|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 246 |
21 Nisan 2003 - Devlet Baba Sen Çok Yaşa! |
İyi haftalar hepimize,
Gelmek bilmeyen bahara hasret geçirdiğimiz haftasonundan sonra hepinize sepet sepet sevgiler diyerek başlayalım söze. İlgisi olanlar biliyordur, bugün vergi barışında son gün. Kimilerine göre haksızlık, kimilerine göre adam kayırmaca, kafa kurtarmaca ama pekçoğumuza göre de devletin en son babalığı olarak nitelendirilen bu affın kapsama alanına girenlerden biri de benim nacizane. O nedenle bu konuda olumsuz yazmak haddime değil. Kallavi bir yekün tutmasa da, epeyce baş ağrıtan bir yükten bu sayede kurtulabilmek pek tabiki hoş. Ayrıca diğer tarafta yükümlülüklerini zamanında yerine getirenlerin keriz(!?) olarak algılanmasına da şiddetle karşıyım. Adalet kavramının pek uğramadığı vergi sistemimizin açıklarını devletin bu yolla kapatmaya çalışması ahlaki olmamakla birlikte kaçınılmaz bir zorunluluktu bana göre.
Son birkaç günümü vergi dairelerinde geçirdim. Görünen o ki, aftan yararlanma peşinde olanların büyük çoğunluğu son 2 senenin mağdurları. Yani kriz ortamının vurdukları. Arada bu işi alışkanlık haline getirenler küçük bir azınlığı oluşturuyorlar kanımca. Geri kalan yemekle vergi arasındaki seçimini zorunlu olarak yemekten yana kullananlar. Yaşananları düşündüğümde, hiçbir mükellefin nasılsa af çıkar diye vergi vermekten kaçacağını sanmıyorum. O yüzden zamanında görevini yerine getirenler gönüllerini ferah tutsunlar. 2 günde bir kapılarına dayanan memurlarla karşılaşmadıkları için şükredip teselli bulsunlar. Rakamlara bakıldığında gerçek açığa çıkıyor zaten. IMF'nin 750 trilyon, hükümetin 2.4 katrilyon olarak öngördüğü gelirin 5 katrilyona tırmanması iyi niyetin bir göstergesi olarak algılanabilir. Bunun yanında vergi dairelerinde gerçekleşen değişim, kanunun uygulanmasındaki basitlik ve memurların insani yaklaşımı bu rakamlara tavan yaptıran unsurlar olarak görülebilir. Mükellefi bir mahkum olarak değil de müşteri olarak kabul ettiğinizde neler olabileceğini rahatlıkla görebiliyorsunuz. Güleryüz, anlayış ve yardım biraraya gelince yılanı bile deliğinden çıkarabiliyorsunuz işte. Darısı tüm devlet dairelerinin başına.
Cuma günü çok dikkat ettiğim halde düştüğüm bir hatadan sonra, internet ortamında ahlaki değerleri sorgulamaya başladım. Kolayca tek tıklamayla birbirimize yolladığımız yazıların arkasındaki emeği istemeyerekte olsa zaman zaman hiçe saydığımız durumlara düşüyoruz. Tabiki esas sorgulanması gerekenler, bu yazıları ilk deformasyona uğratıp piyasaya çıkaranlar, ancak bizlerde dikkatsiz olmakla aynı yanlışa yataklık ediyoruz. Cuma günü "Nazım Hikmet" imzasıyla yayınladığım şiirin asıl sahibi Yalçın Ergir'in başına gelenler, bu ahlaki çıkmazı gözler önüne sermesi açısından çok önemli. Beğendiğiniz bir yazının altından imzasını silmekle, gerçek sahibinin dışında bir başka ustaya hem de deforme ederek yamamak aynı kefeye konmalı. Bu tür durumlara dikkat eden, yayından önce en az birkaç yerden kontrol eden ben bile yanlışa düştükten sonra varın siz hesap edin. Sayın Yalçın Ergir'in hikayesini mutlaka okumalısınız. Çok güzel bir yazısının Can Yücel imzasıyla internette dolaşması, ünlü köşe yazarlarının yazıyı "İnternetten" diye geçiştirmesi, basılan kitaba alınan bir şiirin 2. baskıda yırtılarak kitaptan çıkarılması tam bir trajikomik öykü. Kahve Molası yazılarının çeşitli gruplarda imzasız olarak dolaşmasına da şahit olduktan sonra, bundan böyle daha dikkatli olmak gerektiğine karar verdim. Bana kullanmam için yolladığınız yazıların özgün yada en azından doğru imzalı olmasına dikkat etmenizi sizlerden rica ediyorum. Emeğe saygıda kusur etmemek gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım. Kahve Molası'ndan yaptığımız alıntılarda yazarın ismini kullanmayı sakın ola unutmayalım. Bu arada "Haftalık" dergisinde bir yazımdan alıntıyı ismimle kullanan arkadaşlara da teşekkür ederim. Pek alışık olmadığımız bu durumun diğerlerine de örnek olmasını diliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı |
Teflon tava mucizesi
Bir eve taşınıp tek başına yaşamaya başladığımda daha önce hiç uğraşmadığım bir sürü şeyi kendi başıma yapmak zorunda kaldım. Annemin bana yarattığı cennetten çıkmıştım. Artık yıkanmış ütülenmiş elbiseler dolapta durmuyor, önüme yemekler konmuyordu. Mecburen bu ev işlerini ben yapacaktım. Ara sıra temizlik için annem geliyordu ama (bu nasıl evden ayrılma kardeşim) yemek gibi bir sorunsal vardı.
Bir süre telefonla sipariş getiren yerlerden lahmacun, pide, adana falan gibi şeylerle idare ettim. Bunlardan o kadar çok yiyordum ki çok yakında Urfa 'nın fahri hemşehrisi ilan edileceğimi hissediyordum. "Şehrimizin ekonomisine yaptığı katkılardan dolayı bu altın anahtarı sayın mehmet emin arı'ya en derin..."
Böyle olmayacaktı. Sulu bir yemeğe ekmeği bandırarak yemek benim de hakkımdı. Bu biz Türklerin genlerinde var. Ne yapayım ne edeyim diye düşünürken kendimi yemek yapma işinde buluverdim. İlk denemem makarnaydı. Ben nereden bileyim makarnanın haşlandıktan sonra soğuk sudan geçirileceğini. Tenceredeki bulamaç gibi tuhaf şeyi tabi yiyemedim. Tekrar telefon tekrar "Bahçemiz kebap, iyi akşamlar" sesi.
Bu böyle olmayacaktı. Yemek yapmayı öğrenmeliydim. Peki ama nasıl? Büyük bir hata yapıp, işyerindeki hanımlardan ve kadın arkadaşlarımdan bilgi ve fikir edinmeye kalktım. Aman Allahım nasıl hoşlarına gitti. Bir erkeği bu gibi durumlarda çaresiz görmek onları keyiflendirmişti. Kendilerine ait olduklarını düşündüklerini bir alanda bir erkeğin böyle debelendiğine şahit olmak, neredeyse onlara bir intikam tadı veriyordu. "Ah zavallı" der gibi bakıyorlar, ardından gülümseyip basit yemek tariflerini detaylı olarak anlatıyorlardı. Tabi bu arada "bizimki de acayip beceriksizdir, yumurta kıramaz" gibi ailesel bilgiler ortaya döküldü.
"Bak şimdi, makarnayı iyice haşladıktan sonra..."
"Nasıl bileceğim iyice haşlandığını?"
"kıvama gelince anlarsın"
"ya kızım kıvamını nasıl bileceğim"
"o hemen belli olur. Olmadı tavana atarsın, eğer düşmüyorsa olmuştur"
"tavana mı?"
"evet". Acıyan bir gülümseme.
Tarifler hem çok basit (beceriksizdim ya) hem de çok muğlaktı. Hele o pilav tarifi, aman Allahım. "biraz pirinci alıp azıcık su kat tamam mı?" Not defterine yazdığım tariflerle yaptığım tuhaf şeylerden ortaya bir şey çıkmadı. Bir de mutfak tavanındaki makarnaların oluşturduğu tuhaf fütüristik görüntüler vardı tabi. Ev sahibi ne derdi? Bunlar zaman içinde düşerler miydi? Yoksa tavanda evrimleşebilirler miydi? Evrimleşirlerse neye dönüşürlerdi. Her şey çok gizemliydi.
İşe gidince, "Eeee, verdiğim tarife göre yaptın mı?" diye dalga geçiyorlardı. Bu böyle olmayacaktı. Eziklik ve yetersizlik duygularıyla dolmuştum. Tanrım ne kadar beceriksizdim. Tam bir yenilme psikolojisi içindeyken içimden yükselen bir güç beni yönlendirdi. Ey Emin, öğren! Fonda Rocky filminden eye of tiger şarkısını duyar gibiydim. Hemen gittim kitapçıdan üç dört tane yemek kitabı aldım. Pratik, ekonomik, anlaşılır yemek tarifleri. Emine Beder 'e bir bilge gözüyle bakıyordum. Başındaki türbanla, bir yemek yapma gurusuna benziyordu. İşte aradığım bilgelik!
Neyse elimde yemek kitabı, tarifleri okuyarak ocak başında yemekleri yapmaya başladım. Becerikli bir ahçıdan çok, yaptığı deneyden ne çıkacağını bilemeyen meraklı bir bilim adamı gibi duruyordum. Mutfakta bir "Du bakalım pişince ne çıkacak?" havası vardı.
Verilen tariflere sıkı sıkıya bağlı kaldığım için tuhaf şeyler de olmuyor değildi. Aklıma gelen ilk gelen soğanlardı. "Soğanları pembeleşinceye kadar karıştırarak kavurun" diyordu kitapta. Eh! bende işi kitabına göre yapmak istediğim için yağın içine soğanları koyduktan sonra o büyüleyici pembe rengin soğanlarda kendini göstermesini bekliyordum. Bekle, bekle, bekle... Soğanlar yandı. Pembe beklerken bir siyah çıktı karşıma. Eee? Nerede hata yaptım? Ya ben renk körüydüm ya bu soğanlar asimile olmuştu. Belki de hormonluydular. Bu aralar her şey hormonlu ya. Birkaç deneyden sonra anladım ki yemek kitapları büyük bir yalan söylüyor. soğanlar pembeleşmiyor kardeşim, hafif renk değiştirip şeffaflaşıyor yaaa. Olay bu! O renk pembe değil Emine hanım! Bu tür ayrıntıları kafamdaki hayali veri tabanına işliyordum, olmadı not alıyordum, "soğanlar pembeleşmez!"
Neyse birkaç başarısız denemeden sonra ilk "yenilebilir" yemeğimi gururla, ekmeği bandıra, bandıra yedim. Kendimle gurur duymakta haklıydım. Kazandığım bu başarı ve doymuş midem beni yemek yapma işine sardırdı.
Yemek yapmak zevkli ve bir o kadar da dinlendiriciydi. Soğanları kızgın yağa döktüğünüzde birden ortaya çıkan o "coss" sesi, her şeyi kavurduktan sonra su ekleyince her şeyin bir anda tencerede bilgece bir sakinliğe kavuşması, içeri gidip geldikten sonra olmuş mu diye alınan bir ufak parça ve tabi ki fırının içindeki karanlık dünyadan gelen tuhaf cızırtı seslerini çok seviyorum. Öyle ki ellerimin soğan ya da sarımsak kokması bile hoşuma gidiyor.
Her daim sabırlı olmanız gerekiyor, özellikle fasulyelerde. Akşamdan suya koymadan normal tencerede yaparsanız, Hz. Eyüp sabrına sahip olmanız gerekiyor. Üç saatlik ümitsiz bir denemeden sonra "ya Anne nerede hata yaptım, pişmiyor bunlar" dediğimde acı gerçeği öğrenmiştim, "oğlum geceden suya koyacaksın".
Ahçılık kariyerimdeki bu gelişme çizgisinde ister istemez çeşitli mutfak aletlerini keşfettim ve hemen onları aldım. Çeyiz düzen bir kız hevesiyle teflon tavalar ve düdüklü tencere aldım. Bu ikisi, kesinlikle ateşten sonra bulunmuş en büyük icatlardı. Hele teflon tava! Asla hiçbir şey yapışmıyor, bulaşıkta sorun çıkarmıyor. İlk kullandığımda bir duygu seli beni sardı. Du Pont firmasına mail atıp, böyle harika bir buluştan dolayı onları tebrik ettim. Allah razı olsun sizden!
İster istemez bir kendini aşma çabası doğuyor. Benim için daha sofistike ve zor yemeklere doğru yöneldim. Çeşitli varyasyonlar denemeye başladım, mesela pilavı fırında demlendiriyordum. Sonunda ipi göğüslemiştim işte. Televizyonlardaki ilginç yemek tariflerini not alıyordum, "Ya kardeşim biraz kenara çekilsene, ahçıyı göremiyorum."
Kendime olan güvenim iyice artınca, intikam saati gelmişti. Bana uyduruk basit yemek tarifleri veren çok sevgili hanımlara yemek konusunda ukalalık yapmaya başladım. "Cumartesi günü krem şantili krep yaptım, şeker ağdasıyla. Krepi tavada atıp tutmak çok hoşuma gidiyor. Aaa?! siz kıvamı tutturamıyor musunuz? Ben süt de katıyorum. Tabi ki tereyağı olmadan olmaz, margarin damakta berbat bir tat bırakıyor" deyip gülümsüyordum. Hepsi sustular.
"Bir zamanlar, yemek yapamayan fakir fakat onurlu bir genç vardı, hatırlıyor musunuz?"
Ahçılık deneyimim farkında olmadan günlük yaşamımı bile etkilemişti. En başta konuşurken bazen ister istemez mutfak terimlerini kullanıyordum. Mesela güzel bir kadından bahsederken, "abi çok taze bir şey, al at teflon tavaya hiç yağ koymadan soğanla kızart ye" ya da eski uyuz komşumu anlatırken, "bu salak karıyı geceden suya koysan, ertesi gün akşam düdüklü de üç saat pişirsen de yenmez valla" diyebiliyordum. Haksız mıyım yani? Gitmiş beni site yöneticisine şikayet etmiş...
Bütün bunların arasında en ilginci, bir kadına aşık olduğumu anlamanın en kestirme yolunun, ona hünkar beğendi yapmak olduğunu anlamıştım. Zor ve vakit alan bir yemek. Ancak aşık olunan kadın için yapılabilir. Hünkar beğendi benim için ruhumun turnusol kağıdı gibi bir şey oldu. İnsan belki ıkına sıkına bir şiir yazabilir ama hünkar beğendi yapamaz.
Neyse. Sonunda geldik hayati soruya; "bu akşam ne pişireceğim". İşin en zor kısmı bu soruyu cevaplamak, gerisi kolay.
Mehmet Emin Arı http://www.eminari.com
Yukarı
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Otel Odaları
Merhaba,
Zaman zaman bilmediğiniz bir ülkede, bir otel odasında yalnızlığınızla başbaşa kalırsınız ya. Topu topu 5-10 metrekarelik odaların tüm duvarlarında kendi filmleriniz gösterimdedir.
Oysa, ucuzu, pahalısı, eskisi, yenisi, moderni, klasiği…tüm mobilyalar başkalarının kokusunu anımsatır. Bir otel odasına sığdırdığınız yalnızlığınız, açtığınız pencereden giren hava ile sarhoş olur. Banyodaki beyaz fayanslarda parça parça yüzünüzü unutursunuz. Yol yorgunu bacaklarınız sizden önce isyan ederler ve yüzünüzü su çırpa çırpa yıkamak istersiniz. Üzerinize sinen bir uçak, bir tren, bir otobüs kirliliğinden çok bırakıp gitmenin acısıdır. Gidip dönebilecek olmanın mutluluğu ile aralarsınız koyu perdeleri. Daha ilk günden geri saymaya başlarsınız. Güzel ve güneşli bir tatilde burnunuza deniz kokusu gelmişse aklınız celinmiştir. Ama iş nedeniyle uzak ve soğuk şehirlerdeki karanlık günlere uyandıysanız hep geri dönüşünüz aklınızdadır. Kaldığınız sürece sığındığınız yerle bağlarınızı kırılgan tutarsınız. Tıpkı sizden önceki diğerleri gibi….
Geçenlerde televizyon izlerken gördüğüm en ilginç kolleksiyonlardan biri, gittiği her otelden aldığı (aşırdığı,istediği, geri vermeyi unuttuğu….) oda anahtarları kolleksiyonu idi. Kimin aklına gelir? Kaldığımız otellerden genelde daha sonra işimize yarayacak şeyleri hatıra olarak almak isteriz… Ben de bizim kullanımımıza sunulan küçük şampuanların, sabunların, kalemlerin toplayıcısıyımdır…
Bunun iki nedeni vardır. Biri bu küçük temizlik ürünlerinin kolay taşınır olması. Bir diğeri ise hatırlamak. İşte hep bu hatırlamak duygusunu ikincil görürüm. Ama nedense kaldığım tüm otel odalarında ben de kendi filmini izleyenlerdenimdir.
Bazen kendi içinizle hesaplaşmanız ve kendinizi dinlemenizin en uygun yeridir. En sessiz ve en size dönüşen mekanlardır. Üzerine sinen tüm başka kokulara rağmen hemen sizin olur. Yolculuklar ve otel odalarında yazılan tüm şiirler ve öyküler hep peşinden koştuğunuz ilham perisinin bir lütfudur. Tıpkı küçük şehirlere anlam yükleyen saat kuleleri gibi hatırlatıcı olur odanızdan şehre açılan manzara. Yazabilmek için anımsamaya ihtiyacı olanlardansanız.
Nevresimlerin, battaniyelerin ve havluların yeni yıkanmış kokusu sizin kokunuza dönüştüğü zaman gitme vakti gelmiştir. Duvarlara eklenen silik yüzlere karışan suratınızı göremeden, elinde bavulunuzla terk ederken bu küçük sır odalarınızı yine yollardasınızdır.
Tek fark, kendi iç denizlerinde yolculuk yaşayanların sığındığı uzun süreli konaklamaların yorgunu değilsinizdir. Otel odalarında yaşamlarını arayanlardan olmayanların konuk defterindeki adı bellidir. Yolcu…Oysa yoksul otel odalarında son nefeslerini veren, unutulan yüzlerin adları o defterlerden hiç silinmez…Gitseler bile bir başka unutulmuş daimi yolcuyu gönderirler iç sessizliklerinin mekanına….
Yollarda olanlara ve yola çıkacaklara, aslında bir şekilde yolu otel odalarına düşenlere;
Aslında oradaki boş çekmecelerde kendiniz saklısınızdır.
SunA.K. Mougins 05.03.2003
skelesoglu@eudoramail.com
Yukarı
|
Düşleri yeşertmek !
Çok genç bir dostumun “Artık düş bile kuramıyorum” diyen sesindeki çaresizlik üstüme bir karabasan gibi çöküyor. Onu rahatlatacak bir şeyler söylemeye çalışıyorum. “Bu günler geçici” demek istiyorum. “Güzel günler bekliyor sizi ilerde. Hele bak göreceksin, biraz zaman tanı kendine, yeniden düş kuracaksın”demek istiyorum. Ona umut dolu bir soluk vermek isterken, boğazımdan kendime bile yetmeyen cılız bir nefes çıkıyor.
Son birkaç yıldır çevremizdeki çember giderek daralıyor. Ekonomik kriz artık ölüm-kalım savaşına dönüştü. Gelecekten beklentisi olmadan, yalnızca bu günü kurtarmaya yönelik, köleler gibi çalışmaktan başka hiçbir seçeneği olmayan gencecik insanlar, düş bile kuramıyorsa nasıl soluklanacaklar ?
Düş kurabilmek, hayalcilik ya da gerçeklerden kaçmak değildir.Bir anlamda geleceğe yönelmektir. Beklentidir. Yaşamımızdan eksilenlerin yerine bir şeyler koymayı düşünmektir.. Bir anlamda umudu kaybetmemektir düş kurmak..
Yaşama güvensizlik, bu günü bile aramaktan korkmak, yalnızca günü yaşama adına canhıraş bir güçle çalışmak! Düzenimizi koruma adına verdiğimiz ödünlerden boğazımız daralıp, kişiliğimizi korumak bile bunca zorlaşırken, yeniden düş kurmanın yolunu nasıl bulabileceğiz?
Düşünüyorum o günden bu yana... Çıkar yolu nedir bu yeni düzende yaşamayı öğrenmenin? Belki düşleri daha daraltmak, belki gerçekleri yadsımadan yaşamayı öğrenmek... Her değişen koşulda dengelerimizi yenilemek zorundayız. Bunu yapamadığımızda, kendimize olan sevgi ve saygımızı da yok edebiliriz. Gerekli önlemleri alamazsak bu günü yaşama adına vermek zorunda olduğumuz ödünler boğazımıza ilmik olacak ve giderek soluğumuzu kesen bir düğüme dönüşecektir. Özümüzü koruma ve kollama adına küçük mutlulukları yakalayarak biraz dinginleşir miyiz?
Yol kıyısındaki bahar dallarının kokusunu içimize çekmek, evimizin girişindeki ortancanın yeni açan yaprağını okşamak, gece yatağımızda rüzgarın uğultusundaki ezgiyi ninni gibi dinlemek, içinde bulunduğumuz kısır döngünün dışında bir yaşamın var olduğunu duyumsatabilir mi bize ?
Doğanın tüm zorlayıcı koşullara karşı direnerek yenilendiğini gördüğümüzde, yaşamdaki zorlukların bir şekilde yaşanması gerçeğiyle yüzleşmek kolaylaşabilir. Korkmadan ve tüm gücümüzle kötü koşulları göğüsleyebildiğimizde, gücümüzün kaynağının sınırsız olduğunu görebiliriz.
Yaşamı sürdürme adına göstereceğimiz çabalar umudu yakaladığında, göreceğiz ki düşlerimiz yeniden yeşerecek...
Tunca Tünay 13.04.2003
ttunay@superonline.com
Yukarı
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu |
Patoloji Bahçesi
Bu kelimenin anlamını öğrendiğimde, aslında daha önceden bildiğim, yaşadığım birşeyi yeniden farketmiş gibi oldum, de ja vu gibi falandı, tanıdık bişi.
Yaşananların veya yaşanamayanların, kendi içimizde oluşturduğumuz takıntılar ile birleşince, nasıl zamanla bizi birer patolojik vaka haline dönüştürebileceğini düşünmeye başlamıştım. Önce kendime daha sonra da çevremdekilere başka gözle bakar oldum. Ailemi, geçmiş ilişkilerimi, geçmiş evliliğimi, yaptıklarımı, yapmadıklarımı, yapamadıklarımı, 'delirmeden' sorgulayabilirsem, şu anda ve gelecekte, bana engel çıkartabilecek bu patolojilerden kurtulabilirdim. Bu uzun süreçte farkettim ki, kendimi 'Daha Düzgün' bir insan yaparken, aynı zamanda çevremdekileri de daha rahat tanıyabiliyordum.
Herkes kendi içinde bu 'Patoloji' tohumlarını ekiyor bir şekilde sonra da başlıyor onu büyütüp, beslemeye. Sanırım, bazılarında bu tohumlar ekili olarak geliyorlar dünyaya, maça 1-0 yenik başmak gibi.
Kimisi çok sinirlidir burnundan kıl aldırmaz, prensip sahibidir, kimisi mutfağına başkasını sokmaz, bazıları oral seks sevmez, bazısı çiğ köfte yapar ama leğen taşımaz, şapkasız çıkmaz, elini tutmaz, dudaktan öpmez, şişman erkeklerden hoşlanmaz vs. vs., öylesine çok ki…
Ama bu kişiler bunların çoğunun birer patoloji olduğunu bilmez, bilmek de işine gelmez, görmezlikten gelir. Eeee ne olacak, sonunda değişen bir şey yok ki. 'Gitmesen de, görmesen de o köy bizim köyümüzdür' gibi, onlari yok sayamazsın, onlar oradadır.
Ama öyle bir gün gelir ki, o tohum halinde ki patolojinizin, filizlenip, köklendiğini, bir süre sonra o beslendiği toprakla yetinmeyip, o toprakların hakimi olduğunu ve daha da kötüsü o topraklarda başka tohumların yetişmesine izin vermediğini farkedebilirsiniz. Göznuru, el emeği ile dikip büyüttüğünüz bütün değerlerinizin önüne geçebilir, sizi yanlış yönlendirebilir.
Bu 'Ayrık Otlarını', daha filizlenmeden temizlemek en kolayı ama eminim bir çoğu, bunları ağaç olmadan farkedemiyor, sanıyor ki onlar da diğerleri gibi bahçede büyüyen filizlerden biri. Ne zaman ki 'O', büyüyor, semiriyor, 'Gerçek olan sizi', hem kendinizden hem de çevrenizdekilerden saklayıp, size zarar vermeye başlıyor, işte o zaman 'Hesaplaşma Zamanı'.
Alacaksın eline baltayı dalacaksın bahçeye. Çünkü sen onun dibini kurutmazsan, o seni yok edecek.
İlk darbe de, canın öyle bir yanacak ki, yüzün gerilecek acıdan, ben ne yapıyorum diyeceksin, elin geri gidecek. Kestiğin şey senin bir parçan, nasıl acımaz ki. Ama artık duramazsın, ilk kanı akıttın artık, acıya acıya, onu kopartacaksın, vuracaksın dibine, daha hızlı, daha sert,,, İşte sallanıyor, devrilmek üzere, her yerin kan içinde kalacak, ama artık acıyı duymayacaksın ve sonunda düşecek yere, artık kalkmamacasına…
Ohhh…
Ona baktığında duyduğun eksikliğin, aslında yıllardır üzerinde taşıdığın bir fazlalık olduğunu farkedeceksin.
Gelin, bu bahar değişik bir temizlik yapalim, patoloji bahçemizdeki zararli otlardan kurtulalım.
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@usa.net
Yukarı
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_94.asp
Devamı var
Yukarı
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.217 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
BASİT YAŞAMAK
Basit yaşayacaksın.
Mesela susayınca su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
sevince lafı dolandırmadan söylediğin
“seni seviyorum” gibi.
Basit bir öpücük yetecek sana;
basit sıcak bir öpücük
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.
Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.
El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak
en değerli kağıdın;
hep yanında taşıdığın,
atmaya kıyamadığın.
İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman
ve yola çıkman arasında geçen süre;
kısacık olacak
sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.
Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.
Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz aşk romanını.
Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.
Bir kaşarlı tost olacak aradığın
nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.
İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.
Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir
“fa diyez”in mutluluğunu.
Makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün
“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde
ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir “istemiyorum” diyebilmeye.
Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.
Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.
Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi
basit...
Yalçın ERGİR www.ergir.com
Editörden Not: Cuma günü Kahve Molası'nda yayınlanan şiirin altına internetteki bir düzenbazlığa kurban gidilerek "Nazım Hikmet" imzası atılmıştır. Bu yanlışlık için Sayın Yalçın Ergir'den özür diliyor, aslını yeniden okumanız için yayınlıyorum.
Yukarı
|
Gereksiz Bilgiler : Invented by Bahçıgöz |
- Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu?
- Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından birini kırabileceğini?
- Hapşırmayı engellemeye çalışırsan,başındaki veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini?
- Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini?
- Domuzların vucut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını?
- Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla konuşmadığını?
- Farelerin ve atların kusamadıklarını?
- 1 saat süreyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını?
- Çakmağın kibritten önce bulunduğunu?
- Ördeğin vakvaklamasının yankı yaratmadığını ve bunu kimsenin açıklayamadığını?
- Dünyadaki fotokopi makinelerinde meydana gelen arızalarin %23 ünün, makinenin üstüne oturup kendi popolarının fotokopisini çekmek isteyen insanlar sayesinde meydana geldiğini?
- Yaşamın boyunca uyku sırasında yaklaşık 70 böcek ve 10 örümcek yiyeceğini?
(Mmmmh!!:)
- İdrarın zifiri karanlıkta parladığını?
- Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için benzersiz olduğunu?
- Bu yazıyı okuyan insanların %75 inden fazlasının, dirseklerini yalamaya çalışacaklarını : )
Biliyor muydunuz??
aaltan@superonline.com
Yukarı
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun MUZLU PARFE |
|
4 adet orta boy muz
2 yumurta
2 yemek kaşığı toz şeker
1 su bardağı toz hindistancevizi
2 yemek kaşığı kayısı reçeli
Öncelikle fırınınızı 180 dereceye ayarlamanız gerekiyor.
Yumurtaları ve şekeri krema haline gelene kadar mikserle çırpın. Hindistancevizini ve reçeli de ekleyin ve iyice karıştırın.
Muzları soyun, dilimleyerek fırın kabının zeminine yerleştirin. (Benim önerim servis yapacağınız ayrı ayrı kaplar olacak ama yoksa tek bir fırın kabı da olur.)
Hazırladığınız karışımı muz dilimlerinin üzerine dökün. Bunu yaparken biraz acele edin ki muzlar kararmasın.
25 dakika sonra parfeniz hazırdır. Sıcak servis yapın. Beklemeyin.
Afiyet olsun...
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
Yukarı
TV'DEN SEÇMELER
"Sen kalk 21 sorudan iki tane yanlış bileme!.." = Ece Erken
"Şimdi de yeni video klip çalışmasıyla Aşık Veysel ve Dostlar Beni
Hatırlasın.." = Flash TV'de bir VJ (Programın adı KAHVE MOLASI:-))
"Tangoya başlarken kadınlar sağ ön, erkekler sol arka ayaklarıyla
başlar..."= İpek Tuzcuoğlu
''Siz ben olmuşum, ben siz olmuşsunuz..." = Esra Ceyhan (Huysuz Virjin'e
rüyasını anlatıyor)
"Lütfen sessiz olun, hiçbir sey anlaşamıyoruz..." = Reha Muhtar (Ateş
Hattı)
"Evet sevgili seyirciler, ikinci tura başlamadan önce birinci tura
başlıyoruz..." = Ece Erken
"Powell'ın ziyareti daha önce yapılsaydı daha iyi olurdu, ancak bu ziyaret
tam zamanında yapılmıştır..." = Abdullah Gül
<#><#><#><#><#><#><#>
Sizi gidi Paskalya kurabiyeleri siz!!!
Yukarı
|
Birlikte Oynayalım : Presented by Enishte |
Sevgili Dostlar,
Soru 2 : ŞARAP'dan KADEH'e gidelim mi ? Süremiz Çarşamba akşamı sona eriyor.
ŞARAP - ..1.. - ..2.. - ..3.. - ..4.. - ..5.. - ..6.. - KADEH
Sevgilerimle,
asesen@turk.net
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.geocities.com/d5mcsg/dedekorkut/dosyalar/
...Dede Korkut’un ortaya çıkışıyla on iki hikaye birbirine bağlanır. Bügün elimizdeki iki nüshanın Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemlerde yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nüshalardan biri tamdır ve Almanya Dresten Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Altı hikayenin bulunduğu eksik bir nüsha ise Vatikan’dadır... Dedem Korkut boy boyladı, soy soyladı diye başlar bazıları...
http://looneytunes.warnerbros.com/web/games/home.jsp
İşte sizlere "warner bros" film şirketi tarafından hazırlanmış olan looney tunes, çizgi film kahramanlarının eğlencelik oyunlar serisi. Özellikle bu serinin çizgi filmlerini seyreden okuyuculara ısrarla tavsiye olunur.
http://www.siirdefteri.com/SiirGoster.asp?SiirNo=522&Sair=29
...pencereden giren mehtap, bu evde hırsız var, mehtapta, pencerede oturmuş, beni görüyorum. kapıyı çalsam, içerden ben çıkacağım, içerden çıkacak beni, ne kadar görmek istiyorum. penceredeki beni uyandırmalıyım, içerde hırsız var, içerdeki hırsızın, ben olacağımdan korkuyurum... Asaf Halet Çelebi. Şiir tadında yaşamlar.
http://www.tv4.se/lattjo/kojan/bilbanan.asp
Hani evimizde oynayacak şekilde dizayn edilmiş otomobil yarış setleri vardır. yolları ve diğer parçaları tek tek kurup, arabalarıda eklediğinizde mükemmel bir yarış pisti ile karşılaşırsınız. Yarışırken kola biraz fazla bastırırsanız aracınızın yoldan çıkma riski vardır herzaman. Özellikle virajlara girerken daha da dikkatli olmanız gerekebilir. Hadi bakalım sanal ortamda aynı zevki tadabilecekmisiniz..?
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Image Analyzer v1.13 [534k] W9x/2k/XP FREE
http://meesoft.logicnet.dk/Analyzer/Analyzer.zip
Minik ama oldukça yetenekli bir resim editör programı. Hemen her çeşit resim dosyasını açıp edit edebiliyorsunuz. Birbiri arasında değişim yapabiliyor, birçok efekt uygulayabiliyorsunuz. Herkes için bir kenarda bulunması gereken yararlı bir program. Mutlaka deneyin.
Yukarı
|
|
|