|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 282 |
12 Haziran 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bekliyorum... |
Merhabalar,
Zor da olsa galip gelmeyi bildiğimiz bir gecenin ardından oturdum gene matbaamın başına. Yaz gelince pırpır eden böceklere nazire yaparcasına gözümün önünde uçuşan sanal sineklere, fokus ayarını bir türlü tutturamayan ekrana dönüşmüş ve "Beni ihmal etmeee!" diye arada bir sızlayan gözlerime inat yaklaşık 15 saattir ekran önündeyim. Gözlük kullanmayı zul sayan beynim birgün başıma bir iş açacak diye korkuyorum. Amann atın ölümü arpadan, su güğümü çamurdan olsun yahu. Nasıl ama? İyi acındırdımmı kendimi? Napim arkadaşlar? Şu vakit denen nesne mi özne mi bilinmez şeyi doğru kullanmayı bir türlü beceremeyenlerdenim. "Bugünün işini yarına bırakma" felsefesini özüne sindirmiş gibi görünüp ilk fırsatta yan çizenlerdenim, itiraf ediyorum. Bu yaştan sonrada düzeleceğim yok. Böyle gelmiş böyle gidecek. Vakit önümde ben ardında koşturup duracağım. Ta ki "The End" "Son - Erler Film" yazısını görene değin. Of ki offf...
Haftasonu benim ve benim gibi tüm babaların günü. Hani analara özenip alınmayalım diye bize bahşettikleri "Senede Bir Gün". Bu nedenle yarınki sayıyı biz babalara ithaf etmeyi bir borç biliyorum. Elimde fazla materyal yok ama sizlerin diyecekleri vardır diye düşünüyorum. Eğer ilgi gösterip babanız için bir cümle yada bir paragraf birşeyler karalarsanız, bir "Babama" köşesi açmak istiyorum. Belki babanız okuyamayacak ama siz orada neyin kimin için söylendiğini gayet iyi bileceksiniz. Haydi bakalım düşünün biraz. Babanıza tek bir cümle söylemek isteseydiniz, ne derdiniz? Yazın bana köşemizde yayınlayalım. Kendinizi zorlamayın. Bazen ilk avazda dilden dökülenler sayfalar dolusu güzel sözün yerine geçebilir. Bekliyorum...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer |
Dertler yaratana havale
Merhaba kahveci dostlar
Bilirsiniz, İstanbul çok eski bir şehir, hemen her yerinde tarihin değişik dönemlerine ait izler var, nereye gitseniz eski bir yapı, cami, türbe görürsünüz. Özellikle türbeler şehrin her tarafına dağılmıştır, hemen her mahallede bir adet bulunur, eski İstanbul denilen kısımlarda ise mahalle başına bir kaç adet düşer. Bu türbelerin halk arasındaki isimlerinden biri de "yatır"dır ve ben bu isimdeki yerlerden fena korkarım, neden derseniz anlatayım.
Çocukluğumda, yani ilkokul yıllarımda babannem ve onun gibi yaşlı komşularımız sürekli bu yatırları ziyaret ederler, adak adarlar, dua okurlardı. Yatırlara gitmediği zamanlarda da kendi aralarında mahallemizden uzak bazı yatırların ne kadar hayırlı ve şifalı olduklarını anlatır, birbirlerine yeni öğrendikleri yatırları ve bunların kerametlerini aktarırlardı. Bizimkiler lokanta gezen gurmeler gibi her hafta sonu bir yatıra gider, daha sonra da bunların kerametleri hakkında yorumda bulunurlardı. Aralarında "diz ağrılarına iyi geliyormuş diye gittim, bir haftadır ağrım geçmedi" diye yakınanlar bile olurdu. Sanki sağlık merkezine tedaviye gidiyorlar, şimdi olsa yatırı Tüketici Mahkemesi'ne bile şikayet eder bunlar.
Bu yatır gezmelerinin beni ilgilendiren yanı ara sıra yaka, paça beni de götürmeleriydi. Özellikle yaramaz çocukları uslandırdığı söylenen bir yatır vardı ki, en az iki haftada bir veya benim yaramazlıklarım doruğa çıktığı zamanlarda götürülürdüm. Bu yatırın İsviçre çakısı gibi bir kaç derde deva olduğu söylendiğinden babannemin sırt ağrıları, annemin babamın az içmesiyle ilgili talepleri, benim tımarım hepsi bir arada çıkarılırdı. Ben hazırlıklardan yine oraya gideceğimizi anlayıp kaçabilirsem kurtulurdum ama çoğunlukla gafil avlanırdım, annem kartal pençesi gibi eliyle bileğimden tutar, sürüklüye, sürüklüye götürürdü. Çok itiraz edersem yolda şeker, dondurma bir şeyler alır sesimi keserdi. Gittiğimiz yer eve çok uzaktı ve biz yürüyerek giderdik, ağır aksak yürüme, sağa sola hatır sorma derken nerdeyse bir saat sürerdi. Yatırın bulunduğu yere yaklaşınca bana bir korku basar, sakinleşirdim. Yatırın bulunduğu yer zaten bir mezarlığın köşesi, koca koca selviler, o sessiz ortam ve bir de binanın loş, nemli havası eklenince gel de korkma. Annem ve babannem halimi görünce birbirlerine kaşla, gözle "bak gördün mü, şimdiden uslandı oğlan" işaretleri yaparlardı.
Gittiğimiz yatır öyle Telli Baba gibi şenlikli bir yer değil, kapıdan girmesi bile cesaret ister. İlk önce loş bir giriş bölümü var, orada ayakkabılar falan çıkarılır, annem yanında getirdiği örtüyü başına bağlar, babannem zaten hazır, içeri girerdik. Girdiğimiz yer basıkça bir odaydı, tam ortada üzeri yeşil örtü kaplı bir sanduka dururdu. Sandukanın üstü ayak kısmından baş kısmına doğru yükselen bir eğimde olur, baş kısmında ise hala rüyalarıma giren dev bir sarık bulunurdu. Kapıdan girer girmez gördüğüm manzara o kadar etkileyiciydi ki, ne göreceğimi bilmeme rağmen her seferinde korkardım, ilk gören çocuklar arasında korkudan altına edeni bile vardı.
Odaya girdikten sonra sandukanın etrafında bir döner, baş kısmına gelince de dua etmeye başlardık. Babannem bana bir kaç dua öğretmişti, onları yanlış okumaktan korkarak içimden defalarca okurdum. Babannem yanlış şeyler yaparsam o dakikada çarpılacağımı söylediği için, yanlış bir dua okumamak için terleye, terleye ağır, ağır dua ederdim. Çarpılmak ne demek anlamazdım ama sanki kolum kıçımdan çıkacak, gözlerimle kulaklarım yer değiştirecek gibi gelirdi, daha da korkardım. Annemin, babannemin bitmez tükenmez dua faslı bitince bu sefer sıra isteklere gelirdi. Annem sessizce bir şeyler söyler, muhtemelen babamın az içmesini, benim daha uslu bir çocuk olmamı isterdi. Babannem ise taleplerini sesli sesli söyler, her cümlesine "ya erenler" diye başlar, artık aklına ne gelirse, ev halinin sağlığından, kümesteki tavukların iyi yumurta vermesine kadar her isteğini sayıp dökerdi. Kendi talepleri azmış gibi bir de komşulardan sipariş alır onları söylerdi, yatırdan siparişle hayır istemek ne menem bir akılsa.
Odadan çıktıktan sonra, binanın girişine yakın bir yerde en korktuğum kısma gelirdik. Burası yatırın esas ününü borçlu olduğu yerdi, burada yaramaz çocuklar uslu çocuk haline getirilirdi. Nasıl mı yapılırdı? O zamanın teknolojisi pek yeterli olmadığından basit bir tahta kutu ve el süpürgesi bu cihazın esas kısımlarını oluştururdu. Ancak bir insan sığacak genişlikteki tahta kutuya çocuklar sokulur, üstü yeşil bir örtüyle örtülür, bir sürü dua okunur, içerideki çocuğun delirmesine az kala örtü kaldırılır ve çocuğun üstü, başı el süpürgesiyle süpürülürdü. Burada maksat hani banyodan önce kir kabartıp sonra da keselemek gibi çocuğun önce aklını başından alıp sonra da tüm yaramazlığını süpürerek atmaktı. Oradan çıkan çocuk korkudan bayılmadıysa bir hafta kadar kendine gelemez, böylece yatırın kerameti daha iyi anlaşılır, ünü günden güne artardı.
Yatırda işlerimiz bittikten, oralara yuvalanmış bir kaç deyusa para ve götürdüğümüz yiyecekleri kaptırdıktan sonra dönüş yoluna geçerdik. Ondan sonraki günler de yatırın üzerimizdeki olumlu etkilerini gözlemekle geçerdi. Bütün gün yatan ama yatıra gitmek için kilometrelerce yolu tepince idmanlanıp nefesi açılınca kendini iyi hisseden babannem işi iyice abartır, yatır sayesinde bütün ağrılarından kurtulduğunu anlatır dururdu. Süpürge seansının etkilerini atmam bir hafta sürdüğünden ben de yatır tarafından uslandırılmış sayılırdım, annem de babam midesi ağrıdığı için bir akşam bir kadeh az içse bunun hemen yatır sayesinde olduğunu düşünür, binlerce dua ederdi.
Biz, babannem rahmetli oluncaya kadar yatır ziyaretlerimizi sürdürdük. Şimdi düşünüyorum da, bu ziyaretler muhtemelen babannem ve yaşıtları için bir ihtiyaçtı, o neden başına geldiğini bilmediği sıkıntılarını aşmak için kerameti kendinden menkul yatırlara gitmek ihiyacı duyuyordu, aklı ancak bunu yapmaya yetiyordu. Bu sayede sıkıntılara dayanacak gücü bulabiliyor, yalnız mücadele etmekten kurtuluyor, bu dertlerin başına tanrı tarafından sarıldığını düşünüp yine tanrıya yakın olduğunu düşündüğü mekanlarda çare arıyordu. Ne diyeyim, ben de son yıllarda epey uslandığıma göre, o kadar da boş şeyler değilmiş sanki.
Kalın sağlıcakla dostlar
Hüsamettin Gezer husam@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Aydınlı Turgut : Turgut Ankara |
VUSLAT İLE FERİT İŞ PEŞİNDE
Baharın sıcaklığından yazın gelişini hiç anlamadığımız şu günlerde, İstanbul her zamankinden daha neşeli ve daha eğlenceliydi. Aşıklar sahillerde el ele dolaşıyor, sinemalar Matrix çılgınlığını son noktasına kadar yaşıyordu. Cep telefonu konuşmalarında kontürler sonuna kadar kullanılıyor, cep telefonunun nimetlerini henüz kullanamayanlar ise kartlı telefonları tercih ediyor, klübelerin önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Biz ise onları şimdilik yerlerinde bırakıyor, Taksim'e Tarlabaşı'na uzanıyor, Vuslat abi ile eleman Ferit'in evinde buluşuyoruz.
Bizim iki kafadar dün akşam içkinin ucunu fazla kaçırdıklarından saat öğleyi geçmiş olmasına rağmen güzellik uykularına devam ediyorlardı. İlk uyanan Ferit oldu. Midesindeki yanma nedeniyle ilk önce dolaba gidip soda içmeyi uygun gördü. Fakat dolabın kapağını açtığında sadece içeriyi aydınlatan kırk mumluk ampülden başka bir şey göremedi. Sıkıla sıkıla üzerine bir şeyler giydi. Yiyecek ve içecek bir şeyler almak için aşağı indi. Kapıdan çıkarken de Vuslat abinin uyanması için kapıyı bir hayli hızlı çekmeyi ihmal etmedi. Kapının çıkardağı gürültüyle yerinden fırlayan Vuslat abi, haberey gobarey sesleri çıkararak kendini tuvalete zor attı. Ferit bakkala varıp sabah atıştırmasını aldıktan sonra olanlara bakalım.
-Sabri abi günaydın, şunları bizim hesaba yazıver.
-Oğlum sizin hesapta yazacak yer kalmadı lan!!! Defteri bile bıraktım, artık tuvalet kağıdına yazıyom sizin borcunuzu...
Fırçasını yiyip aldıklarını geri bırakmak zorunda kaldı. Güç bela ekmeği kurtarmış olmanın mutluluğu ile eve yollandı. Vuslat abi suların kesik olduğunu unutup bir güzel işini gördükten sonra sıra geldi gerçekle yüzleşmeye. Tuvalet fırçasını kullanmaktan kılları kalmamasına rağmen bir şekilde itme ve çekme teknikleriyle tuvaleti temizlemeyi başardı.
Ferit eve vardığında elindeki ekmeğin yarısını bitimişti bile. Vuslat abi ise Ferit'in bu huyunu bildiği için onun elinden ne koparsam kardır umuduyla kapıda karşıladı.
-Ne ulan bu, ekmek mi aldın sadece?
-Yok abi, birer buçuk iskender de söyledim, getirecek çocuklar.
-Dalga geçme lan... ver bakayım onu bana.
Ferit'in elinden ekmeğin kalan kısmını alan Vuslat abi, odanın bir köşesine oturup onu kemirmeye başladı.
-Ferit!!! Çay yap lan bari.
-Abi nasıl çay yapayım? Su yok, çay yok, tüp yok... En son geçen hafta alt komşunun çiçeklerini yolup, onları tüpün son demleriyle kaynatmıştık. O da motoru bozduydu, iki gün tuvalette yatmıştık ne çabuk unuttun.
-Oğlum su ver lan bari bir bardak.
-Yağmur mu yağıyo da verecem, su kovası çatıda bomboş duruyor.
-Lan ölecem valla. Ekmek boğazımdan geçmiyor komşudan bari isteyiver.
-He buldun sen de bize bir şey verecek komşuyu. Adamlar bizi görünce kaçıyor. Bir de su mu verecekler?
-Ferit bu böyle olmuyor oğlum bir iş bulmak lazım.
-Kaç kere denedik abi, akşamına sapıtıyoruz bir de üstüne dayak yiyoruz.
-Tamam o zaman, ayrı ayrı iş bakalım belki ayrılırsak daha iyi çalışırız.
-Yok abi onu da denedik... Sen adamları perişan etmişsin, herifler seni dövmesin diye beni çağırdın beni dövdüler.
-Kalk lan meydana çıkalım bari oradaki havuzdan hiç olmazsa iki yudum su içeyim.
-Hadi gidelim, zaten birazdan ev sahibi gelir kaç aydır kira vermiyoruz. Böyle devam ederse camide felan yatacağız herhalde.
-Aklınla bin yaşa lan, ben buldum ne iş yapacağımızı yürü gidiyoruz.
-Nereye abi böyle telaşla?
-Camiye oğlum.
-Ana!!! Hidayete mi erdin abi. Ekmek damarlarını tıkadı herhalde, oksijen gitmiyor beynine.
-Çok konuşma, hadi yürü ayağına da terlik giy.
Bizimkiler teleşla çıkarlar. Vuslat abi önde Ferit arkada bakkalı, manavı, kasabı atlatarak Taksim'e varırlar.
-Eminönü'ne mi gitseydik lan Ferit?
-Niye abi, ne yapacağız ya camide?
-Yürü oğlum işte akşama en kralından yemek var.
-Gene bana dayak yolları gözüktü anlaşılan.
-Eminönü'ne gidelim.
-Abi taktın sen de, sıcakta çekilmez valla o kadar yol.
-Yürü oğlum, yarım saatte varırız.
Uzun bir yürüyüşten sonra Eminönü'ne varırlar.
-Vuslat abi ya, bak buradaki güvercinler insanlardan kaçmıyor onları mı yakalayıp yesek.
-Sen beni dinle, akşama bonfile yedireceğim ben sana.
-Peki bakalım.
-Şimdi ben bu seyyarların orada bekliyorum, sen camiye gidiyorsun oradaki ayakkabıların güzellerinden bir çift giyiyorsun, terlikleri de gömleğinin içine. Hemen benim yanıma koşuyorsun. Namaz bitene kadar vaktimiz var acele et.
-Abi sakata geleceğiz ama haydi bakalım.
Ferit, Vuslat abisini dinleyerek beş dakikada sekiz sefer yapar. Orada buldukları bir gazete kağıdının üzerinde, yürrüttükleri ayakkabıları satmaya başlarlar.
Müşteri talepleri zaman zaman farklılaşır.
-Birader bunun kahverengisi yok mu?
-Var abi, arkadaş depodan getirsin hemen.
-Ferit koş oğlum, depodan bu ayakkabının kahverengisini getir.
Ferit koşarak gider ve kahverengi ayakkabılarla döner.
Kısa sürede on, onbeş çift ayakkabı satarlar.
-Abi hadi gidelim, namaz bitecek şimdi.
-Tamam oğlum meraklanma, uzarız şimdi.
-Abi bak, etrafımız kalabalıklaşmaya başladı, ben kıl oluyorum.
-Tamam, tamam.
-Abi bırak şimdi tamamı yaaa. Koşarak birileri geliyor.
-Ayaklarını görebiliyo musun?
-Yooo. Niye ki?
-Bekle bakalım.
-Amanın abi, heriflerin ayakkabısı yok.
-Koş lan o zaman, ne bekliyon?
-Abi herifler yetişiyo ya, ne yapacağız?
-Şiştim ulan ben. Oğlum sen atletizm takımının mı ayakkabılarını yürüttün? Herifler tazı gibi.
Ne bileyim be abi, ama inşallah boks takımı yoktur.
-Abi herifler yakaladı bizi yandık şimdi.
Bu andan sonra bir süre güm pat çat dışında ses duyulmaz.
-Ah abi her yerim ağrıyor, kötü marizledi herifler valla bizi.
-Ulan herifler hem paraları aldı hem de elbiseler yırtıldı. Çok zarar ettik bu işten.
-Hadi eve gidelim abi, bende ayakta duracak derman kalmadı.
-Gidelim Ferit, bak aklıma ne geldi.
-Ne abi?
-Aslında güvercinler de tavuk gibiydiler, dönsek mi acaba geriye?
Turgut Ankara turgutankara@kahveciyiz.com
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
SAHİBİNDEN, DOKTORDAN, BAYANDAN - 5 (Son)
Arabamı satmaktan vazgeçtiğimi daha önce söylemiştim. Her şey olacağına varırmış. Arkadaşlar ağzımdan girip, burnumdan çıktılar. Arabayı satmaya beni razı ettiler. “Boş ver inadı, yabancıya gitmesin, nazlanma, bundan iyi müşteri bulamazsın” ısrarları, yalvarışları, telkinleri arasında safir mavimden ayrıldım. Canım arabamın yeni sahibi doktor değil ama bayan. Meslek Yüksek Okuluna yeni atanmış, bu kasabaya ilk kez gelmiş bir Ticaret Aritmetiği öğretmeni. İyi ki böyle çok tatlı, eli ayağı düzgün, hanım hanımcık bir alıcı çıktı. En azından gözüm arkada, aklım arabamda kalmayacak.
Biraz ucuza gitti ama helal, hoş olsun. Çok sevdiğim, hatırlı arkadaşlarım onu benden çok kolladılar. İş pazarlığa dökülünce nedense” hadi yap bir abilik, bu güzelliği yapsan yapsan sen yaparsın, bırak şimdi ince eleyip sık dokumayı, hadi uzatma, olsun bitsin” ayaklarıyla ağzımı bir güzel bağladılar. Paranın yarısın peşin verecekmiş, yarısı üç ay sonra. Devrini, satışını da paranın tamamını ödeyince yaparsınız dediler. Enflasyon falan diyecektim, ağzımı bile açtırmadılar. Hay sizin arkadaşlığına, dostluğunuza be. Utanmasalar bedava ver diyecekler. Ne zaman ağzımı açmaya kalksam “araba yine senin, ihtiyacın olduğunda gel al, istediğin yere git,” muhabbeti ile sesimi kıstılar. İşin içine abilik, babalık falan karıştırıp daha ağzımdan bile çıkmadan her sözüme kırk ilmek atıp, kırk düğümle bağladılar.
Dün son kez araba binip veda turuna çıktım. Sokakları turladım, sahile indim, adayı dolaştım, Akliman’a, Hamsilos’a, Sarıkum’a gittim. Sevdiğim birini yitirirmiş gibi hüzünlendim. Direksiyon simidini, teybini, vites kolunu, torpidosunu sevdim. Son defa aynalarını, camlarını, gösterge panelini sildim. Utanmasam zırıl zırıl ağlayacaktım. Birine söylesem, birine anlatsam adamla dalga geçerler. “Alt tarafı bir araba, amma da abattıyon ya,” derler. Akıllarından silininceye kadar birkaç yıl matrak geçecekleri de işin cabası. Onunla vedalaşmak, ayrılmak gücüme gitti, içime dokundu. Belki birkaç ay sonra yeni bir araba alırım. “O’nu da severim, alışırım,” diye kendimi teselli ettim.
Öğretmen arkadaşla lafı uzatmadan el sıkışıp kendisine anahtarı uzattım. “Hayrını gör, Allah kazasız belasız kullanmak nasip etsin,” deyip ayrıldım. Canım aşağı doğru sarkılıp sahile inmek, biraz yürümek, kendimle kalmak istiyordu. On dakika kadar oldu olmadı feryat, figan bir korna sesiyle irkildim. Gözde arabasını kaldırımın kenarına çekmiş beni çağırıyor. Şimdi bunun kahrını da çekilmez ama gitmesem ayıp olacak. Sürücü kapısına doğru yöneldiğimi örünce penceresini açtı. “Merhaba, ne diyorsun anlamadım,” dedim. “ Hadi yolun ortasında dikilip durma, atla da biraz dolaşalım” dedi. İsteksiz isteksiz kapıyı açıp ön koltuğa oturdum. Araba hareket edince göz ucuyla aynaya bakar gibi bana bakıp sordu. “Nereye gidelim?” dedi. Sen bilirsin ama Karakum’a doğru, manzaralı bir yere çekelim,” dedim. Bu deli kız suratımı asık görünce ıncığını, cıncığın merak eder. Beni saçma sapan sorularıyla iyice çileden çıkarır. Canımın sıkkın olduğu anlaşılmasın diye neşem yerindeymiş gibi görüntü takındım. Bana soru sormasına fırsat vermeden ilk hamleyi ben yaptım. “ Senin gönül işleri ne oldu, eczacıyla arayı düzeltebil din mi?” diye sordum. “Ya sen ne diyon, neyi soruyon, anlamadım,” gibi hepsini toplasan, beşle çarpsan hiçbir anlam çıkmayacak bir sürü saçma şey söyledi. “Kızım ben en son seninle neyi konuştum?” Eczacı Yakup’la işi sarpa sarıp benimle konuşmak istemedin mi? Ne zaman ağladığını, ölücem galiba, içim acıyor dediğini unuttun?” dedim. “Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.
Bazı insanlar beni şaşırtır. Onların yaşama biçimlerini, hayatı algılayış biçimlerini kesinlikle kavrayamam. Onları çok üzen, yerle bir eden olaylardan kertenkelenin kuyruğunu bırakıp düşmanından kurtulması gibi yaşadıklarını anılarına gömüp uzaklaşmayı başarırlar. Her şeye, her yeni duruma alışmak, uyum göstermek gibi olağanüstü bir yetenekleri vardır. Bir müridin bağlı olduğu tarikatın zikir töreninden çıkıp tekno müzik partisine gitmesi gibi, eski tüfek entelektüel bir solcunun Cem UZAN mitinginde Nadide SULTAN’ın fazlaca gelişmiş güzelliklerine kendini kaptırıp neşe içinde şarkılara katılması gibi. Ne kadar çabalasam, okusam, anlamak için sabır göstersem bile benim terazim bu ağırlığı tartmakta yetersiz kalır. Madem ki anlama eşiğimizi aşıyor, en iyisi yaşamı ve insanları kendi haline bırakmak.
Yaşadıkları Gözde’yi benim tahminim kadar hırpalayamamış. “Evlenmek düşüncesini aklımdan artık sildim. Ne çıkarsa karşıma onu yaşayacağım. Hiçbir şeyi kafama takmayacağım. Aşkmış, sevdaymış bunlar bana göre değil,” dedi. Bir ara kendi düşüncelerimde kaybolmuşum, anlattıklarının çoğunu kaçırdım. Şimdi akşamları takıldıkları barda çalışan garsonların biriyle çıkıyormuş. O’nunla evlenmeyi de düşünmüyormuş. Oğlan çok uzun boyluymuş, evlilikte iyi durmazmış. İçimden arkadaşlıkta yada çapkınlıkta uzun boylu bir erkeğin iyi durup, evlilikte nasıl durmadığını sormak geçti. Kendimi engelledim. Sohbete limon sıkmak istemedim, sustum.
Sonraki günlerde Gözde’nin arabasını kullanan uzun boylu bir delikanlıyı birkaç kez sağda, solda dolanırken gördüm. Bu kızın arabası ile gönül işleri arasında sıkı bir bağ olduğunu keşfettim. Mavi boncuk değil ama arabası kimdeyse bizimkinin gönlü de ondaydı. Benim de arabam oldu ama O’nu böyle istismar etmedim. Gönül ilişkilerim ve kaçamaklarım için kullanmadım. Araba sahibi olmanın da kendine göre bir raconu var. Ustalarımın ve arada bir uğradığım servisin sözünü dinledim. Sigaraya özenmedim...
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan |
Avrupa Birliği ve Türkiye - 2 -
İster iyimser, ister kötümser, ister rasyonel yaklaşalım 10 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi sonunda alınan kararla Türkiye yeni bir sürece girdi. Sevenlerinin Kıbrıs Fatihi diye tanımladıkları Bülent Ecevit Hükümetinin hem Kıbrıs hem de Ege konusunda verdiği ödünler sonunda Yunan vetosu kalktı ve Türkiye Avrupa Birliğine “aday ülke” olarak AB’ nin bekleme odasına resmen kabul edildi.
AB ve Amerika Ecevit hükümetinin önüne iki seçenek koydu: Ya şartlı (Kıbrıs ve Ege konularındaki Türkiye yaklaşımlarından ödün vermek) AB adaylığını kabul emek yada bu işi çıkmaz ayın son perşembesine ertelemek. Ecevit Hükümetinin dış politikası da ekonomi politikası da iyice köşeye sıkışmıştı. Şartlı öneriyi kabul ederse ekonomisine nefes aldırmak için az da olsa destek görecek ve halktaki karamsarlık en azından bir süre için gündemden kalkacaktı. Apo’nun getirilişi, deprem ve yanlış dış politika sonuncu yerle bir olan Türkiye turizmi yeniden canlanabilecekti...Turizmin ne anlama geldiğini bile anlayamayan Ecevit ancak yıkıntıdan sonra görebildi Hanya’yı da Konya’yı da... Yanlış politikalar izlemenin bir insanı nereden nereye getirdiğini görmek için sadece şu küçük ayrıntıya bakınız: 1960’lı yıllarda hızlı gelişen sol akımın önünü tıkamak için Ecevit’in ortaya attığı “ortanın solu” sloganıyla bakın dağa taşa neler yazdırıyordu şimdi liberal kesilen Başbakanımız : “Ortanın solu iktidara geldiğinde, toprak işleyenin, su kullananın olacak ! ” Evet, böyle diyordu Bülent Bey ve değme solculara taş çıkartacak söylemler geliştiriyordu, ama tabii ki söylediklerinin hiç birisine inanmıyordu; inanmadığını da zaman kanıtladı, hem de nasıl...Ecevit’in sol’dan anladığı asker-sivil bürokrasinin kayıtsız şartsız egemenliğinden başka bir şey değildi...Ecevit’in temel düşüncesinde bugün de çok farklı bir değişim olduğunu sanmıyorum,değişiklik kendisinin Başbakan koltuğunda oturmasından kaynaklanan faturaları ödemek zorunda kalmasındandır...
Demirel gibi Ecevit’in de iktidar hırsı gemlenemez düzeydedir ve bunun da faturasını ne yazık ki halkımız ödemektedir. Sanırım daha bir süre de ödemeye devam edecektir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Demirel, Ecevit ve onların kopyalarından başka hiçbir özeliği olmayan pek çok diğer politikacının da sonu yaklaşmaktadır. AB üyeliği için imzalanan anlaşmaya koydukları imza, kendi siyasi hayatlarının da sonu olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
AB ve Türkiye konulu yazılarımız çok yönlü sürecek.
12.12.1999 - Kemal Duykan kduykan@kahveciyiz.biz
NOT: Bu dizi yazı bölümlerinin altında görülen tarihlerde bazı dergilerde yayınlanmıştı.Yeniden yayınlamak isteyişimin nedeni, o günlerden bu günlere AB konusunda alınan/alınmayan mesafeleri bir kez daha gözler önüne sermek içindir.
Yukarı
|
Ceplerine para koydum tüm çocukların;
birsürü şeker almayı düşündüler o parayla
ve istemediler kullanılan hiçbir şey gerçek hayatta.
Ne arabalar,
ne evler, ne yatlar ne de katlar.
Sakız alalım dediler hepbir ağızdan
Bir de akşamları çıkmak için bize izin al dediler babalarımızdan...
Gündaç
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.327 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
SONUÇTA ACIDIR
YÖNETEN AŞKI
Sevinci arıyor ve
buldukça
yavrusuyla suya inmiş suna gibi coşuyorsa da
sevdadan sevdaya koşarken insan
sonuçta acıdır yöneten aşkı...
Gök ve toprak arasındaki boşluğun
gizemli sesini topluyor düşlerimize
içimizdeki mıknatıslar
istesek de unutamadığımız kimi anılar
ya da bir türlü ulaşılmayan arzularımız
onların tığlarıyla örüyor ömrümüzü;
aynı yürekte aynı gece
tutkunun ve nefretin anlık çırpınışları
cesaret ve korkunun izinde oynaşıyor
erinç ya da keder
aynı yürekte aynı gece
dönüşsüz hızıyla yarışıyor zamanın;
kınsız, duraksız geçiyor dakikalar
gün bekletmeden doğuyor;
nazlanan kendini nazıyla oyalarken
öpülenin, koçulanın hazzıyla pırıltılı
alarıp, tanyerinde şavkıyor ışık;
sevinç duyulduğunca harlı
acı solunduğunca azgın
ve aşk - ki tanrısı da, kulu da insan -
ateşten ve dumandan yavruluyor onları;
ilk öpüşün tadından kaynayan pınar
sonsuzluk duygusuyla akıyorsa da
sonuçta acıdır yöneten aşkı...
Dağların da bir ruhu var rüzgârın da;
gurur, özgüven ve sadakat
sınıyor kendini yıldızlarla, alnında dorukların;
ister bahar tütsün ömrün telinde, ister güz
kanatları kıpır kıpır esen seher yelleri
durmaksızın uçarı, durmaksızın tutuşkan;
çığlar ya da uçurum, kökler ya da tomurcuk
neyin ruhu çınlarsa çınlasın sinesinde insanın
sonuçta acıdır yöneten aşkı...
Doğuyor ve ölüyoruz
göğün ve toprağın bir toplamı olarak
sonsuzluk sadece düşteki ışıltımız
ve sadece sevdayla varılmış sevinçte balkıyor hayat
duyulan - ki kolları da olsa dallarınca ormanın
yar koynunda bal süzene az gelir - onun yankısı fakat
yarasını yarayla saranda ancak
sesini bulan
söylenmiş söylenecek bütün şarkılarıyla
sonuçta acıdır yöneten aşkı.
Nihat Behram
<#><#><#><#><#><#><#>
DOĞDUM BAĞLANDIM SANA
Bütün düşlerde olduğu gibi
anamın yaslı çehresinde olduğu gibi
içimde bir şeyler birikiyor
Savaşarak pişirilen toprağı
kıvır kıvır işleyen güneş
yitip gitti sanılan
bir sesi iletiyor
(...eriklere, ardıçlara, dallarını
yosunların bürüdüğü selvilere,
koruda kaybolan tavşanla, kaynağa
biriken pervanelere,
uçsuz bucaksız maviliğine denizlerin,
bulutu evcilleşmeyen dağların görkemine,
serin çığ taneleriyle ağırlaşan hasat rüzgarına,
yaylaların büyüsü keskin ayaza...)
Nihat Behram
Yukarı
|
Beyne vurdu
Her biri seksenlik üç ihtiyar kahvede oturmuş oflayıp poflayarak yaşlılıktan şikayet ediyorlar. Birinci ihtiyar:
- "Beş dakikalık yere yarim saatte zor gidiyorum artık, yaşlılık dizlerime vurdu azizim..."
İkinci ihtiyar inler gibi konuşuyor:
- "Sizi beklerken söyle gazetelere bir göz atayım dedim, gözlerimin ağrısından iki satır okuyamadım. Demek yaşlılık gözlerime vurdu dostlar..."
Üçüncü ihtiyar:
- "Benim derdimi hiç sormayın" der gibi başını salladıktan sonra ekliyor:
- "Dün gece bizim hanıma "Hanım gel biraz seks yapalım" diyecek oldum, 'Bey daha iki saat önce seviştik' demesin mi? Bende de yaşlılık beyne vurdu azizim, hafıza diye bir şey kalmadı
<#><#><#><#><#><#><#>
Kısarsanız Sahil Güvenlik'in bütçesini, böyle olurr işte!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.haftasonu.com.tr/ozel_dosyalar/00298/
Nostalji ...Eskişehir bozkırındaki bol rüzgarlı Karaçay köyünde 7 Eylül 1937 tarihinde doğdu Cüneyt Arkın. Babası Hacı Yakup Cüreklibatur, İstiklal Savaşı gazisi, annesi Halise Hanım ise ev hanımıydı. Karaçay'ın Fahrettin'i yoksulluklar içinde büyüdü...
http://kadiraydemir.hypermart.net/2002_siir_yilligi.pdf
...Türk Edebiyatı'nda bir ilk gerçekleşti. İki genç şair, Şeref Bilsel ve Kadir Aydemir, 2002 Şiir Yıllığı'nı yayına hazırladılar. Yıllıkta, pek çok edebiyat-sanat dergisinin taranması sonucu seçilen 159 şairin 159 şiiri yer alıyor. E-kitap olarak yayınlanan bu şiir antolojisini bilgisayarınıza indirip, ücretsiz olarak okuyabilirsiniz...
http://homepage.mac.com/kanat/
...İrili ufaklı, parlak soluk, büyük küçük yıldızlar. Fakat yalnızca bu yıldızların ışığıyla yapamazlardı.Işıklar yandı. Sokak lambaları ve evlerdeki ışıklar.. Sokaklardaki kargaşa insanların arabalarına binip bir yerlere gitmeye çalışmalarıyla iyice büyüdü, karmakarışık bir hal aldı. Trafik sıkıştı, arap saçına döndü...
http://www.cs.rpi.edu/~sibel/poetry/asaf_halet_celebi.html
...tahtadan yaptigim adam, ne yemek yiyor, ne konusmak biliyor, kaskati gözlerle, görünmez yerlere bakiyor, tahtadan yaptigim adam, hatirliyor ki, bir zaman, nefes alan, ince ince yapraklari vardi, topragi istiha ile yiyen, liften, ince ince agizlari vardi, tahtadan yaptigim adam, agaçtan uzaklasti, ve insana yaklasti, yazik ki, ne insan oldu, ne agaç. Asaf Halet Çelebi...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Phoa v1.02a [2.3M] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=106548
Phoa güzel bir dijital resim düzenleyicisi. Orjinal yerlerine ellemeden sanal klasörler yaratıp resimlerinizi düzenleyebiliyorsunuz. Thumbnail ve tam ekran resimleri izlemek mümkün. Hala bir resim görüntüleyicisi olmaynlara tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|