|
|
|
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Yıl: 1 Sayı: 237 |
8 Nisan 2003 - Beğeni Ödüllerim... |
Merhabalar,
Savaş başlayalı beri televizyon yanımda açık çalışıyorum. Neyi kaçırmaktan korktuğumu bilmeden arada bir göz atıyorum. Bu savaşla birlikte literatürümüze katıp bolca sarfettiğimiz dezenformasyonun daniskası vardı dün sabah. "Bağdat'ın göbeğindeyiz." "Bu katırlar yalan söylüyor, işte ben buradayım, onlar nerede?" "Balkon'dan aşağı bakın görürsünüz." Amerikan, ingiliz muhabirlerle Irak'lı bakanın atışmaları bu savaşın bir başka boyutunu daha gözler önüne serdiğinden ilginçti. Bu kadar apaçık olupta gerçekte ne olup bittiğini bir türlü anlayamadığımız bir film seyrediyoruz sanki. Sonunda katil bahçıvan çıkacak galiba. Biri girdik hakimiz diyor, öbürü katırları tepeledik diye yatak odasını televizyonculara açıyor. İşte dezenformasyon burada devreye giriyor. Her ikisininde yandaşlarını hoş tutmak gibi görevi varya, kim doğru söylüyor, kim kimin tepesinde, kim kimin kuyusunu kazıyor belli değil.
Aslında buradan çıkaracak çok ders var. Medyanın akılalmaz gücü çırılçıplak ortada. Olmayanı varetme, varolanı yoketme gibi insanüstü bir güçten sözetmek mümkün. Savaşı televizyondan izleyen bizlere neyi ne kadar zerketmek istiyorlarsa damardan onu verebiliyorlar işte. 6 değişik kanaldan 6 değişik yorumla maç izleyen fanatik taraftarlara döndük. O yüzden de penaltımıydı değilmiydi tartışmasını akşam Erman Hocama bırakıyoruz.
Yalnız memleketim adına mutlu olduğumu itiraf etmeliyim. Evet naklen savaş yayını yapmıyor ama yapanları öylesine güzel takip ve paçal edip bizlere sunuyorki, helal olsun NTV'ye. Televizyon haberciliğinde bir numara oldukları su götürmez gerçekten. Yağ çekmek için söylemiyorum inanın. 20 gündür yaptıkları her program bu savaşın en güzel arşivini oluşturacak. Hele akşam 19:35 de "Savaş ve İnsan" diye bir program varki mutlaka izlenmesi gerekir. Kısacık ama dopdolu, birgünü belgeleriyle özetleyen bu programı kaçırmamaya gayret edin. İnsana insan olduğunu hatırlatma gibi bir özelliği var. Ellerine, beyinlerine sağlık.
Madem televizyondan girdik konuya, televizyondan çıkalım. Bu kadar hırgürün arasında alıp başını giden yerli dizi furyasına yeni katılan, ama katılır katılmaz dikkat çeken bir dizi var. "Baba". Seyrettiniz mi bilemiyorum ama isterseniz rahatlıkla seyredebilirsiniz. Tekrarları da başladı sanırım. Zaten hangisi yeni bölüm hangisi tekrar anlayabilen beri gelsin. Neyse bu başka bir konu. Yeraltı dünyasını hicveden "Baba"ya benden 10 puan. Gazanfer Özcan, Emre Kınay, Pelin Batu ve diğerleri dört dörtlük bir oyunculukla, bu naif senaryoya can veriyorlar. Hangi gün olduğunu sormayın bilmiyorum. Kaçırmak gibi bir kaygımda yok, nasılsa yakalarım diye düşünüyorum. Denemediyseniz mutlaka tadına bakın, tiryaki olacağınızı garanti edebilirim.
Bugünkü biraz televizyon köşesi gibi oldu ama idare edin artık. Benimkisi karşılıksız beğeni ödülü. Sadece bence hakedenler alabiliyor.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen NİSAN |
|
Keyifle dalmalıdır içine İNSAN, en sevdiğim aydır NİSAN.. Ne de olsa doğduğum ay olunca biraz torpillidir benden. İçine daldığımız anda bu benim için güzel ayın, bir yandan da ufak ufak yaşlanmanın hüznü çökmüyor değil hani ! Ayın 6.günü yine bir yaş daha yaşlanıverdim işte, yine de seviyorum ben bu yağmurlu Nisan'ı, baharın geleceğini, balkona çiçek dikme vakti geldiğini, yeni yaşımın bana neler kazandıracağını ya da benden neler alıp götüreceğini düşündürmeye başlıyor bu ay.
Bir yanda acımasız savaş ile girince NİSAN'a, acıdan fazla ne düşündürecek ki İNSANA..
Başlıyor Nisan Mayıs AYLARI, bakalım gevşer mi gönül YAYLARI ? Sizi bilemem ama benim gevşer, umutlarım artar, içim içime sığmaz, fıkır fıkır olurum, kulak asmam 46 bitti felan diye ! Tek problem savaşın yanı başımızda, ABD'nin de her zamanki gibi 2 puan aldığı pozisyonda oluşu, yoksa savaşlar dünyanın dört bir yanında var, dünya nimetleri tamamen yok olmadan da biteceği yok. Bu bitmek tükenmek bilmeyecek savaş YARIŞI, İngiltere'ye karşı futbol maçlarımız gibi ezilen yine dünya BARIŞI...
Şu BUŞAK'lara karşı bir galibiyet elde edebilseydik tam doğum günü hediyesi olacaktı bana ama kısmet değilmiş işte ! Buşun uşaklarına diyorlarmış BUŞAK, ben de yeni öğrendim, pek yakışmış, bizim ülkede de pek çok var bunlardan.. Üzülüyorum ki; Atatürk'ün yetiştirdiği bu KUŞAK, nasıl olabiliyor BUŞAK, hem de bulunmaz uşak ?
İnsanlar savaşa KARŞI ama silah tüccarları için savaş bir ÇARŞI, gerçek anlamıyla söylenmeli artık bu İstiklal MARŞI.. Hem gazetenin köşesinden savaş çığırtkanlığı YAPACAKSIN, 3-5 kuruş uğruna zalime TAPACAKSIN, hem de İstiklal Marşı söyleyerek caka ATACAKSIN.. Bedeninden vazgeçtim bu gidişle sen korkarım ruhunu da SATACAKSIN.. Nane ruhu kadar para etmez o RUHUNUZ eğer barınmıyorsa içinde GURURUNUZ.. Ama korkarım bu utanca rağmen bağırırsınız : " Türkiye sizinle gurur duyuyor " diye ! Savaş isteyen her insan için tek duyduğum : UTANÇ
Sözüm ona NİSAN keyfini yaşatacaktım sizlere, ipin ucu kaçıverdi yine, kalmayın kusura. Sabah annem aradı :
" Ben 46 sene önce senin bana yaptığın saygısızlık gibi sabahın 4:45'inde seni aramıyorum, uyumana izin verdim bak saat 10, doğum günün kutlu olsun " dedi.
Hatırlıyorum da; o zamanlar ne PC vardı ne de Soliter ile fal bakma işi ama her gece fal açardık eşimle; " Bu gece doğum için gideceğiz mi acaba hastahaneye ? " diye, çıkmazdı fal, doğurmazdı o gece, geç kalmaya başladık tarih olarak, telefon ettik doktorumuza : " Pazartesi sabahı erkenden hastahaneye GELİN, suni sancı ile doğmasını sağlayalım BEBEĞİN " dedi. Pazar gecesi fal yine bakıldı eşim tarafından, sonuç yine olumsuz, saat gecenin 1'i, bir de ben bakayım şu fala diyerek giriştim, aaa çıktı ! " Hade lenn, bu saatte ha ! " dedi eşim ve YATTIK, gece 3'de sancı geldi KALKTIK, doktor Çeşme'de, biz Aliağa'da, birer saat var İzmir'e, atladık arabaya aynı anda girdik hastahaneden İÇERİ, benimle aynı saatte de oğlumuz çıktı DIŞARI !
Her yönüyle kendi seyr-ül seferinde olan bir yaşamda; doğum saatinde değişiklik hemen hemen hiç yapılamazken, ölüm saatine neden maydanoz oluyoruz ? Bildiğim kadarıyla Irak halkı istemedi ki ÖTENAZİ, nasıl hortluyor dünyada bu kadar NAZİ ?
Acaba olabilecek miyiz bir parça olsun İNSAN, hala vakit var bak aylardan NİSAN...
asesen@turk.net
|
Şair Kahveci : Filiz Kaya |
ŞAH MAT
Sevmeyi özledim. Göz göze bakarken içime huzur dolmasını özledim. Kuruntu yapmadan, acabalarla dolmadan, sevildiğinin rol mü, gerçek mi olduğunu anlamaya çalışmadan, en yalın haliyle sevmeyi ve sevilmeyi özledim. Birbirini samimiyetle seven insanlar görmeyi özledim. Biliyorum böyle içten içe, fazlaca sevmemek lazım. Birlikte olduğun kişiyle santranç oynamalasın hatta. Hangi hamle o adımda ve sonraki adımlarda hangi sonucu getirecek diye düşünmelisin. Şah mı, mat mı? Bu sadece sonuç. Önemli olan sonuca götüren hamlelerin gerekliliği. Günümüzde böylesi yaşanır oldu ilişkiler. İş ilanları ve iş başvuruları gibi her şey. Bir çok vasfın olacak fakat bu vasıfları tasarruflu kullanacaksın. Neden mi? Düşünün bakalım... Kullanırken de bir taraftan gelişeceksin. Bunun neresi kötü? Değil tabi ki iyi de hatta. Anı doğallığıyla yaşayacaksın, ama sonrasında doğal olamazsın...Yooo.. olamazsın...
Mantıklı olacaksın. Aşağı tükür sakal, yukarı tükür bıyık. En iyisi harbi delikanlı olup hiç tükürmeden yutmak. Yahu kardeşler, eşler, dostlar ne söylediğinizin farkında mısınız? Sizin diliniz ne söylüyor? Hııımm... Anladım.. Peki.... Ya gönlünüz? Orayı hiç karıştımayayım değil mi? Bir öyle olacaksın, bir böyle. Neden? İlişki uzun süreli olsun diye mi, kaliteli olsun diye mi? Cevap veriyorum. "C" şıkkı yani hepsi. En büyük aşkların bir araya gelindikten sonra yerini başka duygulara, oluşumlara bıraktığını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle C şıkkının geçerliliğini kabul ediyor ve şiddetle destekliyoruz. Oysa benim derdim aşk değil, sevgi. Sevginin her türlüsü. Ama ya biz. Ya içimiz. İçimizde mücadeleden yorulmuş sevgimiz. Yaşanılanın bir sevgi mi, yoksa bir santranç oyunu mu olduğunu anlayamayan, olduğu gibi olamamaktan, olduğunda acı çekmekten yorulan özümüzdeki sevgiye ne olacak? Adam edeceğiz onu mecburen. Çok alıştığımız, ama içimizde aç bıraktığımız yanımız ne olacak? İnsan kendi başına, yalnız.
Aslında çok muhtaç sevmeye ve sevilmeye. Sevildiğini bilmeye. Sevgiyi katıksız yaşamaya çok muhtaç. Fakat kendine bile itiraf edemiyor bunu. Çünkü ufukta ne gördiüğünü biliyor. Aşkın mavi suları aşıldığında orada kara olduğunu hem de simsiyah bir kara olduğunu biliyor ve ona çarpmamaya çabalıyor. O rengi görmenin doğal bir sonuç olduğunu öğreniyor, kabul ediyor ve yaşamamayı kendine seçiyor. Bunun adına olgunlaşmak, oturmak, öğrenmek, bilgeleşmek diyoruz. Aslını ararsanız kaçıyoruz. Hayat sevince güzel... Ve bizler kaçıyoruz sevmekten. Bırak beni bildiğim gibi seveyimlerle, söz oyunlarıyla kendimizi kandırıyor, dolu dolu sevgilerimizi çeliklerle zırhlıyoruz. Oyun oynamayı bile beceremiyoruz. Bu işin sonunda ne şah olabiliyoruz, ne de mat.
Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr
|
Akademik Kahveci : Ali G. Güven |
KADININ FENDİ...
"Bahçede biraz yürüyelim mi?" dedi kadın.
Daha bardaki o ilk tanışmalarında kadının tehlikeli biri olduğunu anlamış, yine de o bilinmeyen denize yelken açmak istemişti. Bir yazardan birşey okumuştu bir zamanlar;
"Acı yoksa zevk yoktu."
Bu maceraya atılmalı, zevkse zevk, acıysa acı payına ne düşüyorsa almalıydı. Kaybedecek birşeyi de yoktu zaten; ne evliydi ne de sevgilisi vardı. Hayatında birkaç kez aşık olduğunu sanmış, sonra yanıldığı sonucuna varmıştı. Şimdi bir yenisinin tam sırasıydı.
Kadının gizemli halleri onu tasvir etmesini zorlaştırıyor, herşeye karşı ilgisizliği kafasında soru işaretleri oluşturuyordu. Fakat bu kaygılar böylesi çekici bir kadın söz konusu olunca değerini yitiriyor, tüm bunlar içten içe hoşuna bile gidiyordu.
Kadın, başlangıçta onunla hiç ilgilenmedi. Bunu gurur meselesi yapan adam, dönülmez bir yola girmişti artık. Ona hikayeler anlatmaya, iltifatlar etmeye başladı. Tüm becerisini, ne var ne yoksa ortaya döküyordu. Kadının, iltifatlara kayıtsız kalmakla beraber duyulmaya başlayan kahkahalarından, bu uçuk kaçık hikayelerden etkilendiği anlaşılıyordu. Adam bundan cesaret alıp tam coşmaya başlamıştı ki, tüm barı donduran o tok ses duyuldu:
"Senin evde mi, benim evde mi?"
"????????..."
"Sana soruyorum ahmak"
Adam, hayatında hiç bu kadar şaşırmamış, hiçbir şey karşısında bu kadar aciz kalmamıştı. Dili tutuldu, hiçbir şey söyleyemedi. Kadın kahkahalar atarak gözden kayboldu.
Kadın yok oldu olmasına da, zavallı adam çoktan bu hasta ruhlu kadına çarpılmış, onun esiri olmuştu.
Bu olaydan sonra her gece aynı bara gelmeye, saatlerce oturup kadını beklemeye başladı. İki hafta geçmiş, ümitleri giderek tükendiği sıralardı; tam içkisini söylemeye yeltendiği anda barmaid kızın, o ana kadar tınısını farketmediği harikülade sesiyle irkildi:
"Size bir not var efendim".
O an hissettiği duyguyu ömrü boyunca unutmayacaktı. Dünyadaki herşey güzel görünüyor, yaşam anlamlı geliyordu şimdi.
Bu kağıt parçasında bir adres verilmiş, ertesi gün belirtilen saatte orada bulunması isteniyordu kibarca. Bunu bir emir gibi telakki etti. Böyle olmasını daha bir yakıştırıyordu. Oraya bir an evvel gitmek için onulmaz bir istek duyuyor, onu göreceği, tekrar o duyguları tadacağı için şanslı görüyordu kendini.
Hazırlandı uzunca. Verilen adrese ulaştığında, artık son ve cılız ışıkları kalmıştı köpüklü suların üstünde o kızıl ateş yumağının.
Bahçesinde bakımsız çiçeklerin bulunduğu eski bir köşktü burası. Yıllar önce çok ihtişamlı olduğu anlaşılan yapı, şimdi bir harabeden farksızdı. O da insanlar gibi yıllara yenilmişti anlaşılan.
Kapıda orta yaşlı düzgün giyimli bir adam karşıladı onu:
"Demek bizim deli kızın son..."
Burada lafı kesti. Bu, içini sıkmış, huzurunu birden kaçırmıştı. Son neydi kendisi? Son avı, son salağı, son sevgilisi... Tüm iyi niyetini takınsa bile son şık ona çok uzak göründü.
Adam onu, geniş tahta merdivenlerden yukarı kata çıkardı. Şimdi adım attığı geniş salon, denizin ortasındaydı sanki. Birden kız kulesinde olduğu hissine kapıldı. Gerçekten köşkün üç tarafı denize bakıyordu. Girişte bunu anlayamamış olmasından dolayı hafif bir utanç duydu.
"Hoş geldiniz" dedi arkası salonun girişine dönük sallanan koltukta oturan kadın.
"Hoş bulduk" diyerek elindeki gülleri vermek üzere hamle yaptığı sırada, kadın ani bir hareketle adamdan tarafa döndü. Adam bardaki haline benzer bir şaşırmayla allak bullak oldu yine. Barda tanıştığı kadının sesiydi bu, ama kadın aynı kadın değildi. Barda tanıştığı ,sarışın, dalgalı saçlı, yüzünde tek bir kırışık bulunmayan, her türlü erkeği baştan çıkarabilecek fettan bir kadındı Şimdi karşılaştığı ise, koyu siyah saçları arkadan topuz yapılmış, yaşlanmaya yüz tutmuş sıradan biriydi. Bardaki ses cıvıl cıvıl, köşkteki yorgundu. Ama adamda toy biri sayılmazdı. İkisinin aynı kadın olduğunu bakışlarından anlamıştı. Bakışlar asla ve asla değişmezdi çünkü.
Kadın ona oturacağı yeri gösterdi, sonra çay servisi yapıldı. Adam donup kalmış, hiçbirşey konuşamıyor, sadeece kadına bakıyor, öylece duruyordu. Sonunda sessizliği bozan kadının tok sesi oldu:
"Bahçede biraz yürüyelim mi?"
Adamın kafası hiç mi hiç işlemiyordu o an. Kendini tam bir aptal gibi hissediyor, ne olduğunu bir türlü kestiremiyor, rüyada olmadığını anlamak için durmadan orasını burasını sıkıyordu.
İki tarafı bakımsız çiçeklerle çevrili,ıslak çimenlerden denize doğru yürürlerken kadın bu kez acıyan bir ses tonuyla birşeyler anlatmaya başladı. Hikayelerinin tümünü gerçek yaşamdan alan bir yazardan bahsetti. Adam, kadını dinleyemiyor, sadece ve sadece nasıl bir duruma düştüğünü çıkarmaya çalışıyordu.
Denizle karayı ayıran alçak korkuluklara vardıklarında, suda yansıyan aksi gibi beyninin içinde ebediyete kadar yankılanacak o kelimeler çoktan söylenmişti:
"Ben yazarım".
ali.g.güven
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
Şu Garip Güç Kaygımız
Hepimiz birer Robokop'uz aslında. Tamam paltolarımızın altından füzeler çıkmıyor, kollarımızı dirseklerden kırdığımızda ateş edemiyoruz ya da topuklarımızda mahmuz yerine uçmamızı sağlayacak ateşleme sistemleri yok ama yine de hepimiz birer Robokop'uz. Hayatta -ayakta- kalabilmek için verdiğimiz çabalar bize Robokop olma onurunu hak ettiriyor. Dik durmalı, herşeyle baş etmeli, asla yıkılmamalı, ne olursa olsun mutlu görünmeliyiz. Yoksa insanlar mutsuz olduğumuzu, güçsüz olduğumuzu anlayabilirler ki bunu hiç istemeyiz. Sonra çocuklarımız bizi ciddiye almaz, eşimizin/sevgilimizin yanında mahcup oluruz, patronumuz ya da amirimiz daha etkin ve daha yetkin görevler için bizi uygun bulmaz... Hayat tepetaklak olur, neyi nereye koyacağımızı bilemeyiz. Güçlü görünmeli ve Robokop'u oynamaya devam etmeliyiz.
Bir 'erk' savaşına dönüyor zamanla hayatlarımız. İlk çocuklukluğumuzda zayıflığını kabullenmenin keyfini çıkarıyoruz. Sonra yavaş yavaş güç dengeleri şekillenmeye başlıyor. İlk rakibimiz kardeşlerimiz. Benim oyuncaklarım daha çok olmalı, benim elbiselerim daha renkli olmalı, onun kamyonu varsa benimde olmalı diye sıralanıyor. Sonra okul ve arkadaş diye adlandırılan rakipler. Benim notlarım daha yüksek olmalı, öğretmen en çok beni sevmeli. Sonra patronum en çok bana güvenmeli. Tüm işlerimi bir çırpıda bitirmeliyim ki gözüne girebileyim. Sonra ayakta kalmalıyım. İyi bir çalışan, iyi bir arkadaş, iyi bir dost, iyi bir sevgili, iyi bir eş, iyi bir anne/baba olmalıyım. Olmalıyım ki ayakta kalabildiğim belgelensin.
Kadın erkek farketmeksizin bir 'erk'eklik çabası içindeyiz. Durmak, düşünmek, hissetmek ve yıkılmak için zamanımız yok. Zaman su gibi akıyor, yetiştirilmesi gereken zorunluluklar, sorumluluklar var. Tüm bu zorunluluk ve sorumlulukların içinde yalnızlaşmaya başlıyoruz. Bu güç gösterisi öyle bir hal alıyor ki yavaş yavaş tüm hayatımıza yayılıyor, habis bir ur gibi. Güçlendikçe yalnızlaşıyoruz, başkalarına ihtiyacımız kalmıyor (öyle sanıyoruz). Yalnızlaştıkça daha da güçlenmemiz gerekiyor. Ve kısır döngü büyüyerek bir kaos yaratıyor.
Bu yalnızlaşma hep teknolojinin suçuymuş gibi gelir bana. Mekanikleşme insanlığımıza da yansıyor sanki. Programlanmış gibi yaşıyoruz bazan bazı şeyleri. Hayatı kategorize ediyor, her katagoriye karakteristik özellikler tanımlıyor, olayları bu özellikler çerçevesinde analiz edip standardizasyon sağlıyor ve bu standartlar çerçevesinde hareket ediyoruz. Ne kadar eğlenceli bir cümle oldu değil mi? İşte yaşamakta bu kadar eğlenceli. Tanıdıklarımız, bildiklerimiz, sevdiklerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız diye uzayıp giden listeler yapıyoruz. Her biriyle paylaşılacak şeyler farklı, anlatılacak şeyler kesin hatlarla belirlenmiş. Her tepkinin zamanı ve yeri ayarlanmış. Zamanı geldiğinde gerekli duygu ve düşünceleri televizyonu veya bilgisayarı açar gibi power düğmesine basıp aktive ediyoruz. İşi bitince de tekrar basıyoruz power düğmesine. Yanlış yerde yanlış tepkileri verenleri ilk biz kınıyoruz. Ya içimizden ya da yüksek sesle dışımızdan. İnsanlara 'merhaba, nasılsın' yerine 'naber' diyoruz gözlerine bakmadan. Çoğunlukla cevabı beklemiyoruz bile. Çünkü cevap biliniyor zaten:
- İyidir senden naber?
- Noolsun yaa bildiin gibi işte...
Peki teknolojinin suçu ne bunda? Herşey o kadar mekanik ve o kadar sistematik ki, bir zaman sonra benliklerimize de yansıyor bu. Sarıyer'den kalkıp Beykoz'a bir dostu ziyarete gitmek yerine telefon edip hatırını soruyoruz. Bir zaman sonra telefon etmek yerine iş aralarına sıkıştırılmış 3-5 dakikada bir e-mail atıveriyoruz. Zamanla bu maillerde seyrekleşiyor, kısalıyor, nasılsın yerine n'aber demeye başlıyoruz. Bir zaman sonra da gelen resimler, yazılar, powerpoint sunuları 'ilet' ikonu tıklanarak dost diye anılanlara iletiliyor. Ama hiç düşünmüyoruz, bu iletilerle mail-box şişirmek yerine 'merhaba, az önce aklıma düştün, bir hatırını sorayım dedim' diye iki satırcık karalasak bu dost daha mutlu olur mu acaba diye.
Hiç dikkatinizi çekti mi, medeniyetin halay başı olan lisanında dost'a karşılık gelen bir kelime yok. Arkadaş, iyi arkadaş, en iyi arkadaş var ama dost yok. Çünkü onlarda böyle bir kavram yok. Bir dostun omzuna yaslanıp ağlamak yerine psikologlara avuçla para bayılıyorlar. Belki de medeniyetteki ilerleme ile içtenlikteki gerileme eş zamanlı ve doğru orantılı oluyor.
Peki ya naif gülümsemeler, gözgöze gelmeler, tokalaşmalar, çoluk çocuktan haber sormalar nerde? Zamanımız yok onlara, hayat çok hızlı akıyor ve yetişmek zorundayız. Kim zaman kollarında kolçakla çalışan eski memurlar gibi çalışmayı istiyor canım. Size de olur mu hiç bilmem, hani öğle yemeğini klasik müzik çalınan (ama gürültüden duyulmayan), herkesin yemeğini sıraya girip kendi aldığı kalabalık ve boğucu yemekhanelerde yemek yerine 3 katlı sefer tasında evden getirip 'Bizim hanım yaprak sarmış dün, sizde buyrun' denilen öğle yemeklerinden özlüyorum bazan. Yemekten sonra orta kahvenin yanında sigarayı çardakta asma yapraklarının altında tüttürmeyi özlüyorum. Gönül ne mey ister ne meyhane denir ya, hepsi bahane aslında. Orta kahvenin yanında sigarayı sohbete yaren etmek istiyorum, muhabbete değil.
En son ne zaman sahilde bir dostun omzuna yaslanıp ağladınız? Ya da en son ne zaman bir dostun omzuna yaslanıp ağladınız. Çok oldu değil mi. Çünkü zamanımız yok dostlarla bir araya gelmek için. Bir araya gelsek bile çok şey var üzerinde tartışılacak. Hem ağlarsak güçsüz görünebiliriz. Bu erk savaşından başarıyla çıkamadığımız farkedilebilir. Ne büyük bir lüks, insanın yanında güçsüz olabileceği birilerine sahip olması... Utanmadan, gocunmadan, rahatsızlık duymadan yanında güçsüz olabileceği birilerinin olması. Dost'lardan biri 'birilerinin yanında konuşmak zorunda olmamak çok güzel' demişti, hiç unutmam. Yine iki dost arasında geçen bir muhabbeti sonradan duymuştum. Biri diğerine 'bak' diyor hata yapıyorsun. 'Sana hata yaptığını söylüyorum, sen devam ediyorsun. Düşeceksin, biliyorum. Düştüğün zaman seni kaldırmak için yine orada olacağım' diyor. Ne büyük bir lüks, düştüğün zaman 'ben sana söylemiştim' demek yerine elini uzatacak insanlara sahip olmak.
Ne kadar yalnızız değil mi? Bazan bu yalnızlık bizi boğar gibi oluyor. Üzerimizden silindir geçmiş de asfalta karışmışız gibi hissediyoruz. Duvarlar üzerimize üzerimize geliyormuş da, arada ezilmemek için onları tutacak gücümüz gittikçe tükeniyormuş gibi geliyor. Arada bir içimden yanında konuşmak zorunda olmadığım insanları listeledikçe ne kadar şanslı ve ne kadar zengin olduğumu farkediyorum. Şükretmek için ne çok şeyim olduğunu farkediyorum her seferinde. Ne kadar yalnızız biliyor musunuz, yanında güçsüz olmaktan korkmayacağımız insanlarımız ne kadar azsa, işte o kadar yalnızız.
Sevgiyle ve Dostlarla kalın
BeT bet_ayh@mynet.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_87.asp
Devamı var
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.186 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
|
AŞKIN BABİL KULESİ
Sen ey sesine kelebek
Ellerine güz aymazlığı konduran sevgili
Yüzümde kopardığım gülün utanmaz sevinci
Midye kabuğunun içine saklayıp da dinledim
Kırlangıç gagasının oyduğu geceyi
Bir elin elimin içinde sedirlere uzanmışsın
Yalın Akdeniz güneşine serilen çamaşırlar gibi
Hemen yanıbaşımdasın, sobanın alevleriyle incelen
Işığın bir örtüp, bir aydınlattığı yüzünü seviyorum
Üzerinde sabah yıkadığım apak gömleğin
Onca güzel çoraplarını ben giydirdim
Sevgilim, sevgilim, güz esriğim
Apak kar tanelerim benim, can eriğim
Kanadını kutuplara çırptığın onca zaman
Terliklerimi terliklerinin içine koyup bekledim
Ağzımı şu burkulmuş yanından öp
Sonra bir daha, daha da öp
Sev küçük, kırılgan, önemsiz şeylerimi
Öyle ki, gittiğin zaman
Bu unuttuğum bir şey olsun
Sen benim kanayan dişimsin
Uslanmadım, yarayı dilimle deştim
Sesin sesimdir, nefesin nefesim
Özlem SEZER
<#><#><#><#><#><#><#>
SANCISI
GÖZLERİNDE
BİR ÖPÜŞME
sancısı gözlerinde bir öpüşme...
dalgalı su kolay bulur kum kıyılarını
hele ki saçlarını okşamışsam
dalgalar denize dönerken
kumdan bir parçayı da alır götürür beraberinde
suya varmak için güneşin alnında, ayazın kasıklarında
hiç dönüp savrulmaksızın nisan rüzgarında
zamanını bekleyen kum kabuğunu çatlatır
geceye inat daha bir yıldızlı esmerliğin düşer üstüme
kara bir gün gibi açılır gözlerin sevdiğim sevdiğim
neden bilmem, bir sehpanın üstünde
sancısı gözlerinde bir öpüşme
sen pek çabuk geçmiş zaman olmaya meyilli
"yaşadık bitti." demek için kaldırıyorsun şimdi
ânın üstündeki tüm örtüleri, bu ilk
ilk kez ağzının içine bal ve nem katıp öpüyorsun beni
sonra durgun sular takılıyor ayağıma
ansızın suya eğiliyor gözlerin, işte o an düşecek gibiyim
ağzının içindeki yarayı mesken bildim
yüreğindeki kurak çölü serinlemek için geçtim
bir bir okşadım çeperlerinden tüm kum tanelerini
sırf inadımdan mı civanım, bir inattan mı
kollarındaki kum tepelerini öptüm diye de sevdim seni
sen pek çabuk geçmiş zaman olmaya meyilli
daha birini bitirmeden, bir başka yerimden öpüyorsun beni
ben bütün pişmanlarımı sana sakladım
getir ağzının bulutunu çalayım ve nelerini!
Özlem SEZER
|
Galiba sarhoş
Yaşlı ve çirkin bir kadın soluk soluğa karakola gelip şikayetçi olur: -"Adamın biri beni bir saattir izliyor, kendimi buraya zor attım, galiba sarhoştu memur bey", der. Polis kadına tepeden tırnağa şöyle bir bakıp cevaplar: -"Galiba değil, mutlaka sarhoşmuş hanımefendi..."
<#><#><#><#><#><#><#>
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.miniclip.com/crashdown.htm
İşte sizlere eğlencelik bir oyun sayfası daha... İster verdiğim linkten oynayın ister download edip kendi bilgisayarınıza yükleyin hepsi mümkün. Bu arada diğer oyunları da denemeyi ihmal etmeyin. Hepsi birbirinden eğlenceli bu oyunlarla sizlere iyi eğlenceler diliyorum.
http://www.castlemountains.com/flashgreetings/famousmonkeys.swf
İnternet semalarında en çok adı geçen, pardon resmi kullanılan maymunların toplu bir albümünü yayınlamış arkadaşlar. Bence resimlere tek tek ve dikkatlice bakın. Mutlaka bir kaç tanesi tanıdık gelecektir.
http://www.sihirevi.com/index.htm
İllüzyonist Erdem Bulungiray tarafından hazırlanmış olan hoş bir web sayfası. Türkiyedeki imkanları düşündüğümüzde aklıma hep Cem Yılmaz'ın David Coperfield hakkında yaptığı espri gelir. Ünlü sihirbazın havada uçuş gösterisini seyreden iki Türk "abi kesin ip var, yoksa hayatta yapamaz bu gösteriyi" diye konuşurlar. C.Y. "Yok abi aslında bu adam mesih, havada uçuyor ve sadece biletli gösteri yapıyor"
http://www.maximumbilgi.com/saglik/sebzeler.htm
Temel Reis birgün isyan etmiş ve bağırmış, "yeter kardeşim hep ıspanak yenmezki, mide bu... arasıra başka sebzelerde yemek lazım" demiş. Bakalım sebzeler hangi madensel maddeleri, vitaminleri, enzimleri yani hayat için gerekli canlı maddeleri içerirler. Çocukluğumdan beri Temel Reis'e hep acımışımdır. Ünlü olmak uğruna tek yönlü beslenip vücut dengesini bozuyor diye...
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
HotKeycontrol XP v4.0 [908k] W2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=101526
Bilgisayarınızdaki tüm işlemleri, klavyenizdeki tuşlara atayabilmenizi sağlayan universal bir program. Multimedya klavyelerdeki o işe yaramayan tuşları bile kullanmanız mümkün. Yalnız sadece Windows 2000 ve XP de çalışıyor. Mutlaka deneyin hoşunuza gidecek.
|
|
|