|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 207 |
24 Şubat 2003 - Biri iktidara "Uzan"ıyor... |
Merhabalar,
Sizi bilmem ama benim kafam allak bullak oldu. Tamam savaşa karşıyım, her uygun konumda bunu bağırmaktan geri durmuyorum. Anlamsız bir savaşta yitirilecek binlerce masum canın hesabını kimsenin veremeyeceğine inanıyorum. Buna sebep olanları dilim döndüğünce lanetliyorum. Amma... İşte bu amma var ya o beni rahat bırakmıyor. Bir kere ortada fiili bir durum var. Atı alan Bush Üsküdar'ı geçmek üzere, birrrr. Kuzey Irak'ta bitleri kanlanan başta KDP olmak üzere Kürt gruplar, oldu bittiye getirip bağımsız Kürt devletini resmen kurmak için fırsat kolluyor, ikiii. Aynı kendini bilmezler Amerika'dan aldıkları olası gazla memleketime tehditler savuruyor, üççç. Bizim tarihsel garantörlüğümüzde olan Türkmen'lerin Irak'ın geleceğinde yok sayılacağına dair ipuçları var, dörttt. Vatan savunmasından sonra en önemli ikinci husus olan "Ülke Güvenliği" nin bu derece belirsiz bir yola girişinden sonra, ülke çıkarlarını bir kenara koyup, barış uğruna taraf olmama çabası ne derece doğru acaba? Dedim ya kafam allak bullak. Yukarı, aşağı tükürmeye gerek yok, topyekün tükürük içindeyiz vesselam. Eğer bu zıkkım savaş her türlü karşı koymaya rağmen illa olacaksa ki öyle görünüyor, o zaman duygusallığı bırakıp, ülke çıkarlarını gözeterek hareket etmek gerekiyor galiba. 18 yıl pkk denilen sürüyle cebelleşip 30 bin cana, bir rivayete göre 150 milyar dolara malolan bir kavganın tamamen sindirildiği bir ortamda yeniden filiz vermesine seyirci kalmamız olabilirmi ki? Doğru olan, sonuna kadar barışı kovalarken, tedbiri elden bırakmadan doğru ata oynamayı bilmek gibi görünüyor. Bu fiili durumda da doğru at ne yazık ki ABD. Madem ABD, o halde balık tutmayı bekleyen alık olmak yerine, trolle balık avlayan gırgır kaptanı olmaya çalışmak gerekmiyor mu? Gördüğünüz gibi ne istediğimi ben de bilmiyorum işte, dedim ya kafam allak bullak.
Kendi içimizde, asıl olarak, yukarıda saydıklarımın hesabını yaparken, dışarıya karşı sadece para pazarlığı yapan bir garip üçüncü dünya ülkesi imajı vermemiz de işin trajikomik yanı. Kendimizi anlatamama hastalığımız, biraz da basiretsiz yönetimimiz yüzünden yeniden nüksetti. Amerika'da yaşayan dostlarımızdan edindiğim bilgiye göre, tüm Amerikan medyası, ağız birliği etmişcesine, yeşil pazarlığındaki Türkiye'den sitayişle(!?) bahsediyor. Bir Allahın kulu da çıkıp Türkiye'nin gerçek karın ağrısını anlatmaya yeltenmiyor. Eee adamlar alıştılar tabi kapılarında para için yatmamıza. Yalancı çoban misali, artık ne desek boş. Adımız çıktı birkere dokuza, ilelebet inmez sekize.
İktidar ve baş muhalefetimiz, ne yapacağını bilmez halde sağa sola koştururken, bir uyanık "UZAN"an el parsayı topluyor farkında mısınız? Çocuklarının Amerikan pasaportları ceplerinde, Amerika'ya ana avrat söverek, şehit analarının omuzlarına basarak iktidara doğru "UZAN"ıyor bu uyanık. Irak, Kıbrıs, ekonomi, vatan, millet, Sakarya derken bu iktidarın akibeti belli oldu bile. Bir dahaki seçimlerde "Dağ başını duman almış" diye diye bu uyanık iktidara "UZAN"acak. Aha tam şuraya yazıyorum işte.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku |
MAHALLE KIZININ NAMUS BEKÇİSİ
Adı Enrique. Belçikalı. En büyük puanı yakışıklılıktan alıyor. Yeşil mavi arası, derin derin bakan gözleri ve geniş omuzları var. Ama sadece yakışıklı değil, akıllı da. Ekonomi doktorasını yeni bitirmiş. Yüzüne hayran hayran bakarak, "Yaa kolay mı ekonomi doktorası" diye düşünüyorum. "Ben daha çek defterimdeki hesabı denk getiremiyorum, o koskoca ülkelerin bütçeleri, IMF, World Bank falan diye ahkam kesiyor."
Üstelik, Allah için, mizah yönü de var. Yani herhalde öyle. Anlatıp anlatıp yüksek sesle güldüğüne bakılırsa öyle olmalı. Aslında ben söylediklerinden pek de bir şey anlamıyorum. Kahkahalara boğularak kendi ülkesinde pek meşhur olan bir komedi dizisinden bahsediyor, fakat ya aksanından ya da esprilerin çok yerel olmasından olacak, anlattıklarında komik bir şey bulmakta zorlanıyorum. Yine de neşeli oluşunu takdir ediyorum doğrusu. Somurtup otursa daha mi iyi? Diğer misafirler de aralarında hararetli bir tartışmaya girmişler. Evsahibi olarak çok fazla bir çabaya girmeme gerek olmadığını görüp dikkatimi Enrique'e veriyorum.
Zoraki gülüyormuş gibi yapmaktan yorulan yüz kaslarımı getirdiği şaraptan bir yudum alarak gevşetmeye calışıyorum, iyi geliyor. Ne tuhaf bir seçim port. Sevdiğimi söylemiş olmalıyım, yoksa herkesin aklına gelmez. Olsun. Kendiliğinden seçtiyse zevklerimiz uyuştuğu için, ben seviyorum diye getirdiyse düşünceliliği dolayısıyla yeni bir puan alıyor. Böyle olmaz olası bir puan tutma huyum var ama bunun Enrique'e şimdilik pek zararı dokunmuyor. Şu soğuk Belçika komedisine olan düşkünlüğünü saymazsak henüz hanesine kötü bir puan yazılmadı.
Partinin atmosferi fonda Andrea Bocelli'nin söylediği popüler aryalar eşliğinde ne aşırı züppe, ne de avam, zararsız bir ortalamada seyrediyor. Enrique gözleri şarabın koyu kırmızısına takılı, Plaisir Damour'a eşlik ederken ansızın bana dönüyor, "Hadi bana biraz Türk muziği dinletsene, pek bir şey bilmiyorum Türk müziği hakkında" diyor.
"Pekala" diyorum, diğer misafirleri rahatsız etmemek için çalışma odasına gidiyoruz.
Masanın üzerindeki portatif müzik setinde Grup Gündoğarken'in bir CD si duruyor. Düğmeye basıyorum, yarım kalmış bir şarkı orta yerinden başlıyor.
Mahmur sabahlarına uyandık İstanbul'un
Sabah biz ve İstanbul çakırkeyif
İstanbul kelimesini hemen seçiyor şarkıda. "Ben iki kere gittim İstanbul'a," diyor.
Nefesimi tutup bekliyorum. Ne olur, ne olur, 'Topkapı, şiş kebap, rakı' deme şimdi. Yok, demiyor. "En çok vapurları, vapurlardaki satıcıları sevdim," diyor onun yerine, içim rahatlıyor.
Sersem aşıklardık, biz hep böyle olduk
İstanbul aşktı, İstanbul olduk
Bana belli belirsiz sokulup şarap kokulu yumuşacık bir sesle "Şarkı ne diyor, tercüme eder misin?" diye soruyor. Dikkat ve ilgiden dolayı kanaat notunu artırıyor, hanesine yine bir dolu iyi puan yazarak tercüme ediyorum. Son zamanlarda kimseye bu kadar bol keseden iyi puan verdiğimi hatırlamıyorum, hadi hayırlısı.
Ruhlarımız aylak hatta serseriydik
Mahalle kızının namus bekçileri
İşte bu noktada afallıyorum. Hadi bakalım, buyrun! Mahalle kızının namus bekçileri ha? Nasıl anlatılır bu? Anlatılabilir mi? Mümkün müdür tercümesi? Üşeniyorum anlatmaya, amatör kültür ateşeliğinin artık eskisi kadar ilginç gelmediğini farkediyorum.
Ta okyanuslarin ötesinden, boğazdan esen deli bir poyraz odayı dolduran şarap kokulu nemli buhar savurup dağıtıyor. Yeni yetmeliğimin hafif yelken paça pantalonları, dar gömlekleri, John Travolta ya da Orhan Gencebayvari saçlarıyla köşe başında toplanıp racon kesen hergele delikanlıları canlanıyor gözlerimin önünde. Kendimi durdurmaya çalışıyorum ama ne mümkün. Gülmeye başlıyorum, sözcükler elimde olmadan dökülüyor ağzımdan.
"Mahallede bir kız vardı," diye başlıyorum. "Bunlar da bir gurup delikanlı, mahalle delikanlısı."
"Hangi mahalle bu?"
"Bizim mahalle tabi, büyüdüğüm mahalle. Bu delikanlılar Fahriye Abla'ların karşısındaki evde otururlardı."
"Fahriye Abla da kim?"
"Bir komşumuz. Balkonu sarmaşıklarla örtük bir evde otururdu. Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede, bahçesinde akasyalar açardı baharla, ne şirin komşumuzdu Fahriye abla."
"Ne oldu sonra Fahriye Abla'ya?"
"Bilmem, gelin olup Erzincan'a gitti galiba. Neyse, bizim delikanlılara dönelim. Hergele takımından delikanlılardı bunlar. İkide bir içmeye, köşe başındaki meyhaneye giderlerdi."
Şaşkın şaşkın "Mahallede meyhane mi vardı sahi?" diye soruyor.
"Olmaz mı? İspanyol Meyhanesi vardı mahallede. Geceleri zayıf, incecik elli, kalın dudaklı, çirkin bir kadın çığlık çığlığa şarkılar söylerdi. Bunlar da kararmış masalarında bir şişe şarap, kafaları çekerlerdi."
"Okula giderler miydi?"
"Giderlerdi tabi," diye kahkahayı basıyorum. "Hababam sınıfında öğrenciydi hepsi. Münir Özkul vardı, böyle saçları dökük, patlak gözlü, ince, uzun. O müdürleriydi."
Gözlerimi Münir Özkul gibi patlatıp deviriyorum. Aklı iyice karışmış bakakalıyor.
"Bir de hademe hanım vardı, Adile Hanım. Çocukları çok severdi, çok da şeker gülerdi. Bak böyle." Adile Naşit gibi kih kih kih diye gülüyorum. "Ah, bir de beden eğitimi öğretmenleri vardı ki, evlere şenlik."
"Sen de mi o okula gittin?"
"Evet," diyorum. "Biz, hepimiz o okula gittik."
Düşünceli düşünceli "Hmmm," diyor. Hızımı alamadan devam ediyorum.
"Mahallede bir de kız vardı, bir elinde cımbız, bir elinde ayna, dünya umrunda bile değildi haspanın. Babası Süleyman Efendi'ye çok çektirdi, çok. Gerçi Süleyman Efendi dünyada hiç bir şeyden nasırından çektiği kadar çekmedi diye bilir mahalleli, ama kızı da az değildi doğrusu."
"Eeee, Süleyman Efendi'ye ne oldu?"
"Hiiç, ne olacak, yazık oldu."
Bir an öylece karşılıklı duruyoruz. Aklımın köşesindeki ışıklı skor panosu cızırtılar çıkararak sönüyor, müzik susuyor, puanlar sıfırlanıyor, oyun bitiyor. Benim yüreğim deniz aşırı coğrafyalara savrulu, onun aklı ise kimbilir nerelerde. Bir şey söyleyecek oluyor.
"Şşşşşt," diyorum. "Sus, konuşma."
Gözlerimi kapatıyorum.
"Ne yapıyorsun?"
"İstanbul'u dinliyorum."
Bir şey demeden, sssizce odadan çıkıyor. Enrique ile aşkımız böylece daha başlamadan, mahalle kızının namusu yüzünden bitiyor.
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu |
Duygular denizinde yolculuk...
Ruhumuz da, ona taktığım ismi ile 'Duygular Denizi', aynı okyanuslar gibi bence!! Okyanuslar nasıl içlerinde barındırdığı türlü çeşit canlılara hayat veriyor ise ruhumuzda, çeşit çeşit duyguyu barındırıyor, onları bir arada tutarak, fiziksel bedenimiz dışında bir yaşam alanı sağlıyor bizlere. Özlem, sevgi, kıskançlık, nefret, aşk, endişe vesaire vesaire... onlarca duygu. Bunların bir kısmını fiziksel bedenimiz yaşadığı sürece farkedip yaşayabiliyoruz, önümüze fırsatlar çıkıyor, bazılarınının ise farkına bile varamadan, varlığını bile bilmeden, yok olup gidebiliyoruz. Bu tıpkı dünyada hiç görmediğimiz, varlığını bilmediğimiz bir meyveyi tadamadan yok olmak gibi birşey...
Peki yaşam süreci ne? Sadece fiziksel bedenimiz ile yaşadıklarımız mı acaba? Beş duyuya hitap edenler, Uyumak, İşe gitmek, Seks, İşten gelmek falan filan... Bir kısmımız bunları yaparken acaba duygular denizinden çekip aldığı bir duygu ile mi bunları yapıyor yoksa sadece ihtiyaçtan mı?
Bir gezi sırasında, lokanta da bir garson ile tanışmıştım. Işletme Fakültesi mezunu olmasına rağmen, işsizlikten garsonluk yapiyordu. Söz nasıl geldi hatırlamıyorum ama, iyi olan ingilizcesini kullanarak, yemeğe gelen yalnız, yabancı kadınları nasıl avladığını, onlarla nasıl seviştiğini anlatmaya başladı. 'Machine Sex'... Bu tabiri kullandı. Dedim ki, peki kaç tanesini hatirliyorsun bunlardan... Sadece birkaç akşam öncekini hatırlayabildi ve kaçıncı olduğunu... Çünkü 'Machine Sex' duyguya yer olmayan bir dünya da, bedenini rahatlatmak için, alkol ve esrar ile beraber, geride kalanların hiç hatırlanmadığı, bir aktiviteden başka birşey değildi. Kadınlar ise sadece bir vücut ve rakamdan ibaretti. Ama görünen o ki rahat değildi, zaten rahatlayamazdı da... Çünkü yaşadıklarında önemli bir eksiklik vardı...DUYGU... Kadınların hiç birine aşık değildi, sevmiyordu, sadece bedenlerini sevmişti ve 1-2 saat katlanmıştı. Bu yaşananın, Amsterdam'da 'Red Light'da, dünyanın en güzel kadınları ile beraber olmaktan veya Newyork'da lokanta da tanıştığın sarışın garson kız ile çıkmaktan ne farkı var ki... İşte işin sırrı DUYGU'da...
Geriye dönüp baktığımızda, aşık olduğumuz, karşılıksız sevdiğimiz insan ile beraber olduğumuz anları hatırlayınca vücudumuz hala titriyor, yüzümüzde sırıtmaya benzer bir gülümseme beliriyor ise işte sizde 'Duygular Denizi'ndeki yolculuğa hoşgeldiniz demektir...
Peki, yaşam serüveninde, duygu denizinde yolculuğa çıkmak, bu yolculukta karşımıza çıkanlar ile yüzleşmek ve hesaplaşmak olabilir mi? Gerçekten güçlü olmak için spor salonlarında zaman harcayanların, birde böyle bir yolculuğa çıkmaları gerekir bence. Her serüven gibi bunda da türlü çeşit macera ile karşılaşacağız, yaralanacağız, taşlı dikenli yollar olacak, düşeceğiz ama yeniden kalkacağız, arada molalar verip eğlendiğimiz, yolcululuğun tadına vardığımız anlar da olacak. Karanlık tünellerde, mağaralarda kaybolacağız, o mağaralarda dolaşırken, güneşi , gökyüzünü özleyip kıymetlerini anlayacağız, kavurucu çöllere geldiğimizde de o derin, soğuk mağaraları özleyeceğiz, değerini bileceğiz. 'Güzel ve Çirkin'i hatırlamayan yoktur herhalde. Arslan Adam Vincent gibi dIşImIzda ki o Çirkin kabuğa rağmen, iç dünyamızdaki güzellikleri keşfedeceğiz, yücelteceğiz.
Peki, yolculuğa çıktık, bunları yaşıyoruz... Ya sonra... Bu yolculuk ne zaman ve nerede bitecek? HİÇBİR ZAMAN...
Ama bu yolculukta ne kadar çok zaman geçirirsek o kadar güçlü olacağız. Duygularımızı yaşamayı öğreneceğiz, onları yaşarken, birlikte yolculuk yaptıklarımız ile uyumlu olmayı öğreneceğiz.
Hep öğreneceğiz, ileri gideceğiz... Çünkü bu serüven tek yönlü, hep ileri gidiyor, geri vitesi yok ki bu meretin!!! Öğrenirken hata yapacağız. Peki ama yaptığımız hatanın, hata olduğunu kabul edip öğrendikten sonra, bu geri vitesi olmayan serüvende ne olacak ?...
Işte seçimlerimiz orada başlıyor...
Geriye gidemiyorsun ama biliyorsun ki gidebilsen, aynı şeyler olmayacak, çünkü aynı insan değilsin artık. Kırk odayı geçip, kırkıncı odaya vardın ve orada gerçek kendini gördün...
Serüvenci ruhumuzu kamçılamak, bu denizde boğulmadan yüzmeyi öğrenmek, arzularımız için mücadele vermek hepsi bir bütün. Bu surekli ileri gidilen yolculukta, geçmişte, yolculuğun başında, yolu öğrenirken yapılan hatalardan dolayı kaybettiklerimizi tekrar kazanma şansımız var mı?
Bu serüvende geri gitmek yok, geçtiğin yollara da dönemiyorsun... Peki ne olacak...
Unutmamalıyız ki, yaptığımız hata sonucu kaybettiğimiz de, bizim gibi bu serüven içinde yol alıyor, ilerliyor.
Işte öyle bir an yakalanabiliyor ki, 'Büyülü An', o kısa sürede, iki yolcunun yolları, geriye gitmeden, serüvenin ilerideki bir noktasında kesişebiliyor.
Bu anı acaba kaç kişi yaşamıştır, yaşayabilir, kimdir o şanslı yolcular???
Çoğumuz o anı yakalasakta farkına varamayabiliyoruz.
Kırmızı ışıkta duruken, geçen yayalardan biri sanki o mu değilmi diyene kadar, yanan yeşil sonrasında acele ile gaza basıp gidilen ve sonrasında acaba o muydu dediğimiz gibi bir an.
Umarım o anı yakalayabilir, o na tekrar kavuşursunuz...
Tavsiye ederim...
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@usa.net
|
TABAKTAKİ KARDANADAM
Eskiden de kar yağardı. Kartopu, kızak, kardanadam, vs… yine vardı; ama nedense bu kadar karmaşa olmazdı. Özel araç sayısının günümüze oranla kıyaslanamıyacak kadar az olduğu bir dönemlerden bahsediyorum tabiki.
Uzun yıllar önceydi… Babamın memuriyeti nedeniyle Van'ın Gevaş kazasında bulunuyorduk. Henüz ilköğrenimine bile başlamamış olan ben, sabah gün aydınlanınca sokağa fırlar. Akşam hava karardıktan sonra, hem de annem'in "hadi oğlum" nidaları eşliğinde eve dönerdim. Daha beş yaşındayken evimizin sırtını dayadığı dağın yamacından, hem de yaklaşık 300 metrelik bir pist üzerinde kızaklarımızla yarışırdık mahallenin diğer azmanlarıyla birlikte. Kafamdaki bir santimetrelik saçsız alan, çocukluk yıllarında yapılmış mahalle savaşlarının kanıtı gibidir. Sadece yaprağından veya herhangibir dalından tanırdım tüm ağaç çeşitlerini. Elmayı, kiraz'ı dalından koparmadan yemenin zevkini yaşadım. Suyu genellikle çeşmeden veya pikniklerde kaynağından içerdim.
Şimdilerde çoğunluğu apartman katlarında yetişen(!) ve karıncayı bile sadece çizgi filmlerden tanıyan çocuklarımız var. Pikaçu gerçekten var onlar için, hatta evcil veya vahşi tüm hayvanlar aslında konuşuyorlar; fakat biz anlıyamıyoruz. Öyle diyorlar…
Resimdeki çocuk Anıl Ceylan; yani benim oğlum. Haziran ayında beş yaşını dolduracak. Yerinde duramayan ve kabına sığamayanlardan bir tanesi. Resime bakıp aldanmayın oradaki minik kardanadam sadece kahvaltısını yapabilsin diye tarafımdan hazırlanmış bir hediye. Aksi takdirde sokağa çıkmasına engel olabilene aşkolsun.
Bu resimden yaklaşık yarım saat sonra evin arka bahçesinde kocaman bir kardanadam daha yaptık, oğlumla birlikte. Ama burnunu, çok güzel göründüğü için dayanamadık ve yedik.
O da diğer apartman çocukları gibi yetişiyor; fakat küçük bir farkla. Genellikle büyük alışveriş merkezlerinde dolaşıyoruz ama çok sık olmasa bile yaz aylarında bahçelerden taze meyva ve sebze de topluyabiliyor. Noel baba'ya inandığını söylüyor; fakat aslında kendi anne ve babası olduğunu da biliyor. Hem klasik müzik dinliyor, hem de arabesk. Hala hangi futbol takımını tutacağına karar vermedi. Pikaçu'nun varlığı hakkında şüpheler duyuyor; fakat dayısının evinde beslediği kara kaplumbağasının ismini Taylan olarak kendi seçti.
Bunca meraklı olmasına rağmen hala en büyük endişem çocuğuma doğallıktan tamamen uzak bir gelecek bırakıyor olmam. Biliyorum bu ülkede, o da diğerleri gibi istediği eğitim alamıyacak. Sevmediği halde mecburen sadece para kazanabildiği bir işte çalışmak zorunda kalacak.
Aslında değişen hiç bir şey yok. Sadece biraz daha kalabalık bir trafik, biraz daha inorganik gıdalar, çeşmeden değil şişeden içilen su, kapı önünde bile kapkaç, bol sohbetli bakkal manav yerine otomatiğe bağlanmış kasiyerli ultra hiper marketler…
Aslında değişen hiç bir şey yok… Kar hala beyaz yağıyor. Kardanadamların burnuna hala havuç takıyoruz…
Yüreğinizdeki çocuğu öldürmeyin…
Akın Ceylan
aceylan@linkbilgisayar.com.tr
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_65.asp
Devamı var
|
Ne Demek İstanbul, Bebek Niye Bebek?
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi Önder Şenyapılı artık
herkesin kanıksadığı İstanbul'un ilginç semtlerinin, isimlerini nasıl
aldığını merak edip ODTÜ Yayınları'ndan çıkan "Ne Demek İstanbul, Bebek
Niye Bebek?" adlı kitapta derledi. Şenyapılı, Bernard Lewis'ten Reşat
Ekrem
Koçu'ya birçok araştırmacının çalişmalarıyla, semtlerin ardındaki ilginç
geçmişe ışık tuttu.
Sütlüce
Bugün Sütlüce'nin olduğu yerde Süt Menbat adlı bir Rum köyü vardı.
Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın heykelinin memelerinden su akar, bu
suyun kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı.
Şaşkınbakkal
Henüz yerleşimin olmadığı dönemlerde, yaz günleri denizden
yararlanmak için trenle bölgeye gelenler için bir bakkal açıldığını görenler, burada
iş yapılmayacağını düşünerek, "şaşkın bakkal" yakıştırması yaptılar.
Çatladıkapı
Bizans döneminde yapılan surların Sidera adı verilen bir kapısı 1532
depreminde çatlayınca hem kapı hem semt Çatladıkapı olarak anılıyor.
Bebek
İlk rivayet, Fatih Sultan Mehmetin, bölgenin muhafazası için
görevlendirdiği bölükbaşının Bebek lakaplı olması. Bir başka iddia ise,
padişahın buradaki bahçesinde gezerken, yılan görüp korkan şehzadesini
avutmak için "Bebek" yanıtını vermesi ve bahçenin Bebek bahçesi olarak
anılması.
Veliefendi
Hipodrom bir zamanlar Şeyhülislam Veliyüddin Efendi'nin sahibi olduğu
topraklar üzerinde kuruldu.
Çengelköy
Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için ismi bu olaya
atfediliyor.
Unkapanı
Bazı satış yerleri Arapçada "kabban" denilen büyük teraziler
bulunduğu için Kapan adını taşırlar. Sahilinde buğday ve arpa yüklü gemilerin demir
attıkları Unkapanı da adını böyle aldı.
Üsküdar
Bizans devrinde, Skutari denilen asker kışlaları şehrin bu yakasında
yer aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu, zamanla Üsküdar'a
dönüştü.
Aksaray
Fatih'in sadrazamı İshak Paşa, İç Anadolu'daki Aksaray'ı ele
geçirdikten sonra bölge insanlarını bugünkü Aksaray semtinin olduğu yere
gönderir. Aksaraylılar da semte adını verir.
Ahırkapı
Marmara Denizi kıyısındaki yedi liman kapısından biri, padişah
atlarının bulunduğu has ahırın yanında yer aldığı için semte Ahırkapı adı
verildi.
Tahtakale
Sözlük anlamı "kale altı" olan Taht-el-kale'nin bozulmasıyla
Tahtakale'ye dönüşen semtin adinin Mercan ya da Beyazit dolaylarindaki
eski sur benzeri yapinin aşagi kotunda yer aldigi için bu ismi aldigi tahmin
ediliyor.
Teşvikiye
Harbiye Karakolu ile Rumeli ve Valikonagi caddelerinin kesiştigi
kavşakta bulunan iki taş, Sultan Abdülmecit'in burada bir mahalle
kurulmasını teşvik ettiğini belgelemektedir.
Feriköy
Semtin adı Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam
Feri'den geliyor. Bölgede geniş topraklar padişah tarafindan Madam Feri'nin
kocasına bağışlanmış. Ama kocası ölünce köy onun adıyla anılır olmuş.
Sevgili Osman Günay'a teşekkürler.
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.120 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
Dönüşüm...
Gökyüzüne bir kelime astım.
Kara
Belki yağarken kar
o da aklanır diye
telaşla...
Severdim karaları ben
Bilirdim masum
beyazlar kadar
ama
Ellerinin karası
us'una bulaşmış
insanlar
Bütün suç
beyaza dönüşen
o kiralık tavrınızda
Ya da
karaları bir türlü
anlamayışınızda!
Gökyüzüne bir dilek astım
karalanmış bir sabırla...
Altından üşüyerek geçen ilk insan
tutunsun diye
ondan yansıyayacak
beyaza
Severdim ben karaları
severdim ama
özenmeseydi böyle anlamsız
dönüşmek için ille de
zıddına...
Asıldık karam
Asıldık en terkedilmiş halimizden
Gökyüzüne
umutla...
Belki bulurlar bizi
başka renklerden örülü
bir ilmeğin ucunda
çırpınırken
grili bir hayata...
Severdim ben beyazları
severdim karaları
severdim
ama
Kolay olmasaydı bu kadar
boyamak ve boyanmak
baştan aşağı
bir siyaha
bir beyaza...
Nedret Türer http://www.ucnokta.com / A N L A M Platformu
Düşündüren her cümlenin sonunda "Üç Nokta" vardır...
<#><#><#><#><#><#><#>
SİTEM
Ay geçti, yıl döndü unuttu beni
Üstüne adını yazdığım ağaç
Açtın dertlerini kanattın beni
Atında türküler düzdüğüm ağaç
Sendeki yemişler böyle değildi.
Dört yana haber saldığım kuşlar
Yarı yolda unuttular haberi
Kırık kanatlarla döndüler geri
Artlarından bakıp kaldığım kuşlar
Benim bildiğim kuşlar böyle değildi.
Dilimce öterdi kuşlar dallarda
Lügatta geçmezdi senin sözlerin
Su gibi akardı adın dillerde
Dediğini anlardım bütün gözlerin
Gözlerde bakışlar böyle değildi.
Soran olmaz bizi yardan ağyardan
Ne çare namımız çoktan yitmiştir
Yol üstü çeşmeler bakar kenardan
Bizi bilen sular akıp gitmiştir.
Mermerde nakışlar böyle değildi.
Meyveden kırılan dallar nasılsa
Arzular içimde öyle kurudu
Bir dalda bin türlü meyve verirdi
Takvimde bahardı ne gün bakılsa
Ne deyim bu işler böyle değildi
ORHAN ŞAİK GÖKYAY
|
|
Karşıki Köy
Köyün tek ineği birden bire süt vermeyi kesmiş. Köy halkı çaresizlik içinde arayıp soruşturmuşlar, karşı köyden gayet verimli bir inek alabileceklerini öğrenmisler.
İneği alıp kendi köylerine getirmişler, gerçekten de inek çok verimli çıkmış hatta eski inekten bile daha fazla süt veriyormuş. Bunun üzerine köyün ileri gelenleri:
- "Bu ineği bir boğayla çiftleştirmeli" demişler, "böylece artık ömrü billah süt sıkıntısı çekmeyiz..."
Hemen besili güçlü bir boğa bulup ineğin yanına koymuşlar. Ama boğa ineğe ne zaman yaklaşsa inek kaçıyormuş, günler geçmis ve boğa ne denediyse ineğe yaklaşamamış.
Bir türlü çiftlesme olmayınca köylüler bir çözüm bulmak için tartışmaya oturmuşlar, o sırada tin tin yürüyerek geçen bir dede bunların konuşmalarını duyunca yaklaşmış:
- "Ağalar ne konuşiysiniz öyle hararetli hararetli.."
- "Yav ne biçim iş, bir türlü yeni inekle boğa çiftleşmiyler.. Boğa soldan yaklaşıyi inek sağa kaçiyi, sağdan yaklaşiyi bu sefer inek sola kaçiyi."
Dede bunun üzerine "hmmmmm..." demiş.
- "Peki siz bu inegi karşıki köyden mi aldınız?"
Köylüler şaşırmışlar:
- "Evet dede ama sen nerden anladın ki????"
Dede gülmüş:
- "Ben de bizim karıyı oradan almıştım..."
Rastlantının böylesi...
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.masalci.com
Sevgili Ali Dede'nin önderliğinde hazırlanmış çok hoş bir çocuk sitesi. Kahve Molası'nın kardeş sitelerinden biri. Mutlaka tıklayın.
http://www.haberbilgi.com/kitap/cocuk/kucuk_prens/index.html
...Bu gezegende yaşamaya başladığımdan bu yana geçen elli dört yıl içinde yalnızca üç kez çalışmam bölündü. İlki yirmi iki yıl önceydi. Nereden geldiğini bilmediğim sersem bir kaz konuvermişti karşıma. Çıkardığı korkunç sesler her yerden yankılanıyordu...
http://www.force-esc.com/looplabs/looplabsv3/main.htm Kendinizi müziğin sesine kaptırırken neler düşünür insan. Acaba bu parça bestelenirken veya aranje edilirken hangi cihazlar kullanılmıştır diye sorarmı..? Siz şimdi kendi parçanızı hazırlarken size sunulan özel cihazdan faydalanmaya ne dersiniz. Bu arada no life ismiyle kayıtlı parçaları ben hazırladım :)
http://www.sun-sentinel.com/graphics/entertainment/clone.htm
İşte sizlere genetik klonlama oyunu. Çılgın bir profösörün icad ettiği genetik klonlama cihazını kullanarak eldeki karmaşık gen grubundan yeni bir canlı(!) türü yaratıyorsunuz.
http://online.sector.sk/title.aspx
Bu vermiş olduğum kısayolda bol miktarda online oyun mevcut. Sadece oyunmu? Tabiki hayır eğlencelik video'lar, e-card seçenekleri ve daha neler neler... Rpg grubunu görsel niteliğinden dolayı özellikle tavsiye ediyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
OneClickPlay v2.0 [44k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105935
Bilgisayarınızdaki müzik dosyalarının bulunduğu klasöre kurup daha sonra tek tuşla yarattığı listeyi varsayılan çalıcınızda hızla dinleyebileceğiniz bir mini program. Her çalıştırdığınızda değişik bir sırayla liste hazırlaması güzel bir özellik. Deneyin beğeneceksiniz.
|
|
|