|  | 
    |  |   |   
    | | Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 233 | 
 
| |  2 Nisan 2003 - Haydi Bastır Türkiye! | 
 Merhaba Kahveciler,
 
 Başlığa aldanıp bugün Powell karşısında ter dökeceklere gaz veriyorum sanılmasın. Benim kastım bir diğer milli heyecanı alnımızın akıyla kapatma arzusu. 2 saatliğine de olsa şu savaş gerginliğinden uzaklaşmak, hele bir de sonunda galibiyetle yüzümüzün gülmesi hepimize iyi gelecektir inanıyorum.
 
 Yorucu bir günün ardından matbaanın başına oturdum. Yalana gerek yok, yoğun tempo nedeniyle savaş dahil tüm gündemi ihmal ettim. Demem o ki bugün yumurtlayacak kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Göz kapaklarım da beynimle girdiği savaşı kazanmak üzere. Yol yakınken sizi aşağıdaki güzel yazılarla başbaşa bırakıp köşeme çekileyim. Saat 22:00 de ekran başında olmayı unutmayın. Cengaverlerin bizim uzaktan kumandalı iyi dileklerimize ihtiyaçları var aklınızdan çıkarmayın.
 
 Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
 Cem Özbatur |   
    | |  Entel Kahveci: Mustafa Uyal  | 
 4 Mayısta Bağdat Düşer mi?
 
 Jeffrey Miller, Allison Krause, William Schroeder, Sandra Scheuer de hayır demişlerdi.. 
.
 
 Amerikalılar Fransız mallarına boykot uyguluyorlar. Artık maden suyu isterken ağdalı bir şekilde “Periyeğ” dememeye karar vermişler. Fransız parfümleri, O çok değer verdikleri markalı kıyafetleri, mayoları ayakkabıları da en azından bir süre kullanmayacaklarmış. Şarap olarak Kaliforniya ile idare edebileceklerini söylüyorlar.  Sebep gayet açık Fransızların Irak savaşına hayır diyerek kendi hesapları için de olsa Amerika’ya katılmamaları. Amerikalılar bunu onur meselesi yapmak üzereler. Biz onları ikinci dünya savaşında kurtardık deyip duruyorlar. Amerikalının  bilmediği bilenlerinin de unutmuş gibi yaptığı bazı gerçekler var o da Çelik Bilek, Kaptan Swing hatta Puik  kırmızı Urbalılar’a yani İngilizlere  karşı savaşırken onların yanında Fransızlar vardı hem de topuyla tüfeğiyle , donanmasıyla. Dünyanın her yerinden umutla yeni dünyaya gelen göçmenleri Limana vardıklarında  şevkatle karşılayan, Teröristler 11 Eylül de İkiz Kulelere saldırırken olanları hüzünle izleyen  “Lady liberty” Fransızların Amerika Birleşik Devletlerine  hediye olarak tasarlayıp katkı olarak ta  kolunu da  yaptırıp  gönderdikleri  bir bağımsızlık armağanı değil miydi? Yani eğer Fransızlar sizin kurtulmanıza yardım etmeseydi büyük harpte siz onlara   nasıl yardım ederdiniz sorusu bir gerçek.
 
 O günlerin düşmanı İngilizlerle kol kola Irak çöllerinde hayatını kaybeden genç İnsanların isim ve hikayeleri nette dolaşmaya başladı. Enteresan olan  neredeyse hepsinin aynı olması. Filipinli anne, Meksikalı Baba, Kübalı  göçmen  çocuğu, Porto Riko asıllı olmaları. Böyle değilse  de  en ortak paydaları bu özgürlük ülkesinin, fırsatlar diyarının  ne zenginliğinden ne de fırsatlarından pay alamamışlarından olmaları. Irak çöllerinde olmalarının nedeni ise hep aynı:  fırsatların bedellerini biriktirebilmek, mesela Üniversite okumak için gerekli bedeli toplamak.  Ne bilsin hayatın “Kara şahin Düştü” filmindeki gibi olmadığını , Rambo ile kendi arasında hayali benzerliklerden çok gerçek farklılıklar olduğunu Bronx sokaklarından yırtmak için Sam Amcaya ruhunu olmasa bile bedenini satan Joe? 21 yaşındaki Joe..  Ayrıca Joe  kendisine çok görülen fırsatların en cömertçe verildiği  kişilerden bazılarının da Rambo filmlerinden gereğinden fazla  etkilendiğini hiç bilemezdi. Bunların kimilerinin  Gazeteci, Bakan hatta başkan olarak ülkesinin  sunduğu her şeye sahip olacağını bilemezdi. Bırakın  sade adam  Joe’yu bir yana, bunların hak etmedikleri  eğitim, para ve mevkilerden oluşan fırsatlar paketlerini ve  buna bağlı olarak ne  büyük değerleri nasıl  harcayacaklarını, nasıl  iki paralık edeceklerini  anlatsalardı    değil  Joe dünyada  hiç kimse inanmazdı. Kim inanırdı bir  savaşın dünyanın tüm değerlerine karşın ben yaptım oldu megalomanisi içinde tezgahlanacağına veya Birleşmiş Milletler in tartışılmasına rağmen hala var olan prestijinin  yok edilmesi pahasına bir savaş başlamasına. Hele  Bütün bunları yıllardır ambargo ve  düzenli bombardımanlarla ezilerek zayıflatılmış, başındaki Tirandan ve onurundan başka hiçbir şeyi kalmamış bir ülkeye yapılacağına.. Bir de Güzelim Rambo filminizin isminin   üst üste yaptığınız sakarlık ve salaklıklarla “Tarzan zor durumda”ya döneceğine..   işte  buna kimse inanmazdı. Ama bunların  hepsi gerçek, hepsi oldu. Hatta olan  Joe ve arkadaşlarına oldu. Amerika yine gençlerini kutu kutu geri alıyor. Evlatlarını veya çocuklarını diyemedim çünkü onlar Sam Amcanın yeğenleri. Babaları eğer ellerinden gelseydi kuzularını  böyle anlamsız savaşlara sokarlar mıydı? George W. Bush, Donald Rumsfeld veya Dick Cheney hepsi Viet Nam devresinde asker olması gereken adamlar biri bile gitmemiş oralara. Nasıl olmuş bilinmez onlar yırtmış, gitmemişler. Ama yanlışlıkla bu fırsatlardan fazla pay alıp  sistemin aleyhinde konuşanlara olacaklar da başka örneklerle ortaya çıkmış. Elde ettikleri ile  sesi yüksek çıkan, yanlış renkli  bir adamın   “ben bu anlamsız savaşa gitmiyorum” diyen bir adamın  özgürlükler ülkesinde özgürlüğü elinden alınmış. Muhammed Ali savaşa açık açık gitmem diyen ve açık açık ceza gören en bildik isim.Ya siyahi olmasaydı?
 
 
 Peki diğer kaçaklarımızdan   Bay  Bush o zaman neredeydi ? 4 Mayıs 1970 tarihinde Ohio Kent üniversitesinde Savaşa hayır dedikleri için Nixon tarafından enteresan bir ironiyle ( aynı Saddam’ınkiler gibi) “Milli Muhafızlara” hedef gösterilen gençlerin arasında da , Viet Nam da da olmadığı kesin. Orada can veren Jeffrey, Sandra , Allison ve William sadece savaşa hayır diyen kocaman  bir grubun içindeydiler, dertleri Viet Nam batağına saplanmış Amerikanın  daha da batma kararını yani Kamboçyayı da işgal etme  kararını  protesto etmek ve ülke çapında  oluşan bu tepkiye destek vermekti.  Bugün Bağdat tan sonra neresi var? Bu soruyu  duyunca Amerikalılar acaba neyi hatırlıyorlar.Viet Nam dan kutu kutu dönen 50.0000 gençlerini mi? Sokaklarda, orada  savaşıp hayatta  kalanlarına  “Bebek katili” diye bağırıp, onlara  otoparklarda vale olarak bile iş vermeyip toplum dışı bırakıp, onları oraya  tümen  tümen  gönderen  yöneticilerini alkışladıklarını mı? Peki 11 eylülden önce en büyük Terör eylemi olan Oklahoma bombalamasını bir Körfez savaşı Gazisinin yaptığını veya 11 Eylül katliamının baş sorumlusu  terörist Usame Bin Ladin’i kendi yöneticilerinin yetiştirip  cebine para koyduklarını da unuturlar mı dersiniz? Veya 4 Mayıs'ın Watergate’e giden yolun başlangıcı olarak kabul edildiğini hatırlayacaklar mı?
 
 Aslında Amerikalı bunların hepsini biliyor da ,anlıyor da ama Amerikalı kıskanılacak kadar da ülkesini seviyor ve bu uğurda bazen aldatılsa bile onu koruyor. Bugün Chicago , Los Angeles, New York, Boston ve onlarca kentte savaşı durduralım diyen Amerikalı bir Zamanlar Bebek Katili diye bağırıp dışladığı “GI  Joe ile birlikte savaşa hayır diyen Amerikalı, Başkanının ve onun sözde A takımının bir şeyleri cidden yanlış yaptığının farkında. 11 Eylül sonrası haklı konumdan nasıl başka hesaplarla  haksız duruma düşürüldüğünün farkında. Ayrıca 2-3 günlük manevra   denilen bir operasyonda her ne kadar sonunda bir sürpriz beklemese de oluşan acemiliklerden, zayıf bir düşmana karşı verilen kayıplardan , bu kadar zayiat için Irak ordusu gerekli miydi diye sorduran  şaşkınlıklardan, genel stratejik zafiyetlerinin ortaya çıkmasından da son derece rahatsız. Ya karşıdaki ülke dişli ve hazır bir ülke olsaydı mesela bir İran veya Rusya olsaydı ne olurdu?  Bu soruyu  hiç yüksek sesle sormuyor ama bu herkesin  aklında. Amerika Yıldız savaşları projesiyle  edindiği  liderliği ve sonucunda silahsızlanmaya  vardırdığı stratejisiyle  kazandığı prestiji World Trade Center terörünün onlara verdiği üzücü avantajla  had safhaya çıkartmıştı. Bugün dünyanın  en sevilmeyen en rezil  diktatörlerinden birine karşı da olsa  yaptıkları anlamsız (Petrol egemenliği  anlam sayılmaz!) devlet terörü ile bütün bu kredilerini yediler. Sonuç olarak 11 Eylül’ün artçı şokları beklenmedik yerlerde devam ediyor . Bakalım bu sefer kimleri silecek? Türkiyede ve Dünyada? Bu sorunun İngiltere, İspanya  ve dahi Türkiye ayaklarını  yazmak gerekir miydi sizce?
 
 Mustafa Uyal
 
 
 |   
    | O kız, üstelik tek kız, hem de ortanca...
 
 
 
Canım annecim, beni tek kız olarak ve de üstelik ortanca doğurarak, daha doğumumda kardeşlerime üstünlük kurmamı sağladığın için seni seviyorum. Kardeşlerimle aramı açmadan, bir-bir buçuk yaş arayla üçümüzü de dünyaya getirip, harika bir çocukluk geçirmemizi sağladığın için de seviyorum. 
Selcan Lafçı
 Bir buçuk yaş büyük bir abi, bir yaş küçük bir erkek kardeşle geçen çocukluğum inanılmaz güzeldi. Yeni geldiğimiz bir şehirde en çok oturacağımız evi merak ederdik. Çünkü biz seçmezdik evi, bize lojman verilirdi. Bizden önceki memur boşaltır, biz yerleşirdik, sonra biz boşaltır, bizden sonraki memur ailesi gelir, otururdu. Bu evler genellikle bahçe içinde, tek katlı evlerdi. Evlere ilk gelişimizde, üç kardeş sağa sola koşuşur, kendimize bir şeyler seçerdik, yani kapardık. Şu ağaç benim, şu lastiği ben buldum, benim yatağım burada olacak gibi. Şu oda benim demedik hiç; çünkü genellikle iki ya da üç odalı evlerde oturduk. Odalardan biri annemlerin, biri bizim olur, üçüncüsü varsa oturma odası olurdu. Arkadaşlarımız da zaten odalarını kardeşleriyle paylaşırdı. O zamanlar üç katlı, ahşap, önü verandalı evinin üst katında, kendine ait odası olan Amerikalı çocukların filmlerini henüz seyretmediğimizden, herkesin kendi odası olması düşüncesini taşıdığımızı da pek sanmıyorum. Tek bildiğimiz kendi odasına koşan zengin genç kızın, yatağın üstüne yüzüstü kapanıp ağladığı Türk filmleriydi. Babamız fabrikatör olmadığından bu da kafamızı karıştırmazdı zaten.
 
 Yıllar sonra ondört-onbeş yaşlarındayken İzmir'e tayinimiz çıktı. Kalacağımız lojman harikaydı. Bir dönüm civarında bir bahçe içinde tek katlı bir Rum evi ve hemen yanında yine tek katlı daha modern bir ev daha. Bizden önceki memur, Rum evi soğuk oluyor diye bu ikinci evi yaptırmış. Rum evinin girişinde ışığı az alan geniş bir hol ve hemen devamında iki oda vardı. Büyük ihtimalle iki oda yatak odasıyken, bu loş hol oturma odası olarak kullanılmıştı. Küçük bir tuvalet ve küçücük bir mutfak da vardı. Bu mutfağı biz hiç kullanmadık. Yeni yapılan modern evde oldukça büyük bir salon ve yine oldukça büyük bir mutfak vardı. İzmir'de kaldığımız bir yıl boyunca günlük yaşamımızın büyük bölümü bu salon ve mutfakta geçti.
 
 Eve ilk geldiğimiz gün, Rum evinin giriş kapısından girer girmez hemen sağda sekiz-on basamaklı bir merdiven görüp, üçümüz de koştuk. Yukarda küçük bir oda vardı. Bir duvarına boydan boya su deposu yapılmış, tek pencereli, bir çocuk için çok özel, bağımsız bir oda. 'Oda benim' tartışmaları başladı. Abim büyük olduğu için, ben tek kız olduğum için, kardeşim artık ne uydurduysa bu odayı istedik. Tek kız olmanın avantajlarını hep kullandım. Şimdi düşününce utanır gibi olsam da, o zamanlar bunun bana tanıdığı tüm hakları sonuna kadar büyük bir zevkle kullandığımı hatırlıyorum. Öncelik hep bendeydi. Annem ve babamın her olayda 'O kız, üzmeyin...' dediklerini hatırlarım. O günlerde bana güç sağlayan bu sözün bir aşağılama da içerdiğinin farkında mıydım acaba? Sanmıyorum. Zaman zaman tartışmalarda 'Ben kızım..' diye ortaya atılıp hakkımı istiyordum! Bir aile resmi mi sahiplenilecek, benim albümüme girerdi. Oda konusunda da öyle oldu; bana verildi. Bir köşesine yatağım kuruldu. Hemen yanına da bir komodin. Penceresine küçük bir perde asıldı. Başka hiç eşya yoktu. Su deposunun üzerini bulduğum tüm artist resimleriyle donattım. Odanın dekorasyonu çabucak bitti. Sonra biriktirme huyumun sonucu oluşan hazinelerimi odama taşıdım. Kutular içinde bir sürü kıvır zıvır. Onların arasında dalıp gitmişken nasıl akşam olduğunu anlamadım bile.
 
 Modern evin mutfağında yemeğimizi yedik, yatma vakti hepimiz Rum evine geldik. Herkes odasına çekildi ve beni bir korku aldı. Kendi odama sahip olmanın heyeanıyla bunu hiç düşünmemiştim! Daha önce hiç yalnız yatmadığım gibi, genelde karanlıktan korkardım. Antalya'daki evde koridorun bir ucundaki odadan diğer ucundaki tuvalete giderken, kardeşime yalvarır, tuvalet kapısında bekletirdim onu. Bekletmekle kalmaz, gitmesin diye devamlı konuştururdum. Öyle korkaktım yani. Yatağa yattım ama ses dinlemekten uyku tutmuyordu. Evdekilerin seslerini duymaya çalıştım, çıt yoktu. Kardeşlerimi düşündüm, şimdi ne güzel uyuyorlardır diye. Yanındaki yatakta kardeşinin, bitişik odada annenin babanın uyuduğunu bilmek nasıl güven veriyormuş insana meğer. Deponun üstüne yapıştırdığım resimler, ay ışığının da etkisiyle çeşitli şekillere bürünüyor, hareket ediyordu. Işığı açacağım ama kalkamıyorum. Böyle durumlarda yaptığım gibi, yorgana kundak gibi sarıldım. Aşağıdan biri elini uzatsa ayağıma dokunamamalıydı! Hani Köroğlu'na babası öğüt vermiş: Bir yiğit sırtını ya bir beye ya da bir dağa dayamalı diye. Ben de başımı duvara verip, sırtüstü yattım; kalan üç yanımı görebileyim diye. Bir cesaret gelse, aşağıya inip kardeşimi çağıracağım, ne gururum, ne odamın elden gitmesi umurumda değil, ama kıpırdayamıyorum ki.. Böyle sabahı ettim.
 
 Ertesi gün, kardeşime yalvardım, onun yatağında yatayım diye. Böylece gündüzlerimi odamda geçirip, geceleri kardeşimin yatağında uyumaya başladım. Ama odamın düzenini bozmadım. Yine benim odamdı, yeni resim geldikçe yapıştırıyor, arada temizliyor, hazinelerimle vakit geçiriyor ama akşamları kardeşime bırakıyordum.
 
 Sevgili kardeşim de bunu hiç yüzüme vurmadı. İzmir'de kaldığımız bir yıl boyunca böyle sürdü. Kardeşlerimin davranışları, hala 'O kız...' duygusuyla yüklüdür. Arayı açsam hemen ararlar, ilgilerini üstümden eksik etmezler...
 
 Çok haklarını yedim ama n'apim ben kızım, üstelik tek kız, hem de ortanca...
 
 
 |   
    | |  Misafir Kahveci : Hasan Yüksel  | 
 Savaşın insanları
 
 Başlatan ahmaklar tarafından bir ulusa "özgürlük getireceği" söylenen savaşın başlangıcından bu yana TV, İnternet ve gazetelerden bir şeyler öğrenmeye çalışan bizler fotoğraf kareleri geldikçe bireysel dramlara veya insanlık örneklerine de şahit olmaya başladık.
 
 Irak'ta çekilen binlerce fotoğraf karesi her gün bizlere ulaşıyor, ben kendi adıma her gördüğüm kareye dikkatle bakıyorum. Uzaktan çekilmiş simsiyah dumanları gösteren fotoğraflar yerine oradaki insanları ve özellikle onların duygularını yansıtan yüzlerini gösterenlere daha çok bakıyorum. Çünkü o fotoğraflardan neler olup bittiğini ve gelecekte neler olabileceğini anlamak daha kolay. Ölümün sıyırıp geçtiği insanların gözleri, düşmanla karşı karşıya elleri havada çaresiz bekleyen sivillerin gözleri, onların karşısında eli tetikte bekleyen ve belki de daha çok korkan askerlerin gözleri yaşananların dehşetini anlatmakta.
 
 
  Bu fotoğraflardan beni en çok etkileyeni bu sayfada da gördüğünüz Bağdat'ta yıkıntıların altından çıkarılan küçük bir kıza ait olanı. Bu görüntüleri TV de de izlemiştim. Irak'lı bir subay kucağında taşıdığı küçük kızı ambülansa bindirmiş, kamera bir kaç saniye de ambulans içindeki görüntülerini vermişti, sayfamızdaki fotoğraf da o bir kaç saniyeden birisi. Bu küçük kızın gözlerinde ne görüyorsunuz? Daha doğrusu, ne görmeyi beklerdiniz? Yıkılan evinin altında kalmış olmanın, belki sevdiklerini kaybetmiş olmanın acısını, üzüntüsünü mü, kurtulmuş olmanın sevinci veya şaşkınlığını mı? Ben hiçbirini göremedim. Ben, bu gözlerde sadece bir alışkanlık ve kayıtsızlık gördüm, küçük kız tüm olay boyunca sanki bir okul piyesindeki rolünü oynarmış gibi, bağırmadan, ağlamadan her şeyi yaşadı, ambulansdaki sedyesine de bir kolunu başının altına yastık yaparak uzandı. 
 Ben bu görüntüleri izleyince şaşırmadım, çünkü Irak'taki günlerimde gördüm ki bu çocuklar için savaş yaşamın bir parçası, bu çocuklar hiç bir şeye şaşırmıyorlar. Doğdukları günden beri bir savaşın içindeler. Bizim çocuklarımız için yaşam anne, baba, kardeşlerle beraber olmak, güzel şeyler yemek, güzel elbiseler giymek, uzun, güzel uykular uyumak, okula gitmek ve mutlu olmak demek. Irak'lı çocuklar için ise yaşam yarı aç, yarı tok yaşamak, hep aynı yırtık elbiseyi giymek, hiç ayakkabı giyememek, geceleri karanlıkta oturmak, siren seslerini dinlemek, arada bir kaç tahta parçasıyla oyuncak yapıp oynamak ve sonunda yıkılan evinin altında ölmek demek. Fotoğraftaki çocuk artık kanıksadığı bir sürecin sonunda belki de beklemekte olduğu bir şey başına geldiği için şaşırmıyor bile. Belki daha önce yaşamış olduğu acılar duygularını körelttiği için ağlayamıyor bile. Sözlerim tuhaf gelecek ama belki de ilk defa adam yerine konduğu, ilk defa birileri onun için uğraştığı, ilk defa birileri onu kucaklayıp, sarmaladığı için mutlu ama mutluluğunu yüzüne yansıtmayı bilmediği için biz bunu göremiyoruz.
 
 Irak'taki çocukların perişanlığı daha ilk günlerimde dikkatimi çekmişti. Bazıları yabancıları takip ederek para veya yiyecek istiyorlar ama çoğu korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Bir keresinde onlar için aldığım şekerleri verecek oldum hemen aralarında kavga çıktı ve büyükler küçükleri döverek şekerlerini aldılar, müdahele bile edemedim. Daha sonraları çikolata veya şeker verdiğim çocuklar onları yiyene kadar başlarında bekledim. Onlara çikolata vermeme rağmen niye beklediğimi anlayamayan bazıları korku dolu gözlerle bana bakmalarını sürdürdüler. Daha sonraları her gün geçtiğim yol üzerinde arkadaş edindiğim bir kaç çocuğu sürekli beni ve vereceğim çikolataları bekler buldum, şimdi bu çocuklar Basra'nın bu halinde ne durumdalar bilemiyorum.
 
 Savaştan bize akan binlerce kare içinde beni etkileyen fotoğraflardan biri de kucağında bir çocuk tutan ABD askerine ait. Yere bağdaş çökmüş, üzerinde taşıdığı aletlerden sağlık görevlisi olduğu belli olan asker hüzünle kucağındaki çocuğa bakıyor. Ne düşünüyor anlamak imkansız. Kendi çocuğunu mu düşünüyor, onları bu savaşa gönderenleri mi düşünüyor belli değil ama korkunç görünüşlü üniformasının ve teçhizatının içinde bir insan olduğu kesin.
 
 Bu savaşın hikayesini bu fotoğraflar ve objektiflerin önündeki insanlar yazmakta. Objektiflerin önünde Amerika'daki ofislerinden cam gözlerle demeç verenler, silahsız Irak'lı sivilin başına dayadığı silahıyla poz verenler, kendi askerini vuran gözü dönmüşler de var, birbirine yiyecek veren asker ve siviller, korkusuz gözleriyle meydan okuyan çocuklar ve onlara sarılmış kızgın, kor bakışlı kadınlar da var. Sonunda hangilerinin bu savaştan gerçek galipler olarak çıkacağını da hepimiz biliyoruz.
 
 Hasan YÜKSEL
 hyuksel@isiko.com.tr
 
 
 |   
    | |  Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu  | 
 
 Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
 http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_84.asp
 
 Devamı var
 
 
 |   
    | 
 
    | Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
 Kahve Molası bugün 3.220 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
 |  |    
    | 
 
    | YAŞANMIŞ 
 Sana alacakaranlıkta bile bakarım
 Saçını okşarım gözyaşını silerim
 Kokun duman olur durur üstümde
 Adını söylerim içimden
 Yalnız adını söylerim
 Bir de belini örterim
 Gözlerinin ışığında yaparım bütün bunları
 Gözlerinin ışığındaki alacakaranlıkta
 
 Sana alacakaranlıkta bile varım
 Pek konuşmam
 Oturur seni dinlerim
 Sesin cıvıldar durur önümde
 Adını söylerim içimden
 Yalnız adını söylerim
 Bir de ateşe değermiş gibi öperim
 Acılarının ışığında yaparım bunları
 Acılarının ışığındaki alacakaranlıkta
 
 Süreyya BERFE
 
 <#><#><#><#><#><#><#>
 
 YENİ AŞK
 
 Yanında oturan ben değilim
 Zamanla dirilen anılar
 
 Sorular soran ben değilim
 Pişman eden merak
 
 Geçmişi kabartan ben değilim
 Yeni biten maceralar
 
 Seninle yaşayan ben değilim
 Yere düşen yaprak
 
 Duygularını şaşırtan ben değilim
 Gelip geçen acımalar
 
 Kolunda uyuyan ben değilim
 Uzaktan gülen aşk
 
 Karşında ağlayan ben değilim
 Yürekte esen rüzgar
 
 Süreyya BERFE
 |  |    
    | | 
    |  |  Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun  LİMONLU KURABİYE
 |  | 
 
  2 yumurta 1 su bardağı toz şeker
 250 g margarin
 4 su bardağı un
 1 paket kabartma tozu
 1 limon kabuğu rendesi (ayrıca suyunu da kullanacağız)
 
 Limon kabuğu rendesi hariç tüm malzemeyi hamur haline gelene değin yoğurun. Kabukları da ekleyin. Şekil vermek için bu kez krema sıkacağı kullanacağız. Hamuru sıkacağın içine doldurun. Çeşitli şekillerdeki kurabiyelerinizi hafif yağlanmış fırın tepsinize dizin.
 150 dereceye ayarlanmış fırında kurabiyelerinizi hafif sararana dek pişirin. Çok fazla kızarmalarına gerek yok.
 Hafif soğuduktan sonra afiyetle yiyebilirsiniz....
 
 Afiyet olsun...
 
 
 |   Tarifi yazdırmak için tıklayın 
 
   
    | KARIM SAĞIR MI ?
 
 Adam doktora gider :
 - Doktor bey, galiba karımda işitme kaybı başladı. Ne yapabiliriz?
 
 Doktor :
 - Eve gittiğiniz zaman, karınızın arkasında, biraz uzakta durun. Normal bir sesle ona soru sorun. Eğer sizi duymazsa biraz daha yaklaşın ve sorunuzu tekrarlayın. Hangi mesafede duyduğunu tespit edelim, ona göre bir tedavi uygularız.
 
 Adam eve döner. Karısı mutfakta yemekle uğraşmaktadır. Adam mutfağın kapısında durur ve normal bir sesle :
 - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam? diye sorar.
 
 Karısı cevap vermez. Adam bir iki adim atar ve bir kez daha sorar :
 - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
 
 Karısı yine cevap vermez. Adam kadının dibine kadar gelir ve tekrarlar :
 - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
 
 Karısı cevap verir
 - Üçtür köfte diyorum ya!
 |   
    | |  İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan | 
 http://www.oranjclub.net/module_content.asp?id=325&page=3
 Oranj club tarafından hazırlanmış hoş bir web sayfası. Size bu sayfalardan seçtiğim özel bir sakinleştirici öneriyorum. ...Muzlu sakinleştirici: Muzu, portakal suyunu, ve ay çiçeği çekirdeğini, 2 adet buzla blender’dan geçiriniz. Uzun bir bardakta, çilekle süsleyerek sunumu tavsiye ederiz...
 
 http://www.yilmazonline.com/
 Bu da özel bir web sayfası ...Dursun evinden çıktığında birde bakar ki komşusu Temel kendini belinden ağaca asmış halde duruyor.Hemen gidip ipi ağaçtan çözer.Komşusunu ağaçtan indirdikten sonra merakla sorar: -Ha sen ne yapayudun öyle? -Hiç kendimi asaydum...
 
 http://www.sorf.net/onlineoyun/spacemasters/
 Space masters isimli küçük bir grafik animasyon oyunu. Uzay geminizi göktaşı yağmurlarından koruyarak, sanal tünellerden geçirmeye çalışıyorsunuz. Çok karmaşık değil ama ilginç ve klavye reflexi gerektiren bir oyun...
 
 http://www.siirce.net/siir.asp?id=4299
 ...Daha dün diyorsan geçen yıllara, Gözlerinde anılar hala yeşilse Ve hala ıslaksa kirpiklerin, Bekle geliyorum... Bırakıp bütün mutlulukları, Bırakıp bütün güzellikleri bir yana, Bekledinse yollarımı, Bekle geliyorum... İsyan edip ağladığın mevsimlerde, Aşkımla silebildinse gözyaşlarını, Sevemedinse benden başkasını...
 |   
    | |  Damak tadınıza uygun kahveler  | 
 CDDA Ripper v0.65 [1.1M] W98/2k/XP FREE
 http://www.milix.net/cddarip/index.html
 CD'lerinizi bilgisayarınıza kopyalamak için bir program daha. Trackleri mp3, wma, ogg, pcm veya wav olarak bilgisayarınızın diskine alabiliyorsunuz. Birçok ek fonksiyonuda bünyesinde barındırıyor. Bu tür de birçok program olduğunu biliyorum. Ama hala elinde bir tane olmayan varsa bunu  gönül rahatlığıyla deneyebilir.
 |  |    |