeyi, bağışlayın beni, pek kabullenemiyorum.. Onlar başka, biz başka diye düşünüyorum.. Biz neden Avrupalı değiliz diye soracak olursak, çok basit, gidip bu yeni batı bloğu ülkesi adayına, üçbeş caddeye bakmak yeterli.. Ne sokaktaki insanları, ne yaşayış biçimleri, ne çevreleri ve ne de çevreyle ilişkileri...bizim tarzımız ve yapımızla ilgisi yok.. Dedim ya, onlar başka, biz başka... Herkes olduğu gibi kalsın derim ben..
Bizim çok zamanımızı çalmışlar, inanılmaz kandırmışlar bizleri.. Gerçekten çapsız ve ufuksuz bir sürü yöneticinin elinde oyuncak olmuş talihimiz, geleceğimiz. 1990 larda, komünist sistem çöktüğünde, Macaristan parası Frotin ile bizim paramız birbirine eşitmiş.. Bugün ise, yani topu topu 10-15 yıl içinde ne yazık ki, paramız 7000'de bir değere düşmüş, rezil, paçavra olmuş.. Ve bizler ilerliyoruz masallarıyla uyutulmuşuz bunca zamandır, ne acı..
Ülkemize yılda 10-12 milyon turist geliyor. Ve bu işten bizim için hayati önemi olan bir 10 milyar dolar gelir sağlıyoruz. Nüfusu iki milyonu bulmayan bu küçük Avrupa şehrine yılda kaç turist geliyor dersiniz? 22 milyon.. Ve yılda bu işten 20 milyar dolar dolayında bir gelir elde ediyorlar...
Elimizde Istanbul gibi bir derya var, bir dünya hazinesi.. Halimize bakın.. Akdeniz ve Ege kıyıları.. Koca bir ülke, eşsiz antik kalıntılar.. ve daha neler neler... Hiç unutmam, bir arkadaşımın katolik İngiliz karısını 20 yıl kadar önce, Meryem Ana evine götürmüştük Selçuk'ta.. Geziyi tamamladıktan sonra bu Galli ingiliz kızı bana dönmüş ve 'Benim şu anda gördüklerimi görmek için annem sağ kolunu verirdi!' demişti.. Ben bir Afrodisias'ı, bir Efes'i, bir Milet, Bergama, Didim, Prien, Telmessos, Termessos'u ne bileyim elimizdeki galiba beş tane olacak hristiyanlığın ilk kiliselerini düşündüğüm zaman.. demek ki diyorum, bizde Turizm bakanı da olmamış hiç! Ya da bu bakanın hiçbir ikna yeteneği, hiçbir vizyonu, dünya görüşü yokmuş ki, bu olanaklarımızı hiç mi hiç değerlendirememişiz neredeyse..
Kahramanlar meydanı diye bir meydan var Budapeşte'de.. Bronz heykeller görülmeye değer. Bu kalitede iş, az gördüm. Aynı meydana bakan devasa bir müze var.. Kendimi şanslı sayıyorum bu müzeyi görmüş olmaktan dolayı. Sanırım yirmi yıl kadar önceydi, Vatikan'a ilk gidişimde tüm çocukluğum boyunca neredeyse ezberlemiş olduğum Leonardo ve Michelange resimlerini ilk kez gördüğümde hayretlere düşmüştüm. Benim yağlıboya tablolar olarak düşündüğüm resimler, meğer dev boyutlarda ve kilisenin duvar ve tavanlarındaymış.. Hem çok şaşırmış, hem de çok etkilenmiştim.. Burada da benzer bir durum yaşadım. Utrillo, Cezanne, El Greco, Matisse, Pisarro, Gaugin, ve daha adını hatırlamadağım ve bilmediğim yüzlerce ressamın insanı gerçekten, abartmadan söylüyorum, hayran bırakan muhteşem işleri, insan zevki ve sanatının en zirvelerini oluşturan olağanüstü kalitedeki eserleri, yüzlercesi, binlercesi, nereden ve nasıl toplanmışsa toplanmış, o alamet gibi binanın dev odalarında yan yana, üst üste adeta yığılmış durumdaydı.. Her birisi sanat tarihi kitaplarında yer alan, dünya sanat birikiminin yapı taşları, tanesi on milyonlarca dolarla ifade edilebilen ve aslında paha bile biçilemeyecek tabloları.. Çocukluğumun, gençliğimin gizemli tadlarına götürdüler beni.. Roma ya da Floransa'da olacaktı, ünlü Musa heykeli, hani dünyanın yedi harikasından biri olarak tanımlanan heykel. Kimindi bilemedim şimdi.. (Rodin olabilir mi?) Bu heykeli de ilk gördüğümde, karşısına çivilenip kalmıştım.. hatırlıyorum.. Yanında uzun bir süre kaldım.. oyalandım.. inceledim.. Budapeşte'deki bu müzede ise neredeyse birkaç on tane Rodin heykeli daha pek çok usta işi heykelle birlikte sergilenmekteydi. Ve bu fakir kulunuz, onların hepsine dokundu!.. Ellerimi gezdirdim üzerlerinde.. Nazım'ın dediği gibi, 'Nazım okşar gemiyi, yanar elleri..' Kitaplardan bildiğim heykeller önümde sessizce dikiliyorlardı.. Ve ben kendimi nasıl mutlu, şanslı ve bahtiyar hissettim.. anlatamam..
Biliyorsunuz, Osmanlı'nın en parlak zamanlarında Türk toprağı olarak anılmış topraklardan olan bu memlekete Kanuni bir derviş yollamış, ihtimal kefereleri müslümanlaştırmak ve biraz sevap kazanmak için.. Gül baba.. Bu muhterem orada çok sevilmiş. Asıl adı başka bir şey, ama benim gibi acemi bir gezi yazıcısı, bunu not etmeyi unutmuşum. Macarlar çok sevmişler Gül baba'yı, bir türbesi var Gül baba'nın, Budapeşte'nin tepelerinde.. Gidip kendisini de ziyaret ettik.. Bronz heykeli ile karşılıyor ziyaretcileri.. Gayet hümanist bir heykel bence.. Küçük boylu, sakin bir adam.. Abartısız..
Budapeşte'nin gerisi, muhteşem Macar şarapları ve fena sayılmayacak Macar yemekleri.. (Ama daha çok şaraplar... Yolunuz düşecek olursa Egri Bikaver, bundan şaşmayın derim.. Boğa Kanı demekmiş.. ve bu işten anladığı söylenebilecek bir degustatör olarak söylüyorum, dünya üzerinde biraz da reklam etkisiyle hakettiği yerden yukarılarda olan birçok marka şarabı düşününce, Egri Bikaver'e bir altın madalya ayırmamak haksızlık olur..Şüphesiz birçok altın maddalya almış olan bu şarap, batıdan hakettiği ilgiyi görmüyor.. Ama bir kenara not edin derim, ısrarla.. ) Taşıyabileceğim kadar aldım, eve gelir gelmez hemen iki şişe açıp yine oralardan taşımak zahmetine katlandığım Macar Salamları ve peynirleri eşliğinde tadını çıkarttım az önce.. Ve eşime şöyle dedim.. 'Eh, artık savaş çıksa da sorunumuz yok.. Macaristan'a gittik, yeterince şarap, salam ve peynir stoğumuz var.. Hatta havyar bile aldık! Hiç sıkıntı çekmeyeceğiz demek ki!!!'
Ahh Marie Antuanet.. mezarında bana lanet okuyorsun, eminim....
aaltan@superonline.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Ben yıldızlarla apartmanlar arasında ne tür bir bağlantı olabileceği üzerine akıl yürütürken genç adam düşüncelerimi okumuşcasına müdahele ederek beni yanlış yerlerde yanlış şeyler aramaktan kurtardı: "Ne yaptığın değil, onu neden ve nasıl yaptığını düşünmen için bunları gösterdik sana!" dedi…
"Burada sizin durmaksızın tekrar ettiğiniz şablon var!" diyerek ekledi genç kız…
.....
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_63.asp
Devamı var
|
Heard on the street
Köşede bir kadın şaşırdı, yolunu kaybetmiş, etrafa bakındı. Yanından yürürken bakışlarımı ona çevirdim ama yüzüğünüz yoksa yardımcı olayım demedim. Kendine gülümsedi, mavi, keten mini elbiseli, güneş gözlüklü kadın. Feribot gişesindeki memur, "öğrenci var mı" diye sordu, ben tek bilet istedikten sonra. İskeleden dönerken bir kadın yanımdan geçti: tek omuz bluzlu, şişmanım ama evlenmek istiyorum mini etekli. Olmazsa eğlenmeye de razı gibiydi. Ne oldu diye soran işportacıyı "şimdi açmışlar beynini ameliyat ediyorlar" diye yanıtladı tezgahının önünde duralayan, işportacı kılıklı bir adam. Cevap verdi işportacı, o telefondan artık hayır gelmez. Nakit indirimi %15 deyince güneş kremi için, ben en iyisi para alıp geleyim dedim. "Yakın mı yeriniz" diye sordu türbanlı kasiyer kız. "Evet" dedim, bankamatikten para çektim. Bir adam yanında yürüyen kadına "bir sorun var" dedi. Az sonra "Sen yok musun sen" geçti, aklımdan.
Kadınlar, kadınlıklarını ve kendilerini sırayla keşfediyorlar, ne kadar birbirini etkilese de bu ikisi, aynı andalık sadece fizik kitaplarında.
Mehmet Kurtkaya
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.111 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
GÖKOVA KESİŞMESİ
"Bu yıl sert geçti kış"
diyor, bir omzu ötekinden
düşük; yüzünde üç günlük
sakal
botları çamurlu;
tarladan geliyor olsa gerek
kucağında bir tomar ıspanak...
"Ta şuraya kadar indi
kar"...
Dağın yumuşamaya başlayan
Yamacını mı işaret etmek istiyor
bakışları
evlerin başladığı noktayı
yeterince belli
değil gözünün kesimi...
Birden dönüp yana
dalıyor boş bir arsaya.
Önce adamın ardından
bakıyoruz Zehra'yla
sonra da dağa
o silinip gitmiş kar çizgisine...
Bir bulut ağlıyor
çıkıp damların arasından
göğe.
Güven TURAN
<#><#><#><#><#><#><#>
GAİA
Aynı umursamazlıkla bakıyorlar
soru da aynı-
Hangi mevsimi seversin
Güzü mü ilkyazı mı
Parkı bile kalmamış kentte
kavaklar da eksiliyor
yılda yıla
tanımıyor kimse köknarları
Vakit yok ki doruklarda
kardelen yoklamaya kalkışsan
kentte ağıt ne söylesem sana
nereye baksam aynı beton sakrofaj
Bir aşk öğle sonrası ardından
çıktığımızda sokağa
soluk alır gördüm
adı belirsiz bir yeşili asfaltın kıyısında.
Güven TURAN
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun NESKAFELİ ISLAK KEK |
|
İşte, mikrodalgada için bir kek daha... Teflon gibi metal bir kalıp kullanamayacağımızı, cam ya da porselen bir kalıba ihtiyacımız olduğunu yine hatırlatalım...
125 g margarin (oda sıcaklığında, küçük parçalara ayrılmış)
2/3 su bardağı toz şeker
2 yumurta
1 buçuk su bardağı un
¼ su bardağı kakao
¾ su bardağı süt
1 paket kabartma tozu
Margarini ve şekeri mikser ile iyice karıştırın. Yumurtayı ve sütü ekleyin. Başka bir kapta karıştırdığınız un, kakao ve kabartma tozu karışımını da ekleyerek iyice çırpın. Elde ettiğiniz hamuru hafifçe yağlanmış kalıba boşaltın ve HIGH konumda yaklaşık 8 dakika pişirin. (Kullandığınız kalıbın derinliği ya da genişliği pişirme zamanı açısından önemli. Bu yüzden ara sıra kontrol etmekte yarar var.)
KEKİ ISLATMAK İÇİN...
¾ su bardağı toz şeker
¾ su bardağı sıcak su
1 buçuk yemek kaşığı kahve likörü
1 buçuk yemek kaşığı toz neskafe
Bütün malzemeyi mikrodalgada kullanabileceğiniz bir kapta mikser ile çırpın. Şeker ve neskafe erisin. Yaklaşık 3 dakika HIGH konumda pişirin.
Sosun soğumasını beklemeden kekinizin üzerine eşit olarak dökün. Bir süre kalıpta beklettikten sonra ters çevirerek servis tabağına alın.
Süslemek mi?.. O sizin işiniz...
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
SPERM TESTİ
Bir gün 75 yaşında bir ihtiyar sperm testi yaptırmak için doktora gider. Doktor
adama bir kavanoz verir ve:
- "Bunu doldurup yarın bana getirin" der...
Ertesi gün ihtiyar kavanozu getirip doktora verir. Doktor kavanoza bakar ve
boş olduğunu görür ve sebebini sorar. İhtiyar anlatmaya başlar:
- "Doktor bey, dün gece sağ elimle denedim olmadı, sol elimle denedim gene olmadı.
Karımı çağırdım, o da sağ ve sol elleriyle denedi, ağzıyla denedi önce dişini çıkararak
sonra dişini takarak denedi gene olmadı. Baktık olacak gibi değil komşunun karısını
çağırdık o da iki eliyle ve ağzıyla denedi gene olmadı, deyince doktor kendini tutamamış:
- "Naaptınız, komşunun karısını da mı çağırdınız" diye sormuş.
İhtiyar yanıtlamış:
- "Napalım, açamadık şu lanet kavanozu bir türlü."
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://satranc.tr.net/kurallar2.html#m1
Yıllardır satranç oynamayan ben, dört buçuk yaşındaki oğluma öğretmek için kuralları yeniden ararken bulduğum sayfaları sizlerle paylaşıyorum. Hazırlıyanların ellerine sağlık.
http://w1.910.telia.com/~u91024173/examples/megaball/load.swf
Buyrun sizlere eğlencelik bir oyun daha... Kuralları anlatmama gerek yok sanırım. Levhayı mouse ile kumanda edip top'a yön veriyorsunuz.
http://www.gazmaskesi.net/index.htm
Son günlerde yoğunlaşan nükleer savaş tehdidine karşı bir çok ülke kendi vatandaşları için gaz maskesi dağıtıyor. Bizde ise her koyun kendi bacağından asılır mantığı gündeme daha hakim durumda. Buyrun size self servis bir korunma imkanı.
http://www.bilyap.com.tr/magazin/mag3/index.php
Bulunduğunuz ortamlara akvaryum huzuru getirmek isterseniz, size yol gösterecek bir kaynak sunuyorum. ...Akvaryum gün geçtikçe güzelleşti. Bitkiler iyi bir biyolojik filtrasyonun yanında hergün az miktarda eklenen sıvı gübrenin de yardımıyla gürleştikçe gürleşti. Akvaryum yüzeyini kaplayan Lemna minorler eğer seyretilmezse ışığın tabana ulaşmasına engel oluyorlardı...
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Sheilsoft CDView v2.0 [847k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105895
Çok hoş bir araç. İçinde resim olan bir CD yi açtığınızda program tüm resimlerin bir örneğini önünüze seriyor. dilediklerinize hızla ulaşıyorsunuz. Dilerseniz size güzel bir slide show da hazırlıyor. Nerde ne varmış diye aramadan zahmetsizce resimleri izlemek için kullanabilirsiniz.
|
|
|