|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 268 |
22 Mayıs 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bugün okuyorum!.. |
Merhabalar,
Bugünkü sayımız oldukça yüklü gene. Onlara yer açmak, sizleri de gevezelikle meşgul etmemek için huzurlarınızdan erken ayrılıyorum bugün. Özetle bugün sizler gibi ben de okuyucuyum. Yarın buluşmak üzere hoşçakalın ama aşağıya doğru yavaşça inmeyi sakın ola unutmayın...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Dolly kuşağı |
|
İnternet çıktı, mertlik bozuldu.. Dünya çapında bir ortak kültür ve değişim başladı ki, sormayın gitsin..
Netten bir mesaj geliyor, hiçbir öznelliği olmayan. İyi niyetli, içinde diyecek birşeyi olan metinler, genellikle.. Ama hamburger gibi.. Yersin, karnın da doyar.. ama unutur gidersin işte.. Hatta ilk anda güzel bile gelebilir.. ama sadece bir yemektir, karın doyurur.. lezzet vermez, akılda kalmaz.. 'Ortalama'dır.. kimse tam taraf değilse de, tam karşı da değildir.. Bu da yeter..
Gelen mesajlar ise, sana özel değildir.. Birisi tarafından hazırlanmıştır, belki de birisine hazırlanmıştır.. Bir şeklide çıkmıştır internetteki yolculuğuna.. ve sana kadar da gelmiştir.. Sana özel olsaydı, o zaman kalıcı ve gerçekten değerli olurdu muhakkak, oysa kime olduğu bile belli değildir, hasbel kader sana da yollanmıştır.. hem de iyi niyetle.. Benim de sevdiğim metinler çıkıyor çok zaman.. ama eğer bir arkadaşıma yollayacaksam, o zaman başına hiç değilse iki kelime yazıp yolluyorum, sadece copy paste yapmayı, sindiremiyorum..
Bir de copy paste kimlikler konusu var.. Bunlar birbirinin aynısı insanlar. Yumurta gibiler.. ne dıştan ne de içten.. bir fark göremiyorsun.. beyaz ve yuvarlak olmaları söylenmiş, iyinin ve güzelin ve tercih edilmesi gerekenin bu olduğu ezberletilmiş.. onlar da öyle olmuşlar işte.. ve bu yeterli onlar için..
Üfff.. ne sıkıcı, bayıcı, boğucu.. Hiçbir sürpriz, hiçbir özgün kimlik kalmayacak mı bu dünyada?
Porto Riko'lu bir aile, adam profesör, karısı da akademisyen, Boston Üniversitesinden, 19 yaşında bir de oğulları var, Birlikte Beyoğlu'na gittik.. Rakı içip balık yiyicez, Nevizade sokakta.. Yürürken İstiklal Caddesinde, Burger King'in önünden geçiyoruz.... Bizim delikanlı, girmeye kalkışmasın mı? Orada hücceten gidecektim.. Sofrada iki satır sohbet etmeye çalıştım.. Yok.. olmıyacak.. zavallı profesör dostum.. Acılı ve umutsuz gözlerle bakıyor çabalarıma.. Birbirimizi anlıyoruz.. ama delikanlıya yardım edebilmemiz.. zor... Sormadım artık, yaşamla ilgili beklentilerinin, aspirasyonlarının neler olduğunu falan.. Bizim profesör, marangozluğa çok düşkünmüş, evinde büyük bir tadilat işini kendisi yapmış.. Detaylarıyla anlattı.. Anne ise, meğer çiçeğe ve bahçeye çok meraklıymış, sera yaptırmak istiyormuş İtalya'daki evinin bahçesine.. Uzun uzun latince isimler uçuştu masada.. Bir sürü bitki dostumuzu, küpe çiçeğini, kaktüsleri ve bambuları konuştuk.. Bir türk ve iki Porto Riko'lu... Evrensel dil bunlar olabilir ancak dedim içimden..
Hormonlu nesiller gelmekte sanki arkadan.. Özgünlükten uzak, klonlanmış sürüler.. Dolly nesli.. 'Doly'ler kuşağı.. Kendisini sadece copy paste ile ifade edebilen bir kalabalık.. kurusundan bir kalabalık.. Sanki sadece tüketsin, bunun iyisini yakalamak içinde önüne konan seksi olmak, arazi arabası kullanmak, Tomy Hilfiger giymek, bilmemne marka parfüm kullanmak ve benzeri konulardan başka bir öncelikleri olmasın isteniyor.. Amaç tükettirmek olunca, sürüden ayrı bireyler, işi zorlaştırmaktan başaka bir işe de yaramıyorlar zaten.. Dünya tek bir kültür, bireyler prototip bireyler oldukça, evet, hayat belki suni gübre verilmiş çimen tadında olacak.. ama.. rengi yeşil, kendi dolgun olduktan sonra.. yesin inekler işte...İşleri ne!
Reklamlar.. hep aynı kuşağı pompalamakta.. Şunu giy çekici ol! Bunu ye, zayıfla, bunu sür güzelleş.. Oh be.. hem dert tasa kalmıyor, hem de çok arzulanan bir birey olup çıkıyorsun işte.. Daha ne ister insan? Ortak zevkler, ortak anlamsızlıklar.. Bir arada kalınca, konuşacak hiçbirşeyleri olmayan, 'copy paste' insancıklar.. Herkes kendini ifade etmek istiyor, ama diyecek birşeyim yoksa.. işte o zaman gelsin copy paste, gitsin copy paste.. Yaşasın copy paste..
Dünyadaki bütün dağların tepelerini kessek, çıkan toprakla tüm çukurları doldursak, dümdüz etsek dünyayı.. şöyle deniz seviyesinden on metre yükseklikte bir düzlük olsa dünya yüzeyi.. İnsanları da, içlerinden en yakışıklı ve güzel ve akıllı ve becerikli çiftten (tercihan holywood'dan bulabiliriz) bir çifti alsak, onların yumurtaları ile şöyle birkaç milyar insan yapsak, geri kalan çer çöpü de artık zehirler miyiz, asar mıyız, ben bilemiycem.. ööle yapsak... Ne kolay ve güzel olurdu hayat.. Tam istenene ulaşılmış olurdu, hem reklam yapmak, hem ürün tasarlamak, hatta üretim bile yapmak.. gayet verimli! Ve kolay olurdu!
Olmaz mıydı?
aaltan@superonline.com
Yukarı
|
Gönülden Kahveci : Aylin Çukur |
Yaşamdan çalınmış bir öykü
Kahve molası okuyucularıyla ''yaşamdan çalınmış'' bir öyküyü paylaşmak istiyorum. Bilmiyorum belki okuduğunuzda gözlerinizin dolduğunu fark edeceksiniz. Ancak bu öyküyü sadece tek kişiye değil, tüm sevdiklerinize yüklerseniz, değer çıtanızın yükseldiğini görebilirsiniz...
15 Yaşlarında bir kız ve bir baba... aralarında öyle derin bir sevgi var ki... kelimeler kifayetsiz kalıyor! Ancak baba hasta ''mide kanseri'' kızın ise bundan haberi yok. Çevre tarafından ''gastrit'',''ülser'' diye kandırılıyor. ''baban turp gibi'' deniliyor. Haliyle kız inanmıyor tıp kitaplarının içine gömülüyor, araştırıyor deli gibi ama anlam veremiyor okuduğu bilgilere, belki de aklına getirmek istemediği şeyler yazıyor kitaplarda...
Daha sonra babanın durumu giderek kötüleşiyor ama asla bunu kızına yansıtmıyor ve kız da 'aptal' gibi olayları takip edemiyor. Babasına tapıyor! Aile aslında dört kişiden oluştuğu halde kız sadece babasını kendine yakın görüyor ve her şeyini onunla paylaşıyor. Ancak çok geçmeden baba hastaneye yatırılıyor,kıza da 'tatile çıktığı,bir süre dinlenmesi gerektiği; babasının kızı çok sevdiği' söyleniyor!Kız bu ani tatile her ne kadar anlam veremesede yine de çaresiz inanmak zorunda kalıyor ve gün aşırı babasıyla telefonda konuşuyor;gülüyorlar, babası kıza zorlandığı konularda,hatta kızın erkek arkadaşlarıyla ilgili konularda bile stratejiler veriyor!
Zamanla 'tatil' yalanının daha fazla sürdürülemeyeceğine karar veriliyor ve bu kez de babanın 'kontrol altında olması için hastaneye yatırıldığı' söyleniyor kıza! Hayatı kararıyor,yıkılıyor ve hemen hastaneye gidiyor. Vakti zamanında baba-kız birbirlerine öyle sıkı sarılırlarmış ki kaburga kemiklerinin sızladığını,boyunlarının ağrıdığını hissederlermiş ve kız da bir an önce hastaneye gidip babasına aynen böyle sarılmak istiyor! Tam babasının odasına geliyor ki kapının önünde dayısını görüyor ve dayısı, babasının yeni ameliyattan çıktığını bu nedenle babasının üzerine atlamamasını öğütlüyor,kız yavaşça odaya giriyor ancak babasının baygın olduğunu görüyor, gözyaşlarını tutmaya çalışarak onu yanaklarından kokusunu içine çekerek öpüyor ve koşar adımlarla hastanenin bahçesine çıkıp nihayet kendini tutamayarak ağlıyor... Çünkü hayatında ilk kez, sağlık karnesinde tek bir reçete olmayan babasını böyle kötü bir durumda görüyor!
Gözyaşlarını siliyor, babam benim böyle ağladığımı görse çok üzülürdü diyor ve güçlü olmaya çalışarak eve dönüyor! İki hafta sonra karne alacağından, son sınavlarına deli gibi çalışıyor amacı babasına harika bir karne getirip onu mutlu etmek...
Karnelerin alınmasından bir gün önce hastaneye gidiyor, babasıyla eskisi gibi konuşmak için; ama kız şok oluyor!!! Babasının çöktüğünü, bacaklarının su toplaması sonucu hareket edemediğini, yemek yiyip-su içemediğini ve çok acı çektiğini hatta yatamadığını bu nedenle sandalyeye oturtulduğunu görüyor! Babasının yüz hatlarının bir iskeletten farksız olduğunu düşünüyor! Babasının yanında ağlamamak için dışarı çıkıyor ve annesine sarılarak ''babama ne oldu?!'' diye soruyor! Annesi kızını sakinleştirmeye çalışsada kız hemen hastaneden çıkıp, taksiye atlıyor ve tanıdığı bir mobilyacının önünde durduruyor taksiyi, mağazaya girip geniş, yatabilen, konforlu, tek kişilik bir koltuk alıyor ve hastaneye gönderiyor, çünkü kız babasının hastanede o sandalyeler üzerinde oturtulmasına dayanamıyor,akrabalarının bunu düşünememesi ise onu çok sinirlendiriyor. Tekrar hastaneye gittiğinde babasını gönderdiği o koltukta rahat bir halde görünce kız birazda olsa huzur buluyor. Babasının elini tutuyor ve ''yarın sana bir sürprizim olacak''diyerek yanından ayrılıyor ve halasının evine gidiyor. O gece Hulki Cevizoğlu ve gazeteci olan eniştesi yüzlerinde buruk bir ifadeyle kızla sohbet ediyorlar! Saat geç olduğunda Hulki bey gidiyor ve evi sinir bozucu bir sessizlik kaplıyor! Tıpkı fırtına öncesi sessizlik gibi... Ertesi sabah kız kimseyi uyandırmadan, mutlu bir ifadeyle okuluna gidip karnesini alıyor ve tekrar halasının evine gidiyor. Fakat bu kez herkesin yanaklarından gözyaşlarının süzüldüğünü görüyor. ''Ne oldu?!'' sorusu karşısında ''güçlü olmalısın!'' cevabını alınca hemen hastaneye gidiyor. Babasının odasına giriyor ve yerinde başka birinin yattığını görüyor,baş hekimin yanına gidiyor,doktor onu görünce kıza sarılıyor ve kızın ısrarları sonucu onu 'cennet kapısı' yazan bölüme götürüyor! Kız morga girince görevliler babasını getiriyor kızın yanına, kız kefene sarılı olan babasının yüzünü açıyor! Babasını yanaklarından ve alnından öperek buz gibi bedenine son kez sarılıyor ve ona, onu yaşatacağına dair söz veriyor ve onun istediği gibi biri olacağına... onu hep seveceğine!!!
Kız babasını defnederken ona kırgın ve kendine kızgın olduğunu fark ediyor; kendine kızgın çünkü babası ölmeden yarım saat önce hastaneden ayrıldığını öğreniyor! Babasına kırgın;ona veda etmeden, yaşamla tek başına ve onsuz bir hayata terkedip gitti!!!
Sevgiler ve Saygılar
AYLİN ÇUKUR
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
BANA KARPUZ KESME
Bu gün seni arayan ben değildim. Sen aklını bana takmışsın. Daha akşam uzun uzun konuşmuştuk. Beni anla biraz, ne olur? Bütün gün seninle uğraşamam. Benim de işim gücüm var. Düpe düz haksızlık ediyorsun. Sıkıldım artık, iyice sıkıldım. Senin bu kadar kuruntulu biri olacağın aklımın ucundan geçmezdi. Seni bilmem ama ben yoruldum.
“Ben sevgilin olamam ama, arkadaşın kalabilirim. Biz seninle yine eskisi gibi arkadaş kalalım. Henüz yeni bir aşka hazır değilim. Yüreğimde hala o eski sevgilimin izleri var. Bana biraz daha zaman tanımalısın. Olayları kendi akışına bırakalım. Bırakalım her şey kendiliğinden gelişsin. Kendi bildiğince aksın.”
Bu kadar çetrefil sözcük nereden okunur, nereden öğrenilir? Aklım almıyor. Biz seninle önceden arkadaş değildik. Tanışalı birkaç ay bile olmadı. Çok sıradan, çok basit, çok gündelik şeyler yaşadıklarmız. Neden içinden çıkılmaz, karmaşık bir hal almasına çalışıyoruz? Eski sevgilin, eski mutsuzlukların senin can simidin. Bütün hastalık halinin tek ilacı. Eski sevgilin, aspirin sevgilin... Olayların kendi akışını engelleyen kim?
Zaman içinde seni daha iyi anlıyorum. Dünyanın en eski ve en basit oyununu oynuyoruz. Ben kaçıyorum sen kovalıyorsun, sen kaçtığında da ben. Maça çıkmış eskirimciler gibiyiz. Kılıçlarımız önce havada. Birkaç adımla sen saldrıyorsun. Ben hızla geri çekiliyorum. Ardından hamle sırası bana geliyor. Eski sevgilin sırtımızda bağlı bir kablo gibi. Puanlarımızı yazıyor sanki. Görmediğimiz bir yerde oturmuş hakemliğimizi yapıyor. Sadece seyircilerimiz çoktan sıkılıp gitmişler. Kimsenin bize aldırdığı bile yok.
Her gün, her sabah daha hastalıklı bir ruh haline bürünmeden senden ayrılmayı düşünüyorum. Başarılı olabilmek için kötü adam olmak istiyorum. Sevmediklerini, seni tiksindiren şeyleri biriktiriyorum. Sonra pişman olsam bile kötü, aşağılık birini oynamak istiyorum. Oysa biz ikimiz de sıradan, uyumlu, kimseyi kırmak istemeyecek kadar iyi insanlarız. Bu ilişki beni iyice hasta etmeden, bir kere çamura bulanmak kaçınılmaz gibi görünüyor.
Aklından geçenleri bilmiyorum. Ama sen gitmemi istemiyorsun. Son günlerde kendimi yedek kulebesindeki oyuncu gibi hissetmeye başladım. Bir işaretle sahaya koşmaya hazır, tetikte bekleyen... Otomabilin şişirilmiş, beşinci lastiği, takılmaya hazır bekleyen stepnesi gibi. Hem kalmalıyım, hemde senin bana uygun göndüğün sınırlar içinde beklemeliyim. Belirlenmiş rollerimi oynamalıyım: Elime tutuşturulmuş bir metinden sözler söylemeliyim. Dik durup, dik oturmalıyım. İzin istemeden konuşmamalı, sen uygun görünceye kadar ayakta beklemeliyim. Temiz, uyumlu, kibar, saygılı olmalıyım.
Çok ağır sorumluluklar yüklüyorsun bana. Hiç olmazsa bunlar için bir de maaş bağlasan diyorum. Yılda iki kez giyecek, sürekli yiyecek ve yakacak yardımı da isterim. Oldu olacak emekliliğim olmalı, dört maaş ta ikramiye vermelisin. Bu kriz ortamında garanti çamura yatacaksın. Gel en iyisi, yol yakınken vaz geçelim. Yaşadığımız hem sana zulüm, hem bana ölüm.
Bahaneler istemiyorum, haklı gerekçeler söylemeni de... Kırk dereden su getirmene de gerek yok. Cümleleri hırpalamanın, kavramları ve anlamları örselemenin de gereği de yok. Eski sevgilin dönecek. Biraz sabırlı ol. Sen öyle kolay bırakılır biri değilsin. Özürün, yalvarmanın bini bir para göreceksin. Ayaklarına kapanacak. Filmlerden alınmış, duymak için can attığın binlerce cümleyle af dileyecek. Her gelişinde, demet demet çiçekler getirecek. Senin sevdiğin çiçekler...
Sakın hemen af edeyim deme. Biraz ağırdan al. Burnu iyice sürtsün. Seni bırakıp gitmek neymiş iyice anlasın. Hadi bana müsaade. Acele ettiğimi nereden çıkarıyorsun. Geç bile kaldım. Karpuz kesmeni istemiyorum. Sen benim yerime birkaç yedek bul. Birlikte karpuzun yanına kavun da kesersiniz. Aklıma gelmişken son bir şey daha söyleyeyim. Çekirdeklerini çitlemeyi unutmayın sakın.
Seyfullah
Yukarı
|
|
Telveli Paylaşımlar : Nedret Türer İçimizdeki Hayvanlar Alemi... |
|
3 maymun...
Yabancı değil! Tanıdık...
Hepimizde var.
Yeri gelince bizim adımıza görmemeyi, duymamayı, konuşmamayı sağlayan, yani kişiliğimizde bilinç altı besleyip, sonrada bilinç üstü gezmeye çıkardığımız zeki yaratıklar.
Doğar doğmaz, sanır mısınız ki anne ve babalar sadece bir evlat (bir insan) sahibi olurlar.
Hayır!
Onlar şekilsel boyutları olmayan yani soyut "hayvanlar alemi"nin de sahibi olurlar aynı zamanda.
Tekil değil çoğul doğarız. Tek bir insana karşı bir sürü hayvan ve gözlerimizi açtığımız muammalarla dolu yeni dünya da kişiliğimizin gelişimine ışık tutacak ayrı bir alem, hayvanlar alemi.
Düşününce ürkütücü gibi gelse de özünde hiç de öyle değil. Belki bugün insanlığımızın güzel yönleri ile kötü yönlerini şekillendiren yetenekli varlıkların onlar olduğunu kabul etmeliyiz artık. Kimilerine göre "hayvanlığımız" günümüzde kaba tabir olarak geçerliliğini hala sürdürse de.
Hayvanlar hiç bir zaman "kaba" olamazlar.
Ama "nazik" olmayı bildikleri de söylenemez.
Onları ilgilendiren zaten bu değildir, onları yaşarken nasıl kullandığımızdır.
Bize öğrettikleri özleridir, ruhlarıdır, doğal yaşam dürtüleridir.
Ama itiraf etmeliyiz ki, yaşantımızın hiç bir döneminde onlar kadar "saf" olamadık!
Başardığımız bir saflık olsa da, bunun ne anlama geldiğini göremeyen gözler tarafından "aptallık" olarak algılandık. Günümüzde uç noktalarda saf olmanın adına gerçekten de aptallık denebilir. Aptallık ve saflık arasındaki farkı yaratan ince köprünün adına "denge" desek, bu dengeyi kurmakta insanlardan değil de, yine içimizdeki hayvanlardan yardım istemek ve almak çok daha akılcı olacaktır sanırım. Çünkü hiç bir insan bize bu konuda yardımcı olacak yeterlilikte "dengeli saflığa" sahip değil! (Bence)
Belki de "aptallık payesi"dir, saflıktan bilinç altı bu kadar korkma nedenimiz.
Oysa kendimiz dışında her şeyin saf olanını arama bencilliğine sahip varlıklar değil miyiz? Bu özelliğimizi (bencil olma) günümüzde üstlenecek herhangi bir hayvanın varlığını (doğal dürtülerini saymazsak) şahsen düşünemiyorum.
Yine de "belki" anlamında bir örnek vermek gerekirse çağlar öncesi yaşamış "dinazorlar neden olmasın?" sorusunu yöneltebilirim.
Onlar bile bilinçli bir bencillik değil zorunlu bir bencillik sergilemişlerdi kendi çağlarında.
Heybetlerinden kaynaklanıyordu, mecburdular ve bu nimeti de dibine kadar kullandılar.(Büyük ve heybetli olan her varlığı güçlü kabul edip, kendinden küçükleri yok etmesini "bencillik" adına hep seyretmedik mi, ve hala da seyretmiyor muyuz? )
Onlar akıllı değillerdi.
Akıllı olanlar insanlardı.
Ve insanlar küçük bir bedende dinazor heybetini sergileyip, güçlü bir bencilliği elde edebildiler.
Bugün dış ülkelerde olağanüstü tekniklerle canlandırılan bu doğa üstü hayvanlar, bugün bizim ülkemizde masrafları bizlere ödettirilerek yaşatılıyorlar (!) çok gelişmişlerden az gelişmiş ülkelere inat.
Neyse...
Konumuz insanlardaki hayvanlar alemi olunca, bizim "ünlü" hayvanlar aleminden de bahsetmemek mümkün olamıyor tabi ki!
Kısacıkta olsa!
Düşünüyorum da insan oğlu hayatında hiç bir hayvanı "es" geçmemiş aslında.
Hepsinden yararlanmış, bir çoğunu da kişiliğinin dışa vurumlarında aynası olarak kullanmış.
Hayvan dostlarımız bize baktıklarında içimizdeki yansımalarını göremiyorlarsa bunun tek sebebi var, şekilsel görüntülerinin tek kalıpta netleşiyor olması..."İnsan"
İçimizde bütünleştiğimiz hayvanlarımızın dış dünya da yaşayan somut hallerini sevmeyenimiz var mıdır?
Belki...ama çok nadir.
Ya onlar gibi yaşamak isteyenlerimiz?
Belki...ama azımsanmayacak kadar çok.
Şimdi gelin dilerseniz içimizdeki hayvanlar alemiyle düşüncelerimizi buluşturalım.
Sanırım bizimle insanlaşan, onlarla hayvanlaştığımız bu yaratıkların yaşantımızdaki rolünü
bilinçaltımızdan süzdürüp yüzeyselliğe taşımanın vakti gelmiştir artık.
Belki bu sayede onlara bakış açımız bile farklılaşabilir.
Sevmek, okşamak için uzandığımız bir kedi ile çevremizde zıplaya zıplaya sevinç gösterileri yapan köpeklere bir toplulukta "işte benim yansımam" diyecek kadar cesur olabilmeyi, içimizdeki hayvanlar aleminin gizli kahramanı aslandan almakta olduğumuzu unutmayalım! Ya da "yok ya!" diyenlere bir soru ile cevap verelim. Neden olmasın?
İşte içimizdeki hayvanlar alemi...
Aşk kapıyı çalınca; tavşan gibi korkar ve ürkeriz sonra ceylan gibi zıplayarak atlarız üzerine, kedi gibi 24 saat okşanmak ve sevilmek isteriz, karşı taraf mola verdi mi nankörlüğümüz tutar, bir anne kedi kadar kıskanç olup hırçınlaşırız.
Zamanla köpek kadar sadıklaşır, tapınırız, gün gelir kaçınılmaz değişimler ortaya çıkınca tilkileşir hayatlarımızı didikleriz, monotonluk en üst düzeye oturunca kurt gibi ulumaya başlar ağımıza düşürecek "çıtır" kuzular ararız. Kuzuyu bulunca - evdeki hesap terse dönerse - çapılıp kaz'a dönüşür, yolunmaktan keyif dahi alabiliriz(!), olağan süreç geçtikten kısa bir süre sonra ise "ah ne yaptım ben?!" diyip yitirilen fırsatlara ördek edasıyla peltek peltek geri dönmeye çalışsak da, artık yazık ki varılan sonuç nafiledir!
Evliliklerde ise, kuşlar kadar özgür olabilmeyi istemeyenimiz yoktur! Çünkü özgürlük artık az ya da çok elden gitmiştir, içimizdeki kuşların gökyüzündekilere karışmasını umutsuzca seyreder belki bir gün onlara tekrar kavuşabilmeyi hayal ederiz.
Aslında yuvamızı yapan da (!) bir dişi kuştur. Ama ne hikmetse evdeki horozla bu dişi kuşun beraberliklerinde kurulan hayal, çayırlarda dört nala koşturmak isteyen bir düzine vahşi attır.
Stand up yapanlarımız sırtlan'dan etkilenip hünerlerini icra ederken, yüzü bir türlü gülmeyenler de baykuştan nasiplenerek karamsarlığa dalar!
Günümüzde tam gün mesaide olduğumuz tek hayvan geyiklerdir!
Muhabbetimizin (neredeyse) tamamını onlara adarız.
Eşleri ile sorunlu olanların samimi oldukları türe "boynuzlu", iş yerlerinde çalışanlarımızın deşarj olmak için kullandıkları türe ise "argo" geyikler diyebiliriz. Yine de hayatın ağır yüküne onlar sayesinde gülümseyerek tahammül edebildiğimizi unutmayalım lütfen.
Hükümet meselelerinde hepimiz (istisnalar dışında) koyunuzdur. Arada bir "koyun bile bu kadarını yapmaz" dercesine öküzleşiriz! Bizi olur olmaz kızdıran her şeye saldırmakta boğa'yızdır, ama yenileceğimizi anladığımızda ise kuyruğumuzu bacaklarımızın arasına sıkıştırıp kaçmaktaki ustalığımızla da adeta bir tazı!
Menfaatlerimize ters düşüldüğünde ya da tam tersi haksızlıklara uğradığımızda panter kesiliriz. Yine de bizim panter iyi eğitilmemişse, onunda kendi içinde bir kediye dönüşebilmesi an meselesidir.
Trafikte katkısız ayı'yızdır, iş yerlerimizde her türlü angaryayı yüklenmede eşek, okullarda "adam olabilmek uğruna" inek, sıcak yaz günlerinde masa başında boğuşurken dalıp dalıp gitmekte ise (tabii ki bir tatil düşünün ardından) balığızdır.
Yaşamak istediğimiz hayatı yaşamamızı engelleyen kafeste, güzelliği ile yapayalnız bırakılmış bir muhabbet kuşu, kendi fikrimizi söylemeye üşenip başkalarının fikirleriyle geçindiğimizde bir papağan, ağzında hayatta kalmasını sağlayacak lokmayı tek güzel söze kaptıracak kadar geveze bir karga, bolluk içersindeyken kıymetini bilemeyip yarınları ipotek altına alacak kadar şen şakrak (düşüncesiz) bir ağustos böceği, ya da fazla çalışmaktan hayatı yaşamayı unutmuş şaşı bir karınca!
Politikanın içinde her türlü yalanı, dolanı, iftirayı, pisliği, kepazeliği etrafa bulaştırmaya hazır bir kokarca, saman altından su yürüten ve ne kadar ganimet varsa bünyesinde depolayan hortumsugillerden bir yılan, "hükümet" adı verilen, halkı bir lokmada yutup yok etmeye her devirde hazır ve talip koca bir balina, onlara muhalefet yapamayacak kadar tembel ve akılsız su aygırları!
Birde mevcut balinaya nispet yapmak için suda cirit atmaya hazırlanan, "ampul"lü köpek balıkları...
Bütün bunlara karşın verebileceğim en narin örnek; 1 günlük ömrü ile hayatta neler olup bittiğini asla anlayamadan, sadece nadide güzelliği ile idealindeki ışık etrafında dönüp durarak yok olan bahtsız bir kelebek.
Bizi yaşantımızın en zor anlarında hem kurtaran hem de batıran(!) "konuşma, görme ve işitme özürlü" 3 "medyatik" maymun.
En son olarak da; haşır neşir olduğumuz bu hayvanlar aleminde aynamıza yansıtarak ruhuna sahip olamadığımız tek ve mükemmel hayvan "yunuslar".
Hem neşeli, hem akıllı, hem çabuk kavrayan, hem sevgi dolu, hem disiplinli, hem sanatçı, hem özgür, hem mutlu, hem yardımsever, hem daima gülümseyen, hem çalışkan, hem yarışçı hem başarılı hem de istisnasız ve menfaatsiz herkesin yardımına koşan sevimli ve dost yunuslar.
Kendi adıma itiraf ediyorum ki, içimizde yaşattığımız hayvanlar aleminde varlığını özlediğim tek hayvan sadece o...
Bilmem ki acep çağırsam, yüreğimdeki o engin denizlere yüzündeki eşsiz gülümsemeyle gel desem, dalgalarımda zıplaya zıplaya kıyılarıma süzülüp de oynaşır mıydı benimle?
Sanırım artık insanlığın lüzumunu bitirdik!...
O nedenle daha fazla hayvanlara hakaret etmeyelim... Ne olur!...
Anlayalım ki...içimizdeki gerçek efendiler onlar!
Kabul edelim.
Artık hayvanlığın lüzumu var...
Nedret Türer http://www.ucnokta.com / A N L A M Platformu
Düşündüren her cümlenin sonunda "Üç Nokta" vardır...
Yukarı
|
Şair Kahveci : Filiz Kaya |
PORTUGA'YA
SON İTİRAF
Yıllar geçti, sevgili Manuel Valaderes. Şimdi kırk sekiz yaşındayım ve zaman zaman özlemimde, hep bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Birden ortaya çıkıverecekmişsin, bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portuga'm. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiç bir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor.
O çağlarda, bizim çağımızda yani, yıllar önce bir Budala Prens'in, mihrabın önünde diz çökmüş "Budala'nın, gözleri yaşlarla dolarak ikonlara şunu sorduğunu bilmiyordum:
OLUP BİTENLERİ ÇOCUKLARA NİÇİN ANLATMALI?"
Gerçek, sevgili Portuga'm; bunları bana çok erken anlatmış olmalarıdır.
Hoşçakal,
Ubatuba, 1967
İşte sevgili Portuga'cığım. Şeker Portakalı'nın son sayfası böyle. Her defasında nasıl inceden inceye yakıyor yüreğimi anlatamam. Dumansız ateş bu olsa gerek. Günlerce sonra, ara ara okuyorum ve hissettiklerimde değişen hiç bir şey olmuyor. Neden bilmiyorum, ama olmuyor. Sırf dayanıklılık derecemi ölçmek için bile okuduğum oluyor. Bakalım fazla etkilenmemeyi başarabilecek miyim diye...Her defasında onu ne kadar iyi anladığımı farkediyorum, ateş cayır cayır yanmaya başlıyor ve sadece ağlayabiliyorum. Zeze ve Portuga bende capcanlı varlıklarını sürdürüyorlar. Küçük Prens'se başlı başına süründürüyor yerlerde. Onu hiç açmayayım. Portuga'm, zor mudur Portuga'lık bilemiyorum? Elbet meşakkatli yanları vardır. Şeker Portakalı'ndaki gibi olmasa da tamamınca, elinden geldiğince bu kimliği taşıyorsun bana karşı. Zeze seni seviyor. Bu sevgi de, sana yük getiriyor bazı zamanlar. Portuga gibi 48 değil, 28 yaşındayım. Belki bazılarının Portugası'yım, belki de olacağım. Bunları olurken de, yaşım kaç olursa olsun sanırım bir taraftan, hep Zeze kalacağım. Gönlüm gerçek Portuga'yı hep arzulayacak, bekleyecek, özleyecek ve sevecek. Gerçeği hayatımda olsa da, olmasa da o hep sevilecek ve özlenecek. Neden mi? Portuga omuzuna yaslanılabilecek kadar samimi, ilgili, sevgi dolu, şefkatli ve gerçek bir DOST'tur.
Zeze...
Sevgili, sevilesi Portuga'm. Bir süre önce yazıldı yukarıdakiler sana. Hala yaşayan, içimdeki en derin yerlerden çağlayarak, koparak gelen hislerimdiler. Sense güzellikle ödüllendirdin beni. Çok insancıl ve de evrensel dedin. İsabet ettin, yanılmadın bu söyleminde. Seni neden bu kadar seviyorum bilmem ki? Üşüyünce kenarında ısındığım soba gibi, sıcaklayınca serinlediğim rüzgar gibisin. Seçemezliklerim, kararsızlıklarımla bunaldığımda reçete gibisin. Zaaflarımı göstermekten çekinmediğim, güçlü yanlarımı hissettiğimsin. Kendime inandığımsın. Abartılı ve bunaltılı yanlarından sıyırıp hoş gösterdiğin hayatı özümseyebildiğimsin. Dar olan vaktini en kaliteli haliyle genişleten, verebilensin. Ah benim o aksi ihtiyarım. Sen… Sen… adam gibisin. İnsan demindesin. İyi ki varsın ve kendin gibisin. Anlatmak istediklerime, gibilerime yetmeyecek sözcükler bunlar. Paylaştığıma kızmazsın umarım molacılarla seni. Bilirim insancıl ve evrensel olan şeylere istesen de kızamazsın. Paylaşılmaya değersin. Varsın abartmış desinler, varsın böyleleri kalmış mı desinler… Cevabım şu olacaktır. Sen özel değilsin, sadece güzel insansın. Varsın benim yüklediğimden farklı anlamlar yüklesinler. İkimiz de biliyoruz bu sevginin yolunun nereden geçtiğini. Gerçek dostlukta ve de ruhta cinsiyetsizliğin verdiği lezzeti, bizim gibiler anlayabilirler.
Bir Portuga'm olduğu için şanslıyım sanırım. Herkesin bir Portuga'sı olması dileğiyle…
Zeze...
Filiz Kaya
fkaya@linkbilgisayar.com.tr
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu / 20 Mayıs 2003 - Girne
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.262 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
DOSTLARI OLMALI İNSANIN
Dostları olmalı insanın,
aynen gemilerin limanları gibi.
Zaman zaman uğradığın, yükünü boşalttığın,
dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda.
Sonra açık denizlere uğurlamalı seni,
geri döneceğin günü bekleme umuduyla.
Bazen, rüzgâra o açmalı yelkenini,
yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla,
halatlarını çözmeli,
seni çok ama çok özlemeli.
Dostları olmalı insanın;
ermiş, bilge, hayatı ezbere okuyabilen.
Düşünmediklerini düşündüren,
seni bir cambaz ipinde, güvende tutabilen,
gerektiğinde senin için ateşi yutabilen,
yolunu ışıtan ustan olmalı.
Şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini.
Sana vermeli soğuk bir kış gününde
üzerindeki tek gömleğini...
Oğuzkan Bölükbaşı
<#><#><#><#><#><#><#>
Acı Sözdür Sevmek
Sevmek bir sözdür
Acı vurunca yüreğe
Acı vurmadan yüreğe
Sevmek
Bir alışmışlıktır
Kırıp yapmaktır
Yaşamaktır
Aslında gözyaşı
Belki pişmanlıktır
Üzülmek vicdan azabıdır bazen
Bilemezsin
Gitme kalırsan neler yapacağım
Altından kuleler
Sıcak geceler
Ve yıldızlı berrak bir gökyüzü
Serinlik istediğinde yağmurlar
Üzmeyeceğim seni
Yemin ederim
Elimde olsa kal gitme derim
Hergün seni görmeye gelirim
Sevmek yürek yakan bir duygudur
Acı vurunca canlara
Seni böylesine çabucak terketmek istemiyorum anılara
Oğuzkan Bölükbaşı
Yukarı
|
Gereksiz Bilgiler : Derleyicibaşısı Bahçıgöz |
Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
Fotoğraf makinesinin flaşı kısa sürede çok kuvvetli bir ışık verir. Bu ışık da doğrudan retinaya yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflardaki kırmızılık retinadaki bu kılcal damarların görüntüsüdür.
Yukarı
|
Kadının istekleri
Karı koca 100 km hızla gidiyorlarmış. Arabayı adam kullanıyormuş ve
karısı birden ;
"Hayatım" demiş... "Seninle 15 yıl boyunca güzel bir beraberlik
yaşadık. Ama ben artık boşanmak istiyorum."
Adam sesini çıkarmamış ama hızı 110 'a çıkarmış.
Karısı " Neden diye soracağını biliyorum.. Bunu nasıl söyleyeceğimi
bilemiyorum ama arkadaşın Joe ile birlikte birkaç aydır beraber
oluyoruz... Ve üzgünüm ama yatakta o senden daha iyi.."
Adam yine ses çıkarmadan hızı 120' ye çıkarmış.
Kadın devam etmiş.." Evi ben istiyorum " Artık 130'la
gidiyorlarmış... Kadın "Ayrıca..." demiş.. " Bütün çeklerini , kredi
kartlarını, arabayı da istiyorum.."
Ve adam hızı 140'a çıkarmış.. Hala sesini çıkarmadan..
Kadın sormuş: Hiçbirşey söylemeyecek misin? Sen hiçbir sey istemiyor
musun?
Adam 160' a çıkmış ve cevaplamış:
" Hayır ..Ben ihtiyacım olan herşeye sahibim.. "
Karısı şaşırmış.." Öyle mi? Nedir o??"
Ve araba karşıdaki duvara saatte 160 kilometre hızla çarpmadan az önce
adam cevap vermiş:
" Airbag bende! ..."
<#><#><#><#><#><#><#>
Yorumsuz!...
Yukarı
|
Birlikte Oynayalım : Presented by Enishte |
Yeni Soru : 8 - Çocukluğumuzun en çok okunan kitaplarındandı, kırmızı ceketli urbalara hücuuum :-)
ÇELİK - ..1.. - ..2.. - ..3.. - BİLEK
asesen@turk.net Editörden Not: Enişte tatili uzun tuttuğundan ve denizde fazla kalıp lumbagoları azdığından bu hafta "Oynayamadı". Pazartesiden itibaren her türlü faşizan baskı uygulanarak oyuna devam edilecektir. Saygı ve sevgi ile duyurulur.
Yukarı
|
KAN ARANIYOR
Bir arkadaşımızın Eşi kemik kanseri. Yakında ( 10 gün içinde) kemik iliği
nakli ameliyatı olacak. Fakat kan grubu 4000 kişide 1
bulunabilen AB RH NEGATİF Bu kan grubuna sahip olan kişilerin insanlık
namına arkadaşım ile temasa geçerek kan vermesi rica olunur.
Muharrem İzgi Cep tel : 0 535 211 07 85
Yer : Çapa tıp fakültesi Hastanesi
Şimdiden teşekkürler
|
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.alterfin.com/dominique/index.html
Bir insan'ın yüzündeki hassas noktalar nelerdir. Daha doğrusu işaret parmağınızla sizi tanıyan bir bayanın yüzünde hangi noktaya dokunursanız, nasıl tepkiler alırsınız? İşte bu sorunun tahmini cevabı... Ne kadar gerçek olduğu tartışılır.
http://www.flyingpuppet.com/shock/legato.htm
Bilgisayarınızın sesini hafifçe açıyorsunuz ve mouse'unuzu kibar hareketlerde ekrandaki resmin üzerinde gezdiriyorsunuz. Bu hoş sürprizin detaylarını keşfetmeyi tamamen size bırakıyorum.
http://www.flyingpuppet.com/shock/lecri.htm
flyingpuppet.com'dan bir başka performans. Bu linkleri tıklamazsanız çok şey kaçırmış olursunuz, bilmiş olun!...
http://www.cinq-ailleurs.com/frameset.htm
İnternetin sanatla bütünleşmesi bu olsa gerek. İnteractive bir sanal gezintiyi, sanatla bütünleştirerek gerçekleştirmek için mutlaka tıklayın. Biraz uzun sürüyor ama değiyor. Fransızca.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
GrabClipSave v1.4 [890k] W9x/2k/XP FREE
http://www.boumchalak.de/Tools/GCS/gcs.html
Ekran görüntülerini yakalayıp resim olarak saklamak zaman zaman başvurduğumuz bir yöntem. Bazı resim editörü programları bu konuda rahatlıkla kullanılıyor. Ancak böyle bir programı olmayan ancak bu türde ekran görüntülerine ihtiyacı olanlar için güzel bir çözüm. Tüm ekranı yada pencereyi seçip tıklıyorsunuz. Resimler önceden belirlenmiş bir klasörde toplanıyor. Denemesi de kullanması da bedava!..
Yukarı
|
|
|