|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 222 |
18 Mart 2003 - Defol git be adam! |
Merhaba dostlar,
Geri sayım başladı. Bush köprüleri attı, yeraltı korunağına girdi. Karikatürlere modellik yapmaktan vakit bulduğu an düğmeye basacak. Onca direnişin, Birleşmiş Milletler'deki geciktirme çabalarının hiçbir işe yaramadığı anlaşıldı. Başladı başlayacak bu savaş pekçok ilke de imza atacak. İlk kez denenecek devasa bombalar, uçaklar, ilk kez bir karikatür yıldızı ebleh başkanın elinde hayat bulup, hayatları söndürecek. Babasını bile taklit ederken zorlanan bu adam ve şürekasına söylenecek çok şey var da, diğer yanda sahte kahraman Arap Rambo'sunun hiç mi günahı yok? Geldiği günden beri 20 milyonluk halkına çektirdiklerini unutmak mümkün mü? Zorbalığı ilke edinip savaş ve zulümle beslenen bu diktatör bozuntusu servetine servet katarken, açlıktan kırılan halkını biran düşündü mü acaba? Silah denetçilerini küstahça kovarken başına geleceklerden haberdarmıydı dersiniz? Hoş haberdar olsa ne değişirdi ki?
Ey Saddam ül Dango, yaptın yapacağını. Küfene doldurdukların sana da yedi ceddine de yeter de artar bile. Topla pılını pırtını, koy heybeni sırtına defol git nereye gideceksen. Defol git ki diğer Dango'nun, o garip halkına bomba yağdıracak mecali kalmasın. Çin'e mi gideceksin Maçin'e mi, nereye gideceksen defolup git ki, aylardır tüm dünyanın, güzel memleketimin çektiği sıkıntılar bir nebze olsun durulsun. Sen farkında değilsin yada farkındasın da rambo ruhun ağır bastığı için üç maymunu oynuyorsun ama bu anlamsız savaşı bu saatten sonra bir tek sen durdurabilirsin. Cebinde o kadar parayla nereye gitsen beyler gibi yaşarsın merak etme. Unutma, sen gidersen bu savaş olmayacak ve o kocaman bombalar öbür dangonun elinde patlayacak. Manevi dünyada, yenilen o kazanan sen olacaksın. Saatler kalmışken yap son bir büyüklük ve "Defol git be adam!"
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Misafir Kahveci : Hasan Yüksel |
İstanbul'dan bildiriyorum
Herkese merhaba,
Yazının başlığından da anlayacağınız gibi Irak'tan ayrıldım, Amman'da iki gün bekledikten sonra İstanbul'a döndüm .
Irak'dan gönderdiğim son yazıdan bu yana Türkiye ile haberleşmede sorunlar yaşadım. Telefon hatları sürekli sorunluydu, İnternet bağlantısı ise daha beter bir hale geldi, bir sayfanın açılması için 5 dakika beklemeyi gerektirecek kadar yavaşladı. Bazı maillerimi okuyabildim ama hiç cevap yazamadım, çünkü kısacık mailleri bile gönderemedim. Niye böyle oldu bilmiyorum ama sanırım savaş tehlikesinin artmasının payı büyük.
Irak'taki son günlerimiz epeyce haraketli geçti. Çalıştığımız santralda 6 Rus ve 3 Türk olarak bir tek bizler kaldık. Rus elçiliği imrendiğim bir ilgiyle vatandaşlarını sürekli olarak gelişmelerle ilgili haberdar etti ve geçen hafta içinde ülkedeki tüm Rus vatandaşlarını Rusya Afet Bakanlığına ait uçaklarla geri götürdü. Durumun karışıklığı nedeniye beraber çalıştığımız Rus şirketinin müdürüyle birlikte pek çok kaçış planı yaptık. Böyle planlar yapmamızın sebebi Irak'tan çıkışımızın izne tabi olması. Irak kanunları gereği Irak'ta 10 günden fazla kalan herkes oturma müsadesi için başvurmak ve ülkeden çıkarken de pasaportuna vize almak zorunda. Vizesiz çıkmak isterseniz gümrükte biraz bahşiş verip halledebiliyorsunuz ama bu günlerde izinsiz çıkmak mümkün olur mu bilmiyorduk. Ajanvari planlarımız sonunda izin için resmen başvurmaya ve pasaportumuzda bir ay geçerli bir çıkış vizesi almaya karar verdik. Normalde 7 gün geçerli olan çıkış vizesinin bir aylık olması için Rus elçisi Irak hükümetiyle anlaştı ve hepimiz pasaportumuza bir ay için geçerli çıkış vizelerini aldık.
Elimizde vize olmasına rağmen savaş ihtimalinin artması nedeniyle belki bir engellemeyle karşılaşabileceğimizi düşünerek Irak'tan yetklilere haber vermeden ayrılmayı bile düşündük. Kaldığımız oteldeki görevliler ayrılışımızı saniyesi saniyesine haber vereceği için valizlerimizi bir kaç parça eşya dışarıda kalacak şekilde hazırladık ve ofis olarak kullanmakta olduğumuz bir eve taşıdık. Valizlerin gittiğini gören otel görevlileri akşam bizim yatmaya otele geri geldiğimiz görünce bir şeyden şüphelenmediler. Planımız şöyleydi, Irak'ı terk etmeye karar verdiğimiz zaman şantiyeden gün sonunda normal mesai bitiminde ayrılacak, otele hiç uğramadan valizlerimizi alıp doğrudan Bağdat'a, oradan da Amman'a geçecektik, ertesi gün bizi aradıkları zaman biz Amman'da olacaktık. Ancak bu planı biz uygulayamadık, çünkü Ruslar bir gece yarısı Bağdat elçiliğinden gelen bir talimatla kimseye haber vermeden ayrıldılar, gidişlerinden bir kaç dakika önce Rus müdür bana telefon edip "biz gidiyoruz" dedi, bana da "güle güle" demekten başka çare kalmadı.
Ertesi gün Irak'lılar Ruslar'ı aradı, gittiklerini öğrenince de ilk işleri bize "siz ne zaman gidiyorsunuz?" diye sormak oldu. Onlarla oturup bir plan yaptık, projeleri, son kalan işleri teslim tarihlerini konuştuk, ben açık, açık endişelerimi dile getirdim ama bir engelleme olmayacağına dair güvence aldım. Yaptığımız programa göre işlerimizi bitirdik, projelerimizi teslim ettik, yaklaşık bir yıldır beraber çalıştığımız Arap işçilere, mühendislere, müdürlere kucaklaşarak veda ettik ve onları kaderleriyle baş başa bırakıp dönüş yoluna koyulduk.
Sınırda ise izinsiz çıkma ihtimalinin olmadığını ve vizeleri almış olmakla ne kadar iyi bir iş yaptığımızı gördük. Irak'ı terkeden yabancılara içten içe kızan Irak'lı gümrükçüler valizlerimizi didik, didik aradılar, hiç yapmadıkları halde cüzdanlarımızı, ceplerimizi boşaltıp çıkarmanın yasak olduğu gerekçesiyle 1,000 USD paramıza el koydular (böyle bir kural vardı ama kimse kaç paramız olduğunu bile sormuyordu). Yaklaşık 4 saat bizi ve şöförümüzü uğraştırdıktan sonra gitmemize izin verdiler.
Ürdün'e geçince rahat bir nefes aldık, vaktimiz olduğu için iki gün Amman'da kaldık. Amman yakınlarında yaklaşık 3000 yıllık bir tarihi olan bizim Kapadokya'ya benzer, kaya içine oyulmuş evlerin, tapınakların olduğu Petra isimli tarihi bir bölgeyi gezdik ve 13 Mart günü İstanbul'a döndük.
Şimdi Irak'ta olduğum günlerdeki gibi bölgeye ait gelişmeleri yine yakından takip ediyorum, orada bıraktığımız insanları merak ediyorum, başlarına bir şey gelmemesini diliyorum. Artık çıkacağı kesin gözüken bu savaşın bölgeye, ülkemize neler götürüp neler getireceği belli değil ama ülke olarak çok etkileneceğimiz kesin. Tüm yazılarımda söylediğim gibi, bekleyip göreceğiz.
Irak'tan yazdığım yazıları Kahve Molası'nda yayınlayan editörümüze, okuyan, görüş bildiren ve "dön artık" diyerek içten duygularını esirgemeyen herkese gösterdikleri ilgi ve destek için teşekkür ederim.
Herkese sevgilerimle, hoşçakalın.
Hasan YÜKSEL
hyuksel@isiko.com.tr
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Pazar Nostaljisi |
|
Pazar günü ne yapsam acaba diye düşündüm durdum, dışarda sıkıcı bir hava, yağsam mı yağmasam mı diye kararsız dolaşan koyu gri bulutlar.. İnsanın canının zorla sıkılası bir durumu yani ! Ne zaman gelecek şu bahar ? Nedense çok özledim bu sene baharı.. Bir pazar klasiği olan kahvaltının; ALT bölümünden sonra KAHVE bölümüne ( notlarımda yeterli olduğundan ! ) derhal yatay geçiş yaptım.. Bu bölümde pehlivanlığa soyunan gazetemle, yine pazar klasiği yaka paça güreşim BAŞLAYACAKTI, bakalım bu defa kim kimi HAKLAYACAKTI ?
Bu pazar pek formunda hissetmiyorum kendimi, üst başlığa bakınca anladım zaten : "İşverenin yoğun baskısı üzerine Erdoğan'ın ilk icraatı İş Güvencesi Yasası'nı 3.5 ay ertelemek olmuş".. İşçi sendikaları da eylem kararı almışlar, barış yanlıları ( yaklaşık 8 bin kişi imiş ! ) da İskenderun'da ABD askerlerini alkışla protesto eylemi yapmışlar.
Ön sayfanın dibinde; onlar galip bizim takım berabere haberi ile hiç gidesim gelmiyor spor sayfasına ya neyse ! Aaaa ! Bizim antrenör; "istifa sinyali vermiş". Bunun sinyali mi olur be ! Karadenizli'nin araba sinyalini kontrol ederken dediği; "Yanıyor... Yanmıyor.. Yanıyor... Yanmıyor.." esprisi gibi !
Vazgeçtim gazeteden.. Pazar Bulmacası.. En keyifli saatlerim, biraz moralim düzelir hiç olmazsa, "inşallah fazla kazık sormamıştır bu kez !" dedim içimden.. Oh be ! Yavaş yavaş keyfim yerine gelmeye başladı. Kahveye devam, aslında biraz daha kontrol altına almam gerek şu kahve işini, hafta içinde yeterince höpürdetiyorum zaten, bari haftasonları azaltsam ! Aşure zamanı gelmiş, teyzem aradı ;
"Hani Cuma günü gelecektin de aşureni alacaktın ?
- Unuttum walla teyze, şimdi geliyorum..
"Bari gelirken bir de gazete getir !" dedi, derhal gittim, çaldım zilini :
"Aaaa ! Evladım hala çıkartmamışsın pijamalarını ?"
- Çıkartmıştım, tekrar giydim sana gelirken !
"Haydaaa ! O niye ?"
- Bilirsin teyze, aşure dedin mi bana yatıya gelirim ya ! Yani o anlamda giyindim !
Atladık arabaya ver elini pazar alışverişi derken elimi kaset kutusuna attım ki; "Heyoo ! Buldum işte can sıkıntımı kökünden kazıyacak konuyu..!". Nostaljik kasetlerime takılacağım, bu pazar müzik günü dedim ve gülümseyerek eve döndüm. Evdeki kasetleri de derhal ortalığa çıkardım, gel keyfim gel.. Epeydir dinlemediğim müziklere kavuşacağım, Emine'm gelsin de görsün sadece konuşarak şarkı söylenmediğini ! Neyse, sağa sola BULAŞMAYAYIM, haddimi AŞMAYAYIM, apartmandakiler duymasın sesi fazla AÇMAYAYIM diyerek başladım teker teker dinlemeye, sevdim bu işi ya ! Ne zaman tepem atsa böyle yapayım artık, anılar da cabası, sadece müzik dinlemiyorsun ki; film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden eskiye özlem ..! Bit pazarından nur yağdı bana bu PAZAR, yazayım isimlerini siz de nostaljiye takılın AZAR AZAR...
Cry baby - Janis Joplin
Here's to you - Joan Baez
Let it be - The Beatles
Wish you were here - Pink Floyd
Fallow you, fallow me - Genesis
Down on the corner - Creedence Clearwater Revival
Tarkus - Emerson Lake & Palmer
Romeo & Juliet - Dire Straits
Bohemian Rhapsody - Queen
İşte pazar nostaljisi DERKEN, akşam oluvermiş ERKEN...
asesen@turk.net
|
Şair Kahveci : Filiz Kaya |
PANDOMİM
Fahriiii!!! Evladım!!! Tam beş dakikamız var. Hazırlıklar tamam mı? Her şeyin eksiksiz olmasını istiyorum. Seyirciler buradan ayrıldıklarında, geldiğimize değdi diyebilmeliler. Zamanlarının, paralarının, beklentilerinin ve hayallerinin hakkını vermeliyiz onlara. Sana diyebilirim ki bu oyun benim için çok önemli... Hayatımın oyunu olacak...
- Her zaman hayatımın oyununu oynacağım diyorsun sahneye çıkarken usta. Hepsinde de iyiydin, başarılı oldun. Hayatımın oyununu oynadım demeyecek misin hiç?
- Yok evlat yok. Onu oynadığımı düşündüğümde biter sahne benim için. Sen de öyle düşünme derim ben. İlerleyemezsin, tadın kaçar... Sahnenin tozları gözlerinin yıldızı, ışığıyken bir anda boğazını tıkayan ve yutkundukça büyüyen bir lokma olur. Yapamazsın, beceremezsin bu işi. O saatten sonra üstüne düşen çekip gitmektir. Bu öyle bir iştir ki, aşk lazımdır yapmak için. Kelimelerin gücünü kullanamazsın. Kelimeler yok evlat... tek bir söz yok. Sessizlik var. Sessizliğin sesini dinlemen, dilini öğrenmen gerek. Onunla barış içinde, uyumla dansetmelisin. Neyi, nasıl ifade edeceğini anlamak için gözlemlemelisin. Bunları hazmettiğinde yüzündeki tüm duyular ve kaslar, yinelenen çalışmalar sonunda kıvamını bulacaktır. Her bir ifade öylesine canlanır ki dilin; yüzün ve bedeninden konuşur. Konuşmadan anlatabilmek. Zor ama güzel bir iş. İfade boyası dediğimiz astarı; kat kat, yedire yedire çekmelisin yüzüne. Her ifadenin bir ayrıntısı, çizgisi vardır. Başarısız ve kalitesiz bir boyama, akıp gider. Boya mı senin gerçek yüzün, yoksa gerçek yüzün mü boya, kendin bile anlayamacak hale gelene dek sürmeli çabaların.
- Usta yaaa... Kestin yine ahkamını. Oyunculuktaki son hedefin nedir merak ediyorum içten içe?
- Tek istediğim son nefesimi sahnede vermek.
- Ustaaa... Vakit geldi.
"GÖRDÜK-ANLAMADIK" isimli oyunun perdesi açıldı. Orta yaşın biraz üzerinde, buğday tenli bir adamdı. Yürüyordu. Yanından insanlar gelip geçiyordu. O her birini görüyor ama kimse onu görmüyor gibiydi. Çarpıştıklarında hiç bir şey olmamışçasına yoluna devam etti kadın. Yere düşen çiçeğini bile farketmedi. Birileri onun üzerine basabilirdi. Buna izin vermek istemedi. Çiçeğin üzerine kapandı. Bir şemsiyeydi artık. Yerden alacağı sırada canı çok yandı. Biri eline basmıştı. Yine de sevindi. Çiçeğin hayatı için geç kalmamıştı. Beş saniye öncesi ve beş saniye sonrası... Kısa bir zaman diliminde yapılan ufacıcık bir hareket, çiçeğin kaderini değiştirmişti. Saniyelerin ne kadar anlamlı bedelleri olabilirmiş meğer... Kokladı çiçeği. Öyle beyaz, öyle masumdu ki, kendi kirliliğini gösteren bir aynayı tutuyor gibiydi. Bakamadı daha fazla. Keşke herkesin böyle bir çiçeği olsaydı ve ona sahip olanlar değerli olduğunun farkına varsalardı. Oysa kadın çiçeğinin düştüğünü bile farketmedi. Kalabalıkta seçmeye çalıştı kadını. Epey uzaklaşmıştı. Koştu arkasından. Soluğu tükenmek üzereyken omzuna dokunabildi. Kadın dönüp baktı. Hala konuşabilecek hale gelmemişti. Gözleriyle, "bayan çiçeğiniz" dedi.
Kadın gülümseyerek çiçeği aldı ve yoluna devam etti. Bir taksi durdurdu. Çiçeğe beğenmeyerek, fazlalıkmış gibi baktı. Sonra oracıktaki çöp kovasına attı. Belki bu çiçek ona sevgilisi tarafından verilmişti. Aldığında kimbilir ne denli sevinmişti. Oysa şimdi anlamı yoktu artık. Bir adamın verdiği çiçeği kurtarmak, bir başka adama düşmüştü. Kadının umarsızlığı onu epeyce üzmüştü. Ne kadar çaba sarfetmişti çiçeği vereceğim diye. Olsun...dedi. Tüm yaptıklarını ne adam, ne de kadın için yapmamıştı nasılsa. O bir çiçekti ve sadece çiçek olması bu çabaya değerdi. Kendi içindeki çiçekleri için değerdi buna. Çöp kovasının yanına gitti ve onu aldı. Ağlıyordu çiçek. Suçum ne diye soruyordu. Senin suçun yok güzel çiçekçik. Bir çiçeğin değerinden habersizlerin, kendi tatminleri için seni seçmiş olmalarıdır suç olan. Sevemeden, sevgiyi göstermek ne kadar anlamsızdı. Çiçek sözünü kesti. Suç senin değil diyorsun. Suç benim değilse, ceza neden benim? Kasıldı. Hali hazırda verebileceği bir cevabı yoktu. Doğrusu cevabı da henüz bilmiyordu. Düşünmeliydi. Bu cezayı bir mükafatla unutturacağım sana diyebildi sadece. Seni çiçeklerin, sadece çiçek oldukları için sevildikleri bir yere götüreceğim. O yer neredeydi?
Sheakspeare, Hamlet isimli eserinde şöyle diyordu. "Rüyalar insanların gerçekte olmak istedikleri ve oldukları yerdir. O halde tüm çıplaklar bir kral, tüm krallar birer çıplaktır." Öyleyse içinde sevgi büyüten bir çiçek ülkesi de mutlaka vardır. Gözleri karardı. İleri, geri, sağa, sola sendeliyordu. Nefes alamıyordu. Bir sürü insan ayakta gülüyor, alkışlıyor, alkışlıyordu. Kulakları tıkandı. Sesler ve görüntüler giderek yok oluyordu. Sadece çiçeğin varlığını hissediyordu. Dakikalar geçiyor, Pandomima yerden kalkıp izleyenleri selamlamıyordu. Ters bir şeyler olduğunu anlayınca ekipteki herkes sahneye koştu. Doktor gerekli müdahaleyi yaptı. Başımız sağolsun, kaybettik dedi. Evlat deyişi yankılandı Fahri'nin kulaklarında. "Son nefesimi sahnede vermek isterim... Hayatımın oyunu olacak... Hayatımın oyunu ......" Hayatının son saniyelerindeyken, seyirciler bunun bir kalp krizi tiplemesi olduğunu sanmış ve sadece alkışlamışlardı. Herkes gösteriden memnunken, o ölüyordu. Öylesine iyi oynadın ki ustam ölümünü... Hayal ettiği biçimde terk ettiği bedenini kaldırırlarken, parmaklarının arasında kalan çiçek yere düştü. Temizlik görevlileri çoktan işe koyulmuşlardı. Ya çiçek, çiçeğin kaderi ne olacaktı? Değiş miydi, değişecek miydi? Fahri "Çiçeğin Kaderi'' adlı oyun için sahnedeydi. Alkışlar... Alkışlar... Alkışlar...
Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr
|
|
Telveli Paylaşımlar : Nedret Türer Fıkralar Kitabı ( Şiirsel anlatım ) |
|
“Adamın biri” bir gün sıkılıvermiş “Adamın biri” olmaktan!
Çekip gidesi gelivermiş, onu Fıkralar Kitabı’na
tutkal gibi yapıştıran yazar’ının diyarından!..
Temel “Ne kızıyorsun kardeşim!” demiş...
“Bir de beni düşün, ne yapayım? ”
“ Hem ben, hem eşim Fadime, hem de en yakın arkadaşım Dursun.
Olmaz dedikçe rezil oluyoruz millete...
İnce zekamız çaldırıyor düşünce sazlarını insanlara
Biz de bu zeka varken daha çok
malzeme olacağız onlara!
Vur ha vur... direğimize, abamıza, ocağımıza, barkımıza!
Ben olmaz dedikçe, hain oluyor bu yazar takımı...
Ne cinsel hayatımız kaldı gözler önüne serilmedik...
Ne de olmuş ya da olası hikayemiz...
Bir görkemli burnumuz var bir de altında ince bir bıyık...
Yazarlar der ki işte bunun için;
“Lazlar çok önem verdiklerinin altını çizerler!”
Çizerler çizmesine de
bir bıyık kadar önemli olamadık mı şimdi biz?
Hangisine yanalım bilmem ki?
Acımasızca atılan kahkahalara mı?
Yoksa gülüşlerin bizi kahredişlerine mi?
Yazar takımı, bize kötülük ettiniz.
Oysa unuttuğunuz bir şey vardı.
Biz bir aileydik...
Artık olduk fantezi’niz!
Vay canına!..
O da ne?
Sarışınlar geliyor boy boy, pos pos, şekil şekil !
Bunlar başka kahramanları
Fıkralar Kitabının!..
En büyük özellikleri aptal olmaları imiş.
Oysa her bir sarışın, bir insan…
Kim takar ki! Kim kimmiş?!
Belki de
tek istedikleri güzel insan olmak idi sadece.
Masumdular. Kime zararları vardı ki?
Güzeli seven milletiz ya,
aptal olmazsa sevemez miyiz?
Sarışın ille de aptal mı olacak?!
Ya da aptallar sarışın!
Şimdi düşünüyor
sarı saçlarını savura savura sarışınlar
Yahu, hangimiz daha aptal?!
Bir Fransız, bir İngiliz ve bir Alman...
Ada, hep aynı ada
bildiğiniz…
Aynı
yaşanan hikaye ve yolculuk’ta...
Kim kimi yiyecek, kim kimi uçaktan itecek, kim kiminle ne edecek?
Aman Allah’ım...
Simdi biz bunlara mı gülüyoruz?!..
Sahi ne var şimdi şu üç milleti
bir kahkahaya alet edecek?
Şimdi anladım...
Bir Türk cihana bedeldi öyle değil mi?..
Fıkralar kitabında da bu değişmedi!
Simdi bir Türk hepsini yenecek!
İçimizde yağlar nihayete erecek...
Ne iyi ettik diyeceğiz...
Biz de bu zeka varken,
daha kimleri yenemeyiz?!..
Haydi gelin sevgili Fıkralar Kitabı’nın
şikayetçi kahramanları...
“Bir adam”
“Temel, Dursun ve Fadime”
“Sarışınlar”
“Bir Alman, bir İngiliz ve bir Fransız...”
Tek bir dünya var
Hep birlikte paylaştığımız
Ama
İnsanları ağlıyor…
İnsanları ölüyor…
İnsanları can çekişiyor…
Bir hiç uğruna…
Barış güldürürdü
Artık o da mağlup olmak üzere savaşlara…
Şimdi söyleyin bakalım
Biz
size gülmeyeceğiz de başka kimlere güleceğiz?
01.07.2000 – 16.03.2003
Nedret Türer http://www.ucnokta.com / A N L A M Platformu
Düşündüren her cümlenin sonunda "Üç Nokta" vardır...
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Ve bizler, ilkokul çağlarımızdan itibaren onu yüceltmek adına benimsemiş bulunduğumuz düşünsel kalıplarımız nedeniyle onu bizler gibi bir insan olarak algılayamıyor, onu Anıtkabir'de sergilenen o siyah otomobilin arka koltuğunda Ankara sokaklarını seyrederken düşünüp yokluk ve çaresizlik hisleriyle asılan yüzünü ya da gergin sinirleri nedeniyle midesinde hissetmiş olabileceği kasılmaları zihnimizde canlandıramıyor, kısacası onun gerçekliğine değil de ün ve şöhretine odaklanmak yanılgımızdan kurtulamıyor ve onu tam anlamıyla anlamaktan uzak kalmıyor muyuz?
.........
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_76.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.189 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
ELLERİMDE YOKLUĞUN
Sessizliğin silueti
Omuzbaşlarımda
Söğütlerin toprağa yağdığı
Yerde ve zamanda
Yokluğun değer saçlarıma
Ürperirim.
Dağlar dağ biçimindedir, serviler servi
Ve
Her akşamki yerindedir yıldızlar.
Erimiş pırlanta döker ay sulara
Bir suya bir yokluğuna uzanır ellerim
Yoğunluğundur, tutabildiğim.
Nuran Harirî
<#><#><#><#><#><#><#>
ÖLDÜRESİYE
Gözlerin
Efsane ayışıklarıyla parıl parıl
Kapkara göller, sesin esrik kılıyor.
Sen Tanrı elçisi Yahya!
Tutkunum gövdene.
Boynuna dolanmış
Kıvrım kıvrım kıvranan
Kara yalanlar saçların
Salkım salkım kara üzümler
Edom asmalarında sarkan
Ormanları dolduran susku
Değil saçların denli siyah
Bir dokunayım.
Fildişi bıçakla kesilmiş nar ağzın
Güllerinden kızıl, Sayda bahçelerinin
Balıkçılara balkıyan bir mercan dalı
Alacakaranlığında denizlerin
Bırak öpeyim.
Nuran Harirî
|
|
Egzozdan
Bir adam; kadın doğum uzmanıymış, ancak mesleğinden sıkılmış ve araba tamircisi olmaya karar vermiş. Bunun için gidip dersler almış; sınavı 100'le bitirip tamirci olması gerekiyormuş. Adam sınava giriyor, çıkıyor bir bakıyorlar ki 150 almış sınavdan. Herkes şoka giriyor nasıl olur diye. Puan veren hocalara toplayıp soruyorlar: "Nasıl 150 aldı?" Hoca da anlatmaya başlamış: "Önce bujileri değiştirdi sonra motor'a rektifiye yaptı sonra da karbüratorü dağıtıp temizledi ve son olarak da vites kutusunu dağıtıp topladı", diye açıklama yapmış. Diğer hocalar: - "Ee 150 almayı gerektirecek durum nedir? Diğer öğrenciler de bunu yapıyorlar", deyince hoca da: - "iyi de tüm bunları egzozdan yaptı" diye cevap vermiş.
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.ntvmsnbc.com/modules/interactive/fotograflarla2002/default26.asp
...19 Ekim 2002... Birleşmiş Milletler tarafından 12 yıldır Irak'a uygulanan yaptırımlar sonucu pek çok Irak'lı aile çocuklarını da çalıştırmak zorunda kalıyor. Bu fotoğrafta 4 yaşındaki Ahmet, Bağdat'da bir fabrikada demircilik yaparken görüntülenmiş... Fotoğraflarla 2002.
http://www.day4death.com/
Daha önce verilmiş örneklerinden biraz daha farklı bir kalam yaşam süreniz raporu. Doğum tarihinizi verdikten sonra sunulan şıklardan size uygun olanları işaretliyorsunuz. Son olarak "calculate my day of death" tuşuna basıp sonucu seyrediyorsunuz. Sakın paranoya yapmayın :)))
http://www.smileydictionary.com/
...The key to communication is language. There are approximately 3000 languages on planet Earth. Back in the early 70's Franklin Loufrani a journalist created a simple concept for France soir and other European newspapers, he displayed icons to communicate news and especially good ones...
http://www.washme.com/gallery.htm
Üzeri tozdan görülmeyen bir taşıt aracı gördüğümüzde kendimizi tutamayıp "BENİ YIKA" yazdığımız çok olmuştur. Bu iş aslında sadece biz Türklere özgün bir faaliyet değil. Dünya üzerinde bu uygulamayı yapan çok kişi var ve hatta web sayfası bile yapmış adamlar. |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Splitter & Merger v4.0 [27k] W9x/2k/XP FREE
http://web.domaindlx.com/markus/splitter/zips/splitter40_uk.zip
Kocaman kocaman dosyaları, bir yerden biryere taşırken bayağı zorlanırız bilirsiniz. Hele küçük disketlere sığdırabilmek için akla karayı seçeriz. İşte bu program, bu tür büyük dosyaları bölüyor ve sıkıştırıyor. İsterseniz, daha sonra birbirine ekleyip kocaman dosyaya erişmenizi sağlayan exe dosyaları da yaratıyor. Son derece kullanışlı bir program, herkese tavsiye olunur. 30KB lik bir program. Kurmaya gerek yok, kendi kendine çalışıyor.
|
|
|