KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


Posta Kartı olarak yollamak için tıklayınız.
Lütfen bekleyin! Var gücümle ulaşmaya çalışıyorum...

Kahveci Soruyor?



Xasiork Dergi
ANLAMSIZ SAVAŞA HAYIR !
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 212

 4 Mart 2003 - Trak geldi trak!


Merhabalar,

Benim yazı dışında herşeyi bitirdim ve orada takıldım kaldım. Yaklaşık 1 saattir ben ekrana, ekran bana bakıyor. Gittikçe de sevimsizleşmeye başladı. Halbuki gündüz söz vermiştim kendime. Savaş, ABD, Saddam, tezkere, Tayyip, Gül, Bush, tuş ve bilumum esmer kelimeleri kullanmadan yazacaktım bugün. Gelin görün ki, bir trak geldi kaldım öylecene. Trak nedir bilir misiniz? Tiyatrocuların ezberlerini unutup, sahne üzerinde kalakalmalarına buldukları bir kulptur. Beynin dumura uğraması, beyne giden damarların daralması olarakta ifade edilmeye çalışılır. Bu yönden bakıldığında her sıradan Türk vatandaşı gibi bana da trak gelmesi doğal olsa gerek. 3-5 kelimeye endekslenmiş son 1 haftanın ardından normal hayata dönmenin yollarını arayıp bulmalıyım artık. Öyle ya, beş yıldızlı BBG başladı, kar durdu, güneş yüzünü gösterdi, midemin üzerindeki efervasan bilardo topu eridi, lotoda 4 tutturdum, Asena 3 ay sonra aramızda, İbo azmettirmekten yargılanacak, kızım gene aşık oldu, Cimbomla Fener yeniden kapışacak, Beşiktaş 100 yaşında, Pazartesi günü rutin diyetime başlıyorum, Tarık'ın yeni albümünü beğendim, Norah Jones'u Bodrum'da dinlemiştim, para elimin kiri, vesaire vesaire... Uzun lafın cücesi, bıktım artık kayaların oğlu olmaktan. Normal yaşama dönmek istiyorummmm.
...........
Sırası gelmişken kadrolu, kadrosuz tüm okuryazarlara bir çift lafım var. Yazıların dibi göründü. Bırakın artık tembelliği, haydi pamuk eller klavyeye. Üçer beşer attırın ki bende yol iz bulayım.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku


HATIRLIYOR MUSUN?

Sabah okula giderken denizden esen rüzgarı ve karşı kıyıda biriken bulutların şeffaf pembeliğini, okul otobüsündeki koltukların eski plastik kokusunu, derslerde belli etmeden içinden söylediğin şarkıları, sıraların kimisinin üzerine tükenmez kalemle yazılabilen yumuşak bir plastikle kaplı olduğunu, kimisinin de yeşilimtrak sert bir maddeden yapıldığını, üzerlerine tükenmezle yazı yazılamadığını, kantinde ayran ve pralinli çukulata satıldığını, başka bir şey satılıp satılmadığını bilmediğini, yeni teksirden gelen ödev kağıtlarının üzerindeki mor yazıları ve alkol kokusunu, annenin her sabah hazırladığı tostun içindeki peynirin uzayışını, apartman aralarındaki yemek kokularını, son baharda kurulan sobanın ilk yakıldığı günkü sevincini, sobanın üzerinde keyifle fıkırdayan çaydanlığın camları buğulandıran buharını, balkondaki sardunyaların pembeli kırmızılı çiçeklerini, çarşı içindeki ekmek fırınını ve yanı başındaki çekirdekçiyi, kütüphanedeki romanların üzerini kaplayan esrarlı tozu, pasajın içindeki plakçının vitrinindeki albümde gülümseyen Cat Stevens'in çıplak omuzlarını, sıcak tahinli pidenin ağızda dağılışını, tren geçerken evin duvarlarının belli belirsiz sallanışını, plastik bir çantada tren yolu boyunca yürüyerek kedilere kasap artığı etler atan kadını, komşuların evlerinden gelen ve seninkinden başka ama seninkine benzer ne çok hayat olduğunu sana hatırlatan sesleri, pencerelerden dışarı yansıyan televizyon ışıklarını, açık hava sinemasında telle birbirine bağlanmış tahta sandalyelerde seyrettiğin filmleri, muz kokulu gazozları ve boğazın ağrır diye kırk yılda bir kez almana izin verilen frigo buzları, yaz gecelerinde balkonda yenilen ballı bardacıkları, ağaçların altında yürürken ayağının altında ezilen kara dutları, tembel pazar öğleden sonralarını, önündeki sırada oturan sınıf arkadaşının lacivert okul ceketi ile hayta derbederliğinin oluşturduğu iç gıcıklayıcı tezatı, muşamba masalı çay bahçelerindeki karbonat katılmış çayın kan kırmızısı rengini, pazardaki selelerin içinde ışıldayan siyah zeytinleri, limoncu çocukların ellerinde beşer beşer tuttuğu limonların sarısını, aldıklarını hamala taşıtmaktan utanan annene ama bu adamcağız para kazanmaya calışıyor, taşısın da para kazansın diyen babana Brecht'in şiirlerini okuyana kadar hak vermediğini, babanın söylediği pek cok şeye aynı şeyi başkalarından da duyana dek hak vermediğini, babanın televizyonun önünde uyuyakalışını görüp de artık yaşlanmaya başladığını anladığında içinde hissettiğin sızıyı, otobüs durağının önündeki çiçekçi tezgahından sokağa yayılan nergis kokusunu, yastığının altında duran transistörlü sarı el radyosunu, köşebaşındaki lokmacı tarçınlı lokmaları yağa attığı zaman çıkan cızırtıyı, mavi pelür kağıda mürekkepli kalemle yazılmış olduğu için aldığın ilk aşk mektubunun yarısının okunmaz halde olduğunu, ikinci mektubun da pembe pelür kağıda mürekkepli kalemle yazıldığı için okunamadığını, okula giderken suya dalıp çıkışlarını seyrettiğin karabatakları, iskelenin önündeki milli piyangocunun yanık sesini, annenin seni her sabah pencereden el sallayarak uğurlayışını, salebin her seferinde burnunun ucuna bulasan tarçınlı köpüğünü, vapurun güvertesine vuran köpüklü dalgaları, tahta iskeleye vuran dalgaların sesini, iskelenin, insanların, seslerin sudaki yansımalarını, dalgaların ışıltısını, ve o dalgaları senin gördüğün gibi gören başka biri daha var mıdır acaba, acaba var mıdır, varsa nerededir, şimdi o nereye bakıyordur, neler görüyordur diye duyduğun merakı, öyle birinin olmadığını, olamayacağını, o dalgaların aslında körfezin değil, algılarının okyanusunun kıyıya çarpan suları olduğunu farkettiğinde hissettiğin tek başınalığı.

Hatırlıyor musun?

 Cafe Azur : Suna Keleşoğlu


Merhaba!

Tüm mektuplarıma başladığım ilk sözcük hep aynıdır. Hangi dilde olursa olsun sadece Merhaba...İçinde süprizler gizli bir çikolatalı pasta geliyor gözümün önüne.

"Sadece Merhaba"

Gizlenmiş diğer sözcükleri bulmak pastadan ne kadar pay alacağınıza bağlı. Ben her zaman günaydını, iyi geceleri, nasılsını ve gülümsememe karışan sevgili hitabımı karıştırırım pastamın hamuruna. Mutluluk oyunu oynayan bir gülmeyen palyaço da değilim. Yalnızca bir merhabanın ucunu renkli kağıtlarla süsleyip gökyüzüne bir uçurtma gönderdim...

Kendi kendimin elçisiyim, tüm selamlarım gökyüzünde.

Zamanı durdurmakla başlayabilseydim, elime büyülü bir değnek almama gerek kalmazdı. Şu anı bile durdurup saklardım. Bir gün tükenecek anılarımın adına, sararacak fotoğraflar olarak olmadan yüzümü saklardım. İlk göstereceğim kendim olurdum. Tüm şaşırmalardan payıma düşeni ilk alan olarak.

Unutmak ile özlemek arasına sıkışmış anılarımda bir koca şehir duruyor. Şehri İstanbul. Ben sana ihanet edemem. İlklerime hep seninle başladım. İlk aşkım, ilk şiirim, ilk yazılarım senin varlığınla sığındılar ruhuma...Oysa ben seni uzun zamandır ihmal ettim.

Karla kaplı ellerinin üşüyüp üşümedigini bile sormadım. Söyle bana İstanbul üşüyor musun?

Beş yıl oluyor değil mi? Ama bak ben sözümü tuttum. Yine seninle başlıyorum. Ve aslında tüm sonbaharlarda üzerine yağan aslında benim özlem gözyaşlarım. Ben seni bir yaz günü bırakıp gitmiştim. Nedense hep sonbahar gelince hatırlarım. Çünkü sen hiç bir sonbaharda kahverengi sarılığa karışan sensizliğin hüznünü bilemezsin..

EY İSTANBUL!
" Ey İstanbul, bazen bir gözyaşı, bazen sessizlik olur sensizlik"
Bir şehri özlemek,
Ve eğer o şehre yazılmış binlerce ve hatta onbinlerce dize varsa,
Senin dizelerin ancak,
şehrin ara sokaklarında gezinen bir kedinin ayak sesleridir.
Gözyaşların, o şehre yağan bahar yağmurlarının bir damlası,
Özlemin ise gidemediğin her yerine düşen ayın gölgesidir.


diye başlayan tüm dizelerimde hep yanımdaydın. Bir şehri terk etmenin ve o şehirde gezinen küllenmiş anıların hatırlatıcısı oldu adın hep. Bir şarkı gibi, bir hayat gibi, kana kana içtiğim su gibi adını duydukça hep içim ürperdi. İşte bu yüzden ilk merhabayı sana fısıldıyorum. Başkaları duymadan kardan buz kesmiş kulaklarına fısıldadım. Sende unuttuğum son şarkının dizleriyle beraber…
Unutma bende senden kalanları birlikte keşfedeceğiz.

İşte böyle aranıza yeni katılan bir Kahve Molacısının düş ve düşün dünyasında gezintiye çıkmak isterseniz, bu sihirli adı fısıldayın bana. Kahvenizin dumanı hala tüterken gelmiş olacağım. Yanında getirdiğim çikolatalı pastadan payınıza düşecek merhabalarla…

Sağlıcakla kalın.

SunA.K.
skelesoglu@eudoramail.com

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Erik

Ben eriği çok severim. Özellikle yeşil can eriğini. Evli bir arkadaşım var, o da yeşil can eriğini çok sever ama karısı şapırdatarak erik yemesine sinir oluyormuş. Sanırım evlilerin ortak kaderi bu, bir süre sonra bir çok şey batmaya başlıyor. Neyse bu evlilerin sorunu. Ben bekarım, istediğim kadar eriği ses çıkartarak ve şapırdatarak yiyebilirim. Size anlatacağim heyecanlı ve bir o kadar da hüzünlü bir erik yeme hikayesi.

Ankara'nın nadir güzel gecelerinden biriydi. Ne çok soğuk, ne de sıcaktı. Ilık bir rüzgar hafif hafif esiyor ve tül perdeyi dans eder gibi oynatıyordu. Ben bilgisayarımın başında bir taraftan bir işimi yaparken bir taraftanda internette bir sohbet odasında yaygın deyimiyle cettiriyordum. Kanaldakilerden biri durduk yerde "canım erik istiyor, keşke evde erik olsaydı" dedi. Birden bu cümle kafamda dönmeye başladı, erik, erik, erik...bütün sindirim sistemimde bir karıncalanma başladı ve bu karıncalanma yerini karşı konulmaz bir erik yeme isteğine bıraktı. Kafamda bir tabak kocaman erik ve yanında çay tabağında tuz görüntüleri uçuşmaya başladı. Erik, erik, erik...

Krize girmiş bir eroinman gibi hemen zulamda duran erikleri bulmaya gittim. Buzdolabının gizli bir bölmesinde yeşil can erikleri durur. Telaşla buzdolabının kapağını açtım ve sadece benim bulabileceğim zulama elimi attım ve... ve elim boşlukla karşılaştı. Yoktu. Evde erik yoktu. Buna inanamıyorum. Nasıl böyle bir hata yapardım? Ne olursa olsun erik bulmalıydım. Hemen üstüme bir kot bir tişört geçirip dışarı çıktım. Gecenin birinde erik bulma şansım neredeyse sıfırdı ama yine de deneyecektim.

Arabayı hızlı sürmeye başladım. Yollar boş olduğu için süratli gidebiliyordum ama nafile... Değil açık bir manav yada süpermarket, açık bir bakkal yada büfe bile yoktu. Bir tane açık büfede de sadece içki ve kuruyemiş türevi vardı. Arabayla neredeyse bir 45 dakika bildiğim ve aklıma gelen tüm manavlara baktım. Hatta polis çevirmesine bile yakalandım. Allahtan alkollü değildim. Polislere aş ermekte olan hamile karım için erik aradığımı ve eğer biliyorlarsa insaniyet namına bana bir açık manav söylemelerini rica ettim. Memurlar ümitsizlikle başlarını salladılar ve üçü birden koro halinde bu saatte in cinden başka bir şey bulamıyacağımı söyledi. İstersem bagajda amasra elması varmış.

Arabayla ordan ayrılırken aklıma birden toptancı hali geldi. Evet yaaaa! Sebze meyve hali. Orada muhakkak dağıtılmaya hazır erikler vardır. Eğer bekçiyi ayarlarsam eriklerime kavuşabilirdim. Bu yeni fikir bana kaybettiğim enerjiyi geri verdi. Arabaya bir pati attırarak sebze meyve haline doğru uçmaya başladım. Biraz gittikten sonra birden sağ tarafta çıplak lambaları ve kasalarıyla gecenin birinde açık bir manav duruyordu. Tanrım bir manav. Evet bu bir manavdı. Açıktı. Ne kadar güzel görünüyordu. Ne kadar şiirseldi. Çölde vaha görmüş bir bedevi gibi çığlık attım. Manavvvvvvvvvvvvvv!

Arabanın frenine sonuna kadar bastım. Tekerlerden gelen ses ve kokuya aldırmadım. Ellerin önündeki cepte duran manav şaşkınlıkla bana bakıyordu. Besbelli olan bitene bir anlam verememişti. Olsun. Ben onu seviyordum. Büyük insan, has anadolu delikanlısı, melek gibi bir insandı o. Manavını bu saatte açık tuttuğuna göre öyle olmalıydı. Nöbetci manavdı o. Arabadan indim ve manava gayet sevimli gülümseyere iyi akşamlar dedim, manav "akşamun hayurlu olsun abü" diye cevap verdi. Hiç vakit kaybetmeden erik var mı? Can eriği dedim. Sanki kara delikleri birbirine bağladığı varsayılan solucan yollarına inanıp inanmadığını sormuşum gibi alnını kırıştırdı ve neredeyse bir dakika düşündükten sonra, "abü kalmadı ama arkada kasada kalmıştır belkü" deyip bir kapıdan kayboldu. İçerden sesler gelirken ben içimden dua ediyordu, tanrım ne olur erik olsun, yarım kiloya hatta 250 grama bile razıyım.

Manav leoapar vurmuş Hemingway gibi elinde erik dolu bir kasayla geri döndü. Ne kadar verem abü, dedi. "Hepsini, hepsini" dedim sabırsızlıkla. Manav (ona artık kahraman diyecegim) bir kesekağıdına erikleri doldurdu ve tartmak için teraziye koyduğunda ince ve kadifemsi bir kadın sesi duyuldu;

- İyi geceler, erik var mı?

Manav ve ben, bu sesin sahibini görmek için döndük. Tanrım muhteşem güzel bir kadındı. Kadında değil, kadınötesi bir şeydi. Üstünde tek parça bir siyah gece elbisesi ve işlemeli boncuk kaplı ufak bir çanta vardı. Bilgeliğin yedi sütunundan biri gibi duran zarif kuğu boynunu sade bir inci kolye sarıyordu. Elbisesinin yırtmaçından fırlayan bacakları ise ankara-konya yolundan sonra gördüğüm en düz şeydi.

Kahramanım manav yine o boş bakışlarla kadına baktı ve "accik galmıştı onu da abüye virdim" dedi ve kesekağıdını elime tutuşturdu.

Rodin'in heykellerini andıran bu güzel yüzde birden beklenmedik bir hayal kırıklığı dalgası yayıldı. Sanırım o da benim gibi uzun süredir erik arıyordu. Arayışın verdiği gerğinlik, sonunda gözlerinin kenarlarında bir damla gözyaşı olmuştu. Hemen arkasını döndü ve kırmızı spor arabaya doğru hızlıca yürüdü. Erik yiyenin halinden erik yiyen anlar. Manava hemen parasını verdim ve kahramanım manav " allah bereküt versin abü" deyip parayı önündeki kocaman cebe attı.

Uzaydan geldiğine inandığım muhteşem kadının peşinden koştum. O ise arabasına çoktan binmişti. Yetişemeyiceğimi sanıyordum. Hayır hareket etmemişti, direksiyona başını dayamış ağlıyordu ve sessiz sessiz erik erik diye iç geçiriyordu. Lütfen ağlamayın dedim. Ege denizinin en yakamozlu halini andıran bu gözlere hüzün yakışmıyor. Her zaman bilyeli bir kavanoz gibi neşeli olun, hadi silin göz yaşlarınızı dedim. Kadın bana döndü, gülümsedi. "Çok iyisiniz ama erik bulmam lazım. Canım çok erik yemek istiyor. Son eriğide siz aldınız ve gecenin bu vaktinde şehirde mümkün değil erik bulamam."

Yüzümde şeytani bir gülümseme yayıldı. Dilerseniz erikleri paylaşabiliriz. Bize gidelim, hem evde tuz da var dedim. Muhteşem güzellik kısa bir tereddüt geçirdi ve elimdeki kesekağıdına bakarken dudaklarını şapırdattı ve kararın verdi: "Tamam, ama çabuk olalım" dedi.

Eve nasıl geldiğimizi, merdivenleri nasıl koşarak çıktığımızı hatırlamıyorum. Ben, o ve erikten oluşma üçgendeki elektirikten başka bir şeyi hissetmiyordum. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde artık dayanacak halimiz kalmamıştı. Kesekağıdını yırtarak açtık ve şapırdarak erikleri yemeye başladık. Tanrım sanki bulutların üstünde uçuyordum. Böyle bir zevkin olabileceğine söyleseler asla inanmazdım. Zaman hükmünü yitirmişti. Kesekağıdını açıp ilk eriği ağzımıza attığımızda sanki bir kara deliğe girmiş ve uzay-zaman boyutunda atlama yapmıştık. Şapurtu sesleri gecenin karanlığını keskin samurai kılıçları gibi kesiyordu. O ve ben bir eriğin iki parçasıydık. Koltuğa bile oturmadan ve erikleri bile yıkamadan orada halının üstünde tüm erikleri bitirdik. Kendimize geldiğimizde onun ve benim yüzünde tatlı bir pembelik vardı. O hala muhteşem güzellikteydi sadece yediği eriklerden dolayı karnı biraz şişmişti. Üstünü başını topladı ve bir keyif sigarası yaktı.

Benimle evlen dedim. Daha tanışalı yarım saat olmuştu ama ben ona bağlanmıştım. Arka bahçesinde erik ağaçlarıyla dolu bir evde geçireceğimiz bir yaşamı hayal ediyordum. Muhteşem güzel kadının yüzünde bir hüzün yerleşti ve benim yanağımı okşadı. "Çok tatlısın sen ama ben evliyim. Kocamla mutlu bir evliliğimiz vardı ta ki o gastrit oluncaya kadar. Artık birlikte erik yiyemiyoruz. Erik yememden rahatsız oluyor. Ağzımı şapırdatıyormuşum. Kızım için evliliği devam ettiriyorum ama onunla her şey bitti. Lütfen bunu benden isteme. Her şey çok harikaydı. Erikler çok tazeydi. Bana bu mutlu dakikaları yaşattığın için teşekkür ederim" dedi.

Pişman mısın peki? Dedim. "hayır, erikler tazeydi ve suluydu. Bu doğanın bize verdiği en büyük şölen ama keşke erikleri yemeden yıkasaydık, ishal olma ihtimalim olabilir" diye cevap verdi.

Ben sorumluluk sahibi bir erkeğim. İshal olursan sonuna kadar yanında olacağım bunu bilmeni isterim dedim.

Muhteşem kadın, tekrar tekrar tatlı tatlı gülümsedi ve yanağımı okşayıp alnımdan öptü. Daha çok erik yiyeceğiz tatlım deyip işveli bir edayla bana göz kırptı ve gecenin karanlığında bir hayalet gibi kayboldu.

Evin içinde erik çekirdekleri yaşanan günah anlarını anlatırcasına etrafa saçılmıştı. Dikkatle her birini toplayıp, kesekağıdıyla birlikte hemen çöp tenekesine attım, aslında saklamak isterdim ama Frau Helga, Madam Vivien'le birlikte yediğimiz eriklerin çekirdeklerinin yanında durmasını istemiyordum. Onlarla anlık bir iştahla erik yemiştik ve duygudan yoksundu. Yaşadığım maceralarımı bir gün size anlatırım tabi editör izin verirse.

Evli bir kadınla iki kiloya yakın erik yemiştim ama hiç pişman değildim. Hiç bir şekilde günah yoktu üstümüzde. Aşk her şeyi temize çıkartıyordu çünkü.

Gecenin karanlığında sessiz sessiz uyuyan şehrin solgun ışığında arabasına doğru giden muhteşem kadın arabaya binmeden arkasını dönüp el salladı ve eliyle bir öpücük gönderdi. Bende ona karşılık verdim. Araba gözden kaybolurken içimde yavaş yavaş yayılan bir sızı hissettim.

Sanırım ishal oluyordum....

PS: Çok bunaldığımız şu günlerde biraz gülelim istedim, umarım densizlik etmedim. Savaşsız günlere.

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Şair Kahveci : Filiz Kaya


KONUŞAN AĞAÇ

Bir tatil sabahıydı. Erkenden alışveriş yapmak için sokağa çıktı. Yanından sürekli insanlar gelip geçiyordu. Bir yandan neler alacağının listesine bakarken, diğer yandan önceki gün oturduğu parkta ağaçların, çiçeklerin ve kuşların gözüne ne kadar hoş göründüğünü, ruhunu ve bedenini nasıl dinlendirdiğini belleğinden geçiriyordu. Tam o sırada "........ isimli yerde, konuşan bir ağaç var. Gidip onu görmelisin..." dedi bir ses. Konuşan ağaç mı diye şaşkınca yinelerken, gözleriyle sesin sahibini arıyordu. Bu arayış boşa çıktı. Yakınında kimse yoktu. Deliriyorum herhalde diye geçirdi içinden. Bir süre sonra tekrar aynı sesi duydu. Ve biraz sonra tekrar... İçinde korkuyla birlikte, şiddetli bir merak uyandı. Söylenen yere gitmek arzusuyla tutuştu. Alışverişini bitirip eve döndü. Planını çıkardı. O gün yapılması gereken her şeyi bitirip, sonraki gününü boşaltmalıydı. Günün bitmesini sabahın olmasını bekliyordu sabırsızlıkla.

Uyandığında gün yeni doğmuştu. Perdeyi çekerek odanın camını açtı. İçeri ılık bir rüzgar esintisi doldu. Güzel çiçek kokularını da beraberinde getirmişti. Kalbi kıpır kıpır oldu. Bedeni bu güzel kokularla kış uykusundan uyandı. Bahar çoşkusunu cıvıl cıvıl yaşıyordu. Üzerine rahat bir şeyler giydi. Yola koyuldu. Söylenen yere vardığında hava ansızın değişti. Güneş ışıl ışıl aydınlatıyordu az önce her yeri. Oysa burada gökyüzü bulutluydu. Ağaçlar tek sıra halindeydi. İlk beş ağaç kısadan uzuna doğru yükseliyordu. Ortada devasa bir ağaç vardı. Bu ağaçtan sonraki beş ağaç uzundan kısaya doğru sıralanıyordu. Kalın, azametli bir erkek sesi ortalığa hakim oldu.
- Hiç bir şey yapmıyorsun!!!
Gökyüzü kasvetli bir havaya büründü. Gri bulutlar ağaçların tepelerine kümelendiler ve bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Kimin konuştuğu belli değildi. Yine otalarda kimsecikler yoktu. Aynı ses tüm heybetiyle tekrarladı sözlerini...
-"Neden hiç bir şey yapmıyorsun?"
Bu kez devasa ağaçtan ezik ve kararsız bir yanıt geldi.
- Ne yapabilirim?
- Gerekeni yap yeter.
- Ama ben çok yaşlı, gücü az bir ağacım. Gerekenin ne olduğunu bilmiyorum. Elimden ne gelir?
- Hiç bir şey bilmiyorsan, eğil de yanındaki küçük ağaçları koru!!!

O anda uzun, iri gövdeli, devasa ağaç tam orta yerden öne doğru eğilmeye başladı. Bir taraftan dallarını yanındaki ağaçların üzerine açıyordu. Çatırdayan gövdesi ve yapraklarının hışırtısı ile ortaya çıkan manzara akıllara durgunluk verir cinstendi. Gözlerine inanamıyordu. Kendisine de... Bunlar gerçek miydi? Gördükleri ilginç, şaşırtıcı ve ürkütücüydü. Neredeyse dilini yutacaktı. Kıpırdayamadan, dakikalarca dikildi olduğu yerde. Kendini güçlükle toparladı. Evine dönmeliydi. Çok yorgundu. Eve girdiğinde yapmak istediği tek şey yatıp uyumaktı. Yapılan konuşmayı anımsadı.
- Hiç bir şey bilmiyorsan, eğil de yanındaki küçük ağaçları koru!!!

Ne kadar yaşlı ya da ne kadar güçsüz olunduğu düşünülse de, yaşandığı sürece her durumda yapılabilecek bir şey, taşınabilecek bir görev vardı. Yumuşak ve ince yastığına başını koyar koymaz, derin bir uyku onu çoktan kollarına almıştı.

Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Çözülme Bölümü:



Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_69.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.144 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


VE ŞİMDİ GİTME VAKTİ

Yine bir ümit bulutu sırtına atlayıp geldim.
senle yüklü. şu şehre.

aynı havayı "sensiz solumanın" ne olduğunu sen bilemezsin.
aramayı tüm yüzlerde. gözlerini.
yollarından geçmek ihtimal hesapları dahilinde.
yollarında hep bir ümit.
duymayı çalışmak tüm sesler arasından seni.
neşesiz. mutsuz insan siluetlerinde. dilsiz...

ve gitme vakti geldiğinde sana rağmen.
sınırlanmış zamanların mecburiyetinde.
bilemezsin. geri dönüş saatlerindeki o telaşı.
o çaresizliği.
görememenin. dokunamamanın hüznüne karışan.
o ümidin son çırpınışlarını.
ümitsizliği öncesi ümitlerin...

bilemezsin ayakların geri geri gidişinin yorgunluğunu.
gülümsemeye çalışırken düşmüş omuzlarının üstünden.
seni yolcu edenlere.
bilemezsin seni orda bırakıp gitmenin zorluğunu. ve hüznünü.
inen iki damla yaşta seni gizlemeye çalışarak...

ve şimdi gitme vakti.
içimde sen.
ayaklar geri geri.
yolun açık olsun ümit.
hoşgeldin hüzün...

Faika BERAT

<#><#><#><#><#><#><#>

ÜÇ MOR LALE

O bir sevi sığdırdı kadınsı mor bir düşe
dört yaprağına üç mor lalenin
bir dolunay zamanında.
hiç onun olamayacak bir sevi' yi
bir lalenin kimliğinde "yaşanamamışlar" maskesinde.

o gidişlerde sadece
gittiğini sanmakla kaldı.
yaşamın gerçekleriyle
boynu büküldü kaldı.
ne zordu kabullenmeleri insanın
kendine rağmen
ne zordu tutamamak düşeni elinden
ne zordu kalkmak yeniden.

Altı üstü bir mor laleydi
Gittin, boynunu büktü
Sustun, kurudu
Öldü...

Faika BERAT

 Biraz Gülümseyin


Şişeyi attım

Hoca, camide içkinin kötülüğünden bahsediyormuş.Cemaat arasında bulunan Bektaşinin fena halde canı sıkılmış.Gitmek üzere kalkayım derken, koynundaki şarap şişesi kayıp yere düşmüş.Baba hiç istifini bozmadan söyle konuşmuş :
-Kör olasıcayi işte kaldırıp attım.Sizde varsa, tam zamanı, siz de atın!

Seninki pamuk gibi

Paşanın biri, tanıdığı bir Bektaşi ile konuşurken sorar:
-Baba, geçen gün bir kadınla gidiyordun, kimdi o?
-Hanımım olurlar efendim...
-Peki ama, pek pasaklı ve çirkin biriydi.Onun koynuna nasıl giriyorsun?
Buna fena halde bozulan Bektaşi, lafı yapıştırır:
-Sizin pamuk gibi karınızın koynuna herkes girer. Marifet bizim o pasaklı karının koynuna girmekte, paşam!

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.abuzer.com/content/oyun.asp
Size verdiğim bu kısayolda snake isimli oyun var. Hani nokia cep telefonlarının standart oyunu. Benim size tavsiyem oyun sonrası ana sayfaya da bir göz atmanız. Abuzer bey best fm'de program yapan bir arkadaş. Tarzı gerçekten farklı ve dikkat çekici olduğu için tavsiye olunur.

http://fikra.trturk.com/
...Bir gün Tursun arkadasi Temel'a sormus.. -Ula Temel, 3'lü sexten hoslanirmisun? Temel :Evet, en sevdigim fantazimdur da. Tursun:İyi o zaman, acele eve yetiş... fıkralar bol ve eğlencelik

http://www.netgezgini.com/
İşte size sağlam bir arşiv. Net güvenliğinden, linux'a ve hatta eğlencelik bol miktarda kaynağa ulaşabileceğiniz bir site. Şiir arşivini görmenizi özellikle tavsiye ediyorum. ...Yollarıma dökülen güllerden yıllarımı verdigim acılardan ve senden kurtuluyorum.Mutluluğa dair ne varsa hepsinden bir damla da ben istiyorum ,belki inanmayacaksın ama artık seni hiç sevmiyorum...

http://osmanim.tripod.com/fikra/turkce/hikaye/supermen.htm
Uzun süren araştırmalarımız sonucunda ünlü kahraman süpermen'in günlüğünü ele geçirmiş bulunuyoruz. ...Herkesin derdine care bulmaya mecbur muyum arkadas? Hadi buyuk felaketleri, dunyanin basina bela olan zibidilerle ugrasmayi anladik, bir de ivir-zivir islerle ugrasiyoruz...

 Damak tadınıza uygun kahveler


MobyDock v0.67 [629k] W2k/XP FREE
http://www.mobydock.tk/
Mac kullanıcıları PC ye geçtiklerinde biraz eşekten düşmüş gibi oluyorlar galiba. Alışık oldukları masaüstü düzenine veda etmek zorunda kalıyorlar. İşte bu durumdan vazife çıkaran birileri MAC OSX görünümlü PC masaüstünü yapmışlar. Geçiş döneminde işe yarayabilir. Mac tutkunlarına duyurulur.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030304.asp
ISSN: 1303-8923
4 Mart 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com