KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


Posta Kartı olarak yollamak için tıklayınız.
Lütfen bekleyin! Var gücümle ulaşmaya çalışıyorum...

Kahveci Soruyor?



Xasiork Dergi
ANLAMSIZ SAVAŞA HAYIR !
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 224

 20 Mart 2003 - Yazıklar olsun bize!


Merhaba dostlar,

Biz ne dersek diyelim, gönlümüzden ne geçerse geçsin, herşey gözümüzün önünde hızla olup bitiyor. Savaşa beş kala artık senaryo yazmanın da, insanlık için barış çığlıkları atmanın da anlamı kalmadı. Ne duyan ne de dinleyen var duygularımızı. Buruşmuş beyinlerimizin kıvrımlarına sıkışmış, memleketimin çıkarı, aklın yolu, tezkerenin kabulü gibi, şu anda anlamsız olan pekçok görüş sislerin arkasında kaldı artık. Sahnenin önünde bir büyük güç tekeli, kurallarını tek başına koyduğu oyunun piyonlarını saptamakla meşgul. Biz, piyon olmanın ekonomik gereği ile barış arasında gidip gelirken, o, oyunda 3. merhaleye geldi bile. Kahrolası mecburiyetler yüzünden buruşan beynimize kan taşıyan ar damarı da patladı gitti. Kişisel kaygılarımız, yarın güvencesine olan açlığımız birçoğumuzu esir aldı, yerle yeksan etti. Mantıkla duygu arasında ki incecik sınırı her 2 tarafa ihlal etmekten helak olduk. Tarlasını, evini, dükkanını 3 paraya işgal ettiren garip Güneydoğuluya sahip çıkamayan büyüklerim "Aman ha, atı alan Üsküdar'ı geçti, geç kalmayıp parsayı toplayalım." çabasına girdi. Yatırım denince aklına sadece parasını borsada, faizde, dövizde değerlendirmeyi anlayan spekülatör sözde yatırımcı işadamlarımız, buluttan nem kapan borsamızda oyunlarını oynarken, "Bakın gördünüz mü neler oluyor?" diyebilmenin hazzını yaşıyorlar.

O beyni buruşmuşlardan biride bendim. İtiraf etmeliyim, içimde hep bir umut vardı. Bir mucize olacak canlar yanmayacak diye bekliyordum. Ama güç tekelinin kararlı tutumu beni kendime getirdi. Olup olmayacağı bir dangonun 2 dudağının arasında olan şerefsiz kazançların yerine, zaten alışık olduğumuz onurlu kayıpların yanındayım artık. Şöyle bir düşünün daha çok ne kaybedebiliriz diye. Ya da bu salakça oyunda taraf olarak ne kazanabiliriz? Bizim dışımızda herkesin üstüne çöreklenmeye çalıştığı petrolden bir çıkarımız olacak mı? Yoksa 91 de olduğu gibi gene 42$ a çıkacak petrolün faturasını mı ödeyeceğiz? Alacağım 3 paranın 10 mislini geri ödeyeceksem, ne gerek var insani değerlerimi ayaklar altına almama...

Size 91'de Baba Bush'un körfez oyununu hatırlatmak istiyorum. Resmi kayıtlara göre 1.Körfez savaşının maliyeti 40 milyar dolar. Bu paranın ABD'nin cebinden çıktığını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. 30 milyarı Kuveyt ve Suudi Arabistan karşılıyor. ABD'nin yatırımı 10 milyar. Peki bu parayı nasıl geri alacaklar? Savaş öncesi varili 15$ olan petrolü 42$'a çıkarttınmı al sana 60 milyar dolar ekstra kar. Fifty-fifty paylaşım hesabıyla bu paranın 30'u Kuveyt ve Suud hükümetinin, 30'u çok uluslu petrol şirketlerinin gelir hanesine yazılıyor. Peki, çok uluslu denilen petrol şirketleri hangileri? İsme gerek yok, 7 tane kardeş kuruluşun hepsi ABD menşeli ve 5 tanesi direkt ABD devletinin. Kaba bir hesapla paranın 21 milyarı ABD devletine, 9'u özel ABD şirketlerine gidiyor. İsterseniz şöyle bir bakkal hesabı yapalım: Araplar 30 koydu 30 aldı, elde var sıfır. Yada bir başka deyişle tapi. ABD hükümeti 10 koydu 21 aldı, karı 11 milyar dolar. Özel şirketler parmaklarını bile oynatmadan sıfır sermaye ile 9 milyar kar etti. Eh onlarınkini de genel kar hanesine yazarsanız, savaşan ABD'nin savaş karı 20 milyar. Onca zaman o kadar insanı iş güç sahibi etmesi de cabası. Şimdi gelelim en can alıcı sorunun cevabına "BU PARAYI ESAS ÖDEYEN KİM SİZCE?" BİZ tabiki, BİZZZ. 1 koyup 3 alacakken 10 koyup hiç alan BİZ. Haydi gelin bu hesabı yeni icat savaşa uyarlayın isterseniz. Bir rivayete göre maliyet 250 milyara vuracakmış. Kar nereye vuracak şöyle bir hesap edin. Üstüne üstlük Ortadoğu'nun göbeğinde petrolün can damarında çöreklenecek olması da oyunun kaymağı. Şimdi gelin siz bundan bize ne düşer acaba diye sorgulayın? Söylemek istiyorum ama terbiyem elvermiyor.

Gerçekleri görmek lazım. Evet katılıyorum görmek lazım. Ama işte gerçek bu. Kimsenin kitle imha silahı, terör gibi tali şeylerle ilgilendiği yok. Varsa yoksa para. Ne acıdır ki, birinci tezkereyi vermemekle alacağımız 6 milyar dolardan olduğumuz, hava sahasını açan tezkere ile de avucumuzu yalayacağımız tartışılıyor şu aralar. Ey benim güzel ülkem, sen bu hallerede mi düşecektin. Geçen yüzyılda bize nasip olan bir büyük lideri mumla aramaya devam ettiğimiz sürece, bugünleri hep iyi günlerimiz olarak anmaya mahkumuz. Yazıklar olsun bize!

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Cafe Azur : Suna Keleşoğlu


BAHAR

Merhaba,

Oysa bahar gelmişti. Bir kucak papatya getirmişti. Daha vaktimiz var, çocukların gözyaşlarını silebiliriz demişti.

Buralara bahar geldi. Ağaçların yeşermesini izlerken, baharı kararacak çocukları düşünüyorum. Belki bir sonraki baharı göremeyeceklerini...

Oysa daha papatyalardan taçlar yapıp, başlarına takacaktı bu çocuklar.
Uzaklarda olmak, bahar kokusunda korumalı bir hayat sürmek, hüzün kokan, umut kokan yazılar yazmak kolay olanı mı? Bir daha baharı göremeyecek çocukların son oyunlarının seyircisiyken çok zor... Kir ve toz içinde bir yığın gülümseyen surat; annelerinin arkalarına saklanmış kara dağınık saçlı kızlar ve terden sırılsıklam olmuş kısa saçlı oğlanlar...

Yaşıtlarının aksine bilgisayarlarda savaş oyunu oynamıyorlar. Onlar büyüklerin oynadığı savaş oyunlarının gölgesinde, bir başka baharı görebilmeyi bile düşünemeden saklambaç oynuyorlar. Evlerinde joysticklerle savaş oyunlarının kahramanı olmak için hedefe vuran çocukların aksine, hedefe çok yakınlar...
Oysa kızlar başlarında papatya taçları ile şarkılar söyleyip dans edeceklerdi, oğlanlar top oynarken. Bir başka bahara...

İşte büyük savaş oyuncuları izole yaşamlardan sıyrılıp dağlara tırmanıp papatyalar toplasalardı, tüm çocuklar papatya fallarına bakacaktı...
Seviyor, sevmiyor diye...
Günlerden Pazar. Dağ tepe yürüyüşümde yoluma çıkan papatyaları koparmadan gözlerimle sessizce sayıyorum...Bu bir papatya falı değil...Umut edebilmek falı.

Savaş mı, barış mı, savaş mı, barış mı....

Gözlerimle tüm papatyaları saydım, kopartmaya kıyamadan...

Bir de korktum, koparttığım papatya falında bana savas der diye.

Buralarda baharı kutlamak adına üç gün devam eden bir sinema etkinliği vardır. "Le Printemps du Cinema" ya da dilimizde Sinemanın Baharı. Üç gün boyunca bazı salonlarda filmler yarı fiyatından da daha ucuza gösterilir. Herkes film seyretsin diye, sinema baharı kutlar. Bahar sinemayı…

Renkli afişlerde büyük bütçeli filmler…
Baharı olmayacak çocuklar için ise tek bir film oynayacak dünya sinemalarında…
Özgürlükler! ve zenginlikler! ülkesinin kahramanı kötü adama karşı…
Senaryo belli, set hazır, oyuncular isimlerini afişlere yazdırdı bile...Hele oyunculardan biri öylesine hevesli ki! Aynı anda yönetmenliğe de niyetli. Ama bazıları daha filmin vizyona girmesi konusunda karasızlar...Bazıları bu projede kesinlikle yer almak istemeseler bile, bazıları kaybeden olmamak için afişe isim yazdırma sevdasındalar...

Unuttukları bir şey var. Salonlar bomboş. Seyirci bu filmi görmek istemiyor... Tüm renkleri unutup kırmızı ile çekilecek bu filme karşı birlik olmuşlar. Ama onları dinleyen yok...Bu film maalesef vizyona girecek...

Ve hala bazı çocuklar bunun bir bilgisayar oyunu olduğunu düşünecek ve diğer çocuklarda bilgisayar oyunları oynayamadan ölecekler...

Papatyalar güzeldir ama onlar çocuk mezarlarındaki topraklarda açınca çok yaşayamazlar...
Çünkü onlar en çok çocuk başlarındaki taçlara yakışırlar. Bu bahar ve diğer baharlarda da hiç bir çocuğun ölmemesi için ben bu filmi seyretmek istemiyorum...

Ve eğer bahar böylesi acıları getirecekse, hep kışı yaşayıp üşümeye razıyım.

SunA.K.
skelesoglu@eudoramail.com

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Teşkilat'tan malulen emekli

Merhaba dostlar,

Şimdilerde bayram gelince herkes "ah o çocukluğumun bayramları nerede" diye eski bayramları anlatmaya başlıyor. Çocukluğumun bayramlarını ben de çok özlüyorum ama ne çare ki zaman değişiyor ve şimdiki bayramlar bir başka türlü ama önemli olan bu günleri sevdiklerimizle beraber geçirebilmek deyip avunuyoruz.

Benim eski bayramlarla ilgili en unutamadığım anım ilkokul üçüncü sınıftayken yaşadığımız bir Şeker bayramındadır. Malum, biz çocuklar için bayram demek el öpülerek toplanacak ve hemen o gün çar, çur edilecek harçlık demek. Bu bahsedeceğim Şeker bayramına kadar nedense ben pek fazla harçlık alamadım, hep 25 kuruşlarla geçiştirildim, on kişiden toplasam 2.5 lira para yapar, yarısı şekere yarısı gazoza derken bir şey kalmazdı. O bayram ne olduysa, bizimkiler define mi buldu nedir, herkes bana adam başı bir demir lira verdi, şundan bundan derken tam on lira para topladım. Kendim bile inanamadım, paraları çıkarıp, çıkarıp sayıyorum, yanlış yok , tam on şıkır, şıkır lira.

Ben paraları cebime koyunca kendimi bir değişik hissettim. Zaten hep öyle değil midir, canına yandığımının parası cebe girince insan kendini hep daha bir iyi hissetmez mi? Para cepte ya, artık ben alacak şey beğenmiyorum, hiç biri zenginliğime uygun düşmüyor ama ilk önce ne alacağımı çok iyi biliyorum, kesinlikle bir mantar tabancası. Bilirsiniz, eskiden bayram günleri çocukların en büyük eğlencesi sokaklarda patlayan oyuncaklarla gürültü çıkarmaktı. Ben de bunların en ucuzu mantar olduğu için artık parama göre 5 tane ile bir kutu arasında mantar alırdım, tabanca alacak para hiç olmadığı için inşaat artığı bir tel bulur, onu daire şeklinde kıvırır, ucuna mantar takardım, atınca yere çarpar patlardı, sonra da kimbilir nereye giden telin peşine düşerdim. Bu telli mantarla en çok kızları korkuturduk, mantarı tele takar, çaktırmadan yanaşıp kızların bacaklarının arasına atar, onlar çığlık, çığlığa kaçışırken biz katıla katıla eşekliğimize gülerdik.

Bu telle mantar patlatma yüzünden az vukuat çıkmazdı, mantar bazen elimizde patlar, bazen zemin kat bir evin açık penceresinden içeri girer orada patlar, dayak yemekten zor kurtulurduk, yani sizin anlayacağınız tekin bir iş değildi. O bayram param olduğu için öyle amele gibi telle mantar patlatmak yerine şöyle cakayla tabancayla patlatmak için bakkalın yolunu tuttum. Bir kutu tabancanın içinden bakkalın beni dövmesine az kala bir seçim yaptım ve pırıl, pırıl simsiyah bir tabanca aldım, yanına da hovarda işi iki kutu mantar, cephane tamam. Hepsini soktum cebime, daha mahalleye varmadan millet Hüsam'ın tabancasını görsün diye kutunun yarısını bitirdim, sanki köy düğününde mermi yakıyorum, o havadayım. Mahallede de ona buna caka derken kutunun diğer yarısı gitti, sonra sakinleştim ama bu sefer daha başka bir havaya girdim, artık belde tabanca, cepte bir kutu mantar kendimi en birinci ajan gibi hissediyorum ki, James Bond bana anca at uşağı olur.

Filmlerde görmüştüm, ajan takımı hep havalı giyiniyor, böyle gözlük falan takıyor; bir de kendime baktım, bayram olmasına rağmen kılık kıyafet köpeklere ziyafet. Altta kısa pantalon, dizler yara, bere, üstte desen hırpani bir gömlek, ayakkabılar o zamanın meşhur naylon ayakkabıları. Baktım üstümdekiler tebdil kıyafet bile olsa ajanlığa uygun değil, koştum eve sabah bir saat giyip çıkardığım bayramlıkları giymeğe. Uzun pantalon, gömlek, bir de gıcır ayakkabıları giydim ama hala bir eksik var, filmlerden biliyorum bütün ajanlar yaz sıcağında bile ceket giyiyor, neden çünkü üstlerindeki tabanca görünmemesi lazım; ajan Hüsam da öyle hamam oğlanı gibi gezecek değil ya, ona da ceket lazım ama yok. Benim o zamana kadar ceketim bile olmamış, nerden bulacağımı da bilmiyorum. Eve gittim, baktım misafir var, dayımlar gelmiş, gittim el öptüm, bir lira da oradan kopardım. Allah'tan başka bir şey istesem olacakmış, tam çıkarken askıda bir ceket gördüm, galiba dayımın büyük oğlu Hüseyin'in, hiç düşünmeden aldım giydim. Hüseyin benden büyük, boyluca da, ceketi bir giydim, dizlerime geliyor ama farketmez, fırladım dışarı. Tuhaf gözükse de kıyafet tamam, koşarak gittim, paraya kıyıp bir de plastik gözlük aldım, artık birinci sınıf ajan oldum, bir tek ajan kartım eksik. Ben façayı düzünce hemen tabancanın ağzına bir mantar tıktım, patlamaya hazır tabancayı ceketin iç cebine soktum, kendime düşman ajanı aramaya başladım. Dükkan camlarında kendimi seyrede, seyrede bir gidişim var ki sormayın, biri "naber" dese çekip vurucam, öyle tetikteyim yani.

Bir süre kendime memleketi kurtarma işi falan aranarak dolandım durdum, tam daha mütevazı görevlere razı olmuşken bir gümbürtü koptu ki aklım başımdan gitti. Ulan noluyor derken bir de baktım cebimdeki tabanca patlamış. Canım çok yanmadı ama ceketin göğüs cebi hizası boydan boya yarıldı, içi dışına çıktı, duman tütüp duruyor. Ulan ben şimdi ne halt edicem, dayaktan gebertirler valla. Korkudan canımın acısını bile hissedemedim, koşarak eve gittim ama girmedim uzaktan kesiyorum, planım bir fırsatını bulup içeri dalmak ve ceketi yerine koyup sıvışmak. Ortalığı kollayarak tırıs adımlarla eve yanaştım, bayram günü kapı zaten açık, baktım kimse yok, içeri girdim, hemen ceketi cıkarıp astım, gömlek de hırpalanmış onu da çıkarıp eski kıyafetleri giydim, yallah sokağa. Akşama kadar da ev civarına uğramadım, ben olmayınca artık ecnebi ajanlar mahallede fink atmışlardır.

Akşam yemek vakti eve gittim, tabi derhal kulağıma yapıştılar, bu vukuatlar başkasının başının altından çıkmaz çünkü. Ben de boynumu büküp doğruyu söyledim, doğru söyledim diye dayak yemedim ama fena azar işittim. Bir kaza sonucu ajanlık hayatım gördüğünüz gibi başlamadan bitti, yoksa devam edebilseydim peeeh, peh yani.

Kalın sağlıcakla dostlar.

Hüsamettin Gezer
husam@polygon.com.tr

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Ve bizler, ilkokul çağlarımızdan itibaren onu yüceltmek adına benimsemiş bulunduğumuz düşünsel kalıplarımız nedeniyle onu bizler gibi bir insan olarak algılayamıyor, onu Anıtkabir'de sergilenen o siyah otomobilin arka koltuğunda Ankara sokaklarını seyrederken düşünüp yokluk ve çaresizlik hisleriyle asılan yüzünü ya da gergin sinirleri nedeniyle midesinde hissetmiş olabileceği kasılmaları zihnimizde canlandıramıyor, kısacası onun gerçekliğine değil de ün ve şöhretine odaklanmak yanılgımızdan kurtulamıyor ve onu tam anlamıyla anlamaktan uzak kalmıyor muyuz?

.........

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_76.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.189 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


ARTIK YAŞAMAK İÇİN

Artık yaşamak için herkesten kaçacağız
Dünya bize verecek yalnız güzellikleri
Yalnız, semalarından dökecek ruhumuza
Geceler mehtapları ve gündüzler seheri

Düşünceli yürürken, bir yol dönemecinde
Çıkacak ömrümüze beyaz dallarla bahar
Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu
Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar

Tekrar yaşayacağız ümitli sabahları
Bulacağız dünyanın o en güzel yerini
Ebedi bir sahilde yeniden tadacağız
Kol kola sükun dolu akşam gezmelerini

Ziya Osman SABA

<#><#><#><#><#><#><#>

BÜTÜN SAADETLER MÜMKÜNDÜR

Bütün saadetler mümkündür
Şu kapının açılması
İçeri girivermen
Bahar, kuşlar, gündüz
Ve bütün dünya
Bir an içinde gürültüsüz.

Bütün saadetler mümkündür
Bahtsızların biraz gülümsemesi
Körlerin gün görmesi
Mümkündür bütün mucizeler
Ana, baba, evlat, bütün kaybolanlar
Ebedi bir sabahta buluşmamız bir daha

Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha

Ziya Osman SABA

 Biraz Gülümseyin


Araba

İki tane çiftçi; biri Adanalı diğeri Kayserili, sohbet ediyorlarmış; bu arada haliyle zenginlikleriyle övünüyorlar.. Adanalı başlamış :
- "Bizim orda sabah güneş doğmadan biniyoruz arabaya, akşam oluyo biz hala çiftliğin öteki ucuna yetişemiyoz" demiş...

Kayserili de bunun üzerine:
-Yav bizim de vardı öyle eski bi arabamız, ama geçenlerde satıp yeni modelini aldık...

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


Editör'den Not: Sevgili Akın hasta olduğundan bugünlük linkleri ben hazırladım. Pek başarılı olduğum söylenemez. Akın'a geçmiş olsun diyor, biranevvel işinin başına dönmesini diliyorum:-))

http://www.savaskarsitlari.org/
Türkiye'deki savaş karşıtlarının biraraya geldiği ciddi bir site. Savaşa karşı yapılanlardan haberdar olmak istiyorsanız mutlaka ziyaret etmelisiniz.

http://www.benimsayfam.com/
Epeyceşey bulabileceğiniz, ne arasan var portallarından biri. İlginç resimler arayanlar birr uğrasınlar derim.

http://www.humor.com/
İngilizce komedi portalı. Epeyce şey bulabilirsiniz

http://www.thehumorsource.com/
Komedi sitelerine devam ediyoruz. İlginç fotoğraf ve filmlerden oluşan bir arşivi var. Bir ara mutlaka ziyaret edin.

 Damak tadınıza uygun kahveler


Liquid Crystals Puzzle v1.1 [881k] W9x/2k/XP
http://www.puzzlelab.com/liquid.html
Çok hoş bir puzzle. 7 parçaya ayrılmış 37 tane kristal parçasını biraraya getirmeye çalışıyorsunuz. Size yol gösterecek skeçleri mevcut. Uykunuz geldiğinde dilerseniz save edip daha sonra oyuna devam edebiliyorsunuz. Hoş bitirmeden yatabileceğiniz sanmıyorum ya neyse:-))
http://kmarsiv.com/sayilar/20030320.asp
ISSN: 1303-8923
20 Mart 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com