|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 256 |
6 Mayıs 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer |
Radyo günleri
Merhaba sevgili kahveciler,
Ben doğduğumda evimizde radyo vardı, daha doğrusu varmış. Benim radyoyla ilk tanışmam ne zaman hatırlamıyorum, tek hatırladığım salonda üzerinde sürekli dantel örtülü, ses çıkaran bir kutu olması ve akşam üstleri babamın "ajansı alalım" talimatıyla ev halkının başına toplanmasıydı. Ben çıkardığı sesten çok üzerindeki yeşil ışıklar saçan lambayla ilgilenirdim. Bu lambanın çıkardığı yeşil ışıkların şekli istasyon arama düğmesini oynattıkça değişir, garip şekiller alırdı. Radyonun üstünde Mars'lı gözü gibi parlayan bu garip ışıktan hafif korkardım ama kimse olmadığı zamanlarda istasyon düğmesiyle oynayıp, değişmesini seyrederdim. Mahallemizde radyo tamirciliği yapan Nazım amca bana bu lambanın adının "göz lambası" olduğunu, istasyon ayarı tam yapıldığı zaman en parlak ışığı verdiğini söylemişti ve ben de, meraktan kurtulmuştum
Radyomuzun uzun, arkadan aydınlatmalı bir camı, camın üzerinde bazılarının adını bile duymadığım şehir isimleri vardı. İstasyon düğmesini çevirince, içerideki ibre titrek adımlarla bu şehirlerin üstüne gelir, bir sürü ıslık sesi arasında anlamadığım lisanda konuşmalar veya şarkılar duyardım. İlk o zaman bizim konuştuğumuzdan farklı lisanlar olduğunu anlamıştım ama bana hep bizim konuştuğumuz en doğrusu, bu zavallılar Türkçe'yi bir türlü öğrenemediği için böyle mağara lisanı bir şeyler konuşuyorlar gibi gelirdi. O zamanlar bu mağara lisanını konuşan zavallıların radyoyu icad edenler olduğunu bilmiyordum tabiki.
Bizim evde haberler, yani ajans dışında en çok naklen verilen lig maçları takip edilirdi. Hafta sonları babam, amcam, dayım veya komşular bir araya gelir, rakı masalarını havanın durumuna göre bahçeye veya içeri kurarlar ve radyoyu mutlaka yanlarına taşırlardı. Futbol, radyo bahane, maksat rakı içmek olduğu için pazar günü maçların başlamasına iki saat kala tezgahlarını kurarlar, önce birbirlerine sataşırlar, sonra da pür dikkat radyoyu dinlerlerdi. Bir yandan içerler, bir yandan ellerindeki Sportoto kuponlarını gözden geçirirlerdi. O zamanlar Sportoto arkaları kendinden kopyalı üç nühsa kuponlarda oynanır, elde kalan son nüshada sayılar iyi çıkmadığı için son kez elle doldurulur, maç sonuçları da maçlar bittikçe kuponun başına yazılırdı. Artık parasızlıktan mı, yoksa o zamanlar izan diye bir şey olduğundan mı, genellikle üç beş kolon oynanır, tüm kupon oynayanlara hacıağa veya mirasyedi gözüyle bakılırdı.
Naklen maç yayınları sanki Apollo aracı aydan yayına başlıyormuş gibi büyük bir ciddiyetle başlardı. Oturaklı sesli bir spiker son derece ciddi bir sesle "burası şu frekansalardan yayın yapan Ankara, İstanbul, İzmir..... radyoları, şimdi Türkiye birinci ligi karşılaşmalarının naklen yayınına başlıyoruz" diye başlar ve sırasıyla maçlara bağlanırdı. Ben o zamanlar babam gibi Beşiktaş'ı tutmama fakat maçla veya topla hiç alakam olmamasına rağmen onların arasına karışır maçları dinlerdim. Bazan babam "sonuçları yazıver oğlum" diye totoyu uzatınca dünyalar benim olurdu. Büyük bir iş yapıyormuş gibi belli oldukça sonuçları yazar, sonra da tutan kolonları işaretlerdim. Naklen yayınlar sürerken bazan bir anda kesilir, spiker "İzmir'den bir gol haberi var sayın dinleyiciler" diye araya girer ve İzmir'e bağlanır, maçı anlatan spiker de "siz yokken neler, neler oldu" edasıyla golü ballandıra, ballandıra anlatırdı.
Son derece akıcı, esprili bir anlatımla maçları anlatan Halit Kıvanç'ı ben o zaman tanıdım ve sevdim. Kendine has mikrofonik sesiyle hiç durmadan konuşan ve "mütemadiyen yağmur altındayız" diyen Orhan Ayhan'ın ismini ilk o zaman duydum. Esprili ve tuhaf şivesiyle maç anlatan Pertev Tunaseli ismini ise hala unutmadım. O zamanki adıyla Dolmabahçe stadının deniz tarafındaki ve gazhane tarafındaki kalelerini daha görmeden ezberledim. Bahçelere kurulu masalarda bir yandan rakı içen, bir yandan birbirlerini tatlı, tatlı kızdırıp Sportoto dolduran babam, amcam, dayım ve komşularımızın o hallerini hiç unutamadım. Ne zaman bir maç bitip de dışarıdan korna ve silah sesleri gelse bu kalander, mütevazı ama adam gibi adam büyüklerimi ve o radyodaki büyülü sesleri hatırlar, özlerim.
Kalın sağlıcakla dostlarım.
Hüsamettin Gezer husam@polygon.com.tr
Yukarı
|
Ankara'lı Kahveci : Serpil Yıldız |
ÖYLESİNE!!!
Güç bela bulduğum uykunun sona eriş habercisi; sevmiyorum bu sesi. Yine saatin zırıltılarıyla açtım gözlerimi. "Gözlerin açılmasıysa uyanmak", uyandım, pek halsiz ve neşesizce. Zaten uyuduğum da söylenemezdi. Mideme kadar kuruduğunu hissettiğim bir gırtlakla solumaya çalışmak gecenin ek işkencesiydi. Bir bardak suya hasret, fırladım odadan dışarı.
Uzun süre otelin bahçesinde oturmayı ve içimden geldiğince yazmayı planlamıştım aslında dün gece. Denedim de. Giriş kapısına yakın bir masa seçip oturdum. Gecenin yarısındaki bu yalnız oturma eylemi, neredeyse tümüyle boş otelin, çalışanı mı yoksa müşterisi mi olduğunu anlamadığım bir adamın ilgi alanına girmiş olmalı ki, iki satır yazdım yazmadım, bir oraya bir buraya dolaşıp duran ve nezaketsiz bakışlarını üzerimde dolaştıran biri halinde peydah oldu, begonvillerin gökyüzüne meydan okuduğu bahçede. Bir süre aldırmaz göründümse de, oflaya puflaya kalkıp, küçük odanın yolunu tuttum. Odanın, bahçede olandan daha güzel manzaralı bir balkonu vardı. Yazmaya burada devam edebilirdim, söze konu "çalışan mı/müşteri mi?" adam yanımdaki odanın balkonunda bitmeseydi. Haydi! Buyur buradan yak!.. Kalktım. Yazacaklarımı begonvilin bir dalına taktım ve kendimi odaya kapattım. Yazma isteğim de, yazacaklarım da, kapattığım kapının dışında, öylece asılı kaldı. Hiç uykum yoktu! Uyumayı denemek zaten en tescilli kabusum. Boş ve boşuna oturdum bir hayli. Müzik mi dinleseydim acaba? Walk-man'e uzandım. Yolculuk boyu dinlediğim albümden, şimdi hiç hoşlanmadım. Yazmak engellendi, müzik de çok sıkıcı geldi. Yeni oflayıp puflamalarla, başladım eşyalarımı toplamaya. Topu topu üç-beş parçayı, çantaya tıkıştırmam epeyce sürdü. Gün ışırken kapatarak ışığımı, uzandım dar yatağa. Sızmışım bir ara...
Bir bardak su için boşuna dolanıyordum. Nihayet bir kapı buldum, bir salona açılan. Kahvaltı bugün kapalıda anlaşılan. Önce suya doydum. Aldım sade kahvemi, bahçeye vurdum kendimi. Bir sigara yaktım, bir tane, bir tane daha.
Dün, kahvaltı saatinde, cıvıl cıvıldı otelin bahçesi. Sabahın ilk ışıklarıyla ulaşıldı, dün değil, dünden öncesi. Bir yanda deniz, öte yanda dağlar girip çıkarken manzarada, kayısı sarısı güneş parlıyordu Nisan'ın ortasında. Esiri oluvermiştik bir ara, burcu burcu kokusuyla, güne uyanan toprağıyla denizin ve dağların. Bir yerleşkeydi varılan, Güney'de. Sabah mahmurluğuna karışan bir neşeyle yerleşildi otele. Kahvaltı biter bitmez de koşuldu tekneye. Biri "ne güzel dingin, engin mavi sularda olmak. Telaşla uçuşan şu martılara da bak! Yaşamak derdi onları da sarmış. Martı martının ağzından yiyecek çalmış" diye anlatırken bana, derinlere dalmışım bir ara...
Ne kahvenin nefis, keskin kokusu ne de içtiğim sigaraların buram buram tüten dumanı yetti. Özlediğimi sandığım sessizlik içime işledikce, begonvilin dalına astığım yazılacaklar birer birer düşüverdi.
"…En kıyısındaki çaybahçesinden izliyorum, Meriç'in akışını. Nehre uzanan ağaçların yaprak dolu dallarıyla, suyun buluşmasında gizli tutulan sevdayı seziyorum; yumuşacık, sımsıcak!..
Koyu kahverengi, ışıksız gövdeleri öylesine aşkla, ölesiye sevgiyle eğilmiş ki ağaçların, içim ısınıyor. Uzun uzun seyrediyorum, sessizce. "Ne güzel!" diyorken tam, bir burukluk yayılıyor... Acı bir tatla sarmalanıyorum; anlıyorum ki, hüzün kucaklıyor beni. İki gövde arasındaki akıntıda, istemsizce doğuyor, taa da, diplere gömdüğüm anılarım... Islak, titrek siluetler geliyor bir bir...
Canım sıkılıyor. Kaçmak istiyorum. Çivilenmiş ya da hapsedilmişçesine kıpırdayamıyorum...
Reddetttiğim, unuttuğum, incindiğim ne aşk varsa yeniden yaşıyorum. Sızılarım geliyor sırayla, incecik yürek sızılarım. Çaresiz, seyrediyorum beni, kucağımda öylece kalan sevgileri... Gözyaşlarım saldı salacak kendini; keskin, soğuk bir hançerin inceliğinde, süzülecek yanaklarımdan...
Direniyorum!
...Şimdi değil, şimdi olmaz! Sırası mı şimdi?...
Bütün "şimdi"li tümceleri sıralıyorum...
Boşuna...
Yaklaşıyor yanıma biri, bir mendil bırakıyor masaya sormadan.
Almıyorum...
Madem ki, ağlıyorum, ne demeye durduruyorum?
Esinti uçuruyor mendili. O, şimdi Meriç'in üstünde; yapraklı dallarla, akıp giden suyun buluştuğu yerde. Mendili onlar kullanıyorlar. Bana, yaşlarla akıp giden yalnızlığımı, acımasızca canlanan anılarımı unutturuyorlar.
Bir mendil; ben, ağaç ve nehir; üçümüz! Üçümüz, üç aşk, buluştuk mendille. Mendil, alabildiğine ıslak...
Gönderirken tazeliğini anıların geçmişe, yeni hüzünlere hazır, yeni sevdalara bakmaktayız birlikte...
Öyle, öyle uzak ki!..."
Saatin alarmı yeniden çaldı; şimdi seviyorum bu sesi; bu kez, çıkılacak yolun habercisi. Seslendi ardımdan otel sahibi, "bir şeyler unuttunuz begonvilin dalında." "Alacağım bir ara" dedim.
Hınzır bir gülümseme yayılırken yüzüme, bindim öylesine otobüse.
Serpil Yıldız
Yukarı
|
Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan |
Depremler sürecek, ta ki
"Bu yazı 13.11.1999 da Düzece depremin nedeniyle yazılmıştır.Bugün Bingöl'de patlayan depremle arasındaki fark, zaman,mekân ve şiddet farkından ibarettir.
Kemal Duykan"
17 Ağustos Depreminin yarattığı felaketin içinde bocalarken, Düzce merkezli ikincisi de gelmekte gecikmedi...
2000 yılına bir buçuk ay kaldı/kalmadı...1999 kötü anılar yılı mı olacak?
Çağdaş dünyadaki gelişmeleri izlemeyen, görmemek için gözlerini kapatan, “ben görmezsem dünyadaki değişim de benden uzak kalır” mantığıyla altmış beş milyonluk, Avrupa’nın kısmen içinde ve her türlü depreme elverişli topraklar üzerindeki ülkeyi yönettiğini sananların akılları başlarına gelecek mi dersiniz, ben sanmam...
Eğer benzer felaketler bizi yönettiğini sananların akıllarını başlarına getirseydi 99 u felaket yılı olarak hatırlayacak durumuna gelmezdik...17 Ağustos Depreminden sonra dün gelen ve Düzce’de patlayan ikincisi, tel-tel dökülen ekonomi, Abdullah Öcalan’ın getirilişiyle Avrupalı (sözüm ona dostlarımızın) patlattıkları suni depremle vurulan Türk Turizmi, zaten ağırlaşmış durumdaki ekonomik yapıyı daha da bunalttı...Televizyonlarda izlerken yüzlerine bakıyor musunuz, bizi yöneten, yada yönettiğini sananların suratlarındaki şaşkınlık ifadelerini görüyor musunuz? Kimisi 75, kimisi 80’ e merdiven dayamış 40 yıldır ülke siyasetinin başrollerinde oynayanların halleri perişan, ülkenin durumu onlarınkinden bin beter...
“ Bir musibet bin nasihatten evladır” derler, derler demesine de, bu sözler nasihat almasını bilenler içindir, bizi yönettiğini sananlar için değil. Şu yazıyı yazarken henüz Düzce merkezli depremin kaç insanımızı daha toprağa gömdüğü ve ne kadar büyüklükte bir ekonomik kayba neden olduğu hakkında yeterli bilgi alabilmiş değiliz. Öğrenebildiğim, şu ana kadar 269 insanımızı daha kaybetmişiz;
yaralılarımızın sayısı yine binlerce...Uzman sayılan birisine göre Düzce merkezli depreminin zararının ekonomik boyutu da on milyar doların üzerindeymiş...
Ekranlara yansıyan ilk deprem fotoğrafları, sağa sola koşan çaresiz insanlar, yaralılar, yıkılmış-çökmüş binalar, sanki 17 Ağustos depreminin ikinci versiyonu...Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız yıkılan binaların altında çok sayıda vatandaşlarımızın olduğunu bindiriyorlar, kendileri durumdan çok endişeliymişler...İnanan var mı acaba? Kusura kalmasınlar ben inanmıyorum...Eğer 17 Ağustos depreminden sonra “artık Türkiye’yi yönetmek bizden geçmiş” deyip çekilseydiler, sözleri inandırıcı olabilirdi, belki...
Diyorum ki: Hani şu ülkeyi yönettiğini sanan asker-sivil insanların hiç değilse bir bölümü deprem olduğu anda orada bulunsaydılar...Depremden yaralı olarak kurtarılmış bir genç kıza soruyorlar: “Depremi nasıl hissettiniz?” diye, verdiği yanıt ilginç: “Anlatılması zor, yaşamayan bilemez! Yaşamayana anlatılamaz!”
Evet, bazı felaketler yaşamayanlara anlatılamıyor...Okuyarak, Tv. lerden izleyerek de öğrenilemiyor...Ama bir gün onlar da öğrenecekler; kendilerinin de içinde bulunduklar depremleri yaşayarak; keşke başka türlü olabilseydi...
..........
Eskilerin yaptıkları gibi şu sayfanın altına bir not düşeyim: Eğer bu ülkenin insanları olarak biz, neden bazı başka ülkelerde de benzerleri olan depremlerde bizde bir günde trafikte kaybettiğimiz insan sayısından daha fazla olmayan ölü sayısı Türkiye’de binlerce oluyor? Neden oralarda binalar oyuncak evler gibi çökmüyor? Bunların nedenlerini araştırarak, bularak, gerekenleri de yaparak düze çıkamazsak unutmayalım ki, siyasi, fiziki, ekonomik depremler ve onların bıraktığı hasarlar sürecektir; bundan böyle çözümü bizi yönettiğini sananlarda aramayın, bulamazsınız...Zaten kelin merhemi olsaydı kendi başına çalardı...Kırk yıldır öğrenemediklerini bunda sonra öğreneceklerini sanmak akla ziyan verir...Ve de ibret almayanlar için tarih tekerrürden ibarettir bilelim, unutmayalım; önlenebilir felaketlerin faturasını ödeyen her zaman biz olacağız, Ne Süleyman Demirel, ne Bülent Ecevit, ne benzerleri, ne de onların sürekli iktidar ortakları olmayacak...
Evet, depremler sürecek, ta ki biz bu kötü gidişe de, bu kötü gidişin faillerine de “ artık yeter, duuuur ! ” deyinceye dek...
Kemal Duykan
Yukarı
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_98.asp
Devamı var
Yukarı
|
İYİ PAZARLAR
Merhaba Kahve Molası okuyucuları,
İlk yazımın konusu hanımların haftalık mekanı pazarlar. İster sosyetik
pazarlar olsun ister semt pazarları hepsinin ortak noktaları var. Ben de
üşenmedim yerinmedim sizin için pazara çıktım. İşte gözlem ve deney
sonuçlarım:
Şimdi bu pazarcı amcalara (nerden amcamız oluyo demeyin, bknz. aşağıdaki
paragraf) acemi olduğunuzu çaktırmamanız şart. Yoksa bir yolunu bulup
kandırırlar hemen. Ya az tartarlar ya fazla para alırlar. Acemi olduğunuzu
nasıl çaktırmazsınız peki? Şöyle: mutlaka konu komşudan bir pazar arabası
edinin. Öyle gezmeye çıkmış turist modunda elinizi kolunuzu sallaya sallaya
giderseniz 100 metre öteden belli edersiniz kendinizi. Araba boş ise içine
evde buruşturarak hazırladığınız gazete kağıtlarını koyun. Araba
bulamazsanız mutlaka "çok fazla şey alımıcam" cümlelerini sarfedin.
Pazarda herkesle bi yerlerden akraba çıkıcaksınız, şaşırmayın. Sakın ola ki
"ben senin nerden . oluyorum" demeyin. Adam size ya hiçbişi satmaz ya da
daha kötüsü bütün çürük malları poşetinize koyar. Duymamazlığa gelin. Hatta
mümkünse "oğlum, çocuğum, evladım, abi" gibi kelimeleri cümlelerinize
sıkıştırın.
Etiketsiz ve el arabasında gördünüz hiçbir sebze/meyvanın fiyatını sormayın.
Mutlaka %50 fazla fiyat söylerler. "aaa olurmu, aşada daha ucuzaydı,
ewdekiler yeter" gibi kritik caydırıcı cümleleri söylerken asla utanmayın.
Hatta diklenin. Anında "sana şu kadara olur" diyerek teslim olucaklardır.
"Niye bana! Ben babasının kızı mıyım?" diye düşünmeyin. Bknz. yukarıdaki
paragraf.
Pazarda herkes birbirini sima olarak tanır. Bu ne demektir? Yeni olduğunuz
hemen anlaşılıcak ve kandırılmaya müsait olucaksınız. Çözümünüz benden.
Sihirli cümle: "yeni taşındık da". Hatta çok biliyormuş gibi "ay buranın
pazarı filanca yerin pazarından daha güzelmiş walla" diyerek motive edin.
Pazarın güzeli nasıl olur? diye sormayın bana. En ufak bir fikrim bile yok.
Sonuçta domates, patlıcan her yerde kırmızı ve mor. O kadar detaya
girmiyelim. İdare edin, sıkıştırmayın beni. Sizin derdiniz benle değill
pazarcılarla unutmayın.
Unutmadan ekonomik krizin bize kazandırdığı bir meslek dalı olan
kapkaçcılardan da bahsedeyim. Yapılacak en büyük hata sırt çantası
kullanmaktır. Çantanızı pazara almayın. İlla bri çanta takmam lazım
diyosanız freebag denen bele bağlanan torbaları tercih edin. Hiç olmadı
çantasınızı mutlaka tek kolunuzdan geçirin, omzunuzdan çapraz asın. Pazarcı
amcaların sizin çantanızın bekçiliğini yapmasını beklemeyin. O da et
derdinde sebze/meyvasını koruyodur. Herkes kendi başının çaresine baksın.
Pazarda giyim kuşam konusuna gelince. Mutlaka ama mutlaka kalın bir bot
giyin. Birkaç pazar arabası ayanızın üstünden geçicektir. Boş yere durup
tartışmayın. Pazar insanı bencil ve duygusuz yapar. Acıma, özür v.s.
beklemeyin. Onlar sizin ayanızın üstünden geçmeden çabuk davranın siz onlara
omuz atın. Ve siz de sakın ola ki özür dilemeyin. Demir maskeli adamın
abisinin yerine geçişine benzemeyin.
Pazarda dönen bazı geyikler de vardır. Bu sohbetler müşteriyi/pazarcıyı
tanımanın baş şartıdır. Düşünceli arkadaşınız Gündaç size hiç değişmeyen bu
muhabbeti de yazdı:
-aşada yarı fiyatınaydı
-ama bunlar hormonsuz apla
-seçmece di mi?
-evet apla. 10 kilo veriiim mi (özellikle taze fasülye, bezelye, ıspanak
gibi sebzeleri alırken)
-poşet ver de yarım kilo seçiim
-yarım kilo neye yeter abla
-hadi hadi
-imon/maadonoz lazım mı yenge. 10 tane de limon atıyım. Baq imonlarım da
güsel.
-yok istemem. Sen bi tart bakiim şunu ne kadar gelicek.
-750 gram. (çürüklerinden poşete atar) bi kilo yaptım apla. -çürüklerinden attın di mi -yenge çürük diil walla. Acık yumuşak ama tazedir. -çıkar sen o attıklarını da şunları koy -apla çürük diil. Akşama kadar herkes ellio. Yumuşuolar tabe. -tatlı (duruma göre acı, ekşi) çıkmazsa haftaya geri getiririm -getir yenge ben hep burdayım -hadi hayırlı işler -bereket versin.
Siz hala okuyormusunuz?
Hadi koşun çarşıya pazara.
Bana da bir karpuz, biraz b.peynir, dönerken şarküteriden bir de küçük
alırsınız artık. Eee bu kadar yazdım, hak ettim değil mi?
Gündaç
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.230 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
HAYAT GÜL KOKULU
BİR SAĞANAK YİNE
gözlerimin önünde ıslak dağların kabaran yalnızlığı
ne varsa uçurumlar eşiğinde
hüzünlerle yalpalayan ne varsa
gözlerimin önünde
ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
birşeyler anlatmak istiyor hayat
ve alıp götürmek bir şeyleri kurt sofralarına
gün batıyor
gün batıyor bukağısı paslı bir sevinç oluyor yalnızlığım
unutuyorum sevgilim suretini
durgunluğun "niçin"di unutuyorum
gün batıyor ürkek yıldızlar dolanıyor yalnızlığıma
umurumda değil ne yağmur ne ayaz
ne de kerpiç kokusu havada
unutuyorum/ sabaha/ kadar/ gün batıyor
sonra bir akasyayı okşuyor gözlerim
geciken sabahlara koşuyor kuşlar
gözlerimin önünde
ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
Yılmaz Odabaşı
<#><#><#><#><#><#><#>
YÜZÜN
BENDE SOLACAK
bu aşkın nüshası şarkılarda
aslı bende kalacak
bizi hasret saracak
bulutlar çıldıracak
ayrılık başımı döndürüyor
kavuşmayı özlettin
intiharlar kuşandım
bu aşkı sen kirlettin
geçtim borandan, kardan yitirdim bahçeleri
ellerini tutmazsam yatamam geceleri...
bu aşkın nüshası rüzgarlarda
kahrı bende duracak
sende ihanet canım
bende matem olacak
bu aşkın efkârı şarkılarda
yüzün bende solacak
bizi zaman yenecek
ve anılar kalacak
geçtim borandan, kardan yitirdim bahçeleri
ellerini tutmazsam yakarım geceleri!
Yılmaz Odabaşı
Yukarı
|
Gereksiz Bilgiler : Derleyicibaşısı Bahçıgöz |
Hıdırellez Bayramı
Hıdrellez, bütün Türk dünyasında bilinen mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır. Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır.
Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs Günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır.
Hızır, yaygın bir inanca göre, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış; zaman zaman özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da peygamberdir. Hızır’ın hüviyeti, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharın, baharla vücut bulan taze hayatın sembolüdür.
Mevsimlik bayramlarımızdan biri olan Hıdrellez, ülkemizde etkin bir biçimde kutlanmaktadır. Büyük şehirlerde daha az olmak üzere, kasaba ve köylerde hıdrellez için önceden hazırlıklar yapılır. Bu hazırlıklar, evin temizliği, üst-baş temizliği, yiyecek-içeceklerle ilgili hazırlıklardır. Hıdrellez gününden önce evler baştan başa temizlenir. Çünkü temiz olmayan evlere Hızır’ın uğramayacağı düşünülür. Hıdrellez günü giyilmek üzere yeni elbiseler, ayakkabılar alınır.
Anadolu’nun bazı yerlerinde Hıdrellez Günü yapılan duaların ve isteklerin kabul olması için sadaka verme, oruç tutma ve kurban kesme adeti vardır. Kurban ve adaklar “Hızır hakkı” için olmalıdır. Zira tüm bu hazırlıklar Hızır’a rastlamak amacına yöneliktir.
Hıdrellez kutlamaları daima yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır.
Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar.
Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir. Bu törene İstanbul ve çevresinde “baht açma”, Denizli ve çevresinde “bahtiyar”, Yörük ve Türkmenlerde “mantıfar”, Balıkesir ve çevresinde “dağara yüzük atma”, Edirne ve çevresinde “niyet çıkarma”, Erzurum’da “mani çekme” adı verilir. Törenler baharda doğanın ve tüm canlıların uyanmasıyla eş anlamlı olarak insanların da talihlerinin açılacağı inancıyla, şanslarını denemek için yapılır. Hıdrellezden bir gece önce bahtını denemek ve kısmetlerinin açılmasını sağlamak isteyen genç kızlar yeşillik bir yerde veya bir su kenarında toplanırlar. İçinde su bulunan bir çömleğe kendilerine ait yüzük, küpe, bilezik gibi şeyler koyarak ağzını tülbentle bağladıktan sonra bir gül ağacının dibine bırakırlar. Sabah erkenden çömleğin yanına giderek sütlü kahve içip ağızlarının tadının bozulmaması için dua ederler. Ardından niyet çömleğinin açılmasına geçilir. Çömlekten içindekiler çıkarılırken bir yandan da maniler söylenir. Buna göre eşyanın sahibi hakkında yorumlar yapılır. Hıdrelleze özgü bu uygulama temelde bu şekilde yapılmakla birlikte, yörelere göre bazı farklılıklar da gösterebilmektedir. Son zamanlarda ise bu tören yalnızca evde kalmış kızların kısmetini açmak amacıyla yapılmaktadır.
Kaynak: Kültür Bakanlığı
aaltan@superonline.com
Yukarı
|
Hayrola
Akşamdan kalma adam, büyük bir baş ağrısı ile sabah uyanmış. Zorlukla gözlerini açıp, yerinden doğrularak, şöyle bir etrafına bakınmış. Komodinin üstünde bir bardak su ve iki aspirin duruyor. Yatağın ayakucundaki sandalyede elbiseleri temiz ve ütülenmiş. Aspirinleri içerken, komodindeki not dikkatini çekmiş: "Sevgilim, günaydın. Kahvaltın mutfakta. Ben alışverişe çıkıyorum, erken dönerim. Seni seviyorum".
Kalkıp, giyinmiş ve kahvaltı için mutfağa gitmiş. Bakmış oğlu oturmuş, kahvaltı ediyor. Masada da kendi servisi ve gazeteleri duruyor. Oturmuş, kahvaltısına başlamış ve oğluna sormuş;
- Evlat, dün gece neler oldu, sen biliyor musun?
- Evet, dün gece saat 3'ü geçiyordu, zilzurna eve geldiğinde.
Önce koridordaki sandalyeyi devirdin, ardından kustun, daha sonra da
odanın kapısına kafanı çarptın, bir gözün morardı.
Adam, şaşkın sormuş: "Anlayamadım. O zaman nasıl oluyor da herşey tertemiz, kahvaltı hazır ve hatta gazetem alınmış?" "Haa, onu mu soruyorsun?" demiş oğlu "Annem seni sürükleyerek yatak odasına götürüp, pantalonunu çıkarmaya çalıştığında, 'Bayan, beni rahat bırakın, ben evli bir adamım!' dedin..."
<#><#><#><#><#><#><#>
Ne işin var kızım senin kaydırakta?!...
Yukarı
|
Birlikte Oynayalım : Presented by Enishte |
Yeni Soru : 6 - Sofraların vazgeçilmez ikilisi :-)
KAŞIK - ..1.. - ..2.. - ..3.. - ÇATAL
asesen@turk.net
Yukarı
|
9.ULUSLARARASI ANKARA KARİKATÜR FESTİVALİ 2/6 MAYIS TARİHLERİNDE YAPILIYOR
6 Mayıs / Salı
18:00 Karikatür Sergisi / Kokteyl
7-17 ULUSLARARASI KARİKATÜR YARIŞMASI SERGİSİ
HÜSEYİN ÇAKMAK 20.SANAT YILI SERGİSi
KÜLTÜR BAKANLIĞI GÜZEL SANATLAR G.M. SERGİ SALONU
necatibey caddesi no:55
TEL: 0312-229 3037
NEZİH DANYAL KARİKATÜR VAKFI
PK: 364 YENİŞEHİR / ANKARA
TEL&FAX: 0312- 436 1516
nezih@danyal.com
http://nd-karikaturvakfi.org.tr/
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.eirovizija.lv/public/en.html Eurovision 2003 Resmi Sitesi
http://eirovizija2003.tv.lv/mconsole.asp?cat=2&subcat=2&index=23&quality=64
"Everyway that i can", Sertab Erener... Eurovision şarkı yarışmasında bir umut daha... Çocukluğumuzda televizyon ekranına kilitlenip kalırdık. Bütün hayat durur, nefesler tutulurdu. Puanlama sırasında bütün duygusal yanımız ön plana çıkardı. Son yıllarda nostalji olmaktan öte gitmeyen bu duyguları özlemedim desem yalan olur. Kısayolunu verdiğim bu sayfadan Sertab Erener'in seslendirdiği parçayı dinleyebilirsiniz. Daha önemli bir şey daha var oy da verebiliyorsunuz. Oylama sıralamasında ikinci sıradayız ve eminimki bu sıralamayı değiştirebiliriz.
http://www.tbb.gen.tr/turkce/index.html
"Türkiye Bilgi Bankası". Türkiye hakkında bilmek istediğiniz hemen hemen herşey. Görseller, kültürel değerler, turizm, ulaşım, yaşam ve daha birçok döküman. ...Türkiye eski dünyayı oluşturan Avrupa, Asya ve Afrika'nın birbirlerine en yakın olduğu ve Avrupa ile Asya'nın kucaklaştıkları bir noktada yer almaktadır. Coğrafi konumu nedeniyle ana kara parçası olan Anadolu, tarihin şekillenmesine yol açan değişik...
http://www.cebimde.com/sms.php
Cep telefolarına kısa mesaj göndermek için kullanılabilecek bazı web sayfalarının adresleri. Ben denemedim. Madem denemedin niye tavsiye ediyorsun diye sormayın. Eminimki en az bir tanesi işinize yarıyacaktır.
http://www.turkleronline.com/bilmece/bilmece.htm
...Anadolu’da aşağı yukarı bütün doğa varlıklarıyla, insan davranışlarıyla, araçlarla ilgili bilmeceler vardır. Bilmecelerde genellikle iki özellik göze çarpar. Biri, bilmecenin, bir şiir niteliği taşıması, şiiri kuran özlerin, onda yer tutmasıdır. Bilmecenin dokusunu ören şiir iplikleri ona ayrı bir tat, ayrı bir sevimlilik, bir yumuşaklık kazandırır. Böylece bir sanat yaratması olup çıkar bilmece...
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
ARen v1.06 [1.1M] W9x/2k/XP FREE
http://www.hulubulu.dk/eng/software.php?mode=show&obj=2
Dosyaları belli kriterlerde filtreleyerek yeniden isimlendirme işlemi yapan bir program. Örneğin dijital fotoğraf makinanızdan aldığınız fotğrafları bir başlık ve büyüyen numaralarla yeniden isimlendirmek istediğinizde işe yarıyor. Yaptığı iş basit gibi görünse de, tek tek yapmayı denediğinizde hiçte kolay olmadığını anlayacaksınız.
Yukarı
|
|
|