|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 208 |
26 Şubat 2003 - Ahh Keşke... |
Merhabalar,
Dün yazdıklarım öncekilere nazaran epeyce reaksiyon aldı. Destekleyenler, altına imza atanlar olduğu gibi "Hop sen ne dediğinin farkında mısın?" diye eleştirenlerde vardı. Öncelikle hepsine tek tek teşekkürler. Zira aldığım her tepkinin aslında gösterilen ilginin sonucu olduğunu biliyorum. Destek verenlerin kafalarının benim gibi karışık olduğunu anlamasına anladım da, karşı çıkanları hala anlamaya çalışıyorum. Aslında ortada basit(!?) bir havuz problemi var, elele, dizdize vermiş çözmeye çalışıyoruz. Ama birde önemli sorunumuz var, hiçbirimiz havuza akan suyun miktarını, dibinde kaç delik olduğunu bilmiyoruz. Hortumun bir ucundan tutanların taktığı gözlükten görünen manzara başka (Bknz. yukarıdaki karikatür), havuzun içinde kalmışların tepelerinden akan su ile tıkamaya çalıştıkları delikler başka telden çalıyor. Çözüm yolu memleketteki kafa sayısına eş. Haydi bakalım sıkıysa çöz bu problemi. İşte benim parmak basmaya çalıştığım nokta buydu.
Şöyle bir düşünelim. Acaba şu güzelim memlekette yaşadıklarını ve yaşamak zorunda kalacaklarını düşündüğünde savaştan yana olup ABD'ye yataklık etmek isteyecek bir tek Allah kulu var mıdır? 3-5 sapık ruhu bir kenara koyarsanız yoktur, olamaz da. Bunun yanında, sanırım artık anlamışsınızdır, benim ve bu gazeteyi okuyan 3000 kahvecinin buluştukları ortak değerlerin başında geldiğine inandığım barış, demokrasi, laiklik kavramlarına sekte vuracak aykırı düşünceler de Kahve Molası'nda kendine yer bulamaz. Hal böyleyken bana savaş yanlısı damgası vurulmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Sanırım beynimden geçenlerle klavyeden dökülenler bu kısa satırlarda birbirleriyle bağdaşmadı, yani derdimi anlatamadım. Ben hasbelkader aydınlanmış sıradan bir vatandaşım. Havuzdaki tek deliğe takılıp kalmak yerine, tüm delikleri tıkamanın yollarını bulmaya çalışmam gerek diye düşünüyorum. Zaman zaman kişisel duygu ve düşüncelerimden ayrılıp, daha yukardan sorunlara yaklaşmaya çalışıyorum. Bu savaşı önleyecek güç bende olsa, hiç kaygılanmanıza gerek kalmazdı ama bu rezilliğin mimarı da, mühendisi de, işçisi de ABD. Ne benim ne sizin ne de bir başkasının, çok önceden verilmiş kararlara etki etme şansı yok. Zira onların değerleri bizim masum değerlerimizden çok farklı. Paranın, silahın, petrolün gücünü bünyelerinde toplamış ve Voltranı oluşturmuşlar. Kimsenin Irak'ı, bebeleri, anaları iplediği yok ki, bizim sesimizi duysun. İşte tam bu noktada, ortada ayan beyan duran fiili durumu kendi çıkarlarımızı koruyarak kullanmamız gerektiğini söylemek istediğimden, beynimin "Savaşa Hayır" diye haykıran bölümüyle ters düştüm. İşte bu nedenle kafam allak bullak oldu.
Keşke bir mucize olsa da, şu yaşadıklarımızı kısa sürede anı olarak tozlu raflara kaldırsak. Ahh keşke...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
İki Düğün Daha
Bizim yengenin oğlu evlendikten sonra bir müddet iş ayarlamaya çalıştı, baktı olmadı karısını alıp İstanbul'a gitti. Bizim gibi yazları köye gelir oldu. Yenge ve eşi bu işe çok zor alıştılar. Hele bir de torun olunca 'hasretlik' iyice arttı. Derken torunun, yani tek erkek torunun sünnet zamanı geldi. Dedesi, düğününü ben yapacağım dedi.
Düğünden önce size yengenin evini anlatmam lazım. Yenge bu eve gelin gelmiş. Ev, eşinin babasından kalma iki katlı, önünde büyükçe bir avlusu olan, bakımlı, güzel bir ev. Avlunun bir köşesinde zeytinyağı, sabun ve diğer malzemelerin saklandığı, 'dam' dedikleri üstü kapalı, yanları açık bir bölüm var. Zeytinyağlarının konduğu çok büyük bir küp hep burada durur. İçinden yağ almak gerektiğinde kullandıkları kepçeleri çok orijinaldir: Hani güneyde üstü boyanıp süs olarak da satılan bildiğimiz su kabağı. Yuvarlak ucuna bir ağız açılmış, uzun kısmı sap olarak kullanılarak bir kepçe oluşturulmuş. Evin kapısının önündeki merdiven altında, suyu hep akan bir çeşme var. Bu çeşmenin başında da daha küçük bir kapak-kepçe bulunur. Zaten evde bu kabak-kepçelerden boy boy her yerde vardır. Avlunun üstü aralarından güneş ışığı sızdıran asma çardakla kaplı. Diğer köşede bir ocak, bahçe duvarına gömülü bir fırın, duvar diplerinde yengenin gözü gibi baktığı ortancalar, bol miktarda saksı içinde çiçek, bir köşede dizili odunlar ve sokağa açılan büyük ve çok eski bir ahşap kapı var. Bu kapı yüzünden yenge ve eşi sık sık tartışırlar. Yenge yeni bir kapı ister, eşi babasından kalma, bu dökülmekte olan kapıyı atamaz bir türlü. Kapının üstünde bir sarmaşık gül var ki, yediveren dediklerinden, ne zaman gitsem üzeri sarı pembe küçük güllerle doludur ve kokusu köye yayılır.
Kapının önündeki dar sokak küçücük bir meydana açılır. Burası köyün ilk meydanıymış. Ortasında eskilerde çok kullanılan, şimdi düğünden düğüne ihtiyaç duyulan dibek taşı hala durur.
Köyde düğünlerde yemek yapan kadınlar vardır, bunlar düğün sabahı erkenden gelip yemekleri pişirmeye başlarlar. Gerekli kap kacak da muhtarlıktan alınır, yemekli her düğünde bunlar kullanılır. Kahvelerden alınan masa ve sandalyeler evin önündeki dar sokağa bir lokanta intizamında dizilir, gün boyunca kadın erkek tüm gelen gidene yemek servisi yapılır. Bu servisin uzaktan gelen misafirler için iki üç gün sürdüğü de olur.
Ben gittiğimde yemek yapan kadınlar tüm avluya yayılmış, bir yandan pişiriyor, bir yandan ikram ediyorlardı. Sokaktaki masalar henüz boştu. Meydandaki dibekte de keşkek dövülmeye başlanmıştı. Keşkek, bizim oraların vazgeçilmez düğün yemeğidir. Koyun eti ve buğday karıştırılarak yapılır. Yanında mutlaka nohut ve pilav bulunur.
'Üçübiryerde' denen keşkek-nohut-pilav dışında; kızartmalar, patlıcanlı, kabaklı yemekler, yaprak sarmalar, bir iki çeşit tatlı, yoğurt, bol salata hazırlanmış, tepsi tepsi karpuzlar kesilmişti.
Tüm malzemeler bahçelerinden toplanmış, kullanılan yağ zeytinyağı, avludaki ocakta kızartma tenceresi hiç boş kalmıyor, etrafta nefis kokular; en boğazsız denen insanın bile iştahını açan bir durum. Önce üçübiryerde'den doldurdum tabağıma, sonra ne varsa hepsinden yedim. Hayatımda ilk kez doyma hissi duymadım hiç. Yedikçe yedim.
Bir yandan da misafirlere evde hazırlanan sünnet yatağı gösteriliyordu. İki kişilik yatağın dört yanından uzatılan direklere binbir renk ve çeşitte örtüler asılmış, üzerine yengenin sandığından çıkan el işi örtü serilmiş, yatak bir renk cümbüşü halini almış, sünnet çocuğunu bekliyordu.
Aynı anda kapıya bir at geldi. Kızıl kahve tüyleri pırıl pırıl, oldukça yüksek bir at. Üzerinde yine sandıklardan çıktığı belli olan lacivert, mor kadife üzerine, altın sırma nakışlı örtüler, başının yanlarında renkli boncuklar, sünnet çocuğu üstünde, davul zurna eşliğinde tüm köyü turlamaya çıktılar.
Bu curcuna akşama kadar devam etti. Akşam da ilkokulun bahçesinde, kadınların ve çocukların katıldığı müzikli eğlenceyle sürdü. Erkekler akşam başka yerde toplanmış, çengiler gelmiş, içkiler içilmiş... Bu haberleri her iki tarafa da gidebilen çocuklar taşıyordu.
Sünnet ne zaman yapıldı bilemiyorum. Galiba atlı, davul zurnalı tur akşamüstü sünnetçinin kapısında sona erdi.
Ben akşamüstünden sonraki kısmı göremedim, dinledim. Çünkü o kadar çok yemiştim ki, hayatımda ilk kez çok yemekten yattığım yerden kalkamadım. Hani yemekten çatladı derler ya, doğruymuş, olabilirmiş...
O yıllarda gittiğim bir diğer düğün komşu kasaba Havran'daydı. Bizim köyden evlenme çağını az biraz geçmiş Ahmet Abi, Havran'dan bir kız alınca bize de kız evinin bulunduğu sokakta yapılan düğüne gitmek düştü. Köyün otobüsü köy halkını iki seferde Havran'a taşıdı. İki başına büyük çarşaflar asılarak, bir düğün salonu haline getirilen sokakta yine yalnız kadınlar ve çocuklar vardı. Şef teyze ve ekibinden oluşan müzikçiler başköşedeydiler. Köyde izlediğim düğünden pek farklı değildi. Buradaki en güzel olay elbiselerdi. Gelinin üzerinde nineden kalma, mor kadife üzerine silme altın sırma nakışlı, beli gümüş kemerli bir bindallı vardı. Gelinin bekar veya yeni evli kız arkadaşlarının hepsi anne ve ninelerinden kalma böyle elbiseler giymişlerdi. Yenge kızı bana izah ediyordu: Bu bindallı, 'dal elbise' de deriz, şu üç etek, şu babaannesinin gelinliğiymiş...
Bu elbiselerle kızlar bir de harmandağlı oynadılar ki kendimi geçen yüzyılda bir Anadolu gezgini falan sandım.
Bu düğünlere iyi ki gitmişim. Sonraki yıllarda köyde böyle düğünler yapılmamaya başlandı. Çevre kasabalarda Dallas, Flamingo Yolu gibi adları olan düğün salonları açıldı. Şimdi düğün sahipleri salon kiralayıp bir de 'orkestra tutuyorlar'. Yani piyanist şantör. Her sesi çıkarabilen, tek başına bir orkestra olabilen bir müzik aleti ve şarkıları söyleyen bir erkek. Öyle yerel türküler de söylenmiyor artık. Televizyonun etkisiyle tamamen günün sevilen arabesk ve pop şarkıları çalıyor. Slow çaldığında kızlı erkekli danslar da yapılıyormuş.
Köy düğünlerinin de tadı kaçtı...
|
Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı |
Acı bize Bülent beyabla!
Klip eleştirme gibi bir huyum yoktu ama bu imlacı Rollie beni de fena halde alıştırdı. İnsanın böyle arkadaşları olursa eninde sonunda böyle kötü alışkanlıkları da oluyor netekim.
Neyse biz konumuza dönelim. Geç yapılmış bir kahvaltı sırasında (ben bütün kahvaltılarımı geç yaparım) bakalım televizyonlarda ne var diye öylesine zaplıyorken yazımıza konu olan muhteşem klip ile karşılaştım.
Klib Bülent beyin (yani pardon Bülent hanımın) üstü açık Mersedes marka arabasının nasıl olduysa bozulması ile başlıyor. Mercedes firmasının yerinde olsam sorumlu kişileri hemen mahkemeye veririm. Herkesin bildiği gibi Alman arabaları sağlam olurlar, hele ki manda kasa Mercedes hiç bozulmaması ve yolda yarıda bırakmaması nedeniyle ülkemizde tüm mafya elemanları, karanlık kişilerin ve müteahhitlerin vazgeçilmez tercihi olmuştur. Fakat ne olduysa olmuş (hadi benzin bitti diyelim), Mercedes marka yepyeni araba bozulmuş ve Bülent beyablamız arabanın yanında umutsuzluk ve çaresizlik içinde onu kurtaracak beyaz atlı prensini yada servis görevlisini beklemektedir.
Tam bu sırada Hintlilerin "tesadüfte, tesadüf yoktur" lafını doğrularcasına altında bir jeepi olan, yakışıklı ve edeleli bir genç adam oradan geçmektedir. İstanbul gibi oldukça kalabalık bir şehirde bir yolun bu kadar uzun süre boş kalması bizde şüphe uyandırsa da, sabahın erken saati diyip üstünde fazla durmamak gerekir.
Yakışıklı adamla, Bülent beyablamız arasında ne türden bir konuşma geçtiği biz fanilere malum değildir. Esas oğlan kaportayı açıp motora şöyle bir bakmasıyla "has s.." deyip kapaması bir olur. Bülent beyablamız, servis veya bir tanıdığı çağırmak ya da en yakın istasyondan bir bidon benzin almak seçenekleri yerine üstü açık, 100.000 euroluk yepyenis mersedesi orada kurda kuşa bırakıp yakışıklı abimizin dandik jeepine transfer olur. İşte paraya pula değer vermeyen gerçek gönül insanı!
Jeep'e biner binmez "Ah! bu Mercedesler, hep sorun çıkartıyorlar, bir daha Mercedes almak mı? Allah korusun, Ferrari'den şaşma" der gibi bir kuğu başını andıran zarif başını geriye doğru atar. Oyunculukla uzaktan yakından alakası olmayan esas oğlan ise, "götürelim abla" gibisinden bir bakışla Bülent beyablamıza jön jön bakar. Bülent beyablamızın güzelliği ve zarafeti ister istemez her erkek gibi onu da etkilemiştir. Bir Mersedese bir de Bülent ablamıza bakıp, içinden "yırttık abi yırttık" demektedir.
Bu kareden sonra olaylar ışık hızı ile cereyan eder. Nasıl olduysa Bülent beyablamız ve yakışıklı esas oğlan arasında çok derin bir aşk husule gelir. Esas oğlan kocaman bir civciv bebeği alıp Bülent beyablamızın içindeki çocuğa seslenip onun kalbini çalar. Aslında bu cüssesi ile Bülent beyablamızın içinde sadece bir çocuk değil, bir kreş bile vardır. Öyle yüce bir insandır. Neyse, boğaz sırtlarında bahçeli dubleks bir evde birlikte yaşamaya başlarlar. Bu aşk yuvası aslında hiçte tekin bir yer değildir. Evin arka bahçesi Bülent beyablamıza, "Bülent Bey" deme gafletinde bulunan zavallıların cesetleri ile doludur. Eee kardeşim, siz kaşındınız. Bu arada klibin başında gördüğümüz üstü açık Mercedes gündüz mahalle çocuklarının oyun yeri, gece ise yersiz yurtsuz ve evsizlerin konaklayabileceği bir mekan olmuştur. Bütün bu gariban takımı Bülent beyablamıza dua etmektedirler.
Aradaki yaş, sınıf ve hatta cinsiyet farkına rağmen aşk tüm engelleri aşar. İki mutlu aşık, gelecek olan İSKİ faturasına aldırış etmeden bahçe hortumu ile sürekli birbirlerini ıslatmakta, karşılıklı fal bakmakta ve bu arada kuantum mekaniği üzerinde tartışmaktadırlar. Bülent beyablamız klip boyunca beş yaşındaki bir kız çocuğu edasıyla esas oğlana küsmekte ve bunu yaparak da "elli yaşındaki erkekten dönme bir kadın nasıl olur da beş yaşındaki bir kız çocuğu gibi hal ve tavır sergiler" gibi bir psikoloji doktorası konusu oluşturur.
Aşk yuvasının bahçesinde, Bülent beyablamız ile esas oğlan arasındaki kovalamaca sırasında, birazcık kilo alan beyablamızın yer kabuğu üzerinde yarattığı etkiler Kandilli rasathanesi tarafından yakından takip edilmektedir. Bülent fay hattından henüz bi haber olan zavallı asistan güruhu, çaresizlik içinde koro halinde "ama hocam, orada fay hattı yok ki" demektedirler. Fakat ölçüm aletleri yalan söyleyecek değil ya.
Bilim dünyasında yarattığı kargaşadan habersiz mutlu aşık Bülent, bu arada İstanbul fon olmak üzere şarkıdan bazı kısımları söylemektedir. Kadrajın yarısın kaplayan beyablamızdan kalan kısmın Sarıyer olabileceğini tahmin ediyorum. Zaten kollarını açtığı zaman o kısım da kayboluyor.
Bu büyük mutluluk ve aşk, elbette ki nazara gelecektir. Bilinmeyen bir sebep yüzünden beyablamız birden hakkın rahmetine erişir. Mezarını ziyaret eden esas oğlan (beyablamızın mirasına konduğu için epey bir paralanmış ve gözüne ultra modern bir gözlük takmıştır. Bu haliyle bir jigolodan çok eski uçuşlarını anan mutsuz bir astronot gibi durmaktadır), büyük aşkını yitirmenin üzüntüsü içinde bir mezara bir buket bırakır ve göğe, yani Bülent beyablamızın meleklerle birlikte olduğu yere bakar. Bu arada bir detay gözümüze çarpar. O ne? Bülent beyablamızın mezar taşında ölüm tarihi kısmı boştur. Nasıl yani? Hemen celallenmeyin.
Aslında Bülent beyablamızın ve yönetmenin burada bizlere ince bir mesajı vardır. Varoluşçu felsefeye can-ı gönülden bağlı olan Bülent beyablamız, "yaşamın aslında sürekli bir ölüm olduğunu, doğumdan itibaren sürekli öldüğümüzü, yaşamın hiçliğini ve sonsuz uzayda insan varoluşunun acınası hüznünü" vurgulamak istemektedir. Mezar taşında ölüm tarihinin olmaması aslında bu ince felsefi mesajı vurgulamak içindir.
Klip biter ve VJ kızımız hüzün ve anlam dolu bakışlarla "klibin çok anlamlı ve hüzünlü" olduğunu belirtir. Ben zavallı ise, hala kendisine gelememiş ve hüzünle önündeki ekrana bakmaktadır. Klibin bitmesiyle, bu yazının yazılması arasında geçen zaman zarfında neler olduğunu inanın hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde uzaktan kumanda ve çay bardağı aynı yerdeydi.
Ey Allahım, sen aklıma mukayyet ol. Acı bize Bülent beyabla.
Mehmet Emin Arı http://www.eminari.com
|
Şair Kahveci : Filiz Kaya |
DAYDAYI İLE AYŞE TEYZE
Oldukça uzun ve geniş bir terasın içinde, bu terasa göre hayli minik kalan, iki odalı bir evceğizdi. İçi zorunlu ihtiyaçları karşılayacak biçimde sadeyken, teras bu eve tezat oluşturacak biçimde zengin ama sevimliydi. Alan; büyüklü küçüklü saksılara dikilmiş küpeliler, günebakanlar, güller, karanfiller, yeşil soğanlar, domateslere ayrılmıştı. Gün içinde bakımları özenle ve huşu ile yapılırdı. Yeşil ve siyah üzüm asmaları, yerle gök arasına set oluşturmuş ve çatıya tutunarak uzayıp gitmişti. Kendi başına buyruk, dokundukları yerleri sevgiyle sarmalayan asmalardı bunlar. Üzümler mevsiminde baş gösterdiği zaman, tadına bakma ve surat ekşitme lüksü bana aitti. Büyüdüklerinde ise konu komşu gündüz ve akşam sohbetlerinde şölen yaparlardı. Kendine has rahatlatıcılığı ve çekiciliği olan eve merdivenlerden çıkılıyordu. Merdivenin alt kısmında kalan boşluk, biz çocukların oyun yeriydi. Orayı hayal gücümüze göre düzenlerdik. Daha da alt kısımda -ki bu kısım bahçe tarafına bakardı- bir kaç hayvanın beslenebileceği ufak bir ahır vardı. Bahçenin etrafı dikenli tellerle çevriliydi. Engellemelere ve yasaklara en çok karşı çıkılabilen dönem sanırım çocukluk dönemidir. Dikenli tellerle, Don Kişot'un yel değirmenine açtığı savaş gibi boğuşurduk kardeşimle. Bahçenin giriş yeri vardı ama biz illa bu telleri aşıp geçecektik. Ne planlar yapar, ne tehlikeleleri göze alırdık. Bir seferinde dengeyi kaybedip ısırgan otlarının içine düşmüştü kardeşim. Her yeri kabar kabar olmuş, acıları bir hafta geçmemişti. Şimdi gülümseyerek anımsıyorum o hallerimizi. Bahçede çeşit çeşit meyve ağaçları ve sebzeler yetiştirirlerdi anneanemle birlikte. Misler gibi kokardı domatesler, salatalıklar. Tadlarına doyum olmazdı sofralarda.
Evi bu kadar hoş kılan en önemli neden muhakkak ev sahipleriydi. Daydayım ve Ayşe Teyze'm... Nasıl? Anlamadınız mı? Daydayı da ne mi? Haaa anlatayım. Ben biliyorum ya, siz de biliyormuşsunuz gibi geliyor. Zihinsel bir yanılma, af buyrun. Daydayım aslında annanemin erkek kardeşinin oğlu. Yani bir üst kademeden devreden bir ünvan. Bilirsiniz dili dönmeye başlayan her çocuğa aile eşrafı tanıtılır, öğretilir. Yavrum bu kim diye sorulur. Yavru kim olduğunu bilince bilinen kişi de kabarır, mutlu olur; anne baba da. Çocuğa dünyanın en önemli şeyi öğretilmiştir. Bu çocuk çok ama çok akıllıdır, ilerde büyük adam olacaktır. Neyse... Konuyu saptırmayayım. İşte o zamanlarda bana onu tanıtırken "yavrum o dayı, dayı" demişler. Demek ki ezberim o zaman da iyiymiş. İki dayı arka arkaya gelince onları birleştirip yapmışım bir daydayı. Yedi yaşımda da, on sekizimde de, yirmibeşimde de anlayacağınız her yaşımda o hep daydayı olarak kaldı. Esmer, ortaboylu, kıvrak bir espri yeteneğine ve yufka bir yüreğe sahip, güleç yüzlü biriydi. Ayşe teyze de esmer ve en az onun kadar iyiydi. Ama eşinden daha ağır mizaçlı, daha resmi duruşluydu. Konuşunca çok okkalı, bilgece konuşurdu. Bu kadının sözlerini hatırladığımda, hayranlık ve şaşkınlık sarar beni. Okumamış biriydi. Ama hayat okulunun en iyilerindendi. Üzüntüleri, daydayımın böbrek hastası oluşuydu. Bir de çocukları yoktu. Sanırım bu yüzden bize katlanırlardı. Daydayım bizimle oyun oynar, yatarken bizi göğsüne alıp hikayeler anlatırdı. Ve bize sık sık et şiş pişirip yedirirdi. Ayşe teyzeminse patates haşlaması, irmik helvası ve sabah vaktinde ısıtılmış sütleri vardı. Mutlaka bu süt içirilirdi bize. Alt taraftaki ahırda beslediği ineklerden sağılmış ve kaynatılmış taze süt enfesti doğrusu. Şimdi gel de bul bulabilirsen.
İşte bu sabahların birinde kardeşim ahırın oraya her ne sebeple indiyse indi. O ara Ayşe teyzemde bir süre önce ayaklanmış bir buzağıyı, hava aldırmak için dışarıya çıkardı. Ansızın kardeşimle karşı karşıya geldiler. Kardeşim korkup avazı çıktığı kadar bağırınca, buzak sesten ürktü. Tel örgüleri atlayarak bahçenin içine daldı ve olanca hızıyla koşmaya başladı. Aşağısı uçurumdu. Ayşe teyzem buzağın peşine düştü kurtarmak için. Yakaladı allahtan. Sonraki sabah, kardeşim yemekten içmekten kesildi. Halsizliği ve solgun benziyle yataklık oldu. Buzak ta aynı şekilde. Biri doktora, diğeri veterinere gösterildi. Sonuç ilginç. Güler misin, ağlar mısın şeklinde bir olay. İkisi de sarılık olmuş.(korkudan) Kardeşimle o günleri yad ettiğimizde hemen "abla nasıl da hayvanı sarılık yaptım ama" der ve gülüşürüz. Daydayım Trabzon'da yaşlanırken, bizler İstanbul'da büyüdük. En son üç yıl önce yanlarına gittiğimde hiç bir şey değişmemiş, çocukmuşum gibi et şiş yaptı bana elleriyle. Üzümler topladık asmalardan. Ayşe teyzemin taze sütü, irmik helvası, haşlanmış patatesi üstüne cabası. Bir de bahçeden toplanmış hormonsuz domatesler, salatalıklar. Keyif benim, köy Mehmet Ağa'nın... Ayrılık günü sarılmalar, göz yaşları, helalleşmeler, gene geller... 2002 yılında daydayım diyaliz makinesiyle savaşına son vererek aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin canım daydayım. Ayşe Teyze'm onun ardında seven bir kalple kaldı. Herkesten, özellikle sevdiklerimden ayrılırken mümkünse hoş bir şekilde, helalleşerek ayrılmayı yeğlerim. Hakkımı helal ettim deyince, hak helal olur mu tartışılır ama olsun. Gemimiz boş gidecekse, hiç olmazsa lafla dolsun. Doğmamış çocuklarımın ve sizlerin çocuklarınızın, dileyelim bizlerinki kadar şen olsun çocuklukları. Şefkati duysunlar, sevgiyle dolsunlar inşallah. Sizlerin de Daydayınız, Ayşe Teyzeniz vardır elbet. Kendilerine sevgi ve saygılarımı iletir, sağlıcakla kalın derim.
Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_66.asp
Devamı var
|
Sevgili Dostlar,
Bana gelen bir mail'i sizinle paylaşmak istedim.
Sevgilerimle,
ENİŞTE
===========================
Sevgili Ahmet'ciğim;
Dün, uzun süre hafızalardan silinmeyecek güzellikte bir oyun izledim. Haluk BİLGİNER, turne için Ankara ' da, bir oyun sergiledi, DT - Şinasi Sahnesi 'nde. ( Akün Sineması ' nın arkasındaki tiyatro, hatırladın mı ? ) Bülent Emin YARAR ve Şenay GÜRLER ' in diğer rollerini paylaştığı oyunun adı : " ERMİŞLER ya da GÜNAHKARLAR... "
Oyunu tarif etmek yerine, İstanbul ' da izlemeni tavsiye ederim, hatta ısrarla , KAÇIRMA !!!! derim.
Oyun öncesi fuayede aldığım, tanıtım dergisinin, sayfalarının birinde, yönetmen Işıl KASAPOĞLU imzasıyla yazılmış bir masal buldum. Belki daha önceleri, başka kaynaklarda rastlamış olabilirsin, bilmiyorum. Ama bunu seninle paylaşmak istedim, aynen aktarıyorum.
Hoşçakal, sevgiyle ol...
HERŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR !
Herşeyi masallardan öğrendim, masallarla büyüdüm, masallarla büyüyorum.
Herşeyi masallardan öğrendim.
Annemden dinlemiştim.... bir iki ay önce de internetten bir arkadaşım yollamış :
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde pire tellal deve berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır oynar iken, iki yaşlı melek yeryüzüne inmiş, insanlar arasında dolaşmaya başlamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ve kar yağmış ve yağmur yağmış, yorulmuşlar, karınları acıkmış ve kocaman bir evin önüne gelmişler. Ev sahibinden yiyecek, yatacak istemişler. " Kocaman " evin sahipleri :
- Şurada atların barındığı ahır var, gidin samanların üstünde yatın ! Demişler. Yiyecek olarak da artıklarını göndermişler.
Sabah olmuş. Melekler bakmışlar ki ahırın bir duvarı baştan başa yarık, neredeyse kırılacak, duvarlar çökecek. Yaşlı olanı bir küçük dua bir iişaret ile duvarı tamir etmiş, ne yarık kalmış ne de devrilme tehlikesi.
Ertesi gün, gene kar, kış, kıyamet, meleklerimiz gene göz gözü görmeyen karanlıkta kendilerini küçücük bir kulübenin önünde bulmuşlar. Sığınmaya ihtiyaçları var. Kapıyı çalmışlar. İki yaşlıaçmış kapıyı, durumlarının çok da iyi olmadığı belli olan iki ihtiyar, misafir etmişler meleklerimizi. Yemeklerini paylaşmışlar, kendi yataklarını meleklere vermiş, yerde yatmışlar, misafirperverlik göstermişler. Sabah olmuş, bir de ne görsünler, kulübe sahiplerinin tek varlıkları olan koca öküz ölmemiş mi ? Ah, vah ! Demişler oradan ayrılmışlar...
Daha genç olan melek yaşlıya dönmüş :
- Neden böyle yaptınız ? demiş.
- Bize kötü davrananları duvarlarını tamir ederek ödüllendirdiniz, oysa bize herşylerini veren iki ihtiyarın tüm varlıkları olan öküzlerini öldürerek cezalandırdınız !
Yaşlıca olan melek daha genç olanın sırtını sıvazlamış ;
- Hiçbir şey göründüğü gibi değildir ! demiş.
- Bize kötü davranan insanların ahır duvarlarının içinde çok eskilerden kalma küp küp altınlar duruyordu, eğer ben o duvarları tamir etmeseydim ahır yıkılacak, atlar ölecek, bu kötü yürekli kişiler de, daha büyük bir servete kavuşacaklardı... İhtiyar ve iyi yürekli ev sahiplerine gelince... biz uyurken gece yarısı Azrail yeryüzüne indi, yaşlı ev sahibinin karısını almak istiyordu... pazarlık yaptım ve öküzü verdim....
Görmeyi bir öğrenebilsek ....
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.120 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
İlk Aşk
Uykulardaki zamansız kıramplar gibi,
Son anların anlamsız bakışları,
Karşılıklı gurur süzüşleri,
Ortaya dökülen gereksiz hesaplar.
Ve...
İlk yanlızlığında,
Ona dair ilklerin anılarına dönüş...
Diğerlerinde de,
O, aynı anların arayışındaki çıkmazlar.
Seneler sonra bile,
İlk aşkın bitmek bilmez kıymeti!!!
Gökhan Akgül
<#><#><#><#><#><#><#>
NORMAL ŞARTLAR ALTINDA
Yeni bir başlangıç...
Yanlış istikametin,
Bildiğim Tek "U" dönüşü.
Belki!
Bir ahmak ıslatan...
Peki!
Kimyasal zamanıma,
Katalizör olsan..
Ortam şartlarını önemsemeden,
Benimle buharlaşırmısın?
Ya da,
Normal Şartlar Altında,
Bir reaksiyon gösterir misin ?
Gökhan Akgül
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun HAŞHAŞLI LİMONLU KEK |
|
50 g margarin (oda sıcaklığında, küçük parçalara ayrılmış)
250 g toz şeker (200 g kek için, 50 g şurubu için)
250 g un
1 paket kabartma tozu
1 yumurta
100 ml süt
2 yemek kaşığı yoğurt
2 yemek kaşığı haşhaş tohumu
3 limon (birinin kabuğu rendelenecek)
150 ml su
Margarin, 200 g şeker, un, kabartma tozu, yumurta, süt, yoğurt, haşhaş tohumu ve bir limon kabuğu rendesini mikser ile iyice karıştırın. Hafifçe yağladığınız dikdörtgen bir kalıba dökün ve 180 derece fırında yaklaşık 45-50 dakika pişirin.
İki limonun suyunu sıkın, kalan 50 g şeker ve 150 ml su ile karıştırın. Üçüncü limonu ince dilimler halinde kesin ve bu karışımın içine koyun. Şurup kıvamına gelene kadar 4-5 dakika yüksek ateşte kaynatın.
Kekinizi servis tabağına alın. Hazırladığınız şurubu limon dilimleriyle beraber üzerine gezdirin.
Soğuduktan sonra servise hazırdır.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
SUÇLU
Bir suçlu yurt çapında aranıyormuş. Bütün emniyet müdürlüklerine suçlunun bir
adet cepheden ve iki adet profilden resmi dağıtılmış. İki gün sonra Trabzon Emniyet
Müdürlüğü'nden bir faks gelmiş:
- Suçlulardan ikisini yakaladık. Üçüncüsünün yakalanması an meselesi...
Var mı böle bişi yahu?!
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.webdesignlab.co.uk/niksthings/masking.html
İşte yaratıcılığın zaferi. Günümüze son derece uygun. Mutklaka uğrayın, bayılacaksınız.
http://www.masalci.com
Sevgili Ali Dede'nin önderliğinde hazırlanmış çok hoş bir çocuk sitesi. Kahve Molası'nın kardeş sitelerinden biri. Mutlaka tıklayın.
http://www.bilyap.com.tr/magazin/mag3/index.php
Bulunduğunuz ortamlara akvaryum huzuru getirmek isterseniz, size yol gösterecek bir kaynak sunuyorum. ...Akvaryum gün geçtikçe güzelleşti. Bitkiler iyi bir biyolojik filtrasyonun yanında hergün az miktarda eklenen sıvı gübrenin de yardımıyla gürleştikçe gürleşti. Akvaryum yüzeyini kaplayan Lemna minorler eğer seyretilmezse ışığın tabana ulaşmasına engel oluyorlardı...
http://www.kuraldisi.com/
Aykırı konulardan hoşlananlara göre kitaplar yayımlayan bir yayınevi. Değişik konular ilginiz çekiyorsa, bir uğramanızda yarar olabilir.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Tarylynn v1.8.304 [1.5M] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105913
Bilgisayarınızdaki, ağınızdaki yada desktop ve laptop bilgisayarınızdaki 2 klasörü, alt klasörlerde dahil olmak üzere senkronize eden bir yardımcı program. Birinden diğerine farklı dosyaları yollamak ve güncellemek, yani bir nevi backup işlemi yapmak için özel olarak hazırlanmış. İşleme başlamadan değişiklik yapacağı dosyaları sizlere listeleyerek son kontrolü yapmanıza da olanak veriyor.
|
|
|