|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 229 |
27 Mart 2003 - Dünya Tiyatro Günü Kutlu Olsun |
Merhabalar,
Bugün Dünya Tiyatro Günü. Savaşın gölgesinde insanın aynası olan tiyatroyu kutlamanın üstesinden gelmeyi tüm kalbimle diliyorum. Bugün başta Devlet Tiyatroları olmak üzere pekçok ödenekli ve özel tiyatro perdelerini ücretsiz açacak ve her oyunun başında tiyatro bildirisi okunacak. Bundan 21 yıl önce o özel tiyatronun en genç elemanı olarak Cüneyt Gökçer'in hazırladığı bildiriyi okumak bana nasip olmuştu. Bugünde Zülfü Livaneli ve Tankred Dorst tarafından hazırlanan bildirileri sizlere Kahve Molası'ndan sunabildiğim için mutluyum.
Dünya Tiyatro Günü Türkiye Bildirisi - 2003
“Sanat, doğaya eklenmiş insan demektir.” Bacon bu bilgece sözü söylerken, insanoğlunun doğada var olan güçleri kendi istekleri doğrultusunda yoğurmasını ve onlara yeni bir biçim vererek dışa vurmasını kasdediyor.
Resim, şiir, heykel, müzik gibi tiyatro da doğaya eklenmiş bir insan oluş biçimidir. Ne yazık ki, bu ‘insan oluş biçimi’, 2003 yılının 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde savaş denilen korkunç yıkımın gümbürtüleri arasında kutlanıyor. Hemcinsini kitle halinde yok etme çılgınlığına kapılan tek canlı türü olarak insanoğlu, yine kanlı savaşların karanlık gölgesi altında.”
Bir yanda doğaya eklenmiş ve onu yorumlayan yaratıcı insan, öte yanda ise bu birikimi tahrip etme amacını taşıyan yok edici insan olmak üzere iki değişik insan türü bulunur. Bu iki insan türü arasındaki ayırt edici özelliklerden birisi de tiyatro. Tiyatro, uzun tarihi boyunca yok edici insanı sahnede eleştirerek yaratıcı insana dönüştürmeyi amaçladı. Kimi zaman bunu, sahnenin bulunduğu bina bombalanırken yaptı hem de. Bir koltukta oturup sahneye bakan seyirciye bir ayna tutarak, yok edici insanı eleştirmeye ve seyircinin içindeki yaratıcı insani gücü ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu yüzden de her rejimde iktidar sahipleri ve zorbalar tarafından sevilmedi, baskı altına alınmaya çalışıldı. Tiyatro, direnerek ve bütün bu özellikleri aşarak 21. Yüzyıl’a ulaştı ama bugün daha değişik, daha sinsi ve daha zor anlaşılan bir baskı altında. Umursamazlık baskısı...”
Özellikle Türkiye’de yaşandığı gibi, kültürün eğlenceye dönüştüğü ve insanlık değerlerinin teker teker ortadan kaldırıldığı bir kabalaşma döneminde, tiyatroyu ya biçim değiştirmeye ya da yok olmaya zorluyorlar. Bunun için kullanılan yöntem ise tiyatroyu umursamamak, görmezden gelmek, haberlerini iletmemek ve tiyatroyu bir entelektüel umacı haline getirmek oluyor. Oysa tiyatronun yaşayabilmek için gerek duyduğu oksijen, genç kuşakların ilgisi, hevesi ve tiyatro tutkusu değil mi? Aşık Veysel, ‘Muhabbet, bir ekin ekip yeşertmek’ diyordu. Tiyatro da bir ekin gibi ekilmeye, yetiştirilmeye, bakılmaya ihtiyaç duyuyor. İşte bu umursamazlık komplosunun en yıkıcı etkisi de burada ortaya çıkmakta. Eğer tiyatroyu gözden düşürürseniz, hele yeni yazarların yetişmesini zora sokarsanız, genç kuşaklardaki yaratıcı tiyatro enerjisini de daha baştan engellemiş, başka alanlara yöneltmiş ve tiyatro alanını çölleşmeye terk etmiş olursunuz. Yapılan iş korkunçtur. Bacon’un tarifiyle, insanın doğaya eklenmesini engellemek suçudur. Ama Türkiye’de yaratıcılığa karşı işlenen diğer suçlar gibi bu da bir hoşgörü merhemiyle sıvanmakta. 2003 Dünya Tiyatro Günü’nü bu bilinç ve biraz da bu acıyla kutlamak gerekiyor. Sevinç ve acı bir arada. Sevinç bizi, adına tiyatro denilen ‘insanın doğaya eklenme çabasının’ yüceliklerine savuruyor, acı ise bu alanda uyanık olmamızı, ulusal tiyatrosunu yitiren bir ulus haline düşmememizi hatırlatıyor.”
Zülfü Livaneli - 2003
.............
Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi - 2003
Hep aynı soruyu soruyoruz: Tiyatro hâlâ zamana uygunluk gösteriyor mu? İki bin yıl süresince tiyatro dünyaya ayna tutup bizlerin bu dünyadaki yerimizi açıkladı. Trajedi yaşamı kader'e bağımlı olarak tanımladı- komedi de epey sıklıkla benzerini yaptı. Biz insanlar, rüzgârlarda savruluruz, yaşamsal yanlışlar yaparız, koşullarımıza karşı çıkarız, güce sarılırız ve zayıfız. Hileciyiz, safız, bilgisizliğimiz içinde mutluyuz, Tanrı'dan bıkmışız. Günümüzde yaşamın, tiyatronun geleneksel etkisinin ötesine geçtiğinin, öyküler anlatmanın artık olanaksız olduğunun konuşulduğunu duyuyorum. Tiyatronun yerini değişik türde yazılar ve dialogsuz önermeler aldı. Drama yok. Ufkumuzda yeni bir insan tipi görülmeye başlıyor : klonlanabilen, planlara ve saçma isteklere göre gen yapısı değiştirilebilen canlılar. Bu yeni , ateşsiz canlıların, anladığımıza göre tiyatroya gereksinimi yok. Onların, tiyatroyu yaratan ve onu sürükleyen çatışmaları anlamaları olanaksız. Fakat biz geleceği bilmiyoruz. Güzel ve kusursuz olmayan bu günümüzü, akılcı olmayan düşlerimizi ve sonuçsuz kalan çabalarımızı o belirsiz gelecekten korumak için, kimin verdiğini bilmediğimiz enerjimizi ve yeteneklerimizi kullanmak bizim elimizdedir. Bunu yapmanın birçok yolu vardır. Tiyatro saf olmayan bir sanattır ve onun yaşamsal gücü bunda yatar. Yoluna çıkan her şeyi, töreleri umursamadan kullanır. Kendi ilkelerine ihanetlerinin sonu gelmez. Doğal olarak, zamanın modalarına karşı bağışıklığı yoktur, kendisi dışındaki iletişim alanlarındaki imgelerden , kimileyin yavaş yavaş, kimileyin de hızlı olarak yararlanır. Kekeler ve sonra sessiz kalır. Savurgandır, bayağıdır, baştan savar, yeni öyküler yaratırken ne olursa olsun, eskileri yıkar. Ben, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı ve ne olmamız gerektiğini birbirimize göstermek gereksinimi duyduğumuz sürece , tiyatronun, kendi kendini yaşamla dolduracağından eminim. Çok yaşa tiyatro! Tiyatro, insanlığın, tekerleğin icadı ve ateşin evcilleştirilmesi kadar önemli bir buluşudur.
Tankred Dorst
Oyun yazarı, öykücü, film yapımcısı, radyo oyunu
yazarı, çevirmen
Türkçesi: Sevim Gündüz
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz İlim irfan ilerledi, edep geriledi. |
|
Gündemde bombalar patlarken, gündem dışı yazı yazmak hiç de kolay olmuyor. Savaş!... Tarih kitaplarından, aile büyüklerimizin anılarından bildiğimiz birşey savaş. Mercidabık savaşı, Birinci Dünya savaşı, İkinci Dünya savaşı. Bütün bu savaşların somut bir sebebi, somut bir sonucu, savaşan milletler için sonuç ne olursa olsun gurur verici bir hikayesi var...
Günlerdir yaşanan savaş için aynı şeyi söylemek mümkün mü peki? Tarih nasıl yazacak bu savaşı? Globalleşmenin bitişi, dünyanın mini milli devletciklere bölünüşünün başlangıcı mı? Bu coğrafyada Sümerler ile başlayan uygar insan olmaya doğru yapılan yolculuğunun aynı topraklardaki son buluşu mu? Yeni bir milat mıdır şu günler? Anlayamıyorum... Anladığım; 'Saddam bu dünyaya yakışmayan bir diktatör, Irak halkını eziyor, terörü destekliyor' diye Amerika Irak'a saldırıyor. Bu duruma gelen paralı yorumlar 'bahane bunlar, o bölgeye yerleşip arap aleminin doğal zenginliklerini kullanma peşinde süper dev(e)'. şeklinde oluyor.. 'Önce Irak'ta, giderek de tüm Ortadoğu'da mini milli federe devletler yaratıp sonra da bunların başına geçip oraların kaynaklarını kullanma peşinde' diyor siyasi yorumcular. Savaş konusuna politik, stratejik, ekonomik açıdan bakamıyorum ben ne aklım erer ne içim elverir... İnsanlık adına isyan etmekten kendimi alamıyorum...
Amerika'nın Irak halkına yaptığı açıklamalardaki temel saldırı gerekçesi ise Saddam'ın Irak halkını ezmesi... Bunların hepsini anladım anlamasına da anlayamadığım, ona ne acaba?. Sen kim oluyorsun?. Ne haddine?... Halkını ezen sadece Saddam mı?. Nikaragua halkı da ezilmiyor mu? Ne duruyorsun oraya da saldırsana?. Irak halkı 'Gel bizi kurtar' dedi de biz mi duymadık?. Sen Amerikalıları şişmanlattın, bir kısmını paranoyak, bir kısmını salaktan beter ettin, özgürlük anlayışının içeriğini değiştirdin, önüne geleni memlekete doldurup acayip bir nesil yarattın. Biz sana birşey diyor muyuz? Amerikan halkının genel durumuna, tombul popolarına, sınırları besbelli bir yaşamda kendilerini özgür(?) sanmalarına, durgun zekalarına, altına eden esir askerlerine bakıp bakıp insanlık adına içimiz acımıyor mu sanıyorsun?. Saddam terörü destekliyormuş. Yeni mi anladın?. Bizim otuz bin insanımız ölürken neredeydin acaba?. Biz o zaman terörü bahane edip Irak'a, Suriye'ye, İran'a saldırsaydık, Musul, Kerkük petrollerine bulansaydık sen bize üslerini açacak mıydın?. Beş kuruşluk çıkar gözetmeden bize destek verecek miydin?. Dahası izin verecek miydin? Beşbin Amerikalı ölünce mi aklın başına geldi?. O kuleleri indiren ülke Nikaragua olsaydı ne olacaktı? Oraya da mı saldıracaktın? O kuleleri indirten kişi olarak ilan ettiğin Bin Ladin'i kim yarattı?... O kuleleri bir yıldır Ortadoğu'ya yaptığın saldırılarına gerekçe yaratmak için bizzat sen indirmiş olamaz mısın? Petrol için bir ulusa, koskaca Bağdat'a acımayan sen, iki tane kuleye, üç beşbin kişiye acır mısın acaba? Artık sana kim inanır? Irak petrolleri Irak halkının malı değil mi? İster işletirler, ister işletmezler sana ne?... Sana mı kalmış onları korumak kollamak, işletmek... Yaptığın işgal, gerçek niyetin hırsızlık değil mi?...
Anlayamadığım niye hiç kimse bunları açık seçik Bush'a söyleyemiyor... Ben olsam söylerdim. Korkunun ecele faydası yok nasılsa Bush'un kitabında...
Saldırmadan önce Saddam'dan biyolojik silahların ortaya çıkmasını istedi, Bush.. Nassı yani? 'Ey Saddam biliyon ben sana saldıracam, sana İran savaşı zamanı sattığım biyolojik silahlar varya, onları geri almam lazım... Sana parayla sattım ama, bedava geri almam lazım. Ben sana o silahları arapların üstüne atasın diye vermiştim atmadın, çok ayıp ettin. Şimdi onları bana geri ver. Benim askerlerimin üstüne atarsın mazallah çok yüklü savaş tazminatı ödemek zorunda kalırım asker ailelerine. Ver şu silahları da canımı sıkma'. Bush, resmen bunu dedi benim anladığım... Bu kadar salakça bişi olur mu?. Niye versin adam sana kozlarını. Verse de vermese de saldıracağın apaçıkken üstelik...
Irak'ın elindeki üç beş füzeyi imha ettirip, tonlarca bomba ile saldırdılar Irak'a... Nasıl bir rezilliktir bu... Bu nasıl bir edepsizliktir?. Irak halkının özgürlüğü adına bu savunmasız ulusa topyekün iki ulus gücümüzü birleştirip saldırmak ne büyük bir adaletsizliktir... Amerika Irak halkına onbinlerce broşür attı havadan 'Size zarar vermeyeceğiz' diye...Sen kimsin? 'Size' dediğin kim ola? Hayatta kalabilen Irak halkı mı 'Size' den kastın?. Salt can mıdır sağ olması ve korunması gereken? Sen bu kadar sığ mısın? Bu kadar mı kovboysun? İnsanların korku dolu saatleri, gelecekleri, sevdiklerini savaşa göndermenin endişesi, bombaların sesleri, büyüdükleri şehrin yıkılışı, bir ülke tarihinin ve onurunun yok oluşu, ölen dostları, yerle bir olan tarihi yapıları, barut kokusu, kan kokusu, çocukların korkusu... Peki bütün bunlar hiç mi zarar vermez insana? 'adam' olan adamın ruhuna?... Eli kolu bağlı, bu kadar savunmasız bir ulusa bu kadar bomba atılır mı? Hiç mi Irak halkının dirençinin altında yatan gerçeği anlayamıyorlar? Saddam'ın zulmüne rağmen niye direniyor bu halk?. Niye?... Sağ kalmak için mi? Sağ kalacağına dair garanti verene, ölümü göze alarak niye direniyorlar?.
Amerika bunu anlamaz... Amerikalı bunu hiç anlayamaz... Bir tarihi, bir geleneği, din-dil birliği olmayan bunu anlayamaz... Irak halkının günlerdir Amerika'ya direnişine güç veren şey; yüzyıllardır süren varlığını yok edene duyulan nefret, mücadelesini anlamlı kılan şey ise; tarihsel varlığını yüzyıllardır sürdürme geleneğidir. Amerikan salatası bunu kavrayamaz...
Iraklı çiftçi ise, bunu doğuştan bilir zaten, geçmişine sarılır gibi sarılır tüfeğine, toprağını öper gibi öper bayrağını ve topraklarına, geçmişine kast edene tüfeğini doğrultur... Bu duygularla elli dolarlık tüfeğini ateşler, onbeş milyon dolarlık bomba yüklü helikopteri, insansız bombardıman uçaklarını tek kurşunla kuş gibi yere indirir... Cephede vurulan arkadaşının cansız bedenini oracıkta bırakıp kaçan Amerika'lı esirler de, savaşçı bir ulusun kameralarına şaşkın şaşkın baka kalır... Tek kurşunla yere çakılan helikopterin pilotları da şapşal şapşal bakınır etrafa ne kurşunun, ne de kendinin nereden geldiğini anlayamadan...
'Buraya nereden geldiniz? Niçin geldiniz?, Iraklıları niçin öldürmek istiyorsunuz? Sizi buraya kim gönderdi? Emirleri kimden aldınız?... Gerçekten traji komik bir savaş gerçeği olarak kalacak bunlar benim anılarımda... Terörist ilan edilmiş iki dünya devi ve terörist sorgusu esnasında salağa dönmüş, neden orada olduğu sorusunun cevabını dahi bilmeyen Amerikan askeri görüntüleri... Oraya buraya şuursuzca düşen Bush akıllı bombalar... Hiç unutmayacağım bugünleri...
Bu ödlek, yalancı, sersem, hırsız, geleneksiz, tarihsiz, edepsiz insanlarsa yeni dünya hakimi yazıklar olsun hepimize...
Tipik bir Hollywood fantazisi ile çıktı yola Amerika, teknolojinin sırtına dayanıp insan faktörünü yok saydı.. Topraklarına bağlılığın ne demek olduğunu bilmediğinden, bunu hiç hesaba katmadı... Vietnam'dan ders almayanlar için son yaşananlarda ikinci bir insanlık dersi var, anlayana...
Evini, ailesini, geleneğini tüfeği ile koruyan sivil halka; uçuracak tek bir uçağı olmayan ayağında terlik, sırtında yırtık entarisi ile saldırıya karşı koyan bir orduya, havadan binlerce tonlarca bomba atan bir ülkenin askeri ya da vatandaşı olmak ne kadar utanç vericidir kimbilir...
Saddam beni ürkütüyor. 'Henüz Irak'a gelmediler, Irak'a gelmeyi becerirlerse biz onları burada bekliyoruz' dedi... Bu ne demek? Saddam savaşın devam ettiği toprakları benim ordum değil halk savunuyor demek istiyor sanki...
Sonuçta yanlış hesap Bağdat'tan bir şekilde illaki dönecek... Yanlış hesap Bağdat'tan cehenneme dönerse diye insanlık adına korkuyorum...
Amerikalılara gelince, böyle bir olasılığın gerçekleşmesinden sonra onların işi çok zor olur bu dünyada... Bir kıtaya kendilerini tıkıp oradan dünyaya meydan okumanın, süslü kabadayılığın, yarattıkları çağdaş törörün cezasını meşru kıldıkları terör ile öderler...
'Bir Saddam' uğruna 'Bin Sad-adam' yarattılar Irak'ta, dahası belki Ortadoğu'da... Yeni Saddamlar, eski Saddam gibi bomba sesinden, ölümden korkmuyorlarsa; yer altında yaşamıyorlar, bombalanan Bağdat'ta sokakta dolaşıyorlarsa; bombalar düşerken camilerde ezan okunuyorsa, Amerika da artık ana rahmindeki güvenli ortamında yaşamaya devam edemeyecek demektir...
Dünya denilen yer ile Amerika denen yer arasında çok büyük fark olduğunu; Amerikan halkını uyutan 'özgürlük' kavramından daha önemli olanın dünyayı ayakta tutabilecek şey olan 'insanlık' kavramı olduğunu, dünyadan ve insanlıktan bi haber olan Amerikanın anlaması gerekiyor artık...
Kimse kusura bakmasın, artık Amerika diyince aklıma saygı değer hiç bir şey gelmiyor, edepsiz bir ahlak anlayışı, edepsiz bir medya, edepsiz internet pornosu, edepsiz bir savaş görüntüsü ve ebleh Bush'un geri geri bakışlarından başka.
İlim irfanda fazla ilerlediler ancak insanlık adına da edepsizlikte fazla ileri gittiler...
İlim irfan ilerledikçe, edep gerileyecekse, Amerika'nın da, ekonominin de, sanayinin de, Türkiye'yi bu edepsizlere mahkum edenlerin de, teknolojinin de, ilimin de, bilimin de canı cehenneme...
Georg Büchner adlı tiyatro oyun yazarını bilir misiniz? Napoleon'nun Almanya istilası ve büyük yenilgisi sonrası Almanya'nın kırk iki prenslik ve dükalığa bölündüğü 1813 lerde doğmuş, Büchner. Böylesi bir ortamda yetişen yazar, hayatı boyunca 'özgürlüğün ve insancılığın' en büyük savunucusu olmuş.
Bundan çok yıllar önce sahneye koymak üzere seçtiğimiz 'Woyzeck' adlı eseri ile sahneye çıkamamıştım ama bir yıldan fazla süren dramaturji çalışmalarında Büchner'den aldığım keyfi, özgürlüğe ve insancıllığa verilen değeri, küstahlığa küstahlıkla cevap vermenin yarattığı sanatsal etkiyi hiçbir zaman unutamadım...
Savaşa dair yazdığım yazıda çok mu hiddetlendim acaba? diye düşünürken birden Büchner'in şu sözlerini hatırladım ve rahatladım...
' Kin ve nefret de sevgi kadar serbesttir; hor görenlere karşı tam anlamıyla kin ve nefret beslemekteyim. Onların içinde kültürlü adı verilen kof ve gülünç kimselerin, ya da bilgelik adı verilen eski mavalları okuyanların sayısı pek çoktur. Bu kimseler kendi kardeşleri olan büyük kitleleri aşalık bencillikleri uğruna kurban etmektedirler. Aristokratizim insanlardaki Tanrı ruhunun en alçak, en rezil saydığı bir aşalıktır; ona karşı kendi silahımı kullanıyorum: Kibir ve küstahlığa karşı kibir ve küstahlık, alaya karşı alay'. (1834'de yazdığı bir mektuptan alıntı).
Dünya Tiyatro Günü Kutlu Olsun.
mehtap_akdeniz@yahoo.com
|
Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı |
Ah! Alyosha
Öylesine alışıyorum ki yalnızlığıma. Alışmaya da alıştım Alyosha! Bazen sonsuzluğa sessiz çığlıklar atsam da alışıyorum yalnızlığıma. Evin kapısını hep anahtarla açarken, bakkala bir ekmek derken, karanlıkta bir odadan tıkırtı geldiğinde umursamadan yorganı başıma çekerken, yılbaşlarında bir bardak şarap alıp televizyonun karşısına geçtiğimde hep aynı hınzır soğuk yel esiyor yüreğimden.
Yalnızlığın kutbundayım Alyosha. Hani açlıktan ölenler bir şey yiyemezmiş ya, artık bende insanlardan kaçıyorum. İnanmıyorum alyosha, artık hayata inanmıyorum. Başı ve sonu belli olan bir şeye inanılmaz derdin ya hep ve biz gülümserdik senin bu erken gelmiş bilgeliğine. Meğer haklıymışsın. Bu kadar kısa olan bir şeyin hesabı olmazmış.
Akşamın erken geldiği kış günlerinde bir çay koyardın kendince demlisinden ve kuru pasta niyetine gülümsenene bakardım. O zamanlar yalnızlığı bilmiyorduk Alyosha. Sen henüz gitmemiştin ve kedim Kalinka hala yaşıyordu. Yalnızım derdik evde tek başına olunca, oysa yalnızlık farklı bir şeymiş. Tek başınalık yalnızlığın sadece bir görüntüsüymüş. Hınca hınç dolu bir otobüste elleriyle seni saran o buzdan güzeli hiç bilmezdik ki. İkimizde çocuktuk Alyosha.
Kış günleri evimiz soğuktu ama içim sımsıcaktı. Şimdiyse ev sıcak, içim buz gibi Sibirya Alyosha. Dışarısı çok soğuk olunca çeşmeyi damlatmıyorum artık donmasın diye. Bazen kendimle konuşuyorum Alyosha, ruhum donmasın diye. Öyle korkuyorum ki ruhumun donmasından, hep otobüslerde bebeklere gülümsüyorum ve küçük çocuklara kalemler dağıtıyorum.
Küçük eller tutsun diye bakıyorum Alyosha. Bir umutla gözlerde bir parıltı arıyorum. Sonra silkeleyip atıyor beni yalnızlığım kendi içime.
Bulaşıkları dört gündür yıkamadım Alyosha. Sen olsaydın kirli tabak bırakmazdım. Dediğin gibi suya tutup deterjan atıyorum üstüne azıcık, yağları çözülsün diye. Gülüşünde martılarla gitti ya Alyosha, artık hiçbir şey yalnızlığı benden söküp atamaz. Ruhumu kazıtsam da olmaz ki.
Kedim Kalinka bir şubat günü aniden ölüverdi Alyosha ve ben kendi ellerimle onu arka bahçeye gömdüm. Kalinka'yı gömmeme engel olan kadına nasıl bağırmıştım hatırlıyor musun? Sen hiç bir şey demeden başını sallamıştın. Kedilerin bir cenneti var mı? diye sorunca bana gülmeyen tek kişi sendin Alyosha! Sen istedin diye bir veda yazısı yazmıştım Kalinka'ya
Nazlı kızım kalinka'ya
"Yarım saat önce seni arka bahçeye gömdüm. Yine böyle bir Şubat günü gelmiştin sekiz yıl önce. Ve daha 1 aylık bile değildin. Avucuma zar zor sığıyordun. Bir hafta boyunca biberonla beslemiştim seni. Geceleri kalkıp süt veriyordum. Sonra biberonunun başını ısırmıştın. Sonra güzel güzel anlamlar verdin bana. Bir canlıya karşı sorumluluk sahibi olmayı, emek harcamayı öğrettin. Güzel güzel 10 tane yavru verdin. İlk doğumunda birinci yavrudan sonra akşama kadar benim gelmemi beklemiştin ve ben eve gelince diğer yavruları doğurmuştun. Kan içindeydin ama beni görünce rahatlamış ve diğer pamuk tanesi gibi üç yavruyu dünyaya getirmiştin. Senin için damat bulmuştum iki kere. Kayboldun tam üç kere. Birincisinde 6 ay sonra döndün. Nasıl sevinmiştim. İki kere ameliyat olmuştun. Birinde bacağın kırılmıştı, diğerinde kısırlaştırılmıştın. Saatlerce beklemiştim başında ayılmanı. Taşıma kutun dışarıda. Bu gün söylediler öldüğünü kızım. Aşağıya inip naylon torba içinde beyaz topaklı halini görünce birden ağlamaya başladım. Erkekler ağlamaz lafı hikaye kızım. Sonra seni kendi elimle arka bahçeye gömdüm. Üstüne toprağı ben kapadım. Uyur gibiydin. Ölüm yaşamın bir gerçeği kızım. İyi bir sahip olmaya çalıştım. Aç bırakmadın seni, evde bir yumurta varken yarısını seninle paylaştım, param olunca Whiskas aldım. Aşılarını yaptırdım. Ayağın kırılınca ameliyat ettirdim.
Artık sabahları ayakucumda seni göremeyeceğim. Ben bilgisayarda çalışırken masanın kenarında durup bana bakmayacaksın. Televizyonun ya da bilgisayarın üstünde durmayacaksın. Miyav sesini duymayacağım. Şimdi ağlıyorum. Saçmaladığımın farkındayım. Belki başka insanlar bu duyarlılığı fazla bulacaklar. Ama kızım, emek sevgidir, sevgide emek. Benim sende çok emeğim var. Bilemiyorum... Belki de uslu kedilerin gittiği bir cennet vardır. Ama sen uslu da değildin ki. Ama sahiplerinin çok sevdiği kedilerin gittiği bir cennet vardır sanırım. Kalinkam, kızım... Güle güle..."
Yalnızlığıma alışıyorum Alyosha. Süpermarketlerdeki kedi maması reyonlarından ve senin sevdiğin gümüşçülerin önünden hızlıca geçiyorum. Bir tek gümüşü parlatmak için yarım gün gerekli derdin. Ben saçma bulurdum bu özeni. Oysa haklıymışsın. Bir bakışı parlatmak için bazen bir ömür yetmiyor Alyosha.
Çöp torbası aldım eve. Dağınık durmuyor artık çöpler. Tıpkı senin gösterdiğin gibi. Görsen benimle gurur duyardın herhalde. Çaydanlıkta kalan demi ve umutlarımı etrafa sıçratmadan çöpe atıyorum. Kapıcı hiçbir şey demiyor. Yeter ki her şey çöp torbasından olsun. Yalnızlığım hariç her şeyi çöpe atabilirim. Senin uzaklara dalıp giden bakışını, yanımda hep cüzdanda taşıyorum.
Kalinka bana geldiğinde bir aylıktı. Onun şımarık sarsaklığı bizi nasıl güldürürdü hatırlıyor musun? O ölünce bu kadar ağlıyacağımı bilseydim onun hiçbir şirinliğine yüz vermezdim. Yaşamı da bu kadar sevme, bir gün o da terk edecek seni derdin ama önce sen gittin.
"Bir şairi sevmek için insanın ruhunun kafiyeli olması gerekir" demiştin ilk elini tuttuğumda ve ben o zamanlar daha tek bir şiir bile yazmamıştım. Bir gün bir bardak suya bakıp okyanusa dair bir şiir yazdığında seninle gurur duyacağım demiştin. Nereden bilebilirdim ki çölde adımı arayacağımı.
"Çocuklar seni çok seviyor neden biliyor musun?" diye sormuştun bir çocuk bana güldüğünde. Ben de hayır demiştim hiç tereddütsüz. "çünkü sen de onlar gibi adsızsın" dediğinde gülümsemiştim. Şimdi anlıyorum ki benim ismim senin bakışlarındaydı Alyosha.
Alyosha, sen hiçbir zaman nefes almadın, hiçbir toprağa adım atmadın, hiçbir suyu içmedin ama hep vardın.
Senin dediğin gibi Alyosham, "yalnızlık içimizdeki isimsizliğin adı".
Mehmet Emin Arı http://www.eminari.com
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Petanque, Pastis ve Pissaladière
Merhaba,
Biz Fransa'nın güneyinde İngilizce French Riviera diye bilinen Côte D'Azur bölgesinde yaşıyoruz. Resmi olarak Alpes-Maritimes'e bağlıyız. Bizimle beraber beş departmanda (tam karşılığını bulamadım) Provence-Alpes-Côte D'Azur olarak geçiyor. Bu sayede İtalya'nın batı sınırından başlayan ve Marsilya'yı da içine alan sahil bölgesindeki çoğu yeri görme fırsatım oldu. Daha yukarılara çıkarak Alpes Dağları'nın eteklerinde de bir iki yeri görme şansım oldu. Tüm bu gördüklerimi teker teker yazabilmeyi başarabilsem cok yararlı bir iş yapmış olacağım.
Bu amacımı gerçekleştireceğim günleri iple çekerken, burada dikkate değer bulduğum şeyleri sizlerle paylaşarak burada gördüklerimin bireysel birikimler olmasından kurtulacağım.
Yeni yerler görmenin ve yeni şeyler keşfetmenin heyecanını yaşatacak kadar güzel yazılar yazabilmeyi isterdim. Ama şimdilik içten gelen bu paylaşımlarımla baş başasınız.
İyi yolculuklar.
Çocukluğumda mahalle aralarında oynadığımız top oyunları vardı. Bir de bir tenekeyi ortaya diker, elimizdeki taşlarla ona hedef alırdık. Adını hatırlamadığım bu tür hedefe vurma oyununu zaman zaman üstüste dizdiğimiz kiremitleri topa vurmak suretiyle oynardık. Bir de misketlerimizle toprak üzerinde yuvarlanır dururduk. Sen de mi misket oynadin? sorularınız için, mahalle arkadaşlarımın isimlerini verebilirim. Kardeşsiz cocukluğuma sığdırdığım tüm mahalle arkadaşlarımla evcilik de oynadım, misket de yuvarladım. Toza, toprağa bulanmadan geçen günler ise ya yağmur ya kar yağıyordu.
Buraya geldiğimde genellikle yaşlı insanların toprak alanda ellerinde demir toplarla bir oyun oynadıklarını gördüğüm zaman şaşırmadım desem yalan olurdu. Bizim yaşlılarımızın biraz da ölüm korkusuyla cami turlarına başladıkları yaşlardaki koca koca adamlar çocuklar gibi kocaman demir toplarla oyun oynuyorlardı. Daha sonraları adının petanque olduğunu öğrendiğim bu oyun burada görmeye en cok alıştığım şeylerden biri oldu. Eğer bizim eve yakın kasabadaki meydanda yaşlı adamlar petanque oynamıyorlarsa, mutlaka bir aksilik vardır diye düşünüyorum. 18. yüzyıla hatta daha da öncesine dayanan bu oyunun temeli bizim çocuklugumuzdakiler gibi hedefe vurma ve diğer topları vurmaya dayanan oyunlarla atılmış. Artık buradaki provençal diye adlandırılan yörenin olmazsa olmaz bir oyunu olarak biliniyor. 1910'lara dayanan petanque oyunu ise geçmişteki top oyunlarının kendine özgü kurallarla oynananı. Top dediğime bakmayın, bir avuca sığacak büyüklükte demir bilyeler diyebiliriz. İki oyuncu ya da iki takımla oynanan bu oyunda her oyuncuya ait 3 top (boule) var. Ve oyuncular cochonnet (maalesef dilimizdeki karşılığını bilmiyorum.) denilen küçük hedef topuna en yakın yere ellerindeki topları fırlatmaya calışıyorlar. 13 puan üzerinden oynanan oyunda yakın topa vurmaya calışırken rakibin topunu uzaklaştırmak ve hedefe en yakın duruma geçme şansınız var. Zaten hedefe yaklaşamayan oyuncuların ilk düşüncesi de bu olup, hedefe en yakın rakiplerini devre dışı bırakmaya calışıyorlar. İnce hesaplamalara dayanan, hatta cetvellerle hesaplanan hedefe yakınlık tartışmaları büyük kavgalara bile dönüşebilir. Ne de olsa Akdenizli kanı taşıyorlar. İyi bir petanque oyuncusu olmanız için pastis içmeyi de bilmeniz gerekir. Bu bir kural değil. Sadece benim görüşüm.
Pastis bizim rakıya ve Yunanların uzosuna benzer içeriği anason olan bir aperatif içki. Alkol oranı hayli yüksek olan bu içki tıpkı rakı gibi su katılarak içiliyor. Genelde öğle sonları ve akşam yemeği öncesi alınan bu içkiye bir zeytin tabağı ya da çerezle eşlik edebilirsiniz. Bizim rakıyı içenler pastisin daha hafif olduğunu söyleseler de, kokusunu duyduğumda bile beni çarpan pastisi buradaki tüm bar ve restoranlarda bulabilirsiniz.
Pastis içen ve petanque oynayan neşeli yaslıları gülümseyerek izlerken güneşli günlere karışan anason kokusunda, balık-ekmekli Boğaz havasını almamak elimde değil. Şişede balık olamayacağıma göre, petanque oynayan güneş yanıgı tenli kasketli amcalara bakıp sizlere selam yolluyorum.
Unuttum sanmayın, Üçüncü P'yi açıklamadan bu yazıyı bitirmeyeceğim. Pissaladière. Benim gibi peynir yemeyen birine bile pizza yiyebilme zevkini sunan pizza benzeri bir yiyecek. İngilizler soğanlı tart deseler de ançüez soslu ve bol soğanlı çok ince pizza, üzerine konulan zeytinleri de yiyemiyorum. Ama olsun, eski Nice şehrinde sokak aralarında var olan ve fast-food şekli bir yerden yiyecek alıp, tahta masalarda (piknik masalarına benzer) otururken hızlı garsonların soğuk içecek servisleriyle hareket kazanan Soccacı (ilerki günlerde bahsedeceğim)ve pizzacılarda zevkle yenilen pissaladière ise uzun süre aklınızdan çıkmayacaktır. Hatta ben yazarken acıktım bile.
Keşifler ve yolculuklarla hayatınızı zenginleştirin. Tüm harflerin, tüm kokuların ve tüm renklerin peşinden koşulan mutlu yaşamlar için...
Hepinize kucak dolusu selamlarla.
SunA.K.
skelesoglu@eudoramail.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_81.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
66'NCI SONE
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
WILLIAM SHAKESPEARE
Çeviri: Can Yücel
<#><#><#><#><#><#><#>
BİRAZ DAHA SABIR
Gözünü yıldırmasın karakış
Altında sağlam yatağın
Hastanede sıran var.
Ne kaldı ki şurada?
Ekim, kasım, derken aralık
Sabrın tükenmezse eğer
Heybelide'sin bahara doğru.
Bilirsin can boğazdan gelir
Senin neyine şu bakır mangal
Çıksın çadırcılara...
Bilmem işine yarar mı artık
Şu duvardaki palto?
Yok işte çalışmaya dermanın!
Hele otursun şu barış yerine
Sık dişini!
Her şey düzelecek yakında
Her şey yoluna girecek;
Doktor kapına gelecek
İlaçlar ayağına.
Bakma kesildiğine terkosun
Şerbet akacak çeşmelerden!
Bu sıcağa kar mı dayanır?
Dirilirsin bayrama varmadan
Kalkarsın ayağa.
Sıtmalı kızının
Doya doya öpersin yanaklarını.
Biraz daha sabır, aslanım
Biraz daha sabır!
Rıfat ILGAZ
|
|
CAMGÖZ GENERAL
Vietnam'da "Zaiyat" vermek istemeyen bir Amerikan generali "temizlik" harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır.
Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp "temiz" raporunu verip, "alındı" listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir.
Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinalıların sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği.
Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler.
General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki.
Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez.
Çocuğa dönüp:
- Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım.
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve
- Sağ gözün gerçek !
General şaşırır.
- Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki ?
Çocuk
- O daha insanca bakıyordu.
<#><#><#><#><#><#><#>
Ana heryerde ana...
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://members.chello.at/mr.gum/Page/USA-Mil-Mikey.htm
Çocukları savaşın kitlesel imha saldırılarından korumak amaçlı hazırlanmış bir gaz maskesi örneği hazırlanmış. ...On December 7, 1941, the Japanese attacked Pearl Harbor, Hawaii with massive force that destroyed the battleships of the Pacific Fleet. In the dark days of early 1942, the US government...
http://www.ulster.net/~danmcc/BODYSCAN/B1.html
Scanner kullanarak bir insan vücudunu nasıl tararsınız..? Herhalde bir defada değil, en az 7-8 tarama yaparak tüm bir vücut taraması ancak gerçekleştirilebilir. Bir nüfus kağıdının fotokopisini çektirmeye de benzemez bu işlem emek ister, sabır ister. Birileri bu sabrı göstermiş anlaşılan.
http://www.centcom.mil/galleries/leaflets/showleaflets.asp
Uyarı levhaları vardır hani... Her ülkeye, her yöreye ve her duruma göre faklılıklar taşır. Birde bazı levhalar vardır ki bunlar uluslararası nitelik taşır. Bazıları sadece resim ve işaretlerle, bazıları da mutlaka resim yanında yazıyla yapar uyarılarını. Burada sunulanlar ise aynı uyarı levhalarının hem ingilizce hemde arapça versiyonları.
http://www.suzankoluksuz.com/sergilenen_calismalar.htm
Suzan Kölüksüz, bir ressam. 1999 yılından beri resim yapıyor olmasına rağmen bence başarılı denebilecek çalışmalar yapmış. Aslında resimlerine bakıp yorumları kendiniz yapsanız daha hoş olacak galiba... |
|
|