|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 249 |
25 Nisan 2003 - Gümbür gümbür geliyorum diyor... |
Merhabalar,
MGK toplantısı arefesinde tepemizde fırtınalar kopuyor. İçimiz dışımız sorunla tıkabasa dolmuşken, birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda gümbür gümbür geliveren fırtınanın ne zaman ve nasıl dineceğini Allah bilir. Fırlatılan Anayasanın yarattığı kaosun şaşkınlığını henüz atlatamamışken yeni bir karabasan yaşayıp yaşamıyacağımız tam bir soru işareti. Genelge krizi ile başlayıp 23 Nisan resepsiyonunda doruğa çıkan bu fırtınanın aktörleri geride kalan milyonları umursamaz bir tavır içindeler. Kimilerimizin yeterince önemsemediği bir ilk yaşadık 23 Nisan'da farkında mısınız? Cumhuriyet tarihinde ilk kez, bir resmi bayramda Meclis Başkanının verdiği resepsiyon devletin en üst organı tarafından protesto edildi. Ha önüne Anayasa atılmış ha davetine icabet edilmemiş. Hesapta, hesabı ödeyecek olanlarda aynı, yani hesap aynı hesap. Yangına körükle gitmeyi sürdürdüğünüz sürece sonunda hesabı eline tutturacağınız kimse de kalmayacak bilesiniz. Balyozun acısını kazığın başından sormalı beyler. Sorduğunuzda da alacağınız cevabı iyi tahmin etmelisiniz. Siz uzlaşmadıkça, aklınızı başınıza devşirmedikçe bizlere rahat huzur haram görmüyor musunuz?
Söylenecek laf bitmedi ama kendime ayırdığım yer maalesef bitti. Artık sonra devam ederiz. Şimdi sizi gene biribirinden güzel yazı ve köşelerle başbaşa bırakıp huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hepinize mutlu, güneşli, umutlu bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Merhaba Sevgili Dostlar,
Sonunda güneşli bahar günleri geldi... Ben kendi adıma, baharı keyifle karşıladığımı belirtmeliyim. Çok sevdiğim bir arkadaşımın daveti üzerine Büyükada'da çok güzel bir gün geçirdim. Dolayısıyla bu hafta size farklı bir 'krema' tattırarak başlayacağım.
Bostancı'dan bir bilet alıp, yaklaşık yarım saat sonra Büyükada'da yeni bir güne yine kendi şehrinizde 'turistik' bir güne başlamanızı öneriyorum. Çam kokuları, faytonlar ve mimozalar sizi kentin stresinden uzaklaştırabilir. Sahildeki Kalamar restaurant'ta balık çorbası içmenizi ve Aya Yorgi'de gün batımını izlemenizi tavsiye ediyorum.
Bildiğiniz üzere festival devam ediyor. Dün Ömer Kavur'un ,'Karşılaşma' isimli yeni filmini izledim. Vizyona girdiğinde herkesin izlemesini öneriyorum. Başrollerini, Uğur Polat, Çetin Tekindor, Aytaç Arman, Lale Mansur ve İsmail Hacıoğlu paylaşıyorlar. Burada belirtmem gereken bir durum daha var ki, İsmail Hacıoğlu 17-18 yaşlarında genç bir oyuncu ve çok başarılı bir performans sergiliyor. Bunun da ötesinde yapımcılığını yaptığım 'hiçbiryerde' de küçük bir rolü vardı. Bizim ekip O'nu Kartal'da bir tiyatro topluluğundayken keşfetti. Hatırladığım onunla sevgili Zuhal Olcay'ın sahnesi çekilirken, tek provadan sonra ilk performans'ta istenileni vermiş olmasıydı. Hatta Zuhal'in , 'gel seni bir öpeyim , helal olsun' dediğini hatırlıyorum. Ardından da çocuğun , gerçekten yetenekli olduğunu konuştuğumuzu... 'Karşılaşma'daki performansı gerçekten mükemmel, diğer oyuncular gibi... Sevgili Uğur Polat , her zaman olduğu gibi çok güzel bir oyunculuk sergilemiş... Son derece etkileyici, dingin, bizi o karakterle hiçbir açmaz bırakmadan, samimi ve sahici bir şekilde buluşturuyor.
25.Nisan.2003 Cuma gününden itibaren, Avrupa'nın en önemli güncel müzelerinden biri olan Moderna Museet ile Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ile ortaklaşa gerçekleştirdikleri Hito Steyer'in /Berlin/Almanya) video çalışmaları izlenebilir. Salı, Çarşamba, Perşembe 13.00-20.00, Cuma ve Cumartesi günleri 13.00-22.00 saatleri arasında izlenebilir.
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi : 0 212 293 2361
Bu hafta önereceğim, iki kitap var...Bir tanesi, otobiyografik 'Şirin' , Şirin Devrim'in özyaşam öyküsü... Filmlerdeki kadar zengin ve ilginç bir yaşam öyküsü... Diğeri ise Engin Geçtan'ın, 'Hayat' isimli kitabı... Okurken hayatınıza ayna tutacak bir eser...
Yine sinema ile ilgili bir 'gurur'dan sözederek bu haftaki kremaları bitirmek istiyorum. Çok uzun yıllardır ilk kez yakında yapılacak olan Cannes Film Festivali'ne, Türkiye'den bir film seçildi. Dünyanın her yerinden başvuran binlerce film arasından seçilen 20 filmin arasında yer alabilen bir film. Nuri Bilge Ceylan'ın bol ödüllü filmi 'Uzak'... Sinema bir ülkenin önemli kartvizitlerinden biridir. Bu durum aslında, gazetelerde manşetten girecek kadar önemli bir olaydır. Gerçek bir başarıdır. Umarım bu durum sıradanlaştırılmadan hakettiği değeri bulur.Filmin kendisi ve yönetmeni bu ülke için gerçek birer 'değer'dir. Mayıs ortası başlayacak festivaldeki haberleri, sizlerle, sevgili editör'ün de izniyle günbegün paylaşacağım...
Herkesin, güneşli baharın, yaşadığı şehrin ve yaşamın tadını çıkarmasını diliyorum.
Zeynep ÖzbaturYukarı
|
Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer |
Kılıbık olmak
Merhaba sevgili dostlar,
Kılıbık ne demek hepiniz biliyorsunuz, kılıbık olmayan erkek yoktur, onu da biliyorsunuz, sadece kılıbıklığın dereceleri vardır, az kılıbık, orta kılıbık, çok kılıbık gibi. Türk kahvesi gibi yani, fakat kahveden farklı olarak bunun sadesi yoktur. Şimdi, eminim bir kaç kişi "ne demek canım, ben kılıbık değilim" diye söylenmeye başlamıştır. Aman sessiz söylenin, yenge falan duyar, başınız ağrır sonra.
Bizim memlekette erkek taifesi arasında delikanlı gibi "ben kılıbığım arkadaş" diyeni, hiç görülmemiştir ama hanım korkusundan uçarak eve gideni çok görülmüştür. Erkek kısmı bir araya gelince, hele bir de beraber bir, iki tek içki içmek, ne bileyim bir, iki el kağıt oynamak gibi faaliyetlerde bulununca hemen birbirlerini kılıbık olmakla suçlamaya başlarlar. Bu gibi durumlarda işin püf noktası birileri sana söylemeden karşındakine "oğlum sen nasıl oldu da gelebildin, yengeden dayak yersin sonra" gibisinden sözlerle sataşmaktır. Karşıdaki de cevaben benzeri şeyler söyleyecektir ama olsun önce siz söylemiş olun. Daha sonra bu konu sık, sık gündeme gelecek ve sataşmalar sürecektir ama muhabbetin sonuna doğru herkes "nasıl etsem de sıvışsam" diye plan yapmaya başlayacaktır. Bu gibi toplantılardan en erken ayrılan bu suçlamadan bir türlü kurtulamaz, adam kalp krizi geçirip hastaneye gitmek zorunda kalsa bile arkasından "karı korkusundan gitti adam" diye konuşulur.
Bu niye böyledir bilmem, en maço görünen, hatta tarzı, tavrı bile böyle olan adamlar bile yeri gelince karısından korkar. Bizim rahmetli peder de öyleydi. Normalde barut gibi bir adamdı, yanına yaklaşılmazdı, hele ters zamanında kapsama alanından bile geçilmezdi. Fakat ben bilirim ki annemin ona laf söylemesinden çekinirdi, ara sıra bana da "ananı kızdırmayalım oğlum şimdi" derdi. Onlar da kendi arkadaşlarıyla bir araya gelince aynı muhabbeti yaparlardı. Hele, hele dayım, amcam ve babam bir araya gelince birbirlerini kızdırmalarının tadına doyum olmazdı. Arada akrabalık da olduğu için birbirlerinin eşlerinin huylarını, geçmişteki olayları gayet iyi bilirler, sürekli birbirlerinin damarına basarlardı. Dünya delisi dayım bile hala evden habersiz en fazla üç gün kaybolabiliyor, eninde sonunda "yengen merak eder" diye geri dönüyor. Bu da böyle bir kılıbıklık işte.
Kılıbıklığın dereceleri var demiştim ya, bizim komşu Hayrunisa hanımın kocasına ben derece bulamıyorum. Adamın yanında karısının ismini söylesen adam ağlamaklı bir suratla ayağa fırlıyor. Adamcağız zaten karısının yanında ağzını hiç açamıyor, ondan ayrı olduğu zamanlar da bile "aleyhime delil olur" korkusuyla fazla konuşamıyor. Hayrunisa hanım ise ara sıra Necla'ya "bakmayın öyle göründüğüne bizim bey evde çok serttir" falan diyormuş. Allah, allah bu adam sertse sakin, sessiz adam nasıl bir şey ben bilmiyorum. Dünyada kılıbıklık yarışması diye bir şey varsa bu adam memleketimize bir kaç dalda madalya toplar gelir, öyle istidatlı yani. Artık tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali yuvarlanıp gidiyorlar işte.
Bu konuda aklıma gelen bir fıkrayı da size anlatıvereyim. Hikaye bu ya, orman birahanesinde Aslan ve Boğa oturmuşlar kafa çekiyorlar. Aslan ikide bir saatine bakıp "geç oldu, gideyim artık, hanım merak eder" diyormuş. Boğa da "otur yahu iki dakika daha, amma kılıbık adamsın" diye dalga geçiyormuş. Aslan sonunda ayağa kalkmış, kararlı bir şekilde "ben artık gidiyorum" demiş. Boğa fırsatı kaçırmamış, gülerek "yahu ne kılıbık adammışsın sen ya, baksana bana hiç karıdan korkuyor muyum" demiş. Aslan Boğa'ya "bana bak" demiş "beni evde dişi aslan bekliyor, seninki gibi inek değil".
Bu konuda benim durumumu sorarsanız sert, maço bir erkek olduğumu hepiniz bilirsiniz ama hani evde hır çıkmasın diye pek sesimi çıkarmıyorum. Bu yazıyı da Necla'ya bir okutup ondan sonra göndereceğim, hani maksat evde hır çıkmasın, yoksa beni bilirsiniz yani.
Kalın sağlıcakla. (kalsınlar di mi Necla'cım)
Hüsamettin Gezer husam@polygon.com.tr
Yukarı
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Küçük Yazlık Şehirler
Merhaba,
Baharın gelişi ile beraber kendimi sokaklara attım. Nicedir özlediğim şehirlerine gittim buraların.
Kış boyunca içine kapalı ve sessiz haliyle sakin bir deniz kenarı kasabası iken, yazın gelmesiyle beraber bir gonca gül gibi açıp kalabalıklaşmaya başlar Antibes. Yaz ortalarına doğru sıcakla beraber insan sayısı arttıkça sıradan tatil kentlerine benzer.
Ama ben onun en çok bu kıştan yeni çıkan halini severim. Eski şehrin kalabalıklaşan daracık sokaklarında dolaşmaya bayılırım. Rengarenk panjurlar sonuna kadar açılır ve tüm balkonlar, pencereler çiçek bahçelerine dönüşmeye başlar. Yola bakan kafelerde gürültülü turist kalabalıkları, caddelerde çiçek desenli giysiler...
Bir şehrin uyanışı. Bu kentin soğuk günlerdeki acısı gözyaşlarına dönüşmüştür ve denizi kabartmıştır. Ve artık bu gözyaşlarının kuruması gereklidir.
Bir yerlerde hep böylesi küçük yazlık kentler bırakmışızdır arkamızda. Deniz kıyılarının kendi halinde kentleri... Akdeniz'de, Ege'de, Marmara'da, Karadeniz'de fark etmez. Bir yerlerde böylesi gelinciklere benzeyen kentler vardır. Kısa ömürlü canlılıklarına biz de karışmışızdır. Ve denize düşen güneş batımlarında ilk yaz aşklarımızın kalp çarpıntıları. Çıplak ayakla dolaşılası sokakları vardır, arnavut kaldırımlı lavanta kokulu daracık sokakları.
Yazı büyük kalabalıkla karşılasalar da, kışa hep yalnız girerler. Sadece orada yaşayanların nefesleri ile soğuk, en çok da ıssız geçer kışları. Tatil dışı sezonlarda oraya yolu düşenlere yüreklerini açarlar oralılar. Yerliler, yabancılar, tatilciler, sezoncular, yazlıkçılar gibi terimlerle birbirlerini ayırt ederler.
Büyük şehirler bizi boğmaya başladıkça hep kaçacak böyle bir yerler ararız. Kendi halinde, dingin, sessiz ve denize kıyısı olan şehirlerde balık tuttururuz hayallerimize. O kentin yerlisi olma duygusunu bilmeyiz hiç. Oralarda doğanlar da oraya huzur aramaya gelmeyi bilmezler.
Atamadığınız bir otobüs biletinde ismi yazan bir şehir hala aklınızdaysa, oraya bir kere daha gidin. Hem de öyle yazı falan beklemeden, oranın asıl kimliğini keşfetmek için hiç kimsenin yolunun düşmediği zamanları seçin.
İşte böylesi huzurlu bir gülümseme yüzümde yürüyorum Antibes'de. Tüm zamanlarını kalbime kazıdım ya, içim rahat. Tüm mevsimleri yaşadığım küçük şehirler defterinde adı hep olacak. Şimdi onu kalabalığı ile paylaşmayı öğrenmeliyim. Şimdi çok kalabalık. Şimdi benden çok uzaklaşıyor...Ama kimbilir bu hali ile kaç kişiyi mutlu ediyor.
Ben de bu kalabalıkla beraber yepyeni bir yüzünü keşfediyorum onun. Çünkü her sene yepyeni insanlarla sokak aralarına yeni hikayeler katıyor.
Bu güzel bahar günü, güneşi arkama alıp oturmalıyım bir kafede ve çok iyi tanıdığım bu şehirde kendimi turist gibi hissetmeliyim. Bu güzel havada burada kalıcı olmak ve yapılacak işlerin listesini çıkarmaktan daha keyifli olsa gerek. Bir güneş selamına turist olmalı. Yazın bitimiyle insanlar gidecek ve şehir kendi kendine kalacak. Ve sonbaharda yağmur yağan sokaklarında bir kimsesiz kediler, bir de benim gibi ne zaman olursa olsun bu kenti sevenler kalacak.
SunA.K. Mougins 19.04.2003
skelesoglu@eudoramail.com
Yukarı
|
Çılgın Kahveci : Canan Şenol |
Adı Büşra
Onu klinikte yakından gördüğümde midemin derinden burkulduğunu hissettim. Gözlerim açıldı, ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemedim. İçimden; "Hayır olamaz !" demek geldi, zor tuttum kendimi, kaşlarım çatıldı. Bildiğim tek şey midemin ağrıdığıydı. 5 - 6 yaşlarında kadardı. Sağ kolu eski bir tülbent parçasıyla boynuna asılmıştı. Sağ elin üzerinde şişlik vardı. Ufaktı, minyon tipli, bakımlı olsa güzel sayılabilecek bir kız çocuğu. Masmavi gözlerinde hüzün vardı, korku vardı. Kirliydi, elleri ayakları pisti, saçları bir arkadaşımın yöresel tabiriyle gıjikli gıjikli idi, alelade kesilmişti, giysileri kirli ve özensizdi. Yıkanmaktan ağarmış iki beden büyük tişört içinde çelimsizdi. Ayaklarına büyük gelen pembe terlikleri kirini tamamen ortaya çıkarıyordu. Yanında oturan babası arada sırada elinin nasıl olduğunu soruyordu. Baba uzun boylu, saç baş karışık yapıda birisiydi. Gördüğüm yoksulluk değildi. Kirdi, bakımsızlıktı, vurdumduymazlıktı. O anda aklımdan şu düşünceler geçti :
"Bir kız çocuğu böylesi bir görüntüyü haketmek için ne yapar ?"
"Bir kız çocuğu nasıl böyle pis bırakılabilir ?"
"Herhalde annesi de pis olmalı ya da duyarsız ya da mutsuz ...?"
O pis olmayı haketmiyordu, pis bırakılıyordu. Temiz olmak için varlıklı olmak gerekmiyordu. Bir sabun, sabunluk ve bir kap sıcak su. Bir de temiz olma isteği. Bu kadarı yeterliydi. Ben bunları düşünürken küçük kızın yanına iliştim. Doktorumun gelmesine vakit vardı. Onunla konuşmak istedim :
"Neyin var senin söyle bakayım küçük kız ? "
- Bilmiyorum ..
"Elini böcek mi soktu ?"
- Bilmiyorum ..
"Düştün mü ?"
- Bilmiyorum ..
Kız hem babasına bakıyor hem konuşuyordu. Babası bu arada bize döndü :
"Arkadaşı eline taş atmış. Gece şişmiş. Bana söylediler. Hanım ovdu, soğan sardı ama olmadı. Sabah taş atan kızın dedesine gittim ve kliniğe getirdik."
Yanındaki iyi giyimli bey kızın babasına dönerek :
- Haberin olmadığını söylemiştin ! Hanım ovmuş, sarmış inmemiş sabah da bana söylediler demiştin. Doğru mu ?
Adamın gözleri deniz mavisiydi. İri gözleri hüzün doldu birden. Buna rağmen gözleri huzur, sevgi ve iyilik de saçıyordu. Şişliğin böcek sokmasından dolayı olduğunu düşünürken bir bayanın bize doğru geldiğini gördük :
"Orhan hayatım merhaba. Telefonunu alır almaz geldim. Hayırdır ? Size de geçmiş olsun !"
- Tülay canım, kızımız, Büşra'nın eline taş atmış. Babaanneye gidince söylediler. Olay dün olmuş. Bu sabah annemlere gelmişler olaya başka şekilde yaklaşmışlar ama ben elini bu şekilde görünce hemen kliniğe getirdim, muayene, röntgen derken acildeki doktor ortopedi uzmanının da görmesini istedi. Doktor 16:00'da gelecek bu arada sana haber verip senin de görmeni istedim. Fikrini almak istedim.
( Ah ulan Selçuk ! Alemde ne kocalar var bak, karısını önemsiyor, fikrini alıyor.
Ahh ah ! )
Minyon tipli, kumral, spor giyimli, sevimli, her haliyle pozitif enerji ve güven saçan bu kadın çocuğun eline baktı baktı inceledi ve :
"Hayatım bu eline taş gelme olayı değil, böcek ısırmış çocuğun elini. Güzelim ne oldu bana anlatabilir misin ?"
- Bilmiyorum
"Bilmiyorum ? İnsan eline ne olduğunu bilemez mi ? Korkma, anlat lütfen !"
Babası gözlerini kaçırarak olayı yeniden anlattı. Tülay hanım gerçeği anlamıştı ve kızmıştı. Yanımda yer açtım ona. Aslında yüreğimde yer açmıştım ama anlamış mıydı acaba ? Sanmıyorum, çünkü öylesine doluydu ki olayla, bir an kendine hakim olamayacağını düşündüm.
"Bakın adınız nedir ?"
- Ahmet
"Ahmet Bey ! Bu çocuğun elini birşey ısırmış artık arı mı dersiniz böcek mi bilemem ama anladığım bir şey var ki; sizin olayınızla bizimkini birleştirmeniz. Bize gelip deseniz ki; benim çocuğun eli böyle böyle yardımcı olur musunuz ? Ee, insanız ne de olsa, yardımcı oluruz. Yüreğimiz taş bağlamadı henüz. Sigortan var mı senin ?"
- Hayır
"Peki bir işin var mı ?"
- Hayır. İnşaatlarda iş bulursam çalışırım.
"Peki başka çocuğun var mı ?"
- Hıhı, bir de 3 yaşında oğlum var !
"Hayatta hoşlanmadığım şeylerin başında kullanılmak gelir. İstismar yani... Orhan hayatım bir de ortopedi uzmanına gösterelim bakalım ne diyecek ? Eğer dediğimiz gibi ise, bilemiyorum üfffff..! "
Ortopedi uzmanı benim doktordan önce geldi. Hep beraber içeri girdiler. Biraz bekledim bu arada görevli hanım benim doktorun bir araba kazası geçirdiği için gelemeyeceğini haber verdiğini söyledi. Ben de kalkmak üzereyken o arada içeriden çıktılar. Yanımdan geçerlerken şöyle konuştuklarını duydum.
"Evet olay bir böcek sokması anladığımız gibi. Peki bizim yerimizde siz olsanız ne düşünürsünüz ne yaparsınız söyleyin allah aşkına. Bir de olaya farklı yaklaşmışsınız. Annemin babamın ablamın evine gidip te bağırıp çağırma hakkını nasıl buluyorsunuz kendinizde anlayamıyorum. Bu şekilde olaya yaklaşırsanız bizim tavrımız da olumsuz olacaktır."
Çıt yok ! Beraber merdivenlerden indik. Orhan bu arada ortamı yumuşatmak istercesine lafa karıştı :
"Hayatım istersen Kartal'a götüreyim babasıyla beraber.. Sen istersen gelmeyebilirsin."
- Bi'tanem götürülecek bir durum yok. Doktor ilaç bile vermedi. Kaldı ki ben seni bu yağmurda Kartal'a yollamam zaten. Yarına kadar bir durumuna bakalım eğer götürmek gerekirse yarın hep beraber gideriz. Öyle değil mi ? Konuşun lütfen. Hadi sizi evinize bırakalım...
Onlar hep beraber arabalarına bindiler. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Gökyüzü gibi ben de ağlıyordum. Neye ağladığımı bilemiyordum. Çocuğa mı, geleceğinde nasıl bir anne olabileceğine mi, ailesine mi, Orhan'la Tülay'ın mutluluğuna mı, anlaşmalarına mı, kendime mi, Selçuk'a mı bilmiyordum. Bildiğim, yağmurun gözyaşlarıma karıştığıydı .. Yağmura bedenimi de katarak yürüdüm yürüdüm ....
Canan
cozentr@mynet.com
Yukarı
|
Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan |
Yol Hakkı-Yolcu Hakkı
Biz kentliydik.Halam köye gelin gitmişti.Senede on beş gün gidip halamlarda kalıyorduk.Halamla babam birbirlerine çok düşkündüler.Yaşamın acımasız koşullarına birlikte direnmişlerdi.Belki de bu yüzdendi kardeşçe sevgilerinin o denli yoğunluğu.
Yaşadığımız kentle halamın yaşadığı köyün arasındaki yaklaşık yirmi kilometre uzunluğundaki patika yolu yaya giderdik.Eşek tek yardımcı taşıt aracımızdı.Bizim eşeğimiz yoktu da, dedemin vardı; halama giderken bize verirdi.Türüne “Şam Eşeği” diyorlardı dedemin eşeğinin;derisinin rengi beyazdı ve diğer eşeklerden çok daha büyük,güçlü bir hayvandı.Gücünün de farkındaydı.Havalı havalı yürür,yolda rastladığımız diğer eşeklere tepeden bakardı…
Ben henüz ilkokula başlamadan önceydi.1943 yılı falan olmalı.Yani savaş yılları.Bir diğer tanımıyla yoğun yaşanan yokluk yılları.Yola çıktık Antep’ten, hedef yine halamın köyü Oğuzeli.Şimdilerde Gaziantep’in ilçesi olan Oğuzeli, o zamanlar bir köydü.
Yolun ilk yedi kilometrelik bölümü,yani Nurgana'ya varıncaya kadar, daha çok bir tarafında tarlalar uzayıp giderdi.Daha sonra benim çok sevdiğim bölüm başlardı:Bazen yolun iki tarafında, bazen tek tarafında uzayıp giden bakımlı meyve bahçeleri.
Yol boyunca yolcular yararlansın diye köylüler en güzel meyve ağaçlarını yolun kenarına dikerlerdi.Bu bölümlerin adına “Yol Hakkı-Yolcu Hakkı” deniyordu.Hemen her türlü meyve bulunuyordu yörede yetişen.Mevsim de yazdı.Ben en çok “Lohan İnciri”ne bayılıyordum.Bakımı zor olduğu için köylüler daha çok yol kenarına, “Yolcı Hakkı” denen ve özenle bakılan bölümlere dikiyorlardı Lohan İncirlerini.Lohan İncirleri diğer incirlerle kıyaslandığında, onların iki katı büyüklüğünde olurdu.Nedense ben Lohan İncirlerini, hep dedemin Şam Eşeğiyle kıyaslardım.İkisi de hemcinslerinden çok daha büyük ve gösterişliydiler.
Bir de Umru Dutları vardı yol boyunca, yolcu hakkı olarak dikilen ağaçların arasında ki, sevmeyeni yoktu.Onların da bakımları zor olduğundan mıdır nedir çok az bulunuyorlardı.Diğer tüm dut ağaçlarına hava atacak kadar da havalı görünümleri vardı Umru Dutlarının,tatlarının güzellği de bir başkaydı doğrusu.
Köye vardığımızda halama “Yol Hakkı-Yolcu Hakkı” denen ağaçların güzelliğinden söz ettim.Neden köylüler bu ağaçların meyvelerini "yolcular yesin" diye bu kadar bakımlı tutuyorlardı,hem de kentte açlık varken?Halam:
“-Yolcu hakkına saygısı olmayan köylü, hangi yüzle çıkacak insan içine?”diye sorumu soruyla yanıtlamıştı.Pek bir şey anlamamıştım ya,yine de anlar gibi yapmıştım başımla işaret vererek halama;o da başımı okşamıştı, “sen akıllı bir çocuksun” diyerek…
Kemal Duykan
Yukarı
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_95.asp
Devamı var
Yukarı
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.217 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi
Ey suyun sesinden anlayan bağlar
Ne söyler su dağa çoban çeşmesi
Göynünü Şirin'in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca
O hızla dagları Ferhat yarınca
Başlamış akmaya çoban çeşmesi
O zaman başından aşkındı derdi
Mermeri oyardı, taşı delerdi
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi
Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu
Kerem'in sazına cevap veren bu
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar
Tarihe karıştı eski sevdalar
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
<#><#><#><#><#><#><#>
KISKANÇ
Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın
Anan bile okşasa benim bağrım kan olur...
Dilerim tanrıdan ki sana açık kucaklar
Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun
Kan tükürsün adını candan anan dudaklar
Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Yukarı
|
Gereksiz Bilgiler : Derleyicibaşısı Bahçıgöz |
Rüzgar sesi
İşte bu tastamam gereksiz bilginin ta kendisi...Okuyun bakalım; Bir silindirin ya da gerili telin üzerinden esen bir rüzgarın frekansı (yani sesin yüksekliği) rüzgarın hızı ile silindirin ya da telin çapının bir işlevidir, telin uzunluğuna, bileşimine ya da gerilimine bağlı değildir.
aaltan@superonline.com
Yukarı
|
|
Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun ÇİLEKLİ BEYAZ TURTA |
|
200 g un
400 g toz şeker
50 g margarin
100 g hindistancevizi
1 su bardağı süt
3 yumurta
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
1 yemek kaşığı limon suyu
200 g çilek
Şekerin yarısını, 1 yumurtayı, margarin ve vanilyayı çırpın. Unu, kabartma tozunu ve sütü ilave edin ve iyice karışmalarını sağlayın. Elde ettiğiniz hamuru kalıba dökün ve 180 derece fırında 30-35 dakika pişirin. Soğuduktan sonra üç eşit kat halinde kesin. Ama soğumasını beklerken kremanızı hazırlayabilirsiniz.
Bunun için...
Kalan şekeri 5 yemek kaşığı sıcak suyun içinde eritin. Ocağa alın, kısık ateşte kaynatmaya başlayın ama sakın karıştırmayın. Karışımın üzerinde iri iri köpükler oluşana kadar kaynatmaya devam edin.
2 yumurtanın beyazını bir kaba alın. Ocaktan aldığınız şekerli suyu hızlı hızlı çırparak yumurta beyazlarıyla karıştırın. Kar haline geldiğinde hindistancevizinin büyük bölümünü ve limon suyunu ekleyin.
Kremanız hazır... Pastanızın iki ara katına bu kremanın tamamını sürün. Dilerseniz ara katlara çilek de koyabilirsiniz. En süte de kalan hindistancevizini ve biraz pudra şekeri serpebilirsiniz. Çileklerle de dilediğiniz gibi süsleyebilirsiniz...
Afiyet olsun...
Not: Yıkadığınız çileklerin iyice kurumasını sağlarsanız iyi olur. Aksi takdirde sulu kalan çilekler pastanızın ıslanmasına neden olacaktır.
Bir Not Daha: Çilekleri yıkadıktan sonra 1 su bardağı çilek likörü ile karıştırıp 15 dakika likörde beklemelerini sağlarsanız çok daha leziz bir sonuç elde edersiniz.
Malum, devir hormon devri... Nerde o eski çileklerin lezzeti... Değil mi ama?..
|
Tarifi yazdırmak için tıklayın
Yukarı
Temel çeşitlemeleri
Temel ile Fadime Köye hakim yamaca oturmuş, sohbet ediyorlarmış. Temel ne yapsakda sevişsek diye fırsat kollarken; Fadime:" Temel sağa apantisut ameliyatı olduğum yeri cöstereyim mi?" diye sorar. Temel hemen kabul eder." He cöster." Fadime: "Ha şu karşıçi sarı binanın içinci kati."
.....
Temel eczacılık fakültesini bitirmiş. Fakat eczane açacak parası yok, Girmiş bir eczaneye: - Beyefendi sizde soğan var mı? Adam Temel'i başından savmış.Temel bu durur mu? Hergün yeni saçma soru larla geliyormuş. Birgün eczacı Temel'e: - Kardeşim senin derdin ne? - Burayı bana sat. Eczacı kurtulmak için eczaneyi satmış, birkaç gün sonra Eczaneyi satan adam içeri girmiş, Temel'e: - Siz de soğan varmı? Temel'den cevap:- Biz de soğan var ama senin reçeten var mıdur?
.....
Temel şehre inmiş. Bakmış pencere kenarında bir papağan. İçinden: - Allah allah kuşa bak yav....demiş. Tabi bu arada papağan da Temel'in kendisine baktığını görüp: - Ne bakıyorsun hemşerim... demiş. Temel biraz şaşkınlık biraz da saflıkla: - Afedersun hemşerum. Ben seni kuş sandıydum.
<#><#><#><#><#><#><#>
Bunu mutlaka dinlemelisiniz:-)) Kaçıranlar için babalardan Nouma yorumu. http://www.kmarsiv.com/sayilar/media/nouma.mp3
<#><#><#><#><#><#><#>
Mona Lisa Amerika'da bir hafta geçirmiş!?..
Yukarı
|
Birlikte Oynayalım : Presented by Enishte |
Yeni Soru : 3 - Bir KALIP alıp SABUN yapabilir miyiz ? Bahar geldi, yıkanırız, aklanıp paklanırız :-) Pazar akşamına kadar vaktiniz var.
KALIP - ..1.. - ..2.. - ..3.. - ..4.. - ..5.. - ..6.. - SABUN
asesen@turk.net
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
AlbumDIY v1.1 [7.0M] W9x/2k/XP FREE
http://www.visimon.com/download/Setup0110_en.exe
Bir güzel foto albümü yaratıcısı daha. Bilgisayarınızdaki resimleri bir sanal kitap gibi hazırlayıp, açılan sayfalar halinde hazırlayabiliyorsunuz. Yazı, müzik eklemeleri yapıyor, birçok değişik geriplandan birini seçebiliyorsunuz. Oldukça yetenekli bir program. Çıktısını dilerseniz exe uzantılı olarak yaratıp dağıtabiliyorsunuz da. Denemeye değer.
Yukarı
|
|
|