KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)



ÜZGÜNÜM! KANADIM KIRILDI, BAŞARAMADIM...

Kahveci Soruyor?



Xasiork Dergi


ANLAMSIZ SAVAŞA HAYIR !
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 236

 7 Nisan 2003 - Bir Garip Memleket!..


İyi haftalar hepimize,

Garip bir memleket olduk dostlar. Tepesinden tırnağına kadar değişime uğramış durumdayız. Değer yargılarımızın törpülene törpülene saydamlaştığı bir dönemden geçiyoruz vesselam. Geçen Perşembe plaza baskınında kimvurduya giden Balkaner'in haberini ekranlarda seyrederken birileri adına üzülmekten kendimi alamadım. Oğlunun ölüm haberini alıp olay yerine gelen babayı ofşorzede mağdurlar protesto ediyordu. İçlerinden 50-60 yaşlarında biri de "Oh olsun!" diye bağırıyordu. Evet ya, oh olsun. Sen benim paralarımı hortumlarsan birileri de gelir senin oğlunu alır götürür.(!?) O amcaya, oğlunun ölüsünü almaya gelen babanın arkasından "Oh olsun" diye bağırtan hiddetin tek kaynağının para olduğunu bilmek üzdü beni. Onun adına üzüldüm. Çünkü eminim akşam kendini televizyonlarda izleyince kendi de üzülmüştür düştüğü duruma. 3 para fazla faiz almak uğruna yitirdiği mal varlığının acısını acılı bir babadan çıkardığı için kendine lanet etmiştir. En azından ben öyle olmasını umut ediyorum. Yoksa insan olmaktan uzaklaştığımıza inanmam gerekiyor ki bunu hiç istemiyorum.

Dedim ya garip bir memleket olduk. Bir insan düşünün, bağrından kopup geldiği, sayesinde varolduğu, uğruna hapislerde yattığı dünya görüşünü tukaka ilan etmekle kalmıyor, geriye dönük olarak "Türkiye aleyhine çalışan köktendinci örgüt" diye nitelendirebiliyor. Haklı olarak "Milli Gazete" de "Siz yıllarca bizim içimizde bir hain olarak mı bulundunuz?" diye bağırıyor. Yalan mı yahu? Fındık kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş ya işte o hesap. Acaba diyorum bu adamı cezaevinde devsol militanlarıyla aynı koğuşamı koydular yanlışlıkla? Yani ne bileyim, buna literatürde değişim değil evrim derler evrim!...

Gariplikler devam ediyor. Ortada fol yok yumurta yokken başımıza birde referandum çıkarmak üzereler. Kimbilir kimlere peşkeş çekilecek orman arazilerinin satışı için anayasa değişikliği teklif edilirken kel alaka araya seçilme yaşını 25'e indirme maddesini sokuşturuveriyorlar. Maksat sanal muhalefeti(!?) yanlarına çekebilmek olsa gerek. Çok lazımdı 25 yaş. 30 yaş sınırı varda meclis 30 yaşındaki vekillerden geçilmiyor sanki. Bana bakın bu, boşta kalan İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi mezunlarına yeni iş kapısı açma ameliyesi olmasın sakın? Olur mu olur vallahi. Üstüne üstlük, dört bir tarafımızdan alevler yükselirken vekillerimiz orman arazilerini satıp para kazanmanın hayalini kuruyorlar. Çalışıyor görünüpte bir halta yarar iş yapmamak bu olsa gerek. Özel sektörde olsalar patron bunların hepsini kapı önüne koymuştu bile. Ha pardon artık koyamaz değil mi? Şu ertelemeye çalıştıkları yasa yüzünden koyamaz. Sayın Cumhurbaşkanımız adamlara iyilik ediyor , farkında bile değiller. Ama bu sefer ocağına düştüler. Referandumdan sıyırıp tekrar meclise dönmesi için tek şansları veto. Ben Cumhurbaşkanımızın yerinde olsam, bu sefer adamları şaşırtır, kabul ederim. O zaman anlarlar belki milletle dalga geçmenin ne demek olduğunu.

Ormanı satacaklarmış. Sonuçta ne olacak? Zaten orman arazilerine çöreklenmiş açıkgöz ileri görüşlüler çöktüğü yere tapulanacak. Sağlam kalmış orman arzilerini de alan "Aman benim ne güzel ormanım var, gideyim şurda piknik yapayım." demeyeceğine göre, satılan ormanlar birer ikişer beton yığınına dönüşecek. Bunlar satmadan siz Belgrad ormanlarına sıkça gidip tadını çıkarmaya bakın. Benden uyarması. Yakında pijamayla voleybol oynayıp, zeytinyağlı dolma yiyecek orman kalmayacak ona göre...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Köpüklü Kahve : Müge Ünal


Cam kırıkları...

Hiç cam kırıklarının üzerinde yaşadınız mı? Ya da kırıklar üzerinde uzun ama upuzun bir yolda yürüdünüz mü? Hiç kıpırdamaz, hiç sağa sola bakmaz, hiç rüzgar esmez ya da biri sizi rahatsız etmez ise idare edebilirmisiniz? Hiç denediniz mi ?

Küçükken annemin değerli kristal bardakları, şekerlikleri, vazoları, çay tabakları vardı. Bir gün kazara elimden kristal şekerlik düştü. Bilmem siz hiç onun yere düşüş anını, yerde patlayışını ve sağa sola sivri bıçaklar şeklinde dağılışını izlediniz mi? Büyülemişti beni. Öyle bir dağılır ve değişik şekilde kristalize kırılır ki. Harikadır... Gerçekten. Muhteşemdir.

Sizin için değerlidir. Çok kıymetlidir. Mutlaka çok değer ödeyerek sahip olmuşsunuzdur. Kıymetli ya, yere göğe koyamazsınız. Kıymetli ya, ortalarda bulunmaz kendinize saklarsınız. Onu sadece sizin için gerçekten değerli insanlarla paylaşırsınız.

Ama elinizden düşmeye kırılmaya görsün. Hızla yere düşer. Düştüğü noktada da muhteşem bir şekilde patlar. Bir anda sağa sola sivri keskin bıçaklar fırlatır. Öylesine ince ve keskindir ki bu kırıklar derinize ilk dokunduğunda hissetmezsiniz bile.
Girmiştir derinize, ilk hareketinizde o hissettirir zaten orada olduğunu...

Geçmişte yaşadığım acıları, kalp kırıklarını, üzüntüleri hele hele kırılmış bir sevgiyi işte böyle patlayarak dağılmış sivri, keskin, kristal cam kırıklarına benzetirim.

Şimdi böyle değerli, sivri ve keskin kristal kırıkları üzerinde yaşadığınızı bir düşünün bakalım.

Her adımınız işkence her kıpırdayışınız eziyet.

İlk anınız çok acıdır. Çok canınız yanar. Her bir kırık kanatır yüreğinizi, beyninizi, ruhunuzu. Her bir kırık batar battıkça da acıtır yaranızı. İnce ince kanar yaralarınız. Tedavi etmek imkansızdır. Belki arada bir düzelir yaralar ama kuşatma altındasınız her kıpırdayış yeni yaralar açılır ve bu da yeni acılar demek. Önce hiç kıpırdamak istemezsiniz.
Kıpırdamazsanız canınız yanmaz sanki.

Ama hayat devam ediyor ya yürümelisiniz bu yolda. Durursanız yok olursunuz. Ya acıya katlanacak yürüyeceksiniz ya da...

Sonraları yara yerleri acıya duyarlılığını az da olsa kaybeder. Azıcıkta olsa acıya alışmışsınızdır. Ancak bu durum tek bir şart için geçerlidir. Aynı koşullarda aynı kabullerle ve aynı şekilde yürümelisiniz. Mümkünse tabii ...

Ama hayat bu değil ki... Yeni adımlar atmalı, yeni yollarda yürümelisiniz.

Mümkün mü kıpırdamadan yaşamak. Mümkün mü rüzgarın esmemesi.

Hele ki yeni bir yaşam kurdu iseniz kırıklar üzerine... Mümkün değil...

Müge Ünal
mugeunal@turk.net

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


O gelen Yasemin değildi...

"ayrılık bir nokta mıdır?
uzun sevdaların sonunda,
yoksa kitabı kapamak mı sessizce
daha büyümeden
geldiğin gibi bir deli rüzgarla git
ama bil ki dalgalar yüreğimde,
yüreğimi yakıp giden
mavi dalgalar
seni alıp giden köpüksüz dalgalar.
Bir tanem!
beni geleceğine göm ve yürü git,
eteklerinde erken büyümenin acısı...
her kutsal taşda yazılıdır
yedi yıl sevincin sonunda
yedi yıl acı
ve hiç bir aşk tam yaşanmamıştır
gözyaşı ile kutsanmadan..."

Yağmurlu bir Ankara öğleden sonrasında buluştuğum o kadın Yasemin değildi. Kestane saçları tıpkı Yasemin’inki gibiydi ama o kadın Yasemin değildi. Onun saçlarına ikinci buluşmamızda dokunmuştum. Bir ipek böceği düşü gibiydiler; düz, uzun ve her zaman ilkbahar dolu. Karşımda oturan kadının gözleri de Yasemin’in gözleri gibi utangaç bir yeşildi. Hani bir şiirimde yazmıştım ya;

"yeşil iki yerde gülümsedi
bir karadenizde
bir de senin gözlerinde..."

Tedirgin bir uykudan uyanıp, gözlerimi açtığımda saçımı okşarken bana sevgiyle bakan ve sarmalayan gözler bunlar değildi. Yok, yok! Bu kadın Yasemin olamazdı.. Yasemin bana hiç böyle bakmazdı ki... uzak, yabancı ve soğuk.

Bu kadının da daracık omuzları ve incecik elleri vardı ama bu kadın Yasemin değildi. Ayrıldıktan bir yıl sonra, bir hafta önce ilk buluştuğumuz yere gitmiştim. Belki o gelir diye. Aynı gün ve aynı saatte, 13 Mayıs saat 13:00, okulun içinde. Bir gün önce aldığım lacivert takım elbisemi giyip gitmiştim. Öyle yakışıklı ve umutluydum ki. Ama Yasemin gelmemişti. Eskiden hep çantası ve gülümsemesiyle birlikte gelirdi. Merdivenleri çıkarken elbisesinin uzun eteklerini tutardı, basmamak için eski aşklarına. Yasemin için yazılmış şiirleri ve onunla birlikte yazdığımız kitabı Yasemin’e benzeyen kadına verdim. O kadın kitabı incelemeye başlarken birden ağlamaya başlamıştım.

Yasemin ruhumun misafir odasında kalmıştı bir yıl. Karşımdaki kadın aynı Yasemin olduğunu ve değişmediğini söylüyordu. Bir sürü başka şey söyledi. Artık bir araya gelemiyeceğimizi anlatıyordu. Evet, bunu bende biliyordum. Yasemin yoksa karşımdaki kadınla ne yaşayabilirdim ki artık? Bana hala değer verdiğini ama içindeki sevginin bittiğini söylüyordu. Oysa Yasemin’in sevgisi hiç bitmezdi ki...

Karşımda oturan kadın başka yerlere başka masalara bakıyordu ve ben ağlıyordum; sessiz sessiz, usul usul. Ağlamamam gerektiğini, yaşamın öyle ya da böyle devam edip gittiğini söylüyordu sağlam bir mantıkla. Sanki bir postalla çicekleri ezer gibiydi ya da bana öyle gelmişti. Kadınlarda aşk bitince öyle acımasızlaşırlarki... Oysa güçlü olmak hala ağlayabilmek değil midir? Hala yaşayanlar ağlayabiliyor, diğerleri ise ne ağlıyor, ne de gülüyor ve balık bakışlarla bakıp gidiyorlar yaşama. Buna da güçlü olmak diyorlar. İncinebilen yeşil yerlerimizi ruhumuzdan söküp atmak güçlü olmak mıdır?

Yasemin "bi tanem" derdi hep. Bir kafenin kalabalık yalnızlığında karşımda oturan kadın "Emin" diyordu sadece. Sesinde hiç ama hiç bir papatya yoktu. Duru ve mantıklıydı. Ben ise hala ağlıyordum. Uzun sessizliğin sonunda kadın "artık kalkalım" dedi. Kadının sesi Yasemin’in sesine ne kadar da benziyordu ama onun sesi beni hep yaşama inandırırdı. Sürekli "güçlü ol" diyordu. Oysa ben gerçekten güçlüydüm. Başka kadınlarda beni arama diyordu, oysa bilmiyordu ki başka kadınlarda ben hep kendimi aradım. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım. Garson kız şaşkınlıkla baktı yüzüme. Ne diyebilirdim ki ona? "Yasemin içimde ona ait olan şiiride götürürerek tamamen gitti".

Bana, sen hala onu seviyorsun diyorlardı. Evet ben hala Yasemin’i seviyordum ama karşımda oturan kadını tanımıyordum ve sevmiyordum. Oysa yalvar yakar koparılan bir yarım saatlik buluşmadan tek istediğim, sadece ama sadece geçmişi ve yaşanan güzel bir aşkı kutsamaktı, daha sonraysa yaşamımda Filizlenen kadına tertemiz gidecektim. Tenimde bir başka kadının kokusu kalmış olabilirdi ama yüreğimde silik de olsa bir başka kadının ismi olmamalıydı. Anlıyordum. Bir şeylere başlamak için çok geç, bitirmek içinse çok erkendi. Tabii ki tekrar deneyecektim, tabii ki yine aşık olacaktım ve tabii ki yine ilkbahar gelecekti.

İki tane bir milyonu merakla bize bakan garsonun önüne bırakıp hesabı ödedim. İki içilmeyen sütlü kahvenin parası ve bahşiş. Birden aklıma Bob Dylan’ın "one more cup of coffee" şarkısı geldi. Bir kahve içimi daha kalmak için bazen neler vermeyiz ama artık benimde kalmak için içimde bir istek kalmamıştı. Masadan kalktık. Yasemin’e çok benzeyen kadınla şehrin kalabalık sokaklarında birlikte yan yana biraz yürüdük. Ayrılacağımız zaman yanaklarımdan öpüp elimi sıktı. Kendine iyi bak gibi bir şeyler mırıldandı. Elbette kendime iyi bakacaktım. Sonuçta insan hep kendine kalmıyor muydu? Ağlıyorsam da sadece Yasemin için ağlıyordum. Onu sonsuza kadar yitirmiştim ya...

Yasemine çok benzeyen kadın uzaklaşırken durup arkasından baktım. Ayrılıkların en zor anı budur. Arkasından bakarsınız ve onun koşup size geri dönmesini istersiniz ama herkes bilir, onlar hiç dönmezler ki... Kendi kendime soruyordum hep, Yasemin hep bende miydi? Şehrin kalabalık sokaklarında gözümden yaşlar süzülürken ve lacivert takım elbiseli bir yalnızlık içindeyken sanki bir ses duyar gibiydim, "bir tanem, dersten çıkınca buluşalım mı?".

Ah! Yasemin nerdesin? Şu an öylesine yalnızım ki...

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


Eğrekkaya Keşfi

Yalnızlığa alışmalı insan…
Bir önceki yazıma da böyle başlamıştım, sanki geçtiğimiz hafta sonu yaptığım gezide başıma gelecekleri biliyormuşcasına.

3 haftasonudur yürümüyordum. Özlemiştim mavi gökyüzünü, toprağın rengini, kokusunu, yeni çıkmaya başlamış mor, sarı çiğdemleri, dağların olağanüstü uçsuz bucaksız güzelliğini, ağaçları, eriyen karları, nehirleri, çıkılmamış zirveleri ve tüm doğal hayatı. Baharın ilk yürüyüşü olacaktı.

Kızılcahamam tarafında, Eğrekkaya Barajının doğu tarafında, Semeler - Çukurören geçişini yapacaktık.

Konaklamalı kamplar ve günübirlik yürüyüşlerde taşıdığım malzeme farklı olur ama nedense birşey içimi dürtüklemişti sanki ve yanıma konaklayacakmış gibi extra malzeme ve yiyecek aldım.

Herşey çok güzel başlamıştı, bahar aylarını müjdeleyen herşey vardı. Üşütmeyen, serin bir hava, tomurcukları patlamaya yüz tutmuş ağaçlar, çiğdemler ve değişken renkleri karbeyazı, mavisi, grisi ve bu kararsızlığı inatla yenmeye çalışan yürüyüşümüzü kolaylaştırmak için üzerimizden sıcaklığını eksik etmeyen sürekli pırıl pırıl güneş.

Yürüyüşümüze Baraj gölünü besleyen bir dere yatağından başladık. Vücutların ısınması, gözlerin güneşe alışması için, dere yatağı boyunca yaklaşık 45 dakika kadar yürüdük. Dere, kavuşacağı gölüne biranönce ulaşabilmek için acele ettikçe bizlerde, ilerideki tepelere çıkmak için acele ediyorduk. Herkes kıpır kıpırdı.


Baraj gölünün başına ulaştığımızda, bize eşlik eden dereyle vedalaştık ve iki tepe arasına sıkışmış, dik ve kuru bir başka dere yatağına girerek yükselmeye başladık. Bir süre sonra o kurumuş sandığımız dere yatağının aslında kurumadığını, altından gürül gürül bir derenin aktığını gördük. Eriyen karların coşkusu ve enerjisi vardı su da. En arkasında gidiyordum grubun, O pırıl pırıl su ile serinlemek, o enerjiyi almak için çantamı çıkartıp soluklandım. İleride, suyun çıktığı kaynakta, çok yüksek ve geçit vermeyecek gibi gözüken kayalıklar vardı.

Grubun yanına vardığımda, herkes yavaşça kayaların çevresinden güvenli geçiş yapıyordu. Kafamı kaldırıp kayalara baktım, beni çeken birşey vardı, sanki çağırıyorlardı, bu, meydan okumadan çok, 'Sevgilinin kollarını açıp, o davetkar bakışlar ile çağırması gibi' gelmişti bana. Fransız düşünür Andre Gide, insanoğlunun heyecanlar içinde bahriye çiftetellisi oynadığı iki anın altını çizer ki bunlardan biri karşı cinse aşık olmaksa, diğeri de gönlü doğaya kaptırmaktır. Gide' e göre yaşamın kaynağı coşkular, heyecanlardır. Coşkuların kaynağı da aşk. Bu duygular ile tırmanmaya başladım. Kayalar bütün cömertliğini gösteriyor, bastığım her parçasında sanki beni daha da yukarılara çıkartmak için itiyordu.

Tepeye vardığımda arkadaşlarıma, diğer yakada buluşmak üzere ancak bağırarak sesimi duyurabiliyordum. Zirve de geniş bir yay çizerek diğer tarafa yürümeye başladım. Uzaklarda bir köyden ezan sesi yankılanıyordu. Hedeflediğim yere geldiğimde önümde tırmandığımdan daha yüksek ve dik bir yamaç buldum. Bir karar vermem gerekiyordu, ya bunu da tırmanacak ve görüş açımı iyicene genişleterek yerimi daha iyi tayin edecektim ya da uzaklarda gözüken baraj gölüne doğru hareketlenecektim.

Beni kayaya tırmanmaya davet eden, belki de kendi sınırlarımı zorlamamı zorlayan o içgüdü bana devam etmemi söylüyordu.

Su ve yiyecek durumumu kontrol ettim, çünkü bu noktadan itibaren grubu kaybetme ihtimalim vardı. Tırmanmaya devam ettim.

Sadece ayaklarımı değil, ellerimi de kullanıyordum. Beyaz toprak ve taştan zeminde, destek alınacak hiç bir ağaç veya fidan bulunmadığından adeta emekliyordum.
Sadece 6-7 kiloluk bir yükle bu kadar zorlanıyorsam, savşan askerlerin onlarca kilo ile bu tepeleri tırmanmasını düşündüm ve daha da hırslandım. Çıkmam gerekiyordu.

İnsanın bu duygular içersinde yürüyüş yaparken sırtında taşıdığı ağırlığı, ayaklarının yorgunluğu, hiçbir şey aklına gelmiyor. Siz ve doğa, başbaşa başka kimse yok.


Soluklanmak ve su içmek için durduğumda, bir boğa gibi soluyordum ama çok keyifliydim. Hemen 2-3 kare fotoğraf çektim. Annem'in gönderdiği 'Bomba' kurabiyelerden bir tane attım ağzıma tırmanmaya devam ettim.

Zirveye vardığımda o beni bekleyen her ne ise, ona kavuşmuş olmanın heyecanı ile çok keyiflenmiştim. Mavi gökyüzü bana ödül olarak, serin bir rüzgar gönderdi; yaklaşık 270 derece görüş açısı vardı ve ben arkadaşlarımı görmüyordum.

Kesinlikle kaybolmamıştım, ama onları kaybetmiştim.

Yeni bir karar vermem gerekiyordu, ya bu tırmandığım yerden geri inecek ve uzakta ki baraj gölüne ulaşıp, barajın başlangıcına yürüyecektim, ya da bu yüksekliği koruyarak tepenin diğer tarafında, uzaktaki dereyi hedefleyip onu referans alarak baraj gölüne ulaşacaktım.

Öğle yemeğimi yedim, sırt üstü uzanarak, güneşin tadını çıkarttım. Tabii ki bana bu kadar cömert davranan ve onu keşfetmeme izin veren bu tepeyi terketmek olmazdı, sırtdan yürümeye devam ettim.

Sanki Kızılcahamam'ı helikopterle geziyor gibiydim. Herşey altımda ufacıktı. Solum ve sağımda uçsuz bucaksız bir manzara, uzakta dağların tepesinde hala o mavi gökyüzünü delen zirvelerede bembeyaz karlar vardı.

Uzakta, arkadaşlarımdan ayrıldığımda terkettiğim dereyi görüyordum.


1 saatlik sıkı bir yürüyüş ile dereye ulaştım. Çok terlemiştim, üzerimdekileri çıkartıp, suya girdim. Buz gibiydi. Tekrar göle doğru yürüyüşe geçtiğimde artık hedefim belliydi, Eğrekkaya barajında grubu yakalayacaktım.

Biraz ilerde dere kenarında, çalışan işçiler gördüm. Selamlaştık. Bana meyve ikram ettiler, bende onlara çikolata verdim.

Yürüdükçe, derenin göle kavuştuğu yere ulaştım, ileride baraj kapaklarını görebiliyordum artık. Yola çıktım. Yanımdan bir kamyonet geçti, bütün aile arkaya doluşmuş piknikten dönüyorlardı. Şen şakrak el çırpıp oynuyorlardı. En güzeli, şöför kabininin üzerinde bağdaş kurmuş oturan, erkek çocuktu. En son bana el sallayan o olmuştu.

Baraj'a vardığımda saat 17:00 olmuştu neredeyse. İlk defa bir baraja bu kadar yakındım. Bu minicik baraj bile bu kadar heybetli görünüyorsa kimbilir Keban, Atatürk Barajları nasıldır ? Bir gün oralarda da 'kaybolmaya' karar verdim.

Bol bol fotoraf çektim, kapakları hareket ettiren mekanizmaları inceledim. Barajın bir tarafı upuzun bir göl, diğer tarafı Kızılcahamam.
Ne müthiş bir görüntü…

Arkadaşlarımın geleceği tarafa doğru çimenlere uzanıp, onları beklerken düşünüyordum; Doğayı yaşamak, insana, huzur, aşk, güzellik, sevgi, paylaşmak, hissetmek duygularını aşılıyor. Bugün yalnız yürümek için yola çıkmamıştım ama onları kaybettiğim zaman kendimi yalnız hissetmedim, çevrem de benimle beraber yaşayan bir doğa vardı, uzaktan minibüsü gördüğümde yalnız kalmak kadar, 'Sevdiklerimize Kavuşma' duygusunun da ne kadar coşkulu olduğunu bir defa daha hissettim.

Yaşananlar 'Paylaştıkça' daha güzel ve anlamlı.

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@usa.net

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_86.asp

Devamı var

 Dost Meclisi


" Efendiler Bir şeyin zarârıyla, Bir şeyin imhâsıyla yükselen şeyler, bittabi' o şeyden zarâra uğrayanı alçaltır. Hakikaten Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur. Artık vazîyeti düzeltmek için mutlaka, Avrupa'dan nasîhat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi BİR TAKIM ZİHNİYETLER BELİRDİ. Halbukî: HANGİ İSTİKLÂL VARDIR Kİ; ECNEBİLERİN NASÎHATLERİYLE, ECNEBÎLERİN PLÂNLARIYLA YÜKSELEBİLSİN? Târih, böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir "

Mustafa Kemâl Atatürk
6 Mart 1922, T.B.M.M.


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.220 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


VAZGEÇEMEDİĞİM

Bir ayna bulundur yanında benim için
Görmemi sağla unuttuğumda yaşlı yüzümü
Çekilsin taşkın sularım yeniden göletine
Dokundurmasın beni el değmemiş güzelliğine

Kapat güneşime perdelerini yapabilirsen
Işığı söndür başlat bir yangını giderken
Şimdiden acılarlayım güz bahçesi yüreğim
Hazırım bekliyorum bir hüznü ağırlamaya ben

Ne zaman onaracaksın yanılgının yıktığını
Dağlarına bir gün karlar yağdığında mı
Baş kaldırmayacak mı kardelenlerin karakışa
Düşledim seni hep ben çiçeklerle kuşlarla

Yazık öpmemişsin hiç sevdanın dudağını
Bırak dokunsun gözlerim güzelliklerine
Tutayım kuş kanadı ellerini sevinsin ellerim
Solmasın koklanmadan o gül orada öylece

Günüdür bitti artık delibozuk ilkyaz düşleri
Uyandım karlar yağmış üstüne kasımpatılarının
Kurtuldu sonunda koruyamadığımız kimsesiz sevgi
Dinliyorum içimde şimdi acının nal seslerini

Yaşayabilecek misin türküsüz bir yalnızlıkla
Dayanabilecek mi yokluğuna benim yorgun yüreğim
Oysa sevincimdin bir zamanlar rastlaşmada
Bir sevgili dosttun ortağımdın yaşamı paylaşmada

Bedrettin AYKIN

<#><#><#><#><#><#><#>

LİMAN

Gecedir dayanmış kapıya
Üstümüzde ilkel gözleri zulmün
liman sisler içinde belirsiz
Çözme palamarını umudun
Birleşme direnme mevsimindeyiz
Ben hep o güneşleri aradım
Paylaşılan taze bir somun ekmeğin tadını
Kurşunlanmamış sevinçler aradım
Solgun yüzlerinde emekçi ellerin

Bitecek biliyorum
Gün ortasında bu aykırı karanlık
Sisler dağılacak
Limana çıkaracak yollar bizi
Dünyaya dönük halka dönük yüzümüz
Siz de duyacaksınız kuşkusuz bir gün
Yeryüzünü kucaklıyor türkümüz

Bedrettin AYKIN
Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 ÇİKOLATALI ARMUTLU PANKEK

İşte size çeyrek su bardağı un ile hazırlayacağınız leziz bir pankek tarifi... Uzun malzeme listesi gözünüzü korkutmasın. Listede özel hiçbir şey yok...

1 büyük armut
2 yemek kaşığı margarin
1 tatlı kaşığı tarçın
2 yemek kaşığı toz şeker
3 yumurta (sarısı ve beyazı ayrılacak)
2 tatlı kaşığı toz şeker (ek olarak)
¼ su bardağı un
½ çay kaşığı kabartma tozu
1 yemek kaşığı kakao
¼ su bardağı süt

Kabuklarını soyup çekirdeklerini temizlediğiniz armudu ince dilimler halinde doğrayın. Margarin, tarçın ve şekeri, aynı zamanda kek kalıbı olarak da kullanacağınız kaba koyun. Orta ısıdaki ateşte margarin ve şeker eriyene dek karıştırın. Armut dilimlerini bu karışımın üzerine dikkatlice dizin. (bu işlem önemli, çünkü en sonunda bu armutlar kekinizin üst kısmı olacak.) Armut yumuşayana kadar 1-2 dakika pişirin. Armutlarınızın düzenini bozmadan ocaktan alın.

Başka bir kapta yumurta beyazlarını köpük haline gelinceye değin çırpın. Fazlalık şekeri yavaş yavaş ilave edin ve şeker eriyene dek çırpın.

Bir başka kapta yumurta sarılarını, unu, kabartma tozunu, kakaoyu ve sütü iyice çırpın. Yumurta beyazı ve şekerle elde ettiğiniz köpüğü bu hamura ekleyin ve bir kaşık ile karıştırın.

İçinde armutların olduğu kalıbı tekrar ocağa alın. Hamurunuzu armutların üzerine dökün. Kısık ateşte 4-5 dakika sufle gibi kabarmaya başlayıncaya değin pişirin. Kabı ocaktan alın. Önceden sadece üstten ısıtılmış fırında 1-2 dakika pişirin. Sadece üstünün kahverengiye dönmesi gerek.
İşte bu kadar... Kalıptan çıkarmak için azıcık soğumasını beklemeniz gerek.
Dilerseniz dilimlediğiniz kekin yanına bir parça dondurma da koyabilirsiniz...

Afiyet olsun...

   Tarifi yazdırmak için tıklayın

 Biraz Gülümseyin


Temel'in Vampiri

Bir İngiliz vampir, bir Fransız vampir, bir de Temel vampir uçakta gidiyorlarmış. Bir süre sonra İngiliz vampir aralarından ayrılmış, aşağılara dalmış. Bir süre sonra geri gelmiş ki, ağzı yüzü kan içinde.
Sormuşlar: Ne oldu, nereye gittin?
İngiliz vampir: Şu aşağıdaki beyaz evi gördünüz mü?
Cevap: Gördük
İV: Onun yanında uyuyan küçük çocuğu gördünüz mü?
Cevap: Gördük
İV: İşte ben o çocuğun kanını içtim, geldim.
Yolculuk devam eder. Bir süre sonra Fransız vampir de ayni şekilde ayrılıp aşağılara gider ve geldiğinde onun da yüzü gözü kan içindedir. .
Yine sorarlar: Nereye gittin?
Fransız Vampir: Şu aşağıdaki ağacı gördünüz mü?
Cevap: Gördük
FV: Onun yanındaki küçük kutuyu gördünüz mü?
Cevap: Gördük
FV: O kutuya yaslanmış yatan adamı gördünüz mü?
Cevap: Gördük
FV: İşte ben o adamın kanını içtim geldim.
Yolculuk yine devam eder. Bir süre sonra Temel Vampir ayni şekilde ayrılır ve o da ağzı yüzü kan içinde geri gelir.
Ona da sorarlar: Nereye gittin?
Temel Vampir: Şu aşağıdaki evi gördünüz mü?
Cevap: gördük
TV: Peki onun yanındaki direği gördünüz mü?
Cevap: Gördük
TV: İşte ben o direği görmedim.......

<#><#><#><#><#><#><#>

   
İkisinin de bir mesajı var ama anlayana tabi!?

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.miniclip.com/crashdown.htm
İşte sizlere eğlencelik bir oyun sayfası daha... İster verdiğim linkten oynayın ister download edip kendi bilgisayarınıza yükleyin hepsi mümkün. Bu arada diğer oyunları da denemeyi ihmal etmeyin. Hepsi birbirinden eğlenceli bu oyunlarla sizlere iyi eğlenceler diliyorum.

http://www.castlemountains.com/flashgreetings/famousmonkeys.swf
İnternet semalarında en çok adı geçen, pardon resmi kullanılan maymunların toplu bir albümünü yayınlamış arkadaşlar. Bence resimlere tek tek ve dikkatlice bakın. Mutlaka bir kaç tanesi tanıdık gelecektir.

http://www.sihirevi.com/index.htm
İllüzyonist Erdem Bulungiray tarafından hazırlanmış olan hoş bir web sayfası. Türkiyedeki imkanları düşündüğümüzde aklıma hep Cem Yılmaz'ın David Coperfield hakkında yaptığı espri gelir. Ünlü sihirbazın havada uçuş gösterisini seyreden iki Türk "abi kesin ip var, yoksa hayatta yapamaz bu gösteriyi" diye konuşurlar. C.Y. "Yok abi aslında bu adam mesih, havada uçuyor ve sadece biletli gösteri yapıyor"

http://www.maximumbilgi.com/saglik/sebzeler.htm
Temel Reis birgün isyan etmiş ve bağırmış, "yeter kardeşim hep ıspanak yenmezki, mide bu... arasıra başka sebzelerde yemek lazım" demiş. Bakalım sebzeler hangi madensel maddeleri, vitaminleri, enzimleri yani hayat için gerekli canlı maddeleri içerirler. Çocukluğumdan beri Temel Reis'e hep acımışımdır. Ünlü olmak uğruna tek yönlü beslenip vücut dengesini bozuyor diye...

 Damak tadınıza uygun kahveler


Snug v1.3 [320k] W95/2k/XP FREE
http://puz.com/sw/freeware/page3.htm
Çok hoş bir mini puzzle oyunu. Rastgele şekille yaratılan 5 parçayı kare haline getirmeye çalışıyorsunuz. Aynı türde oyun arıyorsunuz sitenin içinde pekçoğunu bulabilirsiniz.
http://kmarsiv.com/sayilar/20030407.asp
ISSN: 1303-8923
7 Nisan 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com