KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


Posta Kartı olarak yollamak için tıklayınız.
Lütfen bekleyin! Var gücümle ulaşmaya çalışıyorum...

Kahveci Soruyor?



Xasiork Dergi
ANLAMSIZ SAVAŞA HAYIR !
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 219

 13 Mart 2003 - Kıbrıs'ı unutmamalı!


Merhabalar,

Dün Rauf Denktaş'ı izledim televizyonda. Mithat Bereket'le son olayları değerlendiriyordu. Hasta suratındaki çaresizliği, isyanı gözlemledim. İçim burkuldu. Yıllar yılı uğruna savaş verdiği herşeyi elinden almak için vargücüyle çalışanlara karşı koyacak gücü kalmamış gibiydi. Oynanan oyunlara eklenen Türkiye'nin AB'ye alınmama tehdidi sanki bardağı taşıran son damlaydı. Haklı olarak "Rumlara çözün Türkiye ile sorunlarınızı öyle alalım sizi AB'ye dedilermi de, şimdi bunu Türkiye'nin önüne tehdit unsuru olarak koyuyorlar." diyordu. İyice yalnız kalmaktan korkuyor gibiydi. Güvendiği tek dalın da elinden kayıp gitmesine seyirci kalmak istemiyordu. Olabilecekleri aklına bile getirmek istemiyordu, tıpkı bizim sorunu yok sayan değerli büyüklerimiz gibi. Irak'ın, ekonominin gölgesi altında Kıbrıs'ta olanları gözden kaçırıyoruz. Vakit geç olmadan demek bile abes artık. Vakit kalmadı ki. Verilecek tek şey toprak olsa ver kurtul demek kolay. Oysa verilecek olan yılların birikmiş, yoğrulmuş gururu ve onuru, unutmamalı...

Bügün de Sevgili Tanju Akdeniz güzel bir çalışmasını bizlerle paylaşıyor. Bahara hasret olduğumuz bu günlere pek uygun değil mi?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Medyatik : Selcan Lafçı


Hepsi Harbi Çocuklar

Bir arkadaşımın çocukluk hikayesi pek hoşuma gider: Öğretmen olan anne ve babasının görevi dolayısıyla İç ve Doğu Anadolu'da bulunmuşlar uzun zaman. İlkokulun başlarındayken bir yaz, her yaz olduğu gibi gezmeye gelmişler İstanbul'a . Nasıl olduysa Kapalı Çarşı'da gezerlerken arkadaşım kaybolmuş. Anne ve babası onu bulduklarında yere çömelmiş, elleriyle dizine vurarak 'Vıy anaam, Vıyy anaam' diye bağırıyormuş. Bir çeşit ağıt yakıyormuş yani... Bu manzara karşısında anne ağırlığını koymuş ve ilk fırsatta İstanbul'a atmışlar kendilerini...

Biz de Anadolu'da çok dolaştık. Çocukluğumdan hatırlarım; her bulunduğumuz yerin şivesini kapardık hemen. Ya evde hep aynı Türkçe konuşulduğundan ya da çok sık yer değiştirdiğimizden bu şiveler kalıcı olmazdı dilimizde.

Babam Türkçe'ye çok önem verirdi. Örneğin 'Hami ne demek?' diye sorduğumuzda cevabı vermekle yetinmez, hamil, hamile, hamiline gibi aynı kökten türemiş sözcükleri de açıklardı bize.

Şimdi oğluma bakıyorum da; yepyeni bir dile sahip O ve arkadaşları.

Bir olay anlatırken özne, zamir birbirine giriyor: "Bugün derste çok güldük. Ders sırasında kurbağa sesi çıkardı. O da çok kızdı, gel buraya diye bağırdı. Hocam ben değildim dedi, Sonra hoca çocuğu aldı müdüre götürdü. O da arkasından güldü. Aslında onu da götürmeliydi. Zaten onu bizde sevmezdik. Haketmişti, iyi oldu, hepimiz güldük!" Olayı tam anlamak için tek tek soru sormak ve tabi cevabını da alabilmek gerekiyor. Anlayışsızlıkla suçlanmak da cabası...

Kurduğu her iki cümlenin arasına 'Anlıyo musun' ekliyor. Kendini iyi anlatamama ya da yanlış anlatma tedirginliğiyle..

Geçenlerde bir kızdan bahsediyordu, 'Ciks ya işte' dedi. 'Ciks ne demek?' dedim, 'Tiki yani.' dedi.

'Ortega kesin gitmiş duydun mu' diyorum. Gözlerini açarak 'Harbi mi?' diye soruyor. Telefonda arkadaşlarıyla konuşurken bu 'harbi' sözcüğünü o kadar sık duyuyorum ki; yiğit, gerçek, gerçekten, doğru, cesur gibi pek çok anlamda kullanıldığı için, her cümlenin içinde yer buluyor kendine. Son günlerde sık kullanılan bir sözcük de 'kolpa'. Arkadaşlarıyla aralarında ürettikleri bir sözcük sanıyordum; uydurma, sahte anlamında. Bir gün Kanat Atkaya'nın köşesinde rastlayınca bu sözcüğe şaşırdım kaldım. Bizimkilerin dilinde korsan cd'nin adı kolpa cd, satan da kolpacı. Arkadaşının bir açığını yakaladığı zaman parmağını sallıyor yüzüne doğru: 'Az kolpacı değilsin sen...'

Arkadaşlarıyla birbirlerine 'Hürrem' diye hitap ediyorlar. Her evet demek gerektiğinde Kemal Sunal gibi ağızlarını yayarak 'Eveeet. Hih hi hi anladım.' diyorlar. Gerçi çok iyi taklit ediyorlar, güldürüyorlar beni ama...

Akşam sinema programının iptal olduğunu arkadaşına haber veriyor: 'Hürrem, sinema yalan oldu. Oğuz kolpa yaptı.'

Henüz 10 yaşındaki yeğenim bir konuda diretirken ' ... yapacağım işte var mı?' diyor, kaba bir şekilde. 'Ne var mı' diye soruyoruz hep birlikte; işi şakaya, biraz da alaya alıyoruz, vazgeçsin diye.

Bu çocukları suçlamıyorum. Hiçbirinin ailesi böyle konuşmuyor. Dinledikleri müzik kanallarının dili, yabancı film ve dizilerin garip Türkçe çevirileri, okudukları gençlik dergilerinin başlıkları, yazıları hep bu yeni Türkçe diline uygun. Gençlik her dönemde giyim, saç tıraşı, müzik veya konuşma dilinde kendi tarzını yaratıyor zaten.

Benim itirazım, bu çocukların dilin önemini kavrayamamalarına.

Okullarda dilbilgisi matematik dersi gibi okutuluyor. Yani çözümü zor bir havuz problemi gibi çocukların önüne konuyor. Edat, türce özdeş sözcük, bileşik belgisiz sıfat, sürerlik bileşik fiil, yüklemlerin işlevi derken oldukça sevimsiz bir ders haline geliyor.

Oysa dilbilgisi eğlenceli hale getirilebilir diye düşünüyorum. Örneğin öğrencilerin 'edebiyat paraladıkları' kompozisyonlar kadar, belirli bir olayı, lafı uzatmadan, yirmi-otuz cümleyle, basit, bir kere okuyanın anlayacağı biçimde yazmaları istense, sonra tek tek okunsa, her yazı ayrı ayrı tartışılsa, tüm çocuklar katılmaz mı buna? Ve farkında olmadan öğrenmezler mi edatı, tümleci? Etrafımdaki liseli gençlerde gördüğüm en büyük problem, söylemek istediğini net ve anlaşılır olarak anlatamamaları. Araya yani, anlıyo musun, hani , işte, anlarsın ya (ya da Amerikancası 'bilirsin') doldurarak uzun uzun anlatıyorlar. Hele bunu yazarak anlatmaları gerektiğinde oldukça zorlanıyorlar.

Kitap okuma konusuna hiç girmiyorum. Benimki de okumuyor, arkadaşları da okumuyor, etrafımdaki ailelerden duyduğum kadarıyla onların çocukları da okumuyor, özetle gençlik kitap okumuyor! Oysa gördüğüm tüm evlere çocuk henüz iki üç yaşlarındayken resimli masal kitapları alınıyor. Anne babalar vakit ayırıp, çocuklarına bu kitapları okuyorlar. Sonra film nerde kopuyor bilemiyorum... Oğlum okuldan ödev verilen üç beş kitap dışında, sadece bir dönem merak salıp Stefan King'in üç-dört kitabını okumuştu. O kadar!

Ama haklarını yemeyeyim. Hepsinde mükemmel bir espri yeteneği var. Aralarındayken çok eğleniyorum, gençleşiyorum. Yaşamla, siyasetle veya arkadaşlarının davranışlarıyla ilgili tartışmalarına kulak misafiri oluyorum bazen; çok yerinde ve doğru görüşleri var, çözüm üretiyorlar. Birbirlerine karşı anlayışlı davranmaları, birbirlerini korumaları, savunmaları yetişkinlerde bile zor bulunan özellikler. Her şeyden önce iyi niyetliler.

Bir tanesi işten eve geldiğimde, yorulmadan kısa sürede yapabilmem için pratik yemek tarifi bırakıyor bana. Diğeri bizim takımın maçından sonra arayıp tebrik ediyor, oğlum ve eşim diğer takımdan olduğu için, bu sevinci ikimiz paylaşıyoruz.

Oğlum ve arkadaşları diye kolpa yapmıyorum, harbiden hepsi çok iyi çocuklar...

Selcan Lafçı

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


ADAM BANA NE ANLATIYORDU BİLMİYORUM

Belki sevgiyi anlatıyordu. Belki de değeri.

Hepi topu bir taksi hikayesi. Birinin bizi gözetlemediği bir taksi hikayesi.

Bugün, benim için son derece önemli olan bir iş toplantısına, hiç de istemediğim bir biçimde atıp tutmak, asıp kesmek üzere yetişmeye çalışıyordum. Hem ofisim hem de evim olan mekandan, bugün hiç de içimden gelmeyen kılıklara bürünerek çıktım. Bilirsiniz işte. Ceket, naylon çorap, topuklu ayakkabı ve rengi, stili uygun bir çanta elde kolda omuzda. Ev-ofisden yarım ayak çıktım anlayacağınız. Vakur adımlarla mahalleyi geçtim esnafa, konu komşuya selam ederek. Eksik olmasınlar, anladılar yine halimden. Selam sabah ederek kolaylıklar dilediler işlerimde. Ben de onların işlerinde. Mahallenin en afilli yerinde (İskele Meydanı) sanki yüzyıldır yerleşik olan taksi durağına geldiğimde, ne tanıdık bir araç, ne de tanıdık bir yüz vardı. "İyi" dedim, "yukardan gelen ilk boş taksiyi bekleyeceğim o halde". Dememe kalmadı, yabancı bir taksi ve yabancı bir yüz müşteri indirdi İskele Meydanı'na. "Alır mısın beni?" dedim ona, "Alırım, estağfurullah" dedi. Bindim arabaya. Eciş bücüş bir araba, eciş bücüş bir şöför direksiyonda.

Çıktık yola. Nereden gideyim, nereden git fasıllarından sonra, baktım adam birşeyler anlatıyor bana. Girizgah trafiğin halinden. Oradan memlekette uzandı. Memleketin yönetiminden dem dem vurdu. O anda kahretttim, "Tam bu anımamı denk geldin be adam!" diye. Belli etmedim ama kendisine. Sadece dinledim.

Yirmi yıldır taksi şöförü olduğunu anlattı bana. Yirmi yıllık trafiği anlattı. Her trafik gününde elinde kalan üç kuruş parayı anlattı. Taksi sahibini değme şirket sahibinin yerine koyup, nasıl da bunca zamandır istifa edemediğini anlattı. Hopladı zıpladı zihni, gide gide bir fabrikasyon file içinde sarılı bir kilo sarımsağa gitti.

"Bizimki evde. Kasımpaşa'da otururum ben. Pazar kurulur haftanın bir günü. Bizimki pazarda. Öyle deme ama, hastalık falan dinlemez, pazar kurulur kurulmaz bizimki pazarda. Çoluk çocuk yok. Olmadı. Olsun, hatun evde ya. Bana saray Kasımpaşa. Çalışmasın istedim hayat boyu. Çalışmadı da. Allah duamı kabul etti, ama tersinden bir parça. Çalışır gibi olduğunda, hani aslında çalışması şart olduğunda memesi hasta oldu. Kanser dediler. Öldürürmüş, ama bizimki dirayetli çıktı. Ölmedi daha. Aman varsın olsun, çalışmasın. Geçenlerde farkettik bu sene hiç mandalina yemedik. Severim de ha! Pazarda mandalinanın yanına yaklaşamadık da ondan yemedik. Başka bir şey anlama abla. Ne yalan söyleyeyim çorba yetiyor. Kebap istemem. Hayatı da gördüm, mandalina da olmasın. Bizimkinin memesi hasta, beynini de etkilemiş galiba. Doktor dedi geçen. Ur olmuş beyninde. Neyse, şimdilik gözü görür, eli tutar. Sen bakma bana, bizimki daha genç. Genç ama anadan olma akciğeri de hasta. Şanssız işte. Benim gibisine düşene şanslı mı denir. Boşver.."

Devam etti konuşmaya, "Bak ona ne aldım bugün" diye. Sol elini direksiyondan aldı, sol kapı ile şöför koltuğu arasına uzattı, değme sofra dergilerinin değme fotoğraflarından birinden çıkmaca ufak bir file sarımsağı okşaya okşaya kucağına saldı. Sol eli yine direksiyonun üzerinde lazımdı ona, zira bir özel araba solluyordu o sırada Taksim yolunda. Solladı. Sol eline yine güzellik yarışmasından çıkmacasına sarımsakları aldı. Öyle evirdi, böyle çevirdi.

"Bizimki her akşam, inadına ilaç gibi bir diş atar ağzına. Bizim pazarda da var bunlardan, ama hiç olmamıştı böyle filedeki. Dişlerine baksana abla, bizimki de böyle diş hayal eder herhalde ağzında. Garibim benim, bir tane bile kalmadı hepsi döküldü daha bu yaşta. Beni bırakıp öte dünyaya gidecek bilirim ya yakında... Sen bana bakma... Trafik bozdu asabımı diyeceğim de... Yirmi yılın üstüne... Sarımsak sanıyor onu yaşatanı... Sürpriz olsun dedim ben de... Filede... Olgun dolgun görünüyor bunların usaresi.... Belli mi olur, belki sürpriz olur bize de... Hem bizimki yine pazara gider Kasımpaşa'da... "

Yüzünü arkaya, bana döndü. Ağlıyordu eciş bücüş adam. Taksi, trafik, yol ve "müşteri" ben umrunda değildi... Tek derdi bizimkini bu akşam evde gözlerine gözlerinin içinden gülümser görmekti.

Adam bana ne anlatıyordu bilmiyorum.

Belki sevgiyi. Belki de değeri.

ANur

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


Miting

İlk mitingime yanlış hatırlamıyorsam 8 yaşında gittim. 1978 yılında ki ünlü Taksim mitingi. O zamanlar bir konfeksiyon atölyemiz vardı; babam o gün işyerini kapattı; annem ve atölyedeki çalışanlar ile birlikte Kuzguncuk - Üsküdar - Beşiktaş güzergahından yola çıkmıştık. Ben, ustabaşı Şaban Abinin sırtındaydım. Beşiktaş'tan başlayan kalabalık Taksim'e kadar uzanıyordu. Üniversiteler, meslek örgütleri herkes oradaydı. Çocuk yaşımla o kadar kalın çizgiler ile yer etmiş ki o görüntüler hiç unutamam.

Annem kalabalıktan endişe duyduğu için, herkesin geçişini Şaban Abi'nin sırtında izlediğimi, babamın, Abime göz-kulak olabilmek için Taksim'e doğru yola çıktığını hatırlıyorum. Biz orada kalmıştık.

Sonra olan olmuştu... Bilenler bilir...

Yıllar geçti, her dönemde, başka mitinglere de katıldım. Bu konuda Ağabey'imin yaşadıkları, katkıları, benim zihinsel olarak gelişmeme, bazı şeylerin 'Farkında' olmama daha çok kolaylık sağladı, çabuklaştırdı. Mitinglerde, o insanların gözlerindeki heyecanı, 'Bişey Yapmalı' derken ki coşkularını izlemek, o enerjiyi paylaşmak benim için çok önemli oldu hep. Öncesindeki hazırlıklar, çekişmeler, protestolar...

1 Mart 2003 Pazar günü, Dağlarda gezmek yerine, Ankara'da 'Savaşa Hayır' mitingine gitmeye karar verdim. Savaşa karşı olmak yetmiyor, bunu göstermek, haykırmak gerekli diye düşünüyorum hep. Çünkü 'Bişey Yapılması' gerekiyor. Yoksa 1991'de olduğu gibi yine Bira ve Patlamış Mısır eşliğinde, CNN'den canlı olarak Bomba yağmuru izleyeceğiz. Hem bu sefer o bombalar bizim üzerimize bile düşebilir.

Birgün öncesinden, çalışma arkadaşım Şükran Hanım ile sözleşmiştik. Kızılay'dan, mitingin yapılacağı Sıhhiye Meydan'ına doğru yürümeye başladık. Polis bariyerlerini, panzerlerini gördükçe yine her mitingde mideme giren ağrı ve onunla beraber bütün vücudumu saran 'Direnme' gücü başgösteriyordu. Bu bir 'Barış' mitingiydi...
Neden onlar da coplarını indirip bizimle beraber kol kola gelmiyorlardı. Kimi kimden koruyorlardı ki.
İlk temas Mc Donalds önünde oldu.
Yok efendim buradan geçemezmişiz. Her zamanki 'Ajitasyon' başlamıştı.
Neymiş, ileride polis timi varmış da, bir canlı bomba hepsini öldürürmüş.
Peh peh peh...
Sende o zaman önlemini al, üzerimizi ara öyle geçir di mi...
Hem ya 'Canlı Bomba', sizi değil de o toplanmış kalabalığı hedef alırsa ne olacak???
Bir sürü mantıksız uygulamadan sonra, Şükran Hanım ile miting alanına ulaştık.

Büyük bir kalabalık birikmişti bile, mitingi düzenleyenler sürekli 'gelen arkadaşlarımıza yer açalım, daha hipodrumda bekleyenler var' şeklinde anonslar yapıyorlardı. Ne kadar insan toplandığını bulunduğumuz yerden görmemiz mümkün değildi. Mithatpaşa Caddesinden gelen ve Necatibey Caddesine gitmek isteyenler için yapılan köprünün üstüne çıktık.

Gözüm hep büyüklerinin sırtında ki, ufak çocuklara takılır; yine onlardan bir sürü vardı, hele bir tanesi vardı ki, babasının sırtında, yumruğu havada, gülümsüyordu.

Bir başka genç, kartona 'Benim geleceğimi bombalamayın' yazmış, sallıyordu. Bastonları ile, yürüyen gençleri selamlayan yaşlılar gördüm.

Bu miting gördüğüm en büyük mitingdi. Ama maalesef Londra'daki gibi yüzbinler yoktu :-(

Köprünün bir yanında birikmiş büyük bir kalabalık ve köprünün diğer yanında Opera binasının oradan gelen ve ucu gözükmeyen bir insan seli. Bu insan selinin miting alanını doldurması 2 saat'ten fazla aldı. Kimler yoktu ki; cıvıl cıvıl rengarenk giyinmiş ellerinde küçük trompet, zil ve dövizleriyle gelen İstanbul Üniversitesi öğrencileri ile Green Peace gençleri; henüz sakalı bile çıkmamış erkekli, kızlı Mavi büyük bir afişle katılan 'Liseli Gençler', Diş hekimleri, öğretmenler, mühendisler, marjinal gruplar.

Kötüye gidişi algılamışlar, bir araya gelmişler ve 'dur' demek için meydanlara çıkmışlardı. Sayıları ne olursa olsun, kim olurlarsa olsunlar: Onlar vardılar!

Bu kocaman kalabalık bile beni tatmin etmiyordu, bütün Ankara, Türkiye burada olmalıydı. Şükran Hanımın dediğine göre, Uğur Mumcu'nun cenazesinden beri Ankara'daki en fazla katılımlı mitingdi bu.

Büyük bir kalabalık vardı fakat sanırım orada bulunan herkes, bizim gibi, meclisin tezkereyi onaylayacağını düşünüyordu ve bu nedenle coşku eksikliği vardı. Anons edilen sloganlar çok yankı bulmuyordu belki ama, yalnız sloganlardan bir tanesi akşam mecliste alınan kararın tercümesiydi:

BİZ BU SAVAŞI DURDURABİLİRİZ, ÇÜNKÜ BİZ HALKIZ! ÇÜNKÜ BİZ HALKIZ!


Tezkerenin red edilmesi, herşeyin bittiğini, savaşın olmayacağı anlamına gelmiyor, kuşkusuz. Türkiye'yi belki hiçbirimizin öngöremeyeceği zor günler bekliyor. Hükümet, belki bizi bir süre sonra türlü siyasal manevralar ve entrikalarla, aynı noktaya getirecektir.

Bence önemli olan, ortak çıkarlarımız için bir araya geldiğimizde neler yapabileceğimizi görmüş olduk. Bu nedenle 01 Mart 2003 tarihi akıllarımızda, en umutsuz olduğumuz günde, hatırlanacak, cesaret alınacak bir gün olarak kalmalıdır.

1 Mart 2003, Barış cephesinin 1-0 galibiyeti ile bitti ama maç henüz bitmedi.
Rövanş olacak, yakında...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@usa.net

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Kalıpların Dayanılmaz Ağırlığı

.........

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_73.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Oyunun Adı : Bir Adam Yaratmak
Yazarı : Necip Fazıl Kısakürek
Türü : Trajedya

"Bir Adam Yaratmak" oyunu Necip Fazıl'ın en iyi oyunlarından biridir. Bilindiği üzere Necip Fazıl Türkçe'yi iyi kullanmasıyla bilinen bir yazardır. Günümüzden yetmiş yıl önce yazılmış olmasına rağmen oyunda ve kitapta okuyucuya yabancı gelecek kelime sayısı yok denecek kadar azdır.

Oyun "Ölüm korkusu" isimli bir oyunun Husrev'in (oyunun baş kahramanı olan yazarın) ünlü olduktan sonra yazdıklarını ve geçmişini sorgulamasıyla başlar. Çevresi tarafından delirdiğine kanaat getirilen Husrev'in yaşadıklarını gözler önüne serer. Oyun içinde deliliği sorgular. Delirmenin ne olduğunu , insanı nelerin delirtebileceğini izleyiciye sunar. Biz yalnız kalmayı ne kadar çok istesek de , yalnız kalamayacağımızı, İnsanların kariyerleri uğruna arkadaşlarına yapabilecekleri kötülükleri gözler önüne serer. İncir ağacında başlayan oyun gene incir ağacıyla biter. Necip Fazıl'a göre delilik çok akıllılıktır. Fazla akıllılar delidir. Bu tezini de oyununda en iyi şekilde savunmuştur.

Merak unsurları oyunda çok iyi bir şekilde kullanılmıştır. İzleyici yada okuyucu oyunu izlerken yada okurken. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyor. Oyun akıcı bir uslup, şiirsel bir anlatıma sahip.

İzlemenizi tavsiye ederim. Ancak okumanızı daha çok tavsiye ederim.

Engin Sınmaz

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.165 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


ACELE TELGRAF

Oğlun oldu Ramazan
Adını koy kurban
Savaş elikulağında

Vüs'at O. BENER

<#><#><#><#><#><#><#>

DOĞANIN YASALARI

Ölümcül zehrini boşaltır
Oluşunca çevresinde ateş çemberi
Girdiğinde çekimine hayın gözlerin
Uzatır boynunu keskin dişlere
Böyledir yasaları doğanın
Yiğit akrep, korkak serçe

Vüs'at O. BENER

<#><#><#><#><#><#><#>

APTAL ÇOĞALMALARA

Yanağından aldığım öpücük
Ölüme vereceğim rüşvet içindir
Kayalardan geri dönen köpük
Kahkahası patlayan denize inattır

Gece ağarken sırtından dağların
Baykuş gözleri parıldaktır şaşmaya
Yakamoz delişmeni içi gümüş ağların
Aymaz tuzaklarıdır kudurgan doğaya

Beklentide volkanlardan fışkıran lâv
Zaten isyanı değil midir
      aptal çoğalmalara

Vüs'at O. BENER
Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 ELMALI CEVİZLİ KEK

İşte, isterseniz normal fırında, isterseniz mikrodalgada pişirebileceğiniz kolay ama hafif ve leziz bir kek...

1 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1/3 su bardağı esmer şeker
2 yumurta
60 g margarin (oda sıcaklığında ve ufak parçalara ayrılmış)
¼ su bardağı süt
¼ su bardağı toz fındık
1/3 su bardağı parçalanmış ceviz
1 elma (rendelenecek)
½ çay kaşığı tarçın

Öncelikle kalıbınızı hafifçe yağlayın. Yağladığınız kalıba azıcık fındık ve ceviz serpiştirin. Sonra...
Bütün malzemeleri karıştırarak mikser ile iyice çırpın. Hazırladığınız kalıba dökün.

Eğer normal fırın kullanıyorsanız 180 derecede 50-60 dakika pişirin. Elmalı hamurların pişmesi zaman alır. Ara sıra kontrol etmeyi de unutmayın.

Eğer “mikrodalga fırınım var ve zamanım yok” diyorsanız, işiniz kolay. Önce kalıbınızın metal olmadığından emin olun, sonra da mikrodalganızı HIGH konuma getirin. 5 dakika sonra kekiniz hazırdır. Yalnız azıcık sabredin ki soğusun...

Afiyet olsun...

<
   Tarifi yazdırmak için tıklayın

 Biraz Gülümseyin


Balayı

Evde kadın kocasını haşlıyor:
- Hiç olmazsa şu yan komşularımızı örnek al. Kaç yıllık evliler ama birbirlerine hala balayında gibi davraniyorlar. Adam karısını arabada, kapının önünde, her yerde öpüyor. Yazıklar olsun! Sen neden aynı şeyi yapmıyorsun?
- Yaparım yapmasına ama, ben kadını iyi tanımıyorum ki...

 Kıraathane Panosu




UÇURTMAYI VURMASINLAR...
BU GÜZEL FİLMİ, SANIRIM SEYRETMEYENİMİZ YOKTUR.
YALNIZ; TİYATROYA UYARLANIŞINI GÖRMEK İSTERSENİZ EĞER, BU GÜZEL OYUNU KAÇIRMAYIN.

BU ARADA, FİLMİN BİR TİYATRO ESERİ OLARAK SAHNELENİŞİ İLK OLARAK GÖKTAN GÜÇLÜ TARAFINDAN YAPILIYOR OLMASIDA AYRI BİR GÜZELLİK,,

TARİH: 19-20-21 MART
YER :
100.YIL KÜLTÜR MRK. ULUS/ANKARA
SAAT : 20.00
BİLET FİYATI: 5.000.000-TL

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.bbc.co.uk/choice/games/games/plaything/beermat.shtml
Bakalım refleksleriniz ne kadar kuvvetli... Tek bir hamle ile bardak altlığını yerinden zıplatıp ikinci hamle ile havada tutabilirmisiniz? Peki bunu mouse yardımıyla da yapabilirmisiniz? Buyrun deneyin de görelim.

http://www.gebelik.org/dosyalar/cinsiyettahmin.html
Çinlilerin bundan 700 yıl önce Pekin yakınlarında bulduklarını iddia ettikleri bu tablo, yine iddialara göre doğacak bebeğinizin cinsiyetini %90 doğrulukla tahmin ediyor. Tek yapmanız gereken anne adayının gebe kaldığı yaşı ile gebe kalınan ayın kesiştiği kutucuğu bulmak...

http://www.explodingcigar.com/NS-Hangomoto.html#
...Hangman with a twist! Guess the letters for each phrase correctly or watch as your city is destroyed building-by-building by a terrifying monster... İlginç bir oyun, aslında sadece adam asmaca oyunu mantığıyla çalışan fakat tüm bir şehrin insanlarının hayatının elinizde olduğu bir oyun.

http://www.robotgroup.org/projects/pitbull.html
Bu ebatlarda hem de mekanik bir pitbull daha önce görmüşmüydünüz? ...from heavy duty welded and bent pieces of sheet metal. It twists about thrashing its jagged edge legs and jaws, and thick sectioned torso powered by electronics and compressed air...

 Damak tadınıza uygun kahveler


Phoxel Unit Converter [1.2M] W9x/2k/XP FREE
http://www.geocities.com/phoxel/
16 değişik konuda birim çevirici olarak kullanabileceğiniz güzel bir program. Yteneklerini görmek için yükleyip denemeniz lazım.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030313.asp
ISSN: 1303-8923
13 Mart 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com