|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 209 |
27 Şubat 2003 - Çok çalışmak lazım çokk... |
Merhabalar,
Şimdilerde biraz savsaklasamda sinema hep bir tutku olmuştur hayatımda. Sinemada güzel bir film seyretmenin zevkini hiçbirşeye değişmem. Öğrencilik yıllarımda günde 3 ayrı sinemaya gittiğimi bilirim. Yemek ve top için okula uğradığım zamanları saymazsak boş vakitlerimin bir kısmını da derse girerek değerlendirirdim. İşte o dönemlerden bende iz bırakmış 2 film vardır. İlki tarafımdan sekiz kez seyredilme şansına erişmiş "Grease", ikincisi ise dört seferle gerilerde kalan "Hair". Dev ekranda izlemenin verdiği tadı bozmasın diye televizyonlardaki yayınlarını hiç seyretmemiştim. Ta ki dün geceye kadar. CNBC-E'nin günün anlam ve önemine binaen yayına koyduğu "Hair"'i programda görünce dayanamadım. Kuruldum karşısına 5.kez zevkle seyrettim. Hemen her karesini hatırlayarak, hiçbirzaman ezberleyemediğim o muhteşem şarkılara mırıltıyla eşlik ederek sonunu getirdim. Berger'in kaderine huşu içinde razı oluşunu izlerken, bizim şu anki halimizle arasındaki benzerlikleri farkettim. Başından beri karşı çıktığı o rezil savaş olgusuna boyun eğişini, içinde olmamak için savaş verdiği savaşta canını verişini, bizim son olaylar karşısındaki gerdan kırışımıza benzettim ve rahatsız oldum. Berger dostunu son bir kez sevindirmek uğruna can vermişti, biz ise Bukowski benzeri şahinlerin kurbanı olmaya hazırlanıyoruz, heyhat.
Dün bütün gün internette ekran ekran dolaşan Amerikan medyası kaynaklı karikatürleri gördünüz sanırım. Amerika'daki medya ile kamuoyunun ne denli farklı istemleri olduğunu sevgili Dlek'in yazısında okuyabilirsiniz. Bizim onu bunu memnun etmeye çalışmak gibi bir lüksümüz yok. Biz kendi ayakları üzerinde durabilmeyi başaramadığımız sürece, her dönemde olduğu ve bundan sonra da olacağı gibi, façası herdaim bozuk olmaya mahkumuz. Aynaya baktığımızda gördüğümüz imajdan memnun olduğumuz gün, eli mahkum, onların nezdinde de façamız düzelecektir. Çok çalışmak lazım çokkk...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku |
ALEME KEPAZE Mİ OLDUK SAHİDEN?
Hürriyet'te yazan Bekir Coşkun'u çok severim, geçenlerde onun köşesinde okudum. ABD'de yüksek lisans öğrencisi olan bir hatuna derste hocası 'Türkiye'nin durumu ne oldu, anlaşma sağlandı mı' diye sormuş, o da kem küm ederek Türkiye'nin durumunu açıklamaya çalışırken hocası eli ile para işareti yapmış ve 'ne o, bahşiş az mı geldi' demiş. Arkadaşımız da bu söze çok içerlemiş, 'utandım, ağladım' diye yazmış e-mailinde. Bekir Coşkun'un çok canını sıkmış bu utanıp ağlama işi, 'bunlar utandırdılar bizi, dünya kamuoyuna rezil ettiler,' diye başlamış yazısına ve 'yeryüzünün dört bir yanındaki Türkler utanıyorlar' diyerek bitirmiş.
ALEME KEPAZE Mİ OLDUK?
Türkiye Amerikan basını tarafından çekişe çekişe pazarlık eden bir halı tüccarı görünümüne sokuluyormuş. Kabul, ama bunda kabahat kimin? Tamahkar ve fırsatçı bir Türkiye imaji oluşuyormuş . İyi de, bu üzerinde durmamız gereken bir konu mu? Bence bundan rahatsız olan arkadaşlar konuya incinen milli onurlarının sızısı ile oldukça duygusal yaklaşıyorlar. Halbuki duruma bir de görüşümüzü gözyaşları ile bulandırmadan bakalım:
Amerikan basınının Türkiye'yi ABD ile şark usulü bir pazarlığa tutuşmuş bir hali tüccarı gibi lanse ettiği doğru. (Daha önce bu konuda fikrimi söylemiştim. Amerikan basını başlı başına bir fenomen. Amerikan basını ile Amerikan halkını pek karıştırmamak gerek.) Ama zaten buradaki basın şu sıralar savaş çığırtkanlığı rolünü hevesle üstlenmiş durumda ve kendisi de pek de saygın bir durum sergilemiyor. ABD'nin önünü tıkayan herkese karşı küçültücü bir tavır almış, Birlesmis Milletler'de ABD/İngiltere önerisinin önünü tıkayan Fransa'ya da ateş püşkürüyor aynı basın. Fransızların ne nankörlükleri kaldı sözü edilmedik (Hani 2. Dünya Savaşı sırasında onları ABD kurtarmıştı ya) ne de pezevenklikleri. 'French fries' dedikleri patates kızartmalarına 'Freedom fries' diyeceklermiş bundan böyle. North Carolina'da milliyetçi bazı elemanlar da Fransız ekmeklerinin üzerinde tepinmişler. Almanları ise seven zaten hiç yoktu, şu sıralar Amerikan basını Almanya'ya Nazi Almanyası muamelesi yapıyor. Yıldızları iyice söndü denebilir.
Türkiye de bu öfkeden nasibini alıyor haliyle. Gerçi Türkiye'ye iki taraflı bindiriyorlar. Savaş yanlıları 'buyrun efendim' diyerek kapıları sonuna kadar açmıyor diye, savaş karşıtları da parayı aldıktan sonra savaşa gireceği için Türkiye'ye bozuk çalıyor.
Bekir Coşkun yazısında 'yeryüzünün her köşesindeki Türkler, dünya kamuoyunun gözleri önünde yaşanan, her gün yeryüzündeki tüm gazetelerin-televizyonların durmadan yayınladıkları Türkiye'nin bu para-kan pazarlığından eminim aynı biçimde utanıyorlardır' diyor. Hata ediyor. Bence utanması gereken Türkler değil. Utanıyorlarsa, bu hissiyat Türklerde yıllardır alışkanlık haline geldiğinden, refleks olarak utanıyorlardır.
Şunu anlamıyorum: Milli onurumuz niçin bu yüksek lisans hocasının ve onun gibilerin oluşturduğu kamu oyunun görüşü ile zedelenecek kadar nazenin? Yani ne olmuş bu hocamız Türkiye'nin tutumunu beğenmemişse? Türkiye aslanlar gibi 'paranız sizin olsun beni savaşa sokamazsınız' dese, bu hocamız sanki 'Breh breh!! Analar ne barışsever evlatlar doğuruyor' mu diyecek? O zaman da hisli talebe hanıma dönüp 'Siz de zaten Müslüman değil misiniz, ha Irak, ha İran, ha Türkiye, al birinizi vur ötekine' demeyeceği ne malum? Türkiye'nin Amerikan kamu oyundan aferin almak gibi bir misyonu mu var?
Ya da diyelim ki zaten Amerika tutumunu değiştirmediği sürece kaçınılmaz olan savaşa Özal'ın yaptığı gibi 'Yok, sağolun, zahmet etmeyin. Biz zaten asker doğmuş bir milletiz, savaşmak için bir şey istemeyiz. Bize ABD'nin öl dediği yerde ölmek, ABD demokrasisi için şehit olmak onuru yeter, bu arada içinizden gelir de tekstil kotasını accık hafifletirseniz yeter de artar' dedik ve savaşa girdik ve Amerikan basını da bize maşşallah dedi. Söz konusu üniversite hocamız da hisli öğrencimize 'sizinle gurur duyuyoruz Miss Turkey. Ne hakikatli bir dostsunuz siz ABD'ye ve ne asil bir demokrasi savasçısı bir ülkeden gelmektesiniz … bravo, vallahi bravo' dedi. Bu durumda hanım kızımız ağlamayı kesecek ve göğsü gururla kabaracak. Bu mu yani?
SAVAŞ KİMİN SAVAŞI, ENGELLEME TASARRUFU KİMİN ELİNDE?
Önce şunu anlamak gerekli ki, bu savaş ABD'nin savaşı. Her ne kadar uluslararası bir platforma taşımaya çalışsa da, savaşı başlatmak da, ertelemek de, iptal etmek de ABD'nin tasarrufunda. Yönetimi ve halkı ile Türkiye savaşa topyekün karşı olsa bile Bush ve yardakçılarının kimseyi dinlemeye niyetleri yok. Aslında Bush'un bile elinden gelebilecek fazla bir şey yok. Eli mahküm, o da seçim diyetini ödemekle mükellef. Clinton zamanında silahlari depolarda kalıp çürümeye yüz tutan silah tüccarları Bush'a boşuna destek vermemişlerdi her halde. Şimdi Bush o borcu ödemek zorunda. Bunun için de bir savaş çıkarmaktan başka çaresi var mı?
Bu tarz kaygılarla durduk yerde savaş çıkarma metodu orijinal bir fikir bile değil. Aynı konuyu eğlenceli bir Hollywood komedisi formatında izlemek isteyenlere baş rolünü John Candy'nin oynadığı "Canadian Bacon" filmini öneririm. Ne yapsak da iflastan kurtulsak diye kıvranan silah tüccarlarının ve giderek rating kaybeden Amerikan yönetiminin aklına gelen dahiyane bir fikir işleniyordu bu filmde: Barışsever komşuları Kanada ile savaş çıkarmak. Başrolde John Candy gibi bir komedyeni görünce ve söz konusu ülke Kanada olunca bunun komik bir film olduğunu hepimiz anlamış ve katıla katıla gülmüştük. Şimdi ayni komedi başka isimle dünya sahnesinde sahneleniyor ve aval aval seyrediyoruz.
İMAJ VE BENZERİ (FUZULİ) FANTAZİLER:
İnsan olarak savaştan duyduğumuz utancı, Türkiye'nin göz göre göre bir savaşa sürüklenmesinden duyduğumuz rahatsızlıkla karıştırmak ve ülkenin sürüklendiği noktadaki politikasından utanç duymak gereksiz.
Amerika'da yaşayan bir Türk olarak, söz konusu pazarlığı yapıyor olmamız beni rahatsız etmiyor. Hatta az da olsa önlenemez olduğu apaçık bir savaşın uygulama safhasını elden geldiği kadar zorlaştırdığımız için kıs kıs gülüyorum. Türkiye'nin ABD 'sıçra' komutu verince 'ne kadar yükseğe?' diye sormamış olması ve en azından çıkarlarını gözeten bir pazarlık yapma cesaretini göstermesi kapıları sonuna kadar açıp ABD'yi iceri davet etmesinden cok daha şahsiyetli gorunuyor bana. İmaj mi? Güldürmeyin beni. Amerikalılar gözündeki imajımız umruma bile gelmiyor doğrusu. Amerika bence oturup kendi imajını düşünsün. ABD üniversitelerindeki dünyadan habersiz profesorlerin takdirini kazanmamız, onlardan aferin almamız da hiç de gerekli değil.
Bir Amerikalı olarak ise ikinci vatanım olan bu ülkenin yönetiminden ve bu yönetimin küstahlığından, silah tüccarlarını beslemek için giriştiği çabadan utanç duyuyorum. Aslında dünyanın diğer halklarından hiç de farklı olmayan, fakirlikle değil ama fakirlik korkusuyla ve bitmez tükenmez bir endişeyle sindirilmis, yaşam sevinçleri ellerinden alınmış halkıma, Amerikan halkına da acıyorum. Eğer ortada bir imaj problemi varsa problem bence bu Türkiye'den çok ABD'nin problemi.
Ben bir Amerikalı olarak ülkem bu gözü dönmüş çılgınlıktan hemen vazgeçsin istiyorum. Bir Türk olarak ise kendi iradesi dışında gelişen bir savaşa olabildiğince karşı durmaya çalıştığı ve alışageldiğimizin dışında en azından kendi çıkarlarını gözetmeyi düşünebildiği için ülkeme hoşgörü ile bakıyorum. Utanç filan da duymuyorum.
Bir insan, bir doktor, bir anne olarak ise yüreğim eziliyor, sadece Irak halkını düşünüyorum: yaşlı dedeleri, yoksul teyzeleri, sığınaklara doluşacak aileleri, bombalar patladıkça korkan çocuklarına sıkı sıkı sarılacak anneleri.
Hele de anneleri. Çocuklarına benim oğluma sarıldığım gibi sarılan anneler geliyor hep aklıma. Çocukları korktukça içleri eriyecek, onları dünyanın bütün kötülüklerinden korumak isteyecekler. Ama korumaya yetemeyecekler.
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan El Greco'ya Mektuplar |
|
Hatırlıyor musun, bir zamanlar sana artık yaşlanmak istediğimi, ve yaşamımda seksten arınmışlık olmasını istediğimi, bu tutkunun artık bir daha dönmemecesine yaşamımı terketmesini istediğimi söylemiştim... Sen de, şaşırtıcı bir kabul ediş ve anlayışla bunu kendi adına senin de istediğini söylemiştin..Hatta biraz üzerinde konuştuğumuzda böyle bir yaşamın ne kadar rahat, tutkular ve hatalardan arınmış, bilgece bir hayat olacak olduğunu düşünmüş, bir an önce o günler gelse diye dilekte bulunmuştuk..
Hava çok karlı.. Günlerdir eve kapandım.. Ara sıra kafamı dışarı uzatıyorum.. Köpekler üşüyor diye hayıflanıp, sırf biraz hareket etmelerini sağlamak için giyinip ikisinin de tasmasını takıp önüme katıyorum, buzların ve karların üzerine nasıl bastıklarına hayret ederek arkalarınca yürüyüp, üşüyünce çekiştire çekiştire geri getiriyorum hayvanları.. Günün tek aktivitesi bu.. Bir de kuşlar aç kalmasın diye peynir ekmek kesiyorum bir bıçakla, bazen de et.. sonra, artık kuşların yerini öğrendiklerini zannettiğim, arka bahçedeki barbekünün üst rafına seriyorum bunları.. Geri kalan zamanlarda hep içeride, ateşin başında çoğunlukla kitap okuyarak geçiyor vakit.
Geçenlerde bir yazıda bahsetmiştim, Nikos Kazancakis'in 'Zorba' adlı kitabından. Çok sevdim ben bu adamı.. Gecikmişim onu tanımakta.. Şimdi de yine çok başarılı olduğu söylenen bir diğer kitabını okuyorum.. 'El Greco'ya Mektuplar..' ismi bu kitabın.. Ünlü Yunan ressam El Greco'ya mektupları Kazancakis'in..
Nasıl keyifli gidiyor, anlatamam.. Çocukluğundan bahsediyor en başlarda. Yazar'ın Girit'te geçmiş olan, kekik kokulu, aydınlık yaz günleri yaşadığı Girit.. Dünyanın unutulmuş bir köşesi ve bu köşenin her birisi başka birer kimlik olan özel insanları.. Aslında belki de hiçbirisinin o kadar da özel olan bir tarafları yok, ama yazarın dediği gibi insanlar o zamanlar kitleler halinde bir potaya dökülmüyordu, ve herkes bir başka kimlik, bir başka kişilik ve kendine özgü taraflar barındıran birer 'ada' idiler.. Ve bir adayı tanımak istersen, teknene atlayıp, zahmetine katlanıp o adanın sahiline yanaşman gerekir.. Şimdiki gibi televizyonlardan izleyerek tanıyamazsın insanı.. Ve insanlar bu denli birbirine benzer, tatsız, şeffaf, kişiliksiz değillerdi muhakkak..
Bizim sekssiz olmaktan kastımız, çocukluğumuza dönmek arzusu olmasın sakın? Galiba öyle.. Kazancakis nerdeyse kundaktayken hatırladığı anılar anlatıyor bir bölümde.. Ben bu kadar eskiyi anımsamıyorum. Kendimle ilgili hatırladığım, çok çok eskiye giden anılar var.. Belki üç, belki dört yaşlarım civarında başımdan geçenler.
Ben, kendimi en eski olarak Denizli'nin Çal diye bir kasabasında hatırlıyorum. Babam orada görevliydi, genç bir hakim olarak, ilk görevi için oraya atanmıştı. Burada hatırladığım bölük pörçük fotoğraf kareleri var.. Bahçedeki badem ağacı (ki bir dalına kurulmuş bir salıncak vardı ve büyükler bizi bunun içinde sallarlardı, kız kardeşimle birlikte.) Birkaç tane tavuğumuzu da hatırlıyorum inanır mısın? Ama öyle herhangi tavuk değildi bu hatırladıklarım, kişikli, karakter sahibi hayvanlardı, inan bana abartmıyorum.. Bir de bir anım var, sanki dünmüş gibi net olarak işlemiş beynime, o gün tozlu sokaklardaki ışık, çevredeki evler, tarlalar ve herşey, son derece net olarak aklımda.. Sanırım üç bilemedin dört yaşımdaydım.. Komşulardan birinin bağına pikniğe gidilecekti.. Şu meşhur Çal üzümlerinin yetiştiği bağlardan biri olsa gerek.. Büyükler biz iki çocuğun yolda kendilerine yük olacaklarını düşünmüş olsalar gerek, ikimizi sözkonusu bağın sahibi olan komşunun eşeğinin üzerine oturttular, ve hayvana 'git' dediler.. Aynen böyle.. Eşek yolu biliyordu ve bizi oraya götüreceği düşünülmüştü anlaşılan! Nitekim eşek hiç tereddüt etmeden koyuldu yola.. Ve biz iki kardeş, ablam arkada ben önde oturmuş, aydınlık bir bahar sabahı, tertemiz bir havada, sallana sallana eşeğin üzerinde, etrafa bakınaraktan ilerlemekteydik. Muhakkak ki çok eğlenceli ve zevkli bir yolculuktu bu bizim için.. Ancak, bir an geldi, beklenmedik bir şey oldu.. Gerçek bir felaket, bir bilinmezlik, bir korku anı, hatta dehşet.. Aheste aheste gitmekte olan eşek, durdu.. Ve aniden inanılmaz kuvvette bir sesle anırmaya başladı! Sanki açık havada gök gürlüyor, yer yerinden oynuyordu! Her ikimiz de çok korktuk! Hayatta herhalde ilk yaşadığım panik budur benim. İkimiz de ne yapacağımızı bilmez bir halde, avaz avaz ağlıyorduk! Yanaklarımdan aşağı, ipi kopmuş tesbih taneleri gibi yaşlar yuvarlanıyor, çığlıklarım eşeğin anırtısını, beyhude yere bastırmaya çalışıyordu! Etrafta kimseler yoktu, bizi bu ejderhanın sırtından kurtaracak kimsecikler!! Ve ablam, (ki kendisi benden birbuçuk yaş kadar büyüktür) eşeğin sırtından atlayıp, kaçıp kendini kurtardı! Ama ben! Eşek öylesine büyüktü ki, sanırım üç-dört katlı bir ev yüksekliğinde vardı! (Gülme, sana çok çok net hatırlıyorum demiştim!) Ve ben bu kadar yüksek bir yerden atlamayı aklımdan bile geçiremezdim! Sonra ne oldu, bilmiyorum.. Galiba, ben eşeğin üzerinde kaldım ve taa bağa kadar ağlaya ağlaya hayvanın üzerinde gittim.. Orada daha önceden gitmiş olan büyüklerden birisi beni karşıladı ve böylece bu eziyetten kurtulmuş oldum. Sanırım ablam da ağlayarak geri dönmüştü..
Daha sonraki anılarım hep Fethiye'dedir. Seninle çocukluğumuzun geçtiği, (ama o zamanlar birbirimizi tanımadığımız) dünyanın tartışmasız cenneti.. Fethiye.. 1957 depreminden sonra kurulmuş iki mahallesi ve küçük bir kasaba meydanından oluşan o cennet parçası, sakin ve güzel sahil beldesi.. Karagözler'in arkasındaki dağlarda doğal nergisler açardı, hatırlar mısın? Ve ben, küçük ellerimi arkama gizler, her seferinde aynı sürprizi yapardım anneme.. Birkaç dal nergis.. Ve annem, hep aynı hayret, şaşırma ve sevinç reaksiyonunu esirgemezdi benden.. Çalış plajında siz de kaplumbağa yavrularına yol gösterdiniz mi lüks lambalarıyla geceleri? Balık tutmak için siz de sahile gidip, kızgın güneşin altında cılız bedenleriniz iki büklüm olmuş vaziyette, güneşten kavrulmanıza rağmen kendinizi unuttuğunuz oldu mu çoklukla? Ve mahalle aralarında, yaz akşamları yakartop oyunları, yürüyüşler, saklambaçlar.. Ve ne trafik, ne hırsız, ne sapık, hiç ama hiçbir tehlikenin bulunmadığı aden bahçesi gibi bir yerdi o zamanlar Fethiye, en azından bize öyle gelirdi... Rahat, geniş, bereketli ve dingin bir dünyanın topraktan yapılmış bir parçası gibiydik.. Böcekler, deniz, kum, toprak ve ot ve çiçek ve bitkiler içinde bir yaşam.. Anne ve babanın en geç saat 6'da, güneş batmadan çok önce eve geldikleri, hatta öğle yemeklerinin bile evde hep birlikte yendiği ufak bir ege kasabasının o mutlu günleri.. Çarşaf gibi dümdüz, ayna gibi parlak bir denize uyanmak.. Ve sıcak öğleden sonraları cırcır böceklerinin bitmez senfonileri arasında, tatlı öğle uykuları.. Ve tozlu akşamüstüleri, kırmızı gün batımlı..
Bizim dönmek istediğimiz bu olmasın sakın? O nedenle mi, bildiğimiz bir iklim ve çevreye gitmeye çalışıyoruz? Tam da çocukluğumuzun geçtiği yere? Toprak ve aldığımız nefes ve girdiğimiz deniz.. herşey bizi çağırıyor, değil mi? Biliyor musun, ben bulamamaktan korkmuyorum.. Yani, hiçbir yer bizim bildiğimiz eski yerler değil.. ama biz değişmedik ki.. Ne idiysek oyuz hala.. Ve çevre değişmiş olsa bile, oralarla ilgili anılar capcanlı durmakta kafalarımızın içinde. Ve biz.. yeniden kuracağız o güzel çocukluk evrenimizi.. Ve birbirimize anlatacağız kendi evrenlerimizdeki, bir zamanlar görmüş olduğumuz güzel köşeleri..
Kar yağmayacak muhakkak, ama o kudurmuşcasına, sanki hertarafı yıkayıp, önüne katıp denize dökmek istercesine yağan Ege yağmurunun acımadığı gecelerde, belki ben de sizlere Kazancakis'ten yeni satırlar okurum sobanın başında...
aaltan@superonline.com
|
Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer |
Oburluk zor zenaat
Merhaba kardeşler,
Ben eminim ki, bu satırların okurları arasında kilosundan memnun çok az kişi vardır. Bunların yüzde doksanı da fazla kilosu olduğunu ya düşünmekte ya da bu ayan beyan belli olmaktadır. Kadınlar için durum zaten çok vahimdir, sizi bilmem ama ben bir kaç kilo da olsa fazlası olduğunu düşünmeyen bir kadına rastlamadım, onlar sürekli reljimde. Daha önce belki söylemişimdir, ben de hayli kiloluyum, gerçi boydan biraz kurtarıyorum ama göbeğim her yere benden önce girmekte. Ne kadar az yemeyi denediysem de göbeğimin gittikçe büyümesini bir türlü önleyemedim. Hanım yıllardan beri bana "rejim yap" der durur, kendisi zaten vırt, zırt rejimde, ben de yaparsam beraberce, kolaycacık zayıflarmışız. Bir de kitaplar, tarifler bulmuş bana anlatıp duruyor. Geçenlerde birine baktım, hakikaten bu yöntemle kilo problemim falan kalmaz, neden derseniz, ben sadece orada yazanları yemeye kalksam üç gün içinde açlıktan ölürüm de ondan.
Neyse, baktım olmayacak, hanım haklı, kabul ettim, beraber rejim yapacağız. Yalnız başlamadan önce, hani idam mahkumunun son isteği gibi son bir gün şöyle istediğimi yemeğe karar verdim. Bu son gün için de bir Pazar gününü seçtim. Bir gün önceden planlar yaptım, ne yesem, ne içsem diye ama yaptığım planları hep bozup, bozup baştan yaptım. Çünkü her seferinde aklıma daha güzel şeyler geliyor.
Son tıkınma günü, sabah saat sekiz gibi kalktım, elimi yüzümü yıkadım, doğru mutfağa. Dolaptaki rakiplerimi gözden geçirdim, durum fena değil, sıkı bir kahvaltı için gerekli her şey var. Önce Afyon'dan gelmiş özel yapım sucuğu aldım, itinayla zarını soydum. Sucukları üç kağıtçı tostçular gibi değil de şöyle öksüz doyuran misali kalınca doğradım. Bu işe uygun bir sahan buldum, ateşe oturttum, hiç yağ koymadan kısık ateşte sucukların yağı çıkana kadar bekledim. Çıkan nefis kokuyu içime çekerken hanım da özel harman çay demlemeye başladı. Sucukların bir tarafı pişince itinayla öbür taraflarını çevirdim ve hemen iki adet yumurtayı kırdım. Çatalla beyazını iyice pişmesi için yayarken kokunun yanında, görüntü de aklımı başımdan almaya yetti. Yumurtaların pişmesine yakın üzerine bir kapak kapattım ve ateşi söndürdüm. Bir kaç dakika sonra pamuk yumuşaklığında sucuklar üzerine kırılmış, beyazı pişmiş, sarıları göz olarak kalmış yumurtalar hazırdı.
Baktım hanım masayı da hazır etmiş, sağolsun ne varsa doldurmuş. Hemen elimde sahan çöktüm. Kapıcının bıraktığı hala sıcak, taze ekmeğin ucundan elimle kopardım. Gelin teli takar gibi özenle yumurtaların üzerine tuz, karabiber serptim, "hamdolsun Allah'ım verdiğin nimetlere" deyip ekmeği bandım, önce bir lokma yumurta sonra sucuk derken tabağı sıyırdım, yanında da yarım ekmeği götürdüm. Gözlerimden başlamak üzere bu lezzetle tanışan tüm organlarım, memnun, mesut gevşedi.
Sahan boşalınca bir gün önceden kapıcıdan istediğim taze, sıcak simitlere uzandım. Şöyle içlerinden bol susamlı birini seçtim, bir lokma ısırdım, çıtır, çıtır ağzımda dağıldı, yanına bizim paşa enişetenin her ay gönderdiği artık nesli tükenmiş İzmir tulumlarından aldım. Yahu iki yiyecek birbirine bu kadar yakışır, yağ gibi gidiyor mübarekler. Simit bitince de son olarak iki dilim kızarmış ekmek üstüne tereyağ ve bal sürüp onları da mideme yolladım. Boşalan çay bardağımı doldurup, bir de tadına vara, vara mis kokulu bir çay içtim ki, sormayın gitsin. Kahvaltı bitti, gazeteleri aldım, bir koltuğa oturdum, keyiften yarı kapalı gözlerle gazeteleri okur gibi yapıyorum ama bir yandan da öğle yemeğinde ne yiyeyim diye düşünüyorum.
Saat bir gibi hem acıkmış hem kararımı vermiş olduğum için ayaklandım, ailecek sürekli gittiğimiz balık lokantasına doğru yola koyulduk. Zaten garsonlar tanıdık, benim ne istediğimi biliyorlar. Hafif is kokusu hala üzerinde patlıcan salata, bembeyaz soğanla birlikte lakerda, içinde pastırma ve peynir bulunan sıcacık paçanga böreği masada yerlerini aldı. Ben kendime ızgara sarıkanat söyledim, diğerleri ne istedi vallahi hatırlamıyorum. Bir duble de rakı söyledim, o güzelim mezeler yalnız gitmesin diye. Tarifle bir de roka salatası yaptırdım; rokaları ince, ince kıydılar, üzerine neredeyse rende edilmiş kalınlıkta domates koydular, az biraz sarmısak, zeytinyağı, limon, öfff ki öfff. Ben mezelerin hatırını teker, teker sorarken balık da geldi, hey mübarek boğaz balığı yaa. Bence ızgaraya en yakışan balık sarıkanat, lüfer haline gelince tadından biraz kaybediyor. Hani kuzu eti, dana eti farkı var ya bence aralarında öyle bir fark var. Balığımı da keyifle, kediler gibi gözlerimi yuma, yuma yedim. Ulan bugün keyiften ölmezsem iyidir
Eve gidince haliyle bir rehavet çöktü, biraz uzandım, uyumuşum. Baktım saat altı olmuş, hemen fırladım alışverişe gittim, kafamdakileri aldım döndüm. Hanım sabahtan beri bana hiç laf etmiyor, ne desem yapıyor, yarın acısı çıkacak belli. Eve gelince üstümü değiştirdim, hanımın yapması gereken işlere ait talimatları verdim, fırladım balkona mangal yakmaya. Bu mangal yakma işini ben pek severim, önce kömürleri, çıraları tutuşturdum, sonra yavaş, yavaş kömür ekleyerek şahane bir ateş yaktım. Kıvılcımların ateş böcekleri gibi uçuşmasını seyrederken hanım hazırladığı etleri getirdi. Ateşin harlı hali geçsin diye biraz bekledim, sonra hanımın elceğiziyle yaptığı köfteleri, kuzu pirzolaları, domateslerle birlikte şişe dizilmiş etleri yan yana koydum. Onlar pişerken bir yandan gözledim, bir yandan da bayıldığım başka bir mezeyi yapmaya oturdum. Önce mantarları kalın kalın doğradım, sonra bir tavada tereyağıyla pişirdim, sonra hepsini bir çukur tas içindeki sarmısaklı yoğurdun içine boca ettim, mantı gibi bir şey oldu. Üzerlerini ince bir yoğurt tabakasıyla örttükten sonra tekrar tereyağı kızdırdım, içine bir tutam pul biber attım sonra mantarların üzerine döküp, sıcak sıcak masaya gönderdim. Etler de hazır, hanım yanına şöyle tel, tel dökülen bir pilav yapmış ki, o kadar olur, rakıyı da açtım. Artık bir ondan alıyorum, bir bundan, bir rakı içiyorum, bir meze yiyorum. Saatlerce tıkındım, artık yemekler ve şişe bitince durdum. Üstüne de pelür kağıdı inceliğinde açılmış baklavayı, o muhteşem tadı ve kaymağıyla birlikte götürdüm. Böyle bütün kaslarım gevşedi, parmağımı kımıldatamaz hale geldim. Son olarak bir de kahve içtim, tamamım artık, birazdan ölmezsem yarın rejime başlayabilirim.
Bütün bunlar bugün oldu, yattıktan sonra nedense sıkıntı bastı, uyuyamadım, ben de kalktım bunları yazdım. Yarın başlayacak rejim şimdiden içime dert oldu, yarın da felekten bir gün çalsam mı acaba?
Sağlıcakla kalın dostlar
Hüsamettin Gezer husam@polygon.com.tr
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_67.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.132 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
YAŞANMIŞ
Sana alacakaranlıkta bile bakarım
Saçını okşarım gözyaşını silerim
Kokun duman olur durur üstümde
Adını söylerim içimden
Yalnız adını söylerim
Bir de belini örterim
Gözlerinin ışığında yaparım bütün bunları
Gözlerinin ışığındaki alacakaranlıkta
Sana alacakaranlıkta bile varım
Pek konuşmam
Oturur seni dinlerim
Sesin cıvıldar durur önümde
Adını söylerim içimden
Yalnız adını söylerim
Bir de ateşe değermiş gibi öperim
Acılarının ışığında yaparım bunları
Acılarının ışığındaki alacakaranlıkta
SÜREYYA BERFE
<#><#><#><#><#><#><#>
YENİ AŞK
Yanında oturan ben değilim
Zamanla dirilen anılar
Sorular soran ben değilim
Pişman eden merak
Geçmişi kabartan ben değilim
Yeni biten maceralar
Seninle yaşayan ben değilim
Yere düşen yaprak
Duygularını şaşırtan ben değilim
Gelip geçen acımalar
Kolunda uyuyan ben değilim
Uzaktan gülen aşk
Karşında ağlayan ben değilim
Yürekte esen rüzgar
SÜREYYA BERFE
|
|
Temel'im
Temel ishal olmuş, gittiği doktor da "günde iki defa fitil" salık vermiş. Temel fitilin asıl kullanım şeklinden habersiz olduğundan, hap gibi yutmuş, ve tabii ki daha kötü olmuş.
İkinci defa gittiği doktor ona günde üç defa fitil vermiş, Temel daha kötü olup da doktora üçüncü defa gidince doktor şüphelenip sormuş:
"Siz yoksa bu fitilleri hap gibi yutuyor musunuz?"
Temel kızmış,
"Yok, bi tarafıma sokiyrum."
Yorumsuz:-))
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://home.attbi.com/%7Echarlibrary/bushspeech.swf
Bush'u istediğiniz gibi konuşturup, dalga geçmek isterseniz bir uğrayın derim.
http://www.rec.org/REC/Programs/JFellows.html Regional Environmental Center (REC) çevre konularında projeler
yürüten ve Doğu Avrupa ülkelerinde yürütülen projelere destek veren bir
kuruluş. Merkezi Macaristan'da bulunan bu kurum her sene çeşitli eğitim ve
staj olanakları da sunuyor. 2003-2004 yılı için de Italyan bir STK (L'Umana
DiMora ) ile beraber "Training for Young Environmental Leaders" - "Genç
Çevreci Liderler için eğitim kursu" düzenliyor. Ücretsiz olan bu kurslara katılmak isteyenler sayfada çok daha detaylı bilgiye ulaşabilirler.
http://www.drawfluffy.com
Kara kalem cizim yapmaktan hoşlananların ilgisini çekebilecek bir site. İmajların basit tekniklerle nasıl çizilebileceğine dair küçük örnekler verilmiş. Daha profesyonel çalışma yapmak isteyenler için yetersiz geleceğini düşünerek, onlara eğitim kitaplarını veya kursları tavsiye ediyorum.
http://www.funbun.com/f_wc0802.asp
Kahve molasında özel bir hizmet: siz kahvenizi içerken özel bir test sizi bekliyor. Aslında en doğrusu kahve tercihiniz sizi ele veriyor.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Crystal Player v0.36 [499k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105773
Mükemmel bir video oynatıcısı. Hemen her çeşit video dosyasını oynatabiliyor. Görüntü ve ses ayarlarından tutun, varsa altyazı gösterimide dahil pekçok işi başarıyla yapıyor. Kurmanıza bile gerek yok. Tek bir dosyayı çalıştırıyorsunuz. Mutlaka deneyin, beğeneceksiniz.
|
|
|