|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 226 |
24 Mart 2003 - Utandım... |
İyi haftalar dostlar,
Cuma akşamı o ilk yoğun saldırıyı seyrederken kanımın çekildiğini hissettim. Orada olmamaya şükretmekle, olanlar gibi korkmak arasında gidip geldim. Yarım saat kadar sonra dışarı çıktığımda hertaraf bembeyazdı. Arabanın camına biriken karları temizlerken elim üşüdü, lanet ettim kara. O anda dank etti kafama. Utandım, kızardım, hızla bindim arabaya. Kafalarına heran düşebilecek bombaların altında hayatta kalmaya çalışan insanların olduğu bir dünyada, tek derdimin arabanın camını silerken üşüyen elim olmasından utandım. Asıl utanması gerekenlerin yerine de utanarak bastım gaza gittim.
Ne olacağı, nereye varacağı bilinmez bir savaşla yaşamaya 3 gün içinde alıştık galiba. Ekranlara yapışıp canlı savaş enstantanelerini izlemek vazgeçilmezlerimizden oldu. Bu iş uzarsa ki öyle olacağa benzer, savaşı da kanıksayıp günlük yaşantımızın bir parçası haline getireceğimizden korkarım. Birazdan başlayacak Oscar törenlerini izlemeye hazırlanıyorum. Bana kalsa bu seneki törenleri iptal eder tüm ödülleri şu an ekranlarda seyretmekte olduğumuz filme ve onun aktörlerine verirdim. Ben verirdim de onların almaya yüzü olurmuydu bilmiyorum. Hepimize kansız bir hafta diliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Misafir Kahveci : Hasan Yüksel |
Yurt dışında yaşamak
Herkese tekrar merhaba,
Irak'tan bildirdiğim yazılarıma mecburi bir ara verdim, oralar emniyetli hale gelir gelmez tekrar gideceğim ama bu sefer amacım orada bıraktığımız arkadaşlarımızın durumunu görmek olacak. Umarım bu yakın zaman içinde olur ve ben hepsini sağlıklı, ülkeyi de bir düzene kavuşmuş bulurum.
Ben bugün sizlerle bu proje nedeniyle yurt dışında bulunduğum süre içinde benim ve diğer arkadaşlarımın duygularını kısacık da olsa anlatmak istedim. Kahvemolası okurları içinde yurt dışında yaşayan pek çok kişi var, bazılarını şahsen tanıyorum, eminim ki onlar bu konuda benden daha yetkin durumdalar ama bir senelik bir süre içinde de olsa hissettiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ben, işim gereği yurt dışına sürekli gidiyorum, bunların bazıları kısa süreli iş görüşmeleri, bazıları bayılarak gittiğimiz "fuar" ziyaretleri, bazıları da kurduğumuz sistemleri devreye alırken yaptığımız geziler oluyor. Bu projeye kadar ne sebeple olursa olsun yurt dışında kalma sürem üç haftayı geçmemişti, her seferinde de ülkemi ve çevremi özlemiş olarak geri dönmüştüm. Neden bilmiyorum, ben ülkemden çıktıktan en geç bir hafta sonra "artık döneyim" demeye başlıyorum. Nereye gidersem gideyim bu değişmiyor, artık komşu kapısı yaptığım, iş dışında özel dostluklar kurduğum Almanya gezilerim için bile bu durum böyle.
Irak projesi için gitme vakti gelince kendimi bildiğim için aklımca üç hafta Irak'ta, bir hafta İstanbul'da olacak şekilde planlar yaptım ama işe başladıktan sonra bunun olamayacağını gördüm ve arada iki kez on günlüğüne gelerek toplam bir sene orada kaldım. Benimle birlikte gidenlerin çoğu daha önce beraber çalıştığımız ama hiç yurt dışına çıkmamış kişilerdi. İlk gidişimizden sonraki bir kaç hafta orada düzenimizi kurmakla, yeni şeylere şaşırmakla geçti. İşin yoğunluğu içinde ve değişik bir ortamda olmanın getirdiği duygularla evden uzakta olmanın etkilerini önce pek algılayamadık. Daha sonra bu duygular bende ve çalışanlarda kendini göstermeye başladı.
Önce ekibin telsiz konuşmaları değişmeye başladı. Örneğin kablo çekilirken ""BAR25 kablosu geliyor" diye haber verenler hafif titreyen bir sesle "Bursa Ankara Rize 25 geliyor" demeye başladı, karşıdan ilgisiz bir sesle "OK gönderin" diyenler üstüne basa basa "Bursa Ankara Rize 25'i bekliyoruz, gönderin" diye cevap verdiler. Yemeklerde buluştuğumuz zaman "akşam evle konuştum İstanbul'da kar yağmış" veya "hanım aradı herkese selam söyledi" diyenler çoğaldı. Bize Türkiye'den malzeme getiren kamyonların terli, yorgun şöförleri "hoşgeldin hemşerim" denilerek kucaklandı, baş köşelere oturtulup çaylar ikram edildi. Şöförlerin "daha ne olsun abi, bildiğin gibi işte" şeklindeki cevapları yeterli bulunmayıp defalarca "memleket nasıl" diye soruldu, getirdikleri "Damga, Fanatik" gibi daha önce varlığını bile bilmediğim gazeteler son satırlarına kadar okundu. Sözleşme gereği üç ayda bir izne gidenler imrenilerek uğurlandı, dönüşlerinde memleketten haberler soruldu. Kısacası memleket hasreti gittikçe ağırlaşan bir etkiyle hep yanımızda oldu.
Irak, Türkiye'ye nazaran daha az gelişmiş bir ülke olduğu için burada bulmaya alıştığımız standartta mal ve hizmetleri bulamadık, bununla beraber bu az gelişmişlik Irak halkının bize "modern bir ülkeden gelmiş, daha iyi yaşamları olan insanlar" muamelesi yapmasına neden oldu. Yani ABD veya Avrupa'da yaşayan arkadaşlarmın hissettiklerini söyledikleri küçümsenmeyi biz orada yaşamadık. Buna rağmen gerek ortam, gerek adetleri, gerekse dil farkı nedeniyle oraya ait olmadığımızı hep hissettik.
Ben, kendi adıma bunların dışında kalamadım. Tanıyanlar bilir; ben bekarım, çocuklarım da yok, dolayısıyla geride bıraktığım bir ailem de olmadığı için sanki biraz daha az etkilendim ama çok sevdiğim İstanbul, arkadaşlarım, sevdiklerim hep gözümde tüttü. Bu işe başladığım yıllardan bu yana gerek iş yaptığım firmalardan gerek başka kaynaklardan yurt dışında yaşamamı gerektirecek pek çok iş teklifi aldım, hiç birini kabul etmedim ama sebep yurt dışında yaşamak istememek değildi, başka sebepler vardı. Hep gerekirse yurt dışına yerleşip yaşayabileceğimi, bunun o kadar zor olmadığını düşünmüştüm ama bu proje süresince hissettiklerim gösterdi ki, yanılmışım.
Sonuçta artık ülkemdeyim, yine benzeri projeler için bir süreliğine yurt dışında yaşayabilirim ama artık ne sebeple olursa olsun, hangi ülke olursa olsun, kalıcı olarak gitmemeye, ömrümün sonuna kadar burada yaşamaya ve belki bir depremde, bir trafik kazasında, bir serseri kurşunla veya benzeri boktan bir nedenle burada, ülkemde ölmeye karar verdim.
Hasan YÜKSEL
hyuksel@isiko.com.tr
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
Kusura Bakmayın, Bunalımdaydım
Epey zamandır yokum, farkındayım. Nasıl kendime gömülmüşüm bende farkedemedim bir süre. Son bir kaç zamandır feci stabil bir hayat yaşamakta idim. Noooldu anlamadım, pattadanak bir hengamenin içine düştüm. İş dünyası benim için fazla hareketli olmaya başladı. Hadi hop alıştım derken araya bedelli askerlik benzeri bir mecburi hizmet dönemi girdi. Aman neyse bu da aradan çıktı diye düşünüyodum ki bizi sınayacakları tuttu, bi de sınav olduk. Kürkçü dükkanımıza dönüp işimize bakacaz diye seviniyordum, ay sevinmeseymişim keşke. 3 haftada ne atraksiyonlar olmuş meğer. Sanki yeni işe başlıyor gibi al baştan yaptım bir daha.
Derken geçenlerde sabahın köründe emlakçım aradı. "Betül Hanım biz senin evi sattık keh keh" diye gevrek gevrek gülüyo adam. Tamam saat öğle 12:00 suları ama benim için sabahın körü hala. Hadi sizin gül hatırınız için birşey yapim desem öğlenin körü olur, bi kuruş aşşaada olmaz yani. Afyonum patlamamış, beynimin çalışmasını bir yana bırakın, beyin hücrelerim nere konuşlanacaklarına bile karar verememişler daha. Bir taraftan "afferin sana, tüy diktin" diye düşünürken bir yandan da "ne evi yaw, benim evim varsa ben niye kirada oturuyom" diye düşünüyorum. Sonunda ses tellerime söz geçirip "ne evi ya" diye sorabildim. "Hatice hanım evi satacaktı ya, sattık evi" dedi aynı gevrek gülme sesiyle. Kesin kişisel gelişim eğitmenlerinden biri bizim aklı kıt emlakçıya 'gülümseyen ses tonu' diye birşey var demiş ya da bizim saf gazetede falan okumuş, sırıtarak konuşmayı gülümseyen ses tonu sanıyor. Hatice Hanım benim ev sahibem. Adındaki 'hanım' ağız alışkanlığı sadece. Yani o hanımsa annemde kraliçedir yani. Hatta başında haresi eksik desem de olur. Bu Hatice Hanım ise zenci deniz anası formatında bişey. Her karşılaşmamızda bowling topu gibi üzerime yuvarlancakmışta kaçamayacakmışım gibi bir hisse kapılır, hafiften ürkerdim ne yalan söyleyeyim.
Gözünü sevdiğimin adrenalini ne mübarek birşey yahu. Yarım saatlik uyandıktan sonra kendine gelme süremi pıt diye 3 saniyeye indirdi. Ben de az çamur diilim hani, hemen evden çıkma işini nasıl yaza erteleriz diye kumpaslar kurmaya başladım kafamda. Ben şöyle dersem, o böyle derse, ben de böyle yaparsam ikna edebilirmiyim acaba ev sahibini... Ay şimdi bunun ya Almanya'dan oğlu geliyordur, ya da yeğeni evleniyordur, kesin acele lazımdır ev. Hadi bakalım şimdide bununla uğraş.
Yeni ev sahibim pek ulu bir insan sanırım. Neden derseniz hala kendileriyle müşerref olamadık. Halkın arasına pek karışmıyor anladığım kadarıyla. Haberleri emlakçım getiriyor. İlk günler epey stres yaptım ama şimdi toparladık galiba. Emlakçı geliyor "Betül Hanım, Murat Bey dedi ki" diye başalayan bir sürü laf kalabalığı yapıyor. Ben de "ama Serdar Bey" diye başlayıp daha fazla laf kalabalığı yapıyorum, kafasını karıştırıp gönderiyorum adamı. Şimdilik böyle idare ediyoruz bakalım. Ev sahibiyle benim aramda salak oldu garibim. Olsun müstehaktır ona:)
İşte böyle dostlar. Bi koşu gittim geldim hayattan. Artık buralardayım. Ha bu arada, şu kayıp zamandaki Kahve Molaları'mı daha okuyamadım ama depresyona yardımcı bayan arayanlar varmış. Konu üzerine ihtisas yaptım, tecrübeliyim, yatılı olmak şartıyla karın tokluğuna çalışırım. İlgilenenlere duyrulur.
Sevgiyle
BeT bet_ayh@mynet.com
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu |
Yalnızlığın el kitabı
Yalnızlığa alışmalı insan.
Bize böyle öğretmediler aslında. Hatırlarmısınız,,, ilkokulda insanların toplu olarak yaşadıklarından, hep toplanıp bir yerden biryere göç ettiklerinden bahsedilirdi.
Toplu olarak yaşasak dahi, aslında bireysel bir oyun bu yaşamak... Herkes yalnız, kendi başına ve kendinden sorumlu.
Hiç kendinizi dinlediniz mi? Içinizden gelen sesi... Ama dürüst olarak.
Başkaları duyar diye korkmanıza bile gerek olmadan kendiniz ile konuştunuz mu hiç? Deli olduğunuzu düşünmeden… Kendinize, 'Ne olduğunuzu', 'Ne olmadığınızı' itiraf ettiniz mi?
Günlük koşturmaca içinde, o kadar çok ses, gürültü, karmaşa var ki çevremizde... Bazen o içimizdeki, en yakınımızdaki sesi bile duyamıyoruz... Halbuki o avaz avaz bağırıyor ama Ihhh.. Yok duymuyoruz. Belki de duymak işimize gelmiyor... Aman canım boşver deyip, 'boy/girl friend'imizle beraber oluyor, trend'e uyuyoruz... Arkadaş'lara 'takılıp' günleri dolduruyoruz. Kolayı seçip onu dinlemiyoruz... Çünkü onun soyledikleri zor geliyor veya hiç işimize gelmiyor.
O sesi ençok ne zaman duyuyoruz bilirmisiniz, YALNIZ kaldığımızda... Ama gerçek yalnızlık...
Mesela, ormanda yalnız kamp yaparken, bir ağaç dibine çekilip, sadece 'Sessizliğin Sesini' dinlerken, gece ay ışığını seyrederken, göl kenarında suyun çırpıntısını dinlerken… Issız bir koyda yüzüp sahile çıktığınızda sıcacık kumlarda yalnız sereserpe yatıp gökyüzünü seyrederken... Çok uzak bir ülkeye yeni bir hayat kurmak için gittiğinizde... Hayat arkadaşınız sizi terkettiğinde… Ölüme çok çok yaklaştığınızda...
Bunları çoğaltabilirsiniz... Bence kritik olan o sese kulak verebilmek. O cesareti bulabilmek. Çünkü o ses aslında gerçekleri söylüyor. Bütün çıplaklığı ve acımasızlığı ile... Ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı pat diye söylüyor... Çünkü o ses biziz... Başkası değil. Bize gerçeği söylediğini söyleyen en yakınımız bile doğru söylemiyor olabilir ama o ses yalan söylemez...
Ilk olarak, yalnızlığa alışmak yerine, yalnız kalabilmek gerekiyor. Ama nasıl olacak ki... Çevreniz eş, dost, sevgili, arkadaş ile dolu. Düşünün en yalnız kaldığınızı sandığınız an bile kalamıyorsunuz. Her an cep çalabilir, her an iş yerinden aranabilirsiniz, her an sevgiliniz arayabilir ve ulaşamaz ise eyvah... Her an şu olabilir, bu olabilir.... Nasıl olacak ta yalnız kalacaksınız peki... Eşinize, sevgilinize, çocuğunuza vakit ayırdığınız gibi kendinize de zaman ayırmalısınız. Ama bu zamanda size eşlik edecek tek sey yine kendiniz olmalısınız... Kendime zaman ayırıyorum diye kitap okumaktan, spor yapmaktan, kafayı çekmekten bahsetmiyorum. Kendinizi dinlemek ve kendinizle konuşmak...
Daha önce bunu denemediyseniz, ilk tanışma biraz acı olabiliyor hele daha hiç hazırlanamadan, birdenbire hayat sizi yalnız bırakır ise daha da acı, buz gibi birşey....
Toplu hayata alışmıssınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız var... Birden bire bakıyorsunuz hiç biri yok... Hop... Işte yalnızsınız... Pat diye kendiniz ile başbaşa kalıyorsunuz, hazırlıksız...
Işte aman haaa, böyle açıkta kalmayın diye hazırlıklı olmak gerekiyor. Aslında Deprem'e hazırlıklı olmak gibi birşey...
Düşünmeye başlayın, dünya da başka insan yok, yalnız kaldım ne yaparım... 'Animal Instinct' filminde Anthony Hopkins 2 yıl maymunlarla kaldığında YALNIZdı... Ilk insan nasıl doğa ile uyumlu, barışık ve YALNIZ olarak yaşayabiliyor ve hayatta kalıyor ise o bunu kanıtladı... Yalnız ve güçlü...
Yalnız kalabilmeyi, kendinizle DÜRÜST iletişim kurmayı öğrendikten sonra, sıra aslında hep yalnız olduğumuzu kabul etmeye geliyor. Çevremizde iyi günde, kötü günde beraber olan eş, dost, akraba vs. olabilir, bunlar bazen aynı kişiler de olabiliyor ama maalesef çoğu zaman aynı olmuyor. Bu kişiler bize yalnız olmadığımızı hissettirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama sizin o en derin mağaralarınızdan gelen sesi duymadıkları için sadece gördükleri ve hissedebildikleri kadarı ile beraber oluyorlar. Size izin vermediğiniz sürece ulaşamazlar aslında bazen biz bile neye izin verdiğimizi bile anlayamıyoruz ya.
YALNIZlık bizim en en en yakın dostumuz olabilir. Düşman'dan dost olmaz denir ama bu onun için geçerli değil. Kimse olmadığı zaman emin olun o yanınızda olacaktır. O yüzden onunla iyi geçinmek, onu tanımak ve onun sizi tanımasına izin vermek gerekir.
Bence yalnız olduğunuzu hissetmek ve kabul etmek, kimseye itiraf edemediğiniz kendi gerçeklerinizi, kendinizden bile sakladığınız o gerçekleri, yine sadece kendinize itiraf etmekle başlıyor.
Içimizdeki yalnızlık, bizimle yalnız kalmalı bence... Paylaşılacak bir şey değil o.
Peki kabul da ettik sonra ne oluyor...
Güçleniyoruz... Cünkü artık kendimiz ile tanıştık, yüzleştik ve öğrendik. Bundan sonra topluma ve sevdiklerimize karşı daha gerçekçi oluyoruz. Çünkü kendimize gerçeğiz... Akşam kafayı yastığa koyduğunuzda, daha rahat uyuyorsunuz.
Yalnızlık, gerçek Barışı bulacağımız yer... Sevgilinizin kollarında sıcaklığı, aşkı bulabilirsiniz ama kendi yalnızlığınızın farkına varmadan, kabul etmeden Aşk'ı yaşayamazsınız.
Aşk'lar bitmese de, Aşık olduğumuz insan yok olabiliyor. Bu durumda, yalnız kaldığınızı hissediyorsunuz ama aslında yalnız değilsiniz, içinizdeki YALNIZ'lık size yol gösterecek.
Doğarken de, ölürken de çıplak gelip gittiğimiz gibi, yalnız gelip yalnız gideceğiz bu dünyadan.
Kendinizi, yalnızlığınızı tanıyın, keşfedin, keyfini çıkartın, onunla yüzleşin...
Çünkü o sizsiniz...
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@usa.net
|
Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan |
Kara ekmek-Beyaz ölüm
İkinci dünya savaşının ortalarıydı sanıyorum. Yine Antep ilimizdeyiz. Doğduğumuz, bağrında doğmaktan da mutlu olduğumuz, gurur duyduğumuz Gazi Kentimiz... Savaş yıllarında bile canlılığını yitirmemişti;yalnız can bırakmıyordu koyu yoksulluk koca kentte... Yok,yok,yok; yokların sayısı o kadar çok ki,var olanlardan başlayayım bari: Sebze meyve var, hem bol hem ucuz... Yaşamı sürdürmek için gerekli diğer her şey, ya yok,ya kıt,ya karaborsada... Hemen her şeyin yokluğuna alışılmış alışılmasına da bir şeyin yokluğu var ki katlanılamıyor: Nereye gitsen “TUZ”diyorlar, ”yağsız yenir ama tuzsuz yenmez!” diyorlar erişkinlerimiz... Ülkemizde kaynağı bol olan tuzu bile yerinden çıkarıp halka sunamıyor beceriksiz İsmet Paşa Hükümeti... Halkta oluşan muhalefet yoğun, İsmet Paşa’ya da hükümetine de kızgınlık had safhada ama devletin hem besleyip hem yaydığı korku, daha doğrusu terör de kol geziyor, tüm ülkenin üstünde olduğu gibi bizim ilimizde de... Biraz sesini yükselttin mi damga hazır; “komünist...” Kimsenin bu sözcüğün ne anlama geldiğini bildiği falan yok; bilinen tek şey çok kötü bir şey olduğu ve de Moskof gâvurundan kaynaklandığı ...
Halkın asıl katlanamadığı şey aslında şu: Devlet savaş korkusuyla her şeyi önce askeriye için saklıyor, kalanları da asker-sivil bürokrat kesimine sınırlı da olsa dağıtıyor; az sayıdaki varlıklı kesim ihtiyaçlarını karaborsadan temin ederken geriye kalan büyük çoğunluk korkunç bir yoksulluğu paylaşıyor. Ve herkes bunları çıplak gözle görebiliyor; işte dayanılamayan, katlanılamayan şey bu adaletsizlik, bu halkı adam yerine koymamak...
Sonradan holdingleşen kapital sahiplerinin ana sermayelerini karaborsanın şaha kalktığı bu ikinci dünya savaşı yıllarında oluşturduklarını iddia eden bazı vatan millet ve de kutsal sermaye düşmanı münafık solcular çakmışsa da yüce devletimiz tarafından derhal yakalanarak gerekli cezalara çarptırılmışlardır... Elbette devletimiz gerekeni yapacaktı, yapmıştı da... Düşmandan zor-bela kurtardığımız vatanımızda, bu çapulcuların, zibidilerin, fitne üreticilerinin at oynatmasına fırsat verecek değildi ya...
Arada bir “tuz gelmiş!” diye bir laf çıkıyor, herkes karnesini alıp bilinen adrese koşuyor. Doğruysa sıraya girip bekliyor, ama sıra bir türlü gelmiyor. çünkü öncelik yine memur ailelerine, oysaki onların ihtiyaçları devlet baba tarafından başka kanallardan temin ediliyor. Ama ne yapabilir ki halk, sesini çıkartana sopa hazır... Bir günde ben gittim ablamla birlikte, saatlerce bekledikten sonra sıra bize yaklaşınca “tuz bitti!Dağılın!”dediler. Ablam inatçı ve zeki bir kızdı, inanmadı,” bunlar bizi dağıtıp tuzu kendi adamlarına verecekler, bekleyelim!” dedi. Gerçekten de öyle oldu; millet dağılınca o kişiler ortaya çıktı ve tuzlarını aldılar, tanık olduğumuz için utanma belası bize de yarım kilo kadar verdiler ve “sakın kimseye söylemeyin!” diye de ikaz ettiler. Hakkımızın iki katından fazla tuz paketi ile eve döndüğümüzde, evimiz bayram yerine döndü... Yakın komşularımıza bile azar azar dağıttık. Günlerce ablamın küçücük yaşına rağmen tuz almada gösterdiği olağanüstü başarısı mahallede dilden dile dolaşarak bir çeşit kahramanlığa dönüştü...
Halk için şeker bulunmaz Bursa kumaşı, ekmek yapılacak un karaborsada... Çeşit çeşit tohumlardan oluşan nesnenin içine bir iki avuç da un katılıp bir miktarda ot ilave edilerek elde edilen kara ekmeği taze iken neyse de bayatlayınca yemek için diş gerek! Eğer kazara bir litre süt bulunursa, iki litre de su katılarak kaynatılıp içine atılan mübarek kara ekmek, ancak yarım saat sonra yenebilir duruma gelirdi. Süt bulunmadığı zamanlarda ise kaynatılmış saf su neyimize yetmezdi ki... O kötü savaş günlerinde ülkemizi yöneten asker-sivil paşalarımız sağ olsundu... Bu kara ekmek yüzünden kabızlık çekmeyen yok gibiydi. Allahtan “sinameki” denilen bir ot vardı da, kaynatılıp içilince kabızlık sorunumuzu gideriyordu... Şekerin çaresi bulunmuş, yerine Antep pekmezi kullanılıyor; kahve yerine de bir çeşit yağlı tohum olan “melengiç”den yararlanılıyor. Melengiç kahvesinin tadı bildiğiniz kahveye benzemezdi ya, görünüşü tıpa tıp benzerdi... Zeytinyağı Nizip ilçemizden geliyor, pahalı ama var... Sade yağ yoklara karışalı yıllar olmuş. Aslında halk zeytinyağından hoşlanmıyorsa da eline geçtiğinde bayram ediyordu...
Beyaz Ölüm
“Kara ekmek” başlıklı hikâyemizde sözü edilen savaş yıllarının yaz aylarıydı, hikâyenin devamı olan “Beyaz ölüm” de ise kış aylarından söz edeceğiz...
Doğru mudur değil midir bilemem ama, büyüklerimizin söylediklerine göre yüce Tanrı fakir kullarını daha çok severmiş. Doğru olsa gerek, kara kış gelip kar diz boyunu geçince, Tanrının en sevdiği melek olduğu söylenen Azrail, karargahını yoksul mahallerine kurar... Hani Allah günah yazmasın ama, zengin mahallelerine de arada bir konuk olan Azrail hazretleri, yoksul mahallelerinden çıkmaz olur, ta ki bahar gelinceye kadar; o çıkıncaya kadar da tabutlar çıkar yoksul mahallerinden,genellikle çocuk tabutları;yani çoğu benim çaputtan yapılmış topun peşinde koştuğum futbol arkadaşlarım... Hikmetinden sual olunmaz yüce Tanrım, herhalde böyle gösteriyordu sevgisini fakir kullarına... Biz nereden bilelim? Büyüklerimiz de bilmiyor olmalıydılar ki, ne zaman sorar gibi olsak, azar işitiyorduk...
Yaz aylarının meyve sebze bereketi de bitince,kış aylarının nasıl bir felaketin habercisi olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Bizim ailenin durumu komşularımızla kıyaslandığında biraz daha iyiydi. Antep’in Oğuzeli köyünde yaşayan bir halam vardı. Biraz toprakları vardı halamların, üzüm, incir, erik, badem, ceviz çoğunlukla da satmak için zerdali yetiştirirler, yazın tazelerinden, kışın kurutulmuşlarından bize de gönderirlerdi. Babama çok düşkündü halam, bizi de çok severdi... Irazca Ana tiplemesini çok benzerdi, köyün erkekleri bile ondan korkarlar, saygıda kusur etmezlerdi... İşte kara kışı biraz daha kolay geçirmemizin neden de buydu...
Kar deyince Uludağ’ı hatırlayan varlıklı İstanbul çocuklarına Anadolu’da yağan karın “beyaz ölüm” olduğunu nasıl anlatacaksınız? Böyle şeyler yaşanmadan öğrenilmez ki... Hele de savaş yıllarında...
Evimizin yakınında büyük bir kahvehane vardı, erişkin erkekler akşam yemeğinden sonra orada toplanırlar,savaş ve politika konuşurlardı. Bazan babam beni de götürürdü kahvehaneye, ödüllendirmek istediğinde herhalde... Aslında konuşulanlardan pek de bir şeyler anlamazdım ya, büyüklerin arasında bulunmak hoşuma gidiyordu... Kahvehanenin bir radyosu vardı, yalnız haber saatlerinde açılırdı, bir de “Karagöz” adındaki gazeteden her gün bir tane alınırdı. Savaş haberleri dinlenip radyo kapandıktan sonra yorumlar başlardı: “Alaman gâvuru Moskof gâvuruna saldırmış, Fransız gâvuru pes etmiş, İngiliz gâvuru şimalden yada cenuptan bindiriyormuş, Amerikan gâvuru da savaşa katılmış yada katılacakmış; İsmet paşa tüm gâvurlara rest çekmiş, ”Eğer üstüme gelirseniz, çizmemi ayağıma giyer hepinizi toz ederim!” diyormuş, Mareşal Fevzi Çakmak ordumuzu savaşa hazır tutuyormuş, Kara Kâzım paşa da batı cephemizi teftiş ediyormuş... İşte bunun gibi şeyler konuşuluyordu... Bir de savaş stratejileri tartışılıyordu, olmayan ama varsayılan hayali haritalar üzerinde...
Bir gün,kara kışın hüküm sürdüğü günlerde, kahvehanenin bir köşesinde oturan adamın biri bağırmaya başladı: “Bu Allah zenginlerin Allahı, yoksulları Allahı değil!” gibi bir şeyler haykırıyordu... Hemen etrafına toplandı yaşlı amcalar dedeler, sakinleştirmeye çalışıyorlardı: “Böyle şeyler söyleme oğlum, günaha giriyorsun evladım, hele otur bir melengiç kahvesi iç, anlat bize derdini, her derdin bir çaresi vardır !” diyorlardı.
Adam sakinleşince anlatmaya başladı: Varlıklının birisi bir sokak köpeğinden oğlunu kovaladığı için intikam almak maksadıyla bir adet lahmacunun içine fare zehir doldurmuş ve köpeğin önüne atmış, ancak isyanları oynayan genç adamın arkadaşı, sokak köpeğinden daha aç olduğundan, ondan önce davranıp zehirli lahmacunu kaparak yutuvermiş ve oracıkta kıvrana kıvrana ölmüş... Adam olayı o kadar canlı anlattı ki, midem bulanıp kusmaya başladım, sanki midemde de çıkartacak çok şey varmış gibi...
..........
Bu hikâye de burada bitti; ama anlatacağım hikâyeler daha bitmedi... Eğer umduğunuzu bir tarafa bırakıp bulduğunuzla yetinirseniz, hikâyelerin arkası gelecek; nasıl olsa okuduklarınıza da para-pul ödediğiniz yok ya, idare edin gitsin...
Kemal Duykan
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_78.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
KARDEŞİM BİR PİLOTTU
Bir pilottu kardeşim
Güzel bir günde emri geldi
Hazır etti çantasını
güneye doğru koyuldu yola
Bir fatihti kardeşim
Yerimiz yoktu yaşamaya
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz
Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarama dağlarında
Boyu tam bir seksen
derinliği bir elli
BERTOLT BRECHT
Çeviri: A. Kadir-Asım Bezirci
<#><#><#><#><#><#><#>
YENİDEN DOĞUŞ
Yüzyıllardır kimse bakmamış bu bahçeye. Ama işte
Bu yıl -mayısta mı, haziranda mı- kendiliğinden
açmaya başlamış çiçekler
parmaklıklara kadar coşmuş -binlerce gül
karanfil, binlerce sardunya, kokulu burçak-
mor, turuncu, yeşil, kırmızı, sarı
renk renk, dal dal, öyle çok, öyle güzel ki
süzgeçli kovasıyla
yeniden geliyor kadın - güzelleşmiş, dingin
anlatılmaz bir güvenlik içinde.- Ve bahçe örtüyor
kadını
omuzlarına kadar, sarıp içine alıyor büsbütün
havaya kaldırıyor kollarında. Sonra biz geliyoruz
tam öğle üzeri
bahçeyle kovalı kadın göğe yükseliyor
ve başımızı kaldırdığımızda, birkaç damla su damlıyor
kovanın süzgecinden usulca yanaklarımıza, çenelerimize
ve dudaklarımıza.
YANNIS RITSOS
Çeviri: Cevat Çapan
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun ROMLU KIZARMIŞ MUZ |
|
6 adet muz
1 portakalın suyu
1 yemek kaşığı rom
3 yemek kaşığı esmer şeker
3 yemek kaşığı margarin
3 yemek kaşığı sıvıyağ
1 yemek kaşığı vanilya esansı
Margarin ve sıvıyağı genişçe bir tavada kızdırın. Kabuklarını soyduğunuz muzları çevirerek bu yağda kızartın. Muzlar kızarınca ateşi biraz kısın ve muzların üzerlerine şeker serpin. Portakal suyunu ekleyin. Hemen ardından romu ilave edin.
Bu kez beklemenize gerek yok. Sıcak sıcak servise sunabilirsiniz.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
PATRON TABELASI
Bir şirketin patronu, çalışanlarının onu ciddiye almamasından ve saygı göstermeden her zaman kafalarına göre çalışmalarından yakınıyormuş.
Bir gün şirketten içeri elinde koca bir tabelayla girmiş.
Tabelanın üstünde
"Burada Patron Benim" yazıyormuş.
Onu kapısının üstüne asmış ve dışarı toplantıya gitmiş.
Döndüğünde tabelanın üstünde söyle bir not varmış :
- "Karınız aradı, tabelasını geri istiyormuş.." :-))
Ekvator'da Savaşa Hayır Mitingi
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://cagle.slate.msn.com/news/Memecan/main.asp
Salih Memecan'ın bizleri tiye alan karikatürlere verdiği tepkileri yansıttığı, bir örneğini yukarıda görebileceğiniz, karikatürlerini izlemek için mutlaka ziyaret edin.
http://www.esinuzer.com
Astroloji ve bioenerji uzmanı Esin Uzer'in oldukça kapsamlı ve güzel sitesi. Astrolojiye ilgi duyanların mutlaka ziyaret etmeleri gereken bir site.
http://www.medyapirasa.com/giris.htm
İlginç haber ve yazıların toplandığı hoş bir site. Güncelliği dikkat çekici. Gezilmesi gereken sitelerden.
http://www.thehumorsource.com/
Komedi sitelerine devam ediyoruz. İlginç fotoğraf ve filmlerden oluşan bir arşivi var. Bir ara mutlaka ziyaret edin. |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WipeOut v1.4.0 [29k] W9x/2k/XP FREE
http://hp.vector.co.jp/authors/VA031384/software/WipeOut_en.html
İlginç bir minik program. Çalıştırdığınızda masaüstünün sol yanına yukardan aşağıya istediğiniz renkte bir ince çizgi çekiyor. Örneğin pekçok pencere açtınız ama masaüstündeki bir kısayola da ulaşmak istiyorsunuz. Hemen bu soldaki çizgiye tıklayıp sağa doğru sürüklüyorsunuz. o tüm açık pencereler o çizgiyle hizalanacak şekilde sağa doğru kayıyor ve masaüstü açılıyor. İşiniz bitip pencerelerden herhangibirine tıkladığınızda herşey eski yerine dönüyor. Dedim ya ilginç bir program ama işe yarayabilir.
|
|
|