|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 228 |
26 Mart 2003 - Keşke devekuşu olaydım |
Merhabalar,
Altı gün olmuş başlayalı. Altı günde, bir haber atladım mı acaba diye beynimi yokluyorum, cevap " Atlamana imkan var mı?" . Yerli, yabancı erişebildiğimiz her televizyondan canlı görüntüleri, askeri sivil yorumları ile an be an yaşıyoruz işte savaşı. Bu teknoloji iyi hoşta, benim için bile bu kadar iletişim fazla geliyor. Aradabir hazımsızlık çekiyorum. Bombalı savaşa paralel rating savaşına girişmiş medya zaman zaman eşeğin kulağına da su kaçırıyor. Kimi taraflı yorumlarla parsayı toplamaya çalışırken, kimi de bitaraf olma iddiası ile güvercin hacetini bile haber yapıp allayıp pullayıp sunuyor. Ağlayan bebelerin, anaların görüntülerine, yaralı olması muhtemel İngiliz pilotları yakmaya çalışan halkın görüntüleri karışıyor. Herşey göz önünde olup bittiği halde fısıltı gazetesi de var gücüyle çalışıyor. Olan da sana bana oluyor. Seyretsen bir türlü, seyretmesen başka türlü. Devekuşu değiliz ki, gözümüzü kapatıp dünyayla ilişkimizi keselim. Ben kessem, kesmeyen biri yataktan kalkıyor, borsayı düşürüp, doları fırlatıyor.
Bu işin etiği metiği yok. Etik kaygılarla yayınlamadığın her haber için sana kahkahalarla gülecek birileri olduğu sürece eline geçen her fırsatı değerlendirmeye devam edeceksin. İşte medya etiği noktasız virgülsüz bu. Ya da birileri psikolojik kaygıları öne sürüp demokrasi falan dinlemeyip, bazı görüntüleri yayınlamamanı rica(!?) edecek. İşin içine psikoloji de karışınca, korkarım bu savaşın da yakında suyu çıkacak, gerilen sinirlerimizi kahkahalar atarak gevşetmeye çalışacağız. O zaman da içerdekiler mi, dışardakiler mi daha akıllı diye yeni bir tartışmaya başlayacağız sanırım.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Karışık Medya Salatası
Kahve Molası'nda ilk yazmaya başladığımda medyayı sık sık konu ediyordum. Bugünlerde yine takılıyorum tv programlarına ve gazetelerin haberlerine. Her zamanki gibi renkli ama başıboş bir dünya var medyada. Ben de karışık bir salata hazırladım, Elif Hanımın kekleri gibi olmasa da, beğenmeniz umuduyla..
Geçenlerde Star'da spor programı seyreden oğlum soruyor: 'Anne bu Star'ın Fatih Altaylı'ya gıcığı mı var?' Oğlan bile farkediyor yanlı yayını ve kanalın program sunucularının, kanalın çıkarı paralelinde harcanması gereken insanları nasıl harcadığını. Aynı kişiler bunu yaparken şunu da söyleyebiliyorlar gözlerimizin içine baka baka: 'Elinde kalemi veya mikrofonu olanlar bunun sorumluluğunu taşımalılar, ellerindeki bu imkanı silah olarak kullanmamalılar...' Ama Altaylı'nın yazdığı söylenen e-mailde geçen O.Ç. kısaltmasını, Aytaylı'nın Organize Çete olarak açıkladığını söylüyorlar. Dikkat edin, 'açıklama yaptığı söyleniyor' şeklinde değil; direkt açıklamayı yaptı diyorlar. Oysa böyle bir açıklama yok! Olsa kırk kere ekrana getirirler bu açıklamayı. Sanmayın ki Altaylı'yı savunuyorum. Ama bu kadar taraflı, bu kadar yalan dolu bir haberi, böyle rahat yayınlamaları beni deli ediyor.
Aynı olayları farklı kanallarda farklı yorumlarla izleyip kim kime gıcık, kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Yani Fatih Altaylı Cem Uzan'a gıcık, Uzan'ın kanalı da Altaylı'ya. Biz izleyiciler de ağzımız açık, tenis maçı izler gibi bir o yana bakıyoruz, bir bu yana...
Bir başka kanaldaki spor programında da sunucu o haftaki olayları değerlendirirken, sakin bir sesle kendilerine çok iş düştüğünden, taşıdıkları sorumluluktan dem vuruyordu. Oysa ben bu sunucunun kendi programına birbiriyle dalaşabilecek konukları çağırdığını, onlar dalaşırken gelecek rating raporunu düşündüğünden olacak parlayan gözleriyle, hiç müdahale etmeden, halinden memnun izlediğini hatırlarım. Şimdi karşıma bir öğretmen edasıyla çıkmış, doğru yolu gösteriyor!
Aslında ben çok uzun zamandır spor programlarını izlemiyorum. Çünkü sinirleniyorum, üzülüyorum, mutsuz oluyorum... Örneğin Ziya Şengül ve Turgay Şeren gibi Türk futbol tarihine adını yazdırmış iki eski sporcunun, tv programında düştükleri o durum, beni çok üzüyor.
Aynı durum gazetelerin tv sayfalarında da göze çarpıyor. Hürriyet'te tanıtımı yapılan filmler ağırlıklı Kanal D'nin, Sabah'takiler ise ATV'nindir. Büyük bir gruba bağlı olmayan kanallar, bu gazetelerin tv sayfalarında uzunca bir süre yer bile alamamışlardı. Örneğin Cine 5, Cnbce, TV8 bu sayfalara çok geç girmiştir.
Yayın kuruluşları arasındaki bu rekabet, okuduğumuz bir haberi doğru yorumlamamızı da engelliyor, güvenimizi sarsıyor. Örneğin ATV'de yayınlanan Çocuklar Duymasın dizisindeki Taşfırın Haluk hakkında çıkan nahoş haberler, tam da dizinin başarısının ayyuka çıktığı günlerde, rakip kanalın bağlı olduğu grubun gazetesinde gündeme getirilince, acaba diyor insan, emin olamıyor okuduğunun doğru olup olmadığından?
Hıncal Uluç her hafta köşesinde TRT'de yayınlanan Bir Başka Gece'nin nasıl da güzel olduğunu anlatıyor. Başka bir haberde Uluç'un bu programın danışmanı olduğunu, hatta program teklifini genel müdüre onun götürdüğünü öğreniyorsunuz.
Ali Atıf Bir, rating ölçümlemeleri yapan kurumun denetçisi. Aynı zamanda Hürriyet'te yazıyor. Bir kaç firmada da danışmanlık yapıyor. Köşesinde ratinglerden bahsediyor. Oysa bu rating raporları pahalı. Her isteyen alamaz. Atıf Hoca para veripde mi alıyor, yoksa zaten denetimini yaptığı rapordan bir iki veriyi kullansam ne olur diye mi düşünüyor bilemiyorum. Denetimini yaptığı araştırmanın ölçtüğü kanalın da bağlı olduğu grubun gazetesinde yazıyor bir yandan da... Herhalde bir yanlış var ki ortada; Star gazetesinin bastırması üzerine geçen hafta denetçilik görevini bırakmak zorunda kaldı.
Uzan grubunun taktiklerini onaylamasam da bazen çok yaratıcı buluyorum. Biliyorsunuz rating ölçümlerinin yapıldığı, nüfusu temsil eden, seçilmiş haneler var. Bu hanelerin adresleri, kişilerin kimlikleri ölçüm yapan kuruluşda gizli. Hiçbir kanal, reklamveren ya da reklam ajansı bu adresleri bilmez. Star grubunun seçilen hanelere itirazı var ama derdini dinletemiyor. Ne yapıyor? Uzan grubuna ait Damga gazetesine bir ilan verip, evinde people-meter olanlara bir çağrı yapıyor. Ek gelir kazanmak isterseniz bizi arayın diye bir de telefon numarası veriyor! Kaç kişi aradı, arayanlara ne dendi bilmiyorum ama ortalığın karıştığı kesin. Bakalım sonu nereye varacak?
Neyse ki Ally Mcbeal var. Akşamları Cnbce'de yayınlanan bu dizi, yorgun bir günün sonunda insanı çok rahatlatıyor . Ama beni değil! Çünkü program planlamacıları beni görmüyor. Sadece beni değil; bu dizinin izleyicisinin büyük bir kısmını oluşturan, çalışan ve İstanbul'da yaşayan kadınları görmüyor. Sorarım size; İstanbul'da kaç kadın akşam saat sekizde tv karşısına geçip oturabilir? (Ters Köşe hariç!) İşten eve gelmek en az bir saat. Ben yemeği ancak sekizde hazır edebiliyorum! Oğlan 'acıktıııım' diye bağrınırken nasıl dizi izleyeceğim? Neyse not alayım; bu kanala bir mektup yazılacak, ya daha geç saate alsınlar diziyi ya da haftasonları tekrarlasınlar...
Televizyon iyi hoş da, insan bir süre sonra tv izlerken atıştırmaya alışıyor. Kuruyemiş, meyva, çay, kahve, sandviç derken kilolar da gidiyor. Yazın gelmesine ne kaldı şurda? Zayıflamalı. Ama önce karar vermeli: Vişi'den uzun salınım! teknolojisi içeren lipo şekillendirici jel kullanıp, kapitonlarımın oranını %23.5 mu düşürmeli, yoksa Loreal'in perfect slimiyle 1,9cm incelip, yaza daha perfect mi girmeli? Valla bir an önce karar verip, uygulamaya başlamalı. Yoksa her akşam bu reklamı gördüğümde, o mandallar bana takılıyor gibi bir yerlerim acıyor.
Reklamlar deyince bir kişinin hakkını vermem lazım: Knorr'un ahçıbaşısı. Knorr'un tüm reklamlarında çıkan ağırbaşlı, sevimli, iyi niyetli olduğu yüzünden okunan, mimikleriyle her şeyi anlatabilen, işini severek yaptığı her halinden belli olan bu ahçıbaşı ekrandaysa, asla zap yapmıyorum. Yaydığı pozitif enerjiden birazcık da olsa kapmaya çalışıyorum..
Etrafımda hep böyle gülen, mutlu yüzler görmek istiyorum artık. Haber okuyup gerilmemek, tv izleyip sinirlenmemek istiyorum.. Bizim köydekiler gibi 'börülceler iyi dökmedi bu sene ya da domatesleri danaburnu kesti...' gibi dertlerim olsun sadece istiyorum. Buna medyanın da katkıda bulunmasını beklemem çok mu?
Ne demişler; Medyada huzur, mutluluk budur...
Selcan Lafçı
|
Şair Kahveci : Filiz Kaya |
GÜL İLE BÜLBÜL
Gül gül olalı bülbülü bekler durur. Bülbül ise güle hasretle doludur. Aşılmaz yolları aşarak, geçilmez yolları geçerek gelir gül bahçesine. Gül açmaz bülbülü görene dek. Bütün güllüğü ile gonca halindedir. Canı candan içeri kızıl bir alevle doludur. Bülbül dışardan görülemeyen o kızıl alevin sıcaklığını duyup ateşiyle yanmıştır. Tek amacı güle kavuşmaktır. Düşünmez hiç vuslat kendi düşlediği gibi midir? Bülbül ille de vuslat, ille de vuslat diye için için yanmaktadır. Gözünde de, gönlünde de gülden başkası yoktur. Her yer gül ile doludur. Bildikleri ve bilmedikleri, tüm benliği gül için atmadadır. Aşk elinden çektiği ızdırabı anlatmak ister. Dayanamaz bir başına aşk hançerinin acısına. Bu yüzden kah orman kuytularında yalnızken, ya da kalabalıkta yanık sesi ile şakımaya başlar. Her nefesiyle yüreğinde hiç sönmeden yanan o koca alevden bir parça koparıp, gagasıyla dışarıya atar. Nafile... bülbül figan ettikçe hasret ateşi daha da artar. Bülbülün feryadını geçtiği yollardaki bütün meclisler duyar ama anlamaz, anlasa da susturamaz. Derdini bir anlayan olsun ister.
Bülbül kah derdini anlatarak, kah anlatacağı birini arayarak, ağlayarak inleyerek, sevgiliye ağıtlar yakarak geçirdiği zamana şöyle bir bakar. Bir ayna bularak kendine tutar. Gönül aynasından gözlerine süzme ışıklar halinde yansıyan haline şaşar kalır. Ayna seslenir. Sevmek gerçek anlamda sabırlı bir yürek ister ey bülbül. Çekilen çileler gülün dikenleriymiş meğer, bülbül bunu anlar. Dikenler cana batmalıymış ve sen öyle sevmeliymişsin ki canın dikenlerin pençesinde kıvranıyor olsa da şikayet etmeden sabretmeliymişsin. Zaten yakıcı ateşin ve ayrılık acısının öğretisi önce dikenleri sevmeyi , onu kabullenmeyi sağlamakmış. Gülü tutayım derken batan dikenler sana el çektirmemeliymiş gülden. Teslimiyet ateşin içinde suya mecburken edep edip su istememekmiş. Ne verecekse "O" versin hakikatini hazmedebilmekmiş.Gönül acılar içinde çile çekerken kendi isteğinin değil, "İlahi iradenin hakimiyetini" farkedermiş. Bu kıvamı bulunca artık şikayetleri susturmak gerekirmiş. Dikenleri sineye çektikten sonra sevilenin saf hali, gül gibi güllüğü farkedilebilirmiş. Ayrı ve uzakken, cisim değilmiş hasret çekilmesi gereken. Gülü de, dikeni de muhabbet evinde bir köşeye çekip meşk etmek ne şahaneymiş. En büyük vuslat teni bir tarafa sıyırıp güle güllüğü sana da bülbüllüğü veren özüne dönmekmiş...
Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr
|
|
Telveli Paylaşımlar : Nedret Türer Önce GAYRİ sonra CİDDİ bir yazı... |
|
Adem'le Havva.
İlk kadın ve ilk erkek.
Acaba nasıl yaşamışlardı dünyanın ya da dünyadaki ilk beraberliklerini,
hiç düşündünüz mü?
Merak bu ya! Nasıl tanışmalardı dersiniz?
Mesela romantikler miydi?! Yoksa vahşi ya da aptalca mı davranmışlardı ilk anda, ne yaşadıklarını dahi bilemeden. Birbirlerini gördükleri zaman göğüslerinin sol tarafında hızla atmaya başlayan sarsıcı ritimle mi keşfedebilmişlerdi ateş olmadan da cayır cayır yanabileceklerini?! Yeryüzünün ilk, en zevkli, en popüler, en anlaşılmaz ve çözümsüz azaplarından biri olacak 'aşk' ı keşfetmiş olduklarının farkındalar mıydı acaba, tazecik dünyanın, o tazecik insanları?
Gel de merak etme.
Açıkçası öncelikle kadın ve erkek olmanın, sonra da bu sıfatları omuzlayarak yaşamanın onlara uzun süreli bir birliktelik şansı vermiş olduğunu hiç zannetmiyorum!
Her şey onlar için zaten bir muamma iken, bir kadın ve bir erkek olmaktan önce iki iken 'bir' değil, iki iken 'birlik' olmanın, tek vücutta iki yaşamı soluklandırmanın 'kişiye özel' huzuruna erişebilselerdi eğer, onlardan doğma diğer Adem ve Havva'lar da bugünlere kör düğüm olmuş genlerle gelmezlerdi elbet, öyle değil mi?!
Hayat kırkından sonra başlarmış...derler.
Korkarım ki Adem'le Havva insan neslini çoğaltacağız telaşı ile fazla mesai yaparken, kırkından sonrası için - ömür tükenmiş olduğundan - kendileri için yaşayacak zamanı pek bulamadılar!
Güneş bir açtı bir kapattı...bir açtı bir kapattı.. ve 'gün' denilen kısıtlanmış süreç, birbiri ardına kararan ve aydınlanan gökyüzünde anlamsızca tüketilirken, "aşk" olduğu bilinmeden yaşanan en masum aşk da, bir daha yaşanmamak üzere, kahramanca savaşan Adem'le Havva'nın üzerini geride bir sürü soru işareti bırakarak örttü.
Anlaşılan o ki bizler Adem ve Havva'dan olma 'Soru İşaretleri' yiz!
Şimdi kim inkar edebilir ki zaman zaman çengelinden tutunarak asıldığımız soru işaretlerinin bizi bir virgülün sırtında taşıyarak özlediğimiz "nokta" lara ulaştırma hasretimizi?!
Biz bu hasretle yanıp tutuşurken, bir Kadın ve bir Erkek olmanın zorluğu, Adem ve Havva için de vardı eminim!
Bağışlayınız, elimde değil işte meraklanmamak. Onlar 'İlk insan'; ilk kadın ve ilk erkek dahi olsalar, onların yaşadıkları özel hayat, benim özel hayatımdan bile daha cazip şu anda.
Çünkü bu iki varlığın masumlukları bugün ne kadar zevk ve günah çıkmazı varsa
( ve birde anlamsız kavga ve tartışma ) hepsinin başlangıç noktası öyle değil mi?
Gel de çık işin içinden...
Sahi 'Özel hayat' dedim de aklıma geldi...
Ne büyük, ne geniş, ne gizemli bir çekiciliktir şu 'özel hayat' denilen sahiplendiğimiz dışa sansürlü süreç...
Bu çekiciliğin büyüsü altında bazen ayıpsanacak yolculuklara çıkmayı hangimiz arzulamadık ki?
Bir şöhreti merak ettik.
Zaman zaman bir sanatçıyı.
Sıklıkla bizden habersiz neler karıştırdığını çözemediğimiz meçhul sevgilinin gizli düşlerini ve hatta her şeyi!
Ya da işte böyle bir Adem'le bir Havva'nın artık tarihe mal olmuş geçmişinden bilinmeyenleri...
Yine de böyle bir konuda fazla heveslenmemem gerektiğinin farkındayım.
Çünkü onların özel hayatı sadece bir çift yaprakla tek bir elmadan ibaret, ötesi yok!
Soyutluklar içinde aradığımı bulamam tabii ki. Sadece düşündüğümü, düşselliğimi kurgulayabilirim.
Ama somutluksa aradığım, 'incir ağacından kopma' bir çift yaprakla, yasak elmanın cazip kırmızılığından başka veri yok, bunu da kabullenmeliyim.
Peki şimdi sizlere soruyorum. Neden dut, kayısı, erik ya da armut değilde incir yaprağı?
O zamanlar sadece incir mi vardı örtünecek?
Yoksa saklamaları gereken bölgelerini hissettiklerinde utanmaları gerektiğini onlara tesadüfen yere düşen incir yaprakları mı vurguladı ilk?
Ne olduysa oldu, bu iki yaprak önemli bir içsel sorgulamayı başlattı Adem'le Havva'mıza....
Merak....
Düşünme'nin zorluğu, çekiciliği ve yaratıcılığı içerisinde keşfedebilmek adına ne varsa vücutlarında duyumsar, seferber edip sordular birbirlerine;
" Acaba o incir ağacının altında ne var? "
O zamanlar nece konuşulurdu bilemiyorum ama, Adem Havva'ya, Havva da Adem'e bakışlarla anlatılan "tutku" dilini içsel güdülerle öğretebilmişlerdi eminim.
Hislerime güvenirsem, ilk kavgalarının mizanseni şöyle olmalı diye düşünüyorum;
Homur...homur ...?
Homur da homuuuuur...
Hooooo - muuuuuur!...
( Anlamayanlara türkçe meali )
" Havvacığım hadi çıkart canım!"
" Hayır! Ölsem çıkartmam."
" Neden yahu. Daha bir ton yaprak var ağaçta. Hem o sararmaya yüz tutmuş zaten.
Sen onu çıkart, söz ben sana daha yeşilini, daha tazesini alacağım!"
" Olmaz! Beni kandıramazsın! Biliyorum hain emellerin var üzerimde!
Asla çıkartmayacağım. . Git başka kapıya!"
" Saçmalama Havva! Senden başka kapı, pardon kadın mı var şu alemde?
Hem kırmızı elma hala sende duruyor hatırlatırım!"
" Olabilir. Henüz acıkmadım!"
" İyi de ben acıktım ama! Versende yesek diyorum."
" Olmaz, sen git incir ağacından otlan! "
" Öyle deme Havvacığım, Senaryoya göre elma yememiz gerekiyor incir değil.
Bırak şu kadınca kaprisleri de yiyelim artık onu afyetle!!!"
Maalesef kadın heryerde kadındır.
Erkekte her çağda erkek!......
Peki ya diğerleri?
İncir ağacı, ocak'lara dikilen, koca yapışkan yapraklarıyla pek sevilmeyen bir ağaç.
Elma ise bir kadınla bir erkeği "iki yarımdan bir bütünün olacağı" varsayımıyla kandıran davetkar bir meyva.
Özetle; o günlerden bugünlere gelen ikinci mirasımız; İncir ve elmadan doğma koca bir kabus!...
Güle güle kullandık!
Hatta kullanalı asırlar oldu!...
Var mı bir itirazı olan?
Neyse bakmayın şimdi siz hep böyle "gayri....." ve nüktedan konuştuğuma...
Çünkü değinmek istediğim asıl konu mizahın hiç bir yönü ve şekli ile gerçekçi bir uyum göstermiyor.
Yine çünkü kavganın, savaşların, kayıpların, vahşetin ve anlamsızlıkların
samimiyetle gülünecek hiç bir tarafı yoktur ve olamaz da!
Geçen gün, bir çok gün düşünmeye çalıştığım düşünülmüş düşüncelerimi daha
derin düşünmeye çalışarak düşündüm! ( Farkındayım! Oldukça düşünceli bir cümle oldu!)
Neydi beni bu kadar çok düşündürten peki?
Kadın veya erkek cinsiyetinin altında yatan derin ve çapraşık gerçekler ya da saptırmalar mı?
Yoksa daha da ötesi mi?
Evet, daha da ötesi, hatta çok daha ötesi.
Arada sırada insan olduğunuz için utandığınız oldu mu?
Ya da başka insanların yaptıklarından siz yapmışcasına mahcubiyet ve üzüntü duydugunuz?
İnsan'sanız evet...
İnsan'sal etkileşimler içindeyseniz belki...
İnsan kılığındaysanız çok az...
İnsan değilseniz hiç!
Tabii ki bu benim düşüncem.
İnsan olduğunuz müddetçe alınmanız gereken hiç bir şey yok.
O nedenle özür dilememi gerektirecek pek bir şey de yok!
Ama bir kaç sorum daha var;
Hiç kavga ettiniz mi?
Tartıştınız mı?
Dayak yediniz veya dövdünüz mü?
Tacizde bulundunuz mu?
Kısaca şimdi, yaptığınıza bin pişman olduğunuz anlamsız bir çok şeyi "keşke yapmasaydım" dediğiniz oldu mu?
Bana bir şey söylemeniz, beni 'açıkça' cevaplandırmanız gerekmiyor.
Kendi içinizde konuşun, cevaplayın, bunu kendiniz için yapın...yeter.
Yine Adem'le Havva'ya dönelim.
Onlar gerçekten - ciddi ciddi - kavga etmişler miydi acaba?
Kavga etmeleri için bir yaprak ve bir elmadan başka sebepleri yok gibi
görünsede......
Belki de etmişlerdi.
Saç saça..baş başa...
Çünkü o zamanlar henüz ingilizce ve sair lisanlar keşfedilmemişti!
Atatürk'te yoktu ki türkçeyi keşfetsin.
Tek bir dil vardı galiba...
Hayvan'ca...
Belki miyavlayarak,
Belki havlayarak,
Belki kükreyerek,
Belki de yılanlar gibi 'tıssssss' layarak yaptılar ilk kavgalarını...
Düşünsenize ne kadar zor bir hayat yaşamışlar.
Ve bir o kadarda kolay!
Kavga edecek hiç bir neden yok.
Gürültü yok!
Kıskançlık yok!
Kaynana yok!
Aldattın, aldatmadın yok!
Para denen sefil yaratık yok!
Usame Bin Laden yok!
Mal yok mülk yok....
Kanun yok, yasa yok, kural yok, şart yok....
Yok..yok..yok!
Tam bir özgürlük...
Ama bütün bunlara rağmen yine de kavga var (dı) eminim.
Sadece iki sebep yüzünden.
Elma ve yaprak.
Gerisi tarihin derinliklerine gömülmüş, Adem'le Havva arasında oldukça özel olarak kalmış, bitmiş, gitmiş.
Bence insanlık tarihinin hem en bedbaht hemde en şanslı çifti onlarmış.
Başka da olmamış(tır) zaten.
Acaba çocukları için kavga etmişler miydi dersiniz?
Çocuklarının da çocukları için? ( Saçmalıyorum, göremediler ki o yaşları zavallıcıklar! )
Miras olarak daha başka neler bırakmayı istemişlerdi 'kalben' acaba?
Soru işaretleri, elma ve yapraklar haricinde...
Bilemiyoruz.
Peki ya istemedikleri?
Tek bir şey olabilir;
'Ölüm ve doğum kadar eski ama bir o kadarda eskimeyen karmaşa: Kavga...'
Ve türevleri...
Yüksekten türev...Savaş...
Alçaktan türev... Tartışma...
Ne olursa olsun yapımızda var olan kavga, uzlaşmazlık, anlaşmazlık genleri ile yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağız.
Yalnız.....
bunca yıllık ömrümde anlayamadığım bir şey var.
Sahi... biz niçin, neden, ne amaçla, kimin için, ne kazançla, ne düşünerek kavga ediyoruz?
Daha güncel konuşayım.
Savaşıyoruz...
Bunun nedenlerini en iyi tarih bilimciler, tıp bilimciler, psikiyatri uzmanları, sosyologlar ve şu anda aklıma gelmeyen daha bir sürü ....ciler, ....cular, .... log'lar ...ist'ler anlatabilir, açıklayabilir...sıra bana gelene kadar!
Benim ne haddime. Şurada köşemde oturayım, susayım, bana ne, ne halt ederlerse etsinler demeye gönlüm razı olmuyor.
Çünkü bu kavgaları, savaşları çıkartan insan soyundan biriyim bende....
Sebeplerinden tam olmasa da sonuçlarından etkilendiğim bir gerçek.
O halde burnumu birazcıkta olsa 'kavgasız hayat' için kavgalara sokmama kimse mani olamaz...
Çünkü her kavganın muhattabı en az benim kadar suçlu ya da en çok benim kadar masum değil midir?...
Çok küçük bir örnekle sizleri, kendi içinizde çıkacağınız bir yolculuğa davet ediyorum.
Mesela iki gün önce...
Hayatınızın en önemli insanlarından biriyle tartıştınız.
Bir o söyledi, bir siz.
Bir o acıttı, bir siz.
Bir o sustu, bir siz.
Sonuçta ne oldu?
Canınız yandı.
Küstünüz, sinirlendiniz, ağladınız.
Tansiyonunuz büyüdü.
İyi niyetiniz, saygınız, sevginiz, beklentileriniz ve düşleriniz küçüldü.
Ya sonra?
Sonra aradan dakikalar geçti. Kolay yumuşamayan biriyseniz,
aldığınız derin nefesler bile fayda etmedi. Beklediniz, saatler geçti.
Ya iyice gerilmeye başladınız ya da yelkenliyle gezilebilecek kadar duruldu öfke denizleriniz....
Sonuçta sakinleştikçe gördünüz ki az önce fırçayla siyaha boyadığınız güneş, yeryüzünden gökyüzüne püskürttüğünüz berrak sularla yeniden ışıklarını saçmaya başlamış bile, ne güzel. Bir düşünelim bakalım; şimdi ne hakkımız var o güneşi balçıkla sıvamaya, öyle değil mi?!...
Bunu küçük bir itirafa dönüştürürsek;
Özlediğimiz aydınlık bizi parlaklığıyla sarıp sarmalamaya başladıkça,
güneşin buz tutan kanımızı dolaşır hale getirdiğini gözlemledikçe,
saatler öncesinde yaşadığımız ve yaşattıklarımızdan dolayı pişman olmaya
başladıkça zarardan döndüğümüzü artık kabullenmeli miyiz, etmemeli miyiz, sorarım.
Ya da en azından kavga ettiğimiz konunun ne kadar anlamlı ya da anlamsız
olduğunu düşünmeye başlamışızdır öyle değil mi?
Sinir sistemimizin, kavgacı, uzlaşmaz, yırtıcı genlerimizin bizi zorla soktuğu girdaplara yakalandığımızda birbirimize zehir ettiğimiz dakikaların
aslında - meşhur tabirle - fındık kabuğunu bile doldurmayacak kadar önemsiz bir mahiyette olduğunu anladığımızda artık çok geç olan iki şey vardır;
Boşa harcanmış (hatta öldürülmüş) zaman ile
kırık dökük ve paramparça olmuş kimliklerimiz, benliklerimiz ve yüreğimiz.
Bunlar küçümsenecek bedeller değil ki ödediğimiz!...
Biz bize neden yapıyoruz bunları anlamıyorum?
Anlamsızsa neden yapıyoruz?
Ya da neden yaptıktan sonra anlamsız olduğunu keşfediyoruz..hersefer...hersefer...
Aslında işin en alıcı oluşumu şu soruda gizli.
Nedir birbirimizle alıp veremediğimiz?
Çiftleşmiş (!) iki ülke düşünün.
Amerika ile Afganistan...
İsrail ile Filistin...
Türkiye ile Yunanistan...
KKTC ile Güney Kıbrıs (Rumları)
Savaşacak ne kadar çok sebepleri var değil mi?
Kana kan.
Dişe diş.
Göze göz...
Yahu hiç
Yürek'e yürek
Gönül'e gönül
El'e el
Sevgi'ye sevgi
Saygı'ya saygı
diyen yok be!
İlle de kan görecegiz.
İlle de öldüreceğiz, vahşeti yaşayacak ve yaşatacağız...
İlle de heyecan olacak.
İnsanlar monotonluğu sevmez.
Öyle ya, düşünsenize bütün dünyanın barış içinde yaşadığını!
Aldın verdin kavgası yok.
Vay sen ne yaptın, vay niye yaptın, vay kötü yaptın....davası yok.
Geçmiş zaman olur ki; sen bizi biçtin, ama biz de seni katlettik.
Sen bizi kazıkladın...Ohh olsun, bizde seni oyduk!
Sen bize çelme taktın, ama bizde seni uçuruma ittik.
Ohhh ne ala..ne ala...
Peki bunlar en son ne zaman olmuştu?
Tarihi bir zamanda...
Çoooook önce yani...
Yaşanmış, bitmiş, yok olmuş....(izleri inkar edilemese de mantıkla düşününce böyle!)
Durup durup yeniden deşmenin, durup durup hesap sormanın, durup durup
"al sana, al sana bu da benden"
demenin ne anlamı var, bunu hiç bir zaman anlayamadığım gibi, hiçbir
zaman da anlayamayacagım galiba!
Bil(e)miyorum.
Geçmişte yaşananlardan mutlaka hesap sorulmalı mı?
Buna benim de şiddetle "hayır" demeye dilim varmıyor açıkçası.
Belki de biraz sorulmalı.
Ama vahşetle mi, savaşla mı, kanla mı, öldürerek mi? Düşünülmeli...
Geçmişe çok bağımlı yaşamanın geleceğe faydası ne?
Ya da varsa ne kadar?
Geçmişi bilmek tabii ki önemli. Ama geleceğe ışık tutacak kadar bilmeli.
Tecrübelerden yararlanacak kadar.
Onu kafaya takıp, sabitleştirip, akıl hastası, sapık, katil, düşman ve aşırı
kin yüklü canlı intihar bombalarına dönüştürecek kadar değil elbette!
Suçluların cezalarını masumlara ödeterek daha çok acı vermeyi istiyorsak (!) tamam!
Ama anlamlı bir şeyler yapmak istiyorsak HAYIR...HAYIR....HAYIR...
Şimdi sokağa çıkın.
Söyleyelim, USA'daki her hangi bir vatandaşta çıksın.
Avrupa'nın her hangi bir yerindeki bir başkası da öyle...
Sorsunlar karşılarına gelecek ilk medeni (olduğu umulan) kişiye
" İnsanlar neden savaşır? Savaş iyi bir şey midir? Ne kazanılır sonucunda?
ve neye mal olur bittiğinde?! " diye...
Alacağınız cevaplar az ya da çok benzer olacaktır.
Sırasıyla;
" Mutlaka alıp veremedikleri, hazmedemedikleri, göz koydukları, deştikleri,
anlamsızlık kuyusuna düşüp orayı çözüm zannettikleri bir ya da bir kaç sebep vardır ve o nedenle savaşırlar."
" Savaş kanlı ve anlamsız olunca mutlaka kötü bir şeydir."
" Ya zafer ya da malubiyet..."
" Bir çok masum insanın kanına, malına, milli bir servete, boşa harcanan
zamana, insanlığımıza vede en önemlisi en kutsal hakkımız olan yaşama hakkına mal olur!" Var mı daha ötesi....
Buyrun işte...
Böylesi düşünüyoruzdur az ya da çok...farketmez.
Özünde aynı....Savaş kötü bir şeydir ve bütün insanlığın en büyük ayıbıdır, utancıdır.
Bir kitapta okumuştum...
"Bir soruyu kendinize nasıl sorarsanız, vereceğiniz cevapta o tarzda (mod'da) olur.. " diyordu.
Örnek;
Soru: " Ben neden mutsuzum? "
Cevap: " Çünkü her şey ters gidiyor. Çünkü istediklerim gerçekleşmiyor.
Çünkü yalnızım vs vs"
Soru: " Ben nasıl mutlu olabilirim? "
Cevap: " Beni nelerin mutlu ettiğini bulmalıyım önce, bir de mutsuz eden nedenleri.
Sonra mutsuz edenlerle hayatımı mahvedeceğime, mutlu olduklarımla sürdürebilmeliyim yaşantımı ve bulabilmeliyim huzuru...Daha fazla bir 'kaybeden' olmadan!"
gibi.........
Şimdi bu yazının amacına uygun olarak son bir soru daha soralım.
Hayatımızın anlamı, anlamsızlıklar uğruna savaşmak mı olmalı yoksa
anlamsızlıklara anlam kazandırıp onları yok edici
olmanın ezikliğinden kurtarmak mı olmalı?
Biliyor musunuz savaş'ın iyisi de vardır....
Her şeyin bir kötüsü bir iyisi olabileceği gibi, imkansız ve çelişkili
görünse de savaş kelimesinin iyi anlamda kullanılacağı bir alan da vardır.
Ne midir o?
İşte şu anda yaptığım...( ....yaptığımız.....)
Yazmak....okumanız....düşünmek ve düşünerek gerçek uygarlıklara başlatılan
en verimli yolculuk
Kan yok...ölüm yok...acı yok...vahşet yok....
Hatta belki (umuyorum) bazı yerlerde sizleri gülümsetebildim bile...
İşte onlar da benim savaş silahlarımdı!
Yüreklerinize ulaşabildilerse ne ala...
Bugün bir yazı yazıldı.
" önce gayri sonra ciddi " de olsa.
Birgün
daha bir çok yazı yazılacak.
Önce gayri
sonra ciddi
zaferler kazan(dır)abilmek umuduyla....
Şimdi ayrılık vakti...
Sizlerle paylaştığım bu yazıdan arta kalan ne kadar harf, kelime ve düşünce varsa topluyor, bir sonraki savaşımda kullanmak üzere saklıyorum.
Birazdan ayak seslerimi duyacaksınız ...gittikçe uzaklaşan...
Ufka doğru bakacağım görmek için ne varsa anlamlı olan
Ne kavga, ne şiddet, ne zulüm, ne açgözlülük benim davam
Barışla yaşayıp barışla ölmek için....devam..devam..devam...
Sevgi ve saygılarımla,
Nedret Türer http://www.ucnokta.com / A N L A M Platformu
Düşündüren her cümlenin sonunda "Üç Nokta" vardır...
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_80.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
GÜÇLÜ GÜNLER
Açtım pencereyi ardına dek
Önce güneş girdi
Sonra ilkyaz
Sonra da tüm umutsuzluklar
Çıktı dışarı
Ve ardından göründü güçlü günler
Ahmet Nadir CANER
<#><#><#><#><#><#><#>
EN GÜZEL GERÇEK
Yalnızlık bile çekip gitmiş
Belki de uğramamış bu yerlere
Yorulmuyor taşımaktan geceler
Aydınlıkları doğan her güne
Ve sana özgürlüğüne leke düşmemiş
Dağ başlarındaki yerlerden sesleniyorum
Bu dünya yalan değil
Ahmet Nadir CANER
<#><#><#><#><#><#><#>
DAHA
Çiçek vazoda değil,
Saksıda güzel
Hele hele açarsa dağlarda bayırlarda
Daha daha da güzel.
Ahmet Nadir CANER
|
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun FINDIKLI BİSKÜVİ |
|
500 g un
250 g margarin (oda sıcaklığında)
75 g toz şeker
1 paket vanilya
50 ml sıvı krema
2 yumurta sarısı (biri üzerine sürmek için)
100 g dövülmüş fındık
1 tutam tuz
Un, margarin, şeker, tuz ve vanilyayı karıştırarak yoğurun. Krema ve 1 yumurta sarısını çırpın. Hamura ekleyerek yoğurun. Fındıkları da ilave edin. Hamurunuz hazır.
Hamuru merdane ile 5 mm kalınlığında açın. İstediğiniz şekilde kalıp kullanarak bisküvilerinizi hazırlayın. Hafifçe yağlanmış fırın tepsisine dizin. Üzerlerine kalan yumurta sarını sürerek 200 derece fırında kızarana kadar 10-15 dakika pişirin.
Not: Dilerseniz, piştikten sonra bisküvilerinizin üzerine benmari usulü (nasıl bir şey olduğunu daha önce söylemiştik) erittiğiniz bitter ya da sütlü çikolata dökebilir, fındıklı bisküvilerinizi çikolatalı fındıklı bisküvi yapabilirsiniz. Biz yine de çikolatanın donmasını beklemeniz gerekeceğini hatırlatalım.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
GÜNLÜK
12 Ağustos
Kanada'daki yeni evime taşındım. Çok güzel. Dağların manzarası muhteşem. Onların karlarla kaplı halini görebilmek için sabrımı zorluyorum.
14 Ekim
Kanada, dünyanın en güzel yeri. Yapraklar kırmızı ve turuncunun tonlarına dönmeye başladı. Bir atla kır gezintisi yaptım ve bir kaç geyik gördüm. Çok güzeldiler. Muhtemelen yeryüzündeki en harika hayvanlar. Burası cennet olmalı. Burayı çok seviyorum.
11 Kasım
Geyik avlama sezonu kısa bir süre sonra başlıyor. Böyle harika hayvanları öldürmeyi nasıl olurda isterler anlamıyorum. Umarım yakında kar yağışı başlar. Burayı seviyorum.
2 Aralık
Dün gece kar yağdı. Her yerin beyaz bir örtü ile kaplanışını seyretmek için gece kalktım. Tıpkı kartpostal gibi. Dışarı çıktık merdivenlerdeki ve garajın önündeki karları kürekle temizledik. Kartopu oynadık ( ben kazandım ! ). Kar temizleme makinası ( Belediye'nin ) gelince, garajın önündeki karları tekrar temizlemek zorunda kaldık. Harika bir yer, Kanada'yı seviyorum.
12 Aralık
Dün gece biraz daha kar yağdı. Kar temizleme makinası ile garajın önündeki karları tekrar temizledik. Burayı seviyorum.
19 Aralık
Dün gece biraz daha kar yağdı. İşe gitmek için garajdan çıkamadım. Burası çok güzel bir yer fakat kürekle kar temizlemekten yoruldum. Kar temizleme makinasına Lanet olsun !
22 Aralık
Bu beyaz boktan şey dün gece biraz daha yağdı. Kürekle kar atmaktan ellerim su topladı ve belim ağrımaya başladı. Kar temizleme makinasının, ben garajın önünü kürekle temizleyene kadar yolun köşesinde gizlendiğini düşünüyorum. Lanet olsun..!!!
25 Aralık
Hay içine etiğiminin yılbaşısı. Yine yağdı. Eğer kar temizleme makinasını kullanan herifi bir elime geçirirsem yemin ederim geberticem. Yollardaki lanet buzları eritmek için neden daha fazla tuz kullanmadığını anlamıyorum.
27 Aralık
Allahın belası dün gece yine yağdı. Kar temizleme makinasının en son gelişinden beri üç gündür karları kürekle atamadığım için eve hapsoldum. Hiçbir yere gidemiyorum. Hava durumunu sunan spiker bu gece 25 santim daha yağacağını söyledi. 25 cm karın kaç kürek edeceğini biliyor musun ?
28 Aralık
Kuş beyinli spiker yanılmış. 83 santim daha yağdı. Bu gidişle karlar yazdan önce erimez. Kar temizleme aracı kara saplandı ve hıyaroğlu hıyar sürücü benden küreğimi ödünç istedi. Karları temizlerken tam 6 kürek kırdım. Sonuncusunu da onun kalın kafasında kırmaktan zevk duyacağım.
4 Ocak
Nihayet evden çıkabildim. Markete gittim ve yiyecek aldım. Dönüşte lanet geyiğin biri arabamın önüne atladı. Arabamda yaklaşık 3000 dolarlık hasar var. Bu allahın cezası yaratıkların hepsini gebertmek lazım. Her yerde varlar. Umarım avcılar hepsinin kökünü kurutur.
3 Mayıs
Arabayı şehirde bir tamirciye götürdüm. Yollara dökülen baş belası tuzlar yüzünden arabamın kaportası çürümüş.
10 Mayıs
Türkiye'ye taşındım...
<#><#><#><#><#><#><#>
Sevgili Altuğ Yücel'e teşekkürler...
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.spassmonkey.pwp.blueyonder.co.uk/epilepsy.html
Epilepsy; yani halk arasında bilinen yaygın adıyla sara hastalığının nasıl birşey olduğu hakkında bilginiz varmı? Benim sadece bir arkadaşım ile yaşadığım küçük ve kötü bir tecrübem oldu. Verdiğim linkte "click here" kısayolunu tıklarsanız, benzer etkininin yaratılacağı iddiasıyla hazırlanmış bir sayfaya yönlendiriliyorsunuz.
http://www.spy.th.com/spycat.html
Teknoloji artık sınır tanımıyor. Avuç içi kadar cihazlara kameradan, vericiye kadar her türlü cihazın yapılabildiği teknolojik gereçler artık normal hayatımıza tamamen girmiş durumda. Casusluk cihazlarının tanıtıldığı bu web sayfasını incelemenizi tavsiye ediyorum.
http://www.dc8p.com/html/princess.html
Televizyonları topla ama timsahlara yakalanma... Sonuna kadar götüremediğim için amacını tam olarak çözemediğim bir flash oyun. Nilüfer yapraklarının üzerindeki televizyonları toplayarak puan kazanıyorsunuz. Herhalde sonuçta bir şeyler elde edersiniz?
http://www.themomi.org/museum/exhibitions.html
Buyrun sizlere sağlam bir müzik enstrümanları müzesi. Bu tür konulara meraklı iseniz mutlaka favori web sayfaları kayıtlarınıza almanızı tavsiye ediyorum. |
Damak tadınıza uygun kahveler |
NotePad XP v1.5 [2.3M] W9x/2k/XP FREE
http://www.acsoftware.org
Sakın ola adının notepad olduğuna kanıp, windows notepad'le karıştırmayın. MS Word'u düz yazı yazmak için kullananlar için, o programı kolaykılka bir kenara koyabileceklerini söyleyebilirim. Minimum gerekli herşeyi bünyesinde barındıran bu programı mutlaka deneyin derim. Bir küçük not, tıklamayla açılması arasında geçen süre sadece 1 saniye. Dikkate değer değil mi?
|
|
|