KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 284

 16 Haziran 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Seni Seviyoruz Enişte...


İyi haftalar,

Doğanın hikmeti mi, insanoğlunun becerisi mi bilmem ama akla kara gibi birbirine zıt onca duyguyu birarada yaşama beceresini gösterebilen bir başka varlık tanımıyorum. Gülerken ağlayabilen, severken nefret eden, ayrılık ve özlemi birbirine yakıştırabilen, hüzünle sevinci birarada kucaklayabilen varlıklarız hepimiz. Tüm bu karmaşık duygu anlarını birarada yaşadığımız bir haftasonunu ardımızda bıraktık. Baba'larımıza sarılabilme coşkusunu yaşarken, yitirdiklerimizin ardından özlem kokulu hüzünler yaşadık. Çocuklarımızın varlığı ile teselli bulduk. Yanaklarına kondurduğumuz öpücüklerin eşsiz tadını iliklerimize kadar hissettik. Uzakta olsa da bizler için halen çarpan yürekleri olduğu için şükrettik. Hazırlanmanın olanaksız, sonun kaçınılmaz olduğu anları gözyaşlarımızla bezerken, sevdiklerimizle birarada olabilmenin sevincini gene gözyaşlarımızla süsledik.

Dün Eniştemiz Ahmet Şeşen'in Sevgili Baba'sı Muhsin Şeşen'i bir bilinmeze uğurladık. Kahve Molası ve hepiniz adına Baba'sına rahmet Şeşen Ailesine başsağlığı ve sabır diliyorum. Artık hiçbirşey onlar için eskisi gibi olmayacak ancak kalplerinde sonsuza kadar taşıyacakları özlem ve sevgiyle yaşamayı öğrenecekler. Seni Seviyoruz Enişte...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   'Acele ütopyaları olanlar aranıyor!'

Sosyolog Bauman diyor ki, "Hem bir yandan insanlık şimdiye kadar olmadığı kadar özgür diyoruz hem de diğer yandan yalnız başımıza ya da birlikte değiştirilebilecek çok az şey olduğuna inanıyoruz.. Ne biçim özgürlük bu?"

Ya kendisinin şu sözlerine ne buyrulur: "Eğer özgürlük kazanılmışsa, nasıl olur da bu kazanımlar içinde insanın daha iyi bir dünyayı hayal etme ve onu daha iyi duruma getirmek için bir şeyler yapma yetisi yer almaz? "

Durun bu adamcağızın sözlerinden hareketle şöyle bir soruyu da tanımlamış olalım: 'Hayalgücünü dizginleyen ve herkesi ilgilendiren sorunlar karşısında insanların böylesine kayıtsız ve iktidarsız olmalarını neredeyse öngören bir sistemde, insanlar gerçekten özgürler mi?'

Soruları çoğaltabiliriz: Herkesin yalnızca işine ve tüketime proğramlandığı, hiç bir güvencesinin bulunmadığı bu güya uluslar, cumhuriyetler sonrası dünya, savlandığı gibi tarihin sonunu mu yaşıyor? Peki; kuşkunun, güvensizliğin ve belirsizliğin at koşturduğu bir ortam insan doğasına ne kadar uygun?

İnsanın düşünebilme yetisinin onu biricik kıldığı dillendirilir durulur. Ya umutlarımız,ya düşlerimiz? Daha iyiye, daha güzele, hem de herkes için umutlar besleyemiyorsak, düşler kuramıyorsak, bırakın özgürlüğü acaba insanca nefes alıp, veriyor olur muyuz?

Olur muyuz acaba?

Ütopya'nın, eski Yunanca iki ayrı kökten tanımlanabileceği söylenir. Birinden, iyi, istenilen yere; diğerinden yok, olmayan yere ulaşırız.. İkisini birlikte söylemek, belki çoğumuzun usundaki ütopya imgesiyle daha fazla örtüşecek gibi: Ümit edilen ancak olmayan yer..

Umutlarımızın, düşlerimizin olması, bizi kendiliğinden ütopik yapmıyor mu? Yani en azından hala umutları,düşleri olanları?

Herkes icin daha güzel bir geleceğe yönelik umutları, düşleri olmayanların ütopyaları da yoktur kuşkusuz.. Oysa ütopyalarımızın olması boynumuzun, insanlığımızın borcu değil mi? Ancak ütopyası olanlar, geleceğe asılıp, kavga verebilirler.. Daha iyi ve daha güzel bir dünya için.. Ne dersiniz?

Her ne kadar hayalleri günümüz şiddet içeren sanal öğelerinden etkilenip, gölgeleniyorsa da, çocuklarımız her ailenin yine de en sağlam ütopistleri. Doğal değil mi? Her akşam uykuya yatarlarken, bazen kötülerin ya da o gün onları kızdıranların cezalandırılacağı, bazen de derslerinin olmadığı, sabahtan akşama dilediklerini yapabilecekleri onlara has dünya tanımları yaparlar. Biz büyükler de açık etmeyiz, çoğu zaman..

Bilmem, siz onlara söyler misiniz örneğin, "Oğlum hayal kurmayı bırak.. Dünya senin dışında şekillenmekte. Sen istediğini yapamasın, olsa olsa paçanı kurtarabilirsin.?" Oysa, siz ister şimdi, ister sonra söyleyin yüzünüzdeki gülümseme ile yakanızı ele veriyorsunuzdur. Öyle ya, tez elden, ütopyaları bir yana bırakılmış, gerçekçi; tez elden kimliksiz, kişiliksiz büyükler ordusuna hazırlanmalıdırlar küçükler, gençler.

Hiç düşünüyor muyuz? Bu ütopyaları iğdiş edilmiş, hayallerini terketmiş insanlar kolay ele geçirilmeye, kolay teslim olmaya da hazır değiller mi? Dayatılanı, güzelmiş gibi gösterileni, seçeneksiz gibi sunulanı kabul etmeye hazır.. Kabul eden bir kalabalık..

Özgür ve mutlu bir kalabalık.!

Alternatifsizlikle kendini avutmaya, yalan dolanı meşru saymaya cabalayan, kazandığı para ölçüsünde mutlu ve özgür bir kalabalık.

Oysa hayallerimiz, umutlarımız olsaydı? Kuşkusuz acı çekecektik, gerçeklerle boğuşurken. Ancak hayallerimizin yaratacağı direnç, ümitlerimizin sunacağı kuvvet bizi güçlü kılmayacak mıydı? Şunu anlamak, ayırt etmek hiç zor değil aslında.. Ancak, bugünü, yaşananları, dünyayı anlamaya çalışanların, düşünenlerin ve çabalayanların hayalleri var.. İyi ki tarih boyunca bu uzlaşmazlar olagelmiş..

Bize bunları düşündürten Sevgili Ahmet İnam Hoca, beklentilerimizi, umutlarımızı, ütopyalarımızı bir meşale gibi kuşaktan kuşağa taşımamız gerektiğini de anımsatıyor hepimize..

Sonra da şu soruyla bitiriyor sunuşunu: Yabancı, egemen ülkeler mandacılığı ya da sömürgeliğini kabul etmemiz gerektiğini buyuran çağının 'gerçekçilerine' kafa tutan dünyanın belki de en önemli ütopisti kim di acaba?

Biz ise yine Zygmunt Bauman'dan alıntılarla sonlandıralım sözlerimizi.. "Belki de utanmamız gereken bir şeyden, 'ideoloji sonrası' bir dönemde yaşamaktan, tutarlı bir iyi toplum vizyonuyla hiç ilgilenmemekten ve kamusal iyi hakkındaki kaygıyı özel tatminlerin peşine düşme özgürlüğüyle değiş tokuş etmiş olmaktan gurur duymaya yatkınız. Unutmamalıyız.. Kötünün en iyi dostu sıradanlıktır, sıradanlıksa alışılmış olanı nihai hikmet yerine koyar.."

Şu Bauman'a bakın siz hele.. "Bireysel özgürlük ancak birlikte çalışmanın ürünü olabilir ve ancak hep birlikte korunabilir."

'Acele ütopistler ve ütopyalar aranıyor!'

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


Zeytinyağı, beyaz peynir, kekik ve ekmek

Seni seviyorum...

Bahçeyi yola bağlayan tel kapıyı yine çocuksu bir telaşla, her seferinde olduğu gibi yanlış yöne doğru açmaya çalışmanı gülümseyerek izlerken bunu bir kez daha anladım. Pencerenin kenarından sana bakıyorum. Önce doğru kapı, sonra doğru yön. Kapı ellerinin iradesine boyun eğip uysalca açılıyor. Sana baktığımı biliyorsun. Kırmızı arabanın yanına gelince başını kaldırıp gülümsüyorsun. Dört teker üstünde bir teneke işte ama taşıdığı bir hazine. Elimi sallıyorum ve sonra aşkın mutluluğu içinde sakince gözden kaybolmanı seyrediyorum.


Doymak bilmeyen bilme isteğiyle devirdiğim kitaplardan, evrenin oluşumundan, kutuplarda insanın gözünü kamaştıran ve tanrısal bir neşe veren ışık oyunlarından, ve zamanın bir yanılsama olduğunu anlatan Hint öğretilerine kadar bir çok şeyi öğrenmiştim. Bir şey hariç...

Binlerce ayrıntıyı yan yana koyup kafamda tekrar seni oluşturuyorum. Hangi kadını çok seviyorum bilmiyorum. Kafamda oluşturduğum seni mi yoksa gündelik yaşamdan bana akıp gelen her zamanki halini mi bilemiyorum? Bütün hallerini seviyorum.

Kafamın içindeki dünyada her şeyin ama her şeyin basit, akılda kalan ve beni tatmin eden bir açıklamasını ya okumuş, işitmiş, izlemiş yada kendim düşünerek bulmuştum. Başkaları için anlaşılmaz ve karmaşık gelen yaşam benim için alabildiğine basitti yada öyle görünüyordu. Bu kadar basit olduğu için belki de başkaları için anlaşılmazdı. Kim bilir...

Sanki anlaşılması zor bir fizik teorisini anlatırmışım gibi büyük bir ciddiyetle dinlediğin fıkraların sonunda Temel 'in espriyi patlattığı zaman önce sessiz, sonra neşeli bir pınar gürültüsü ile gülmeni seviyorum. Gülmen sakin bir yaz yağmuru gibi bitince ödülüm olan öpücüğü bana verdikten sonra (çünkü sen her zaman peşin çalışırsın), yüzümde bir anlam, bir ifade yada bir sır arar gibi uzun uzun bana bakmanı seviyorum.

Bu sabırlı bakışlarda bulduğun ne bilmiyorum. Belki bir sevgi ifadesi yada bende bulduğun kendin. Her ne ise bulduğun seni mutlu ediyor ve bana sarılıyorsun. Hani ufak çocuklara denildiği gibi, "kocaman sarılıyorsun" bana. Bana kocaman sarılmanı seviyorum.


Ama bir şeyin açıklamasını bulamamıştım: Aşkın. Zamana ve şiire sızan o derin anlamı, Tanrının soluğu diyeceğim o ilahi sevinci, önümde açılan yeni dünyaları, o dünyaların adını bilmediğim renklerini çözemedim. "Elini tutuyorum" mavisi, "öpüşün ruhumu ısıtıyor" kırmızısı, "seni beklemek dünyanın en zor işi" pembesi, "senle güneş batıdan doğuyor" Türkuaz ve tabi ki "seni seviyorum" rengi. Adı olmayan tek renk. Hep mavi, hep kırmızı ve hep naif kalan o sevinç.

Aşkın neden benim için bir din olduğunu hiç bilemedim. Hiç bilemeyeceğim.

Bir büyük Pazar kahvaltısını birlikte yaparken, televizyondaki magazin programlarında çıkan akıllı, uslu yada aptal mankenler hakkında dedikodu tadındaki kişilik analizleri ve yorumlarıma katılınca, dediklerimi onaylar biçimde kafa sallamanı ve hemen ardında televizyona dönüp "evet" demeni seviyorum.

En güzel tanrıçayı seçmesi için ona verilen Tanrısal rüşvetler arasında dünyaya hükmedecek bir iktidar ve bu fani dünyayı üç kere satın alabilecek bir zenginlik yerine dünyanın en büyük aşkını seçtiği için gençliğin verdiği toylukla mitoloji kahramanı Paris'i açıkça aptallıkla ve hatta enayilikle suçladığım için şimdi pişmanım. Aptal olan benmişim...

Bir zamansızlık düşü gibi önce omuzlarına ve oradan ruhuma dökülen ipekböceği saçlarını dokunmama kızmanı seviyorum. Telefonda konuşurken saçlarını aklı başında bir uysallıkla tek bir el hareketi ile kulak arkası yapmanı hayranlıkla seyrediyorum.

Lafını dinlemeyen haylaz bir çocuktan bahseder gibi hafızanın zayıflamasından örneklerle bahsederek şikayet etmeni seviyorum. "Ah bu haylaz hafızam" diyen bakışlarla bana baktıktan sonra, bir zamanlar okuduğun bir gazete haberinden medet umar gibi birden durduk yerde "çinko almalıyım" demeni seviyorum.


Otuzlu yaşların bana verdiği taze bilgelikle şimdi anlıyorum ki, Paris aklı bir karış havada bir çoban değildi, o gerçekten bir bilgeydi çünkü aşkı seçmişti. Ne bütün budalalara hükmeden bir başka budala olmayı ne de her şeyi ihtişama ve altına dönüştüren zenginliği kabul etti. Sadece ve sadece bir kadının aşkını ona vaat eden tanrıçayı seçti. Ve tabi bu seçişle kendisiyle birlikte bir çok kişinin yazgısını da belirledi. Ama aşk varken başka ne seçilebilir ki?

Geleceğin belirsizliğinden bunaldığın zamanlarda biraz rahatlamak için azıcık da oburluğundan, hamarat bir tavşan gibi neredeyse ışık hızındaki bir çabuklukla çekirdek çitlemeni seviyorum.

Arabayı sürerken oturduğun koltuktan sonsuz göğe yayılan hayali bir çizgiye aşıkmışsın gibi dimdik durmanı ve direksiyonu tutan ellerinin anaç kavisini seviyorum.

Geçmişten gelen ve geleceğe yayılan sıkıntılar aklına gelince yüzünün aldığı hafif ekşimsi hali seviyorum. Dudaklarının hafif gerginliğinden yansıyor hüznün. Böyle anlarda bir güç ve bilgelik alırmışsın gibi elimi yanağıma koymanı seviyorum. Bunu daha önce yazdım sanırım. Seninle ilgili her şeyde tekrarlara düşmeyi seviyorum.


Sıradan insanı hiç affedemiyorum. Onun her zaman güdük kalan iyilik ve kötülük anlayışı yüzünden kınamadım. Yardım kampanyalarında kısa kalan kolları yada iş yerlerinde yaptıkları ufak tefek sahtekarlıkları yüzünden değil onları affedemem. İnanılmaz sıkıcı, tekdüze ve yavan oldukları için içimdeki dar zamanlı mahkemelerde yargılayıp müebbet suskunluklara mahkum ediyordum. Onların hiçbir zaman bir aşkları olmadı ve olmayacak...

Merdivenleri telaşla çıkarken, daha birinci kattan duyduğum ayak seslerine eşlik eden naylon torba şarkısını ve sıklaşıp sığlaşan nefesini duymayı seviyorum. Kapıdan içeri girer girmez telaşlı bir sarılmanın, sabırla bizde tükenmesini bekledikten sonra kadınca bir titizlikle terliğini giyerken güne dair sorular sormanı seviyorum.

Kanepenin kenarında sakince oturup elin kucağında gözlerini bana bakarak dinlerken cümlemin son iki yada üç kelimesini anlayışlı bir psikoterapist edasıyla tekrarlamanı seviyorum. Cümlem bitince dediklerimi kafanda tartmak için kanepenin o çok sevdiğin düşünce noktasına gözlerini dikip bir süre sessiz kalmanı ve sonra düşüncelerden sıyrılıp yanağıma elinle dokunmanı seviyorum.


Televizyonun uzaktan kumandasına bastığımda odaya yayılan budalalık ve yavanlık, politikacıların yüzünden akan nursuzluk, görgüsüz belediyenin her yere kondurduğu üst geçitlerle garip fütüristik filmlerden fırlamış gibi duran çirkin sokaklar, bir mal satmak için bin yalan uydurmaya hazır esnaflar, yere tüküren kısa boylu, bıyıklı ve hayatı kaymış işsiz güçsüzler, ellerinde naylon torbalarla dolaşan memurlar, hiç bitmeyen bir umut çığlığı gibi yükselen araba kornaları, enflasyon tahminleri, Avrupa topluluğu yada güneydoğu Anadolu projesi ve aldığım maaş ile sattığım rüyalarımı yan yana koyunca bir aşk, bir hayal ve bir hayat etmiyor işte.

Senin için aldığım ufak kartların birini evin bir köşesinde bulunca ya da çiçekçi ile didişerek aldığım bir çiçeği kapının girişinde elimde görünce yüzünde yayılan taze ilkbaharı seviyorum. Senin için yazdığım şiirleri ilk okuduğunda yüzüne yayılan hayranlığı seyretmeyi seviyorum. Sonra iş bilir bir patron edasıyla "şiirimi ver hadi demeni" seviyorum.

"Ne varsa aşk imiş alemde, gerisi yalanmış" sözü ne kadar doğruymuş meğerse.

Gençliğin gitmesinden de kötüsü aşk da gitti. Sıradan insanlarla dolu bir dünyada sıradan bir insanım. Aşk da gidince bir yetimlik kaldı üstümde işte. Kendi kendimde, başka insanlarda ve zamanda kayboluş...

Aşk neye benziyor biliyor musun? Öyle şairane benzetmelere gerek yok. Arabayla yolda giderken birden radyoda çok güzel bir parçanın çıkmasına benziyor. Mutlu bir tesadüfle o harika parça o harika yolda ve siz harika bir haldeyken çalmaya başlar. Ne durdurabilirsiniz ne de başa sarabilirsiniz. Hatta belki parçanın adını bile bilmezsiniz. Bir büyü sarar sizi. Yaşama inanırsınız tekrar. Parçayı mırıldanırsınız, gözünüz yola kayar. Nerdeyse sevinçten ağlayacak gibi olursunuz. Sonra parça biter. Aynı saflıkla gidip o parçanın olduğu CD'yi almaya kalkarsınız ve alırsınız. Eve gelince dinlediğiniz aynı parçadır ama o büyü yoktur artık.

Aşk bitmiştir.

Alçak gönüllü bir derenin yanında kurulmuş fazla saygılı bir tahta masada otururken, yanı başınızda sessizce akıp giden derede yıkanmış etli kirazları melamin bir tabaktan iştahla yer gibi seninle sevişmeyi seviyorum. Gözlerinin kapanmasını, yüzünde beliren gizli gülümsemeyi ve kutsal göğüs uçlarının avucumun içini kesip kanatmasını seviyorum. Sen öpersin kan durur. Akan kanı durdurmak için iyi geceler öpücüğü şefkatiyle avuç içimi öpmeni seviyorum.

Hayır, hayır. Olmadı, hiç olmadı. Ne böyle bir sevişme ne de akan bir kırmızı kan. Bir kere bile "bir tanem" diye iki elin, bir kendin olarak sarılmadın ki... Sen hiç olmadın ki...

Her aşık sevdiğini öldürmek zorundadır. Bir kelimeyle yada bir bakışla... Meşru müdafaadır bu yoksa kendi de yitip gidecek ve çıldıracaktır. Öldürmek zorundadır ve hep öldürür.

Gittiğinden beri Pazar kahvaltılarında zeytinyağı, beyaz peynir ve kekiği karıştırıp ekmeğin üstüne sürüp fırına vermiyorum. Yalapşap bir şeyler yiyip çay içiyorum. Bütün akıllı tanrılar, kanatlı melekler, huysuz cinler ve el hareketlerine gülümseyen bebekler söylesinler, seninle yapılan bir Pazar kahvaltısından daha büyük ve erişilecek bir mutluluk, paye, zirve yada sevinç var mı?

Bir gün gittiğin için ben seni affedeceğim ama sen asla kendini affedemeyeceksin... Yunus himmet yerine nimeti seçtiğinde hemen anlamıştı yaptığı hatayı. Kırk yıl odun taşıdı Taptuk Emre'nin dergahına himmeti bulmak için. Sen de bir gün anlayacaksın aşkın nimetten değerli olduğunu. Ama...

ama kırk yıl yüreğime çiçek taşısan bir aşkı bulabilir misin?

Yan Yunus, kavrul Yunus, öl Yunus.
Aşkın yok artık...


Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   Zincirle asılmak..

Sanırım 1991 yılıydı, onlarla ilk tanıştığım yıllar... O zamana kadar, ne varlıklarından haberdardım, ne de dünya üzerindeki rollerinden.. O yıllarda ben sanayicilik oynuyordum. Gençtim, parayı erken bulmuştum.. Har vurup harman savurmuyordum belki ama, öyle herkes yanıma giremezdi, meşgul adamdım ben.. önemli.. Bir satış müdürümüz vardı, dedi ki, birileri gelmiş, İstanbul'un Anadolu yakasında çok büyük bir dükkan açacaklarmış, ve bizim mobilyalarımızı kullanmak istiyorlarmış, bu büyük mağazada.. Fabrikam 3 vardiya çalışıyor, bütün ülke sathına yayılmış çok sayıda bayi var ve hani, parayı koyacak yer arayışında değiliz belki, ama rahatız.. Öyle her müşiteriye de atlamıyoruz... Bizden mal almak zor, bizim şartlarımıza uyan alabilir.. falan filan... Bir takım çömez fransızları müdür olarak atayıp yollamışlar buralara, tam bir sömürge memleketteki bölge valisi modunda bir garip çocuklar.. Gelmişler ve bazı pazarlıklar yapmışlar... Bizim müdür de gelip bana anlattı, işimize gelmeyen koşullarını ayıkladık, ve birlikte çalışmaya karar verdik, bu büyük olduğunu iddia eden şirketle. Günü geldi, bu meşhur mağaza açıldı, saat 10'da açılmış olan dükkanın açılış davetiyesi, kurye ile saat 12'de ulaştı bize.. Vay canına! Bize bu yapılır mı? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Neyse, bizim müdüre rica ettik, bi gidip bakın bakalım, neler oluyor? Diye, ve gitti bizim müdür, oradan bir telefon bulmuş (o zamanlar galiba cep telefonu yoktu) dedi ki 'Efendim, bunlar bize söz vermişlerdi, bizim mobilyaları şuraya koyacağız diye, oysa malları belki de üç metre yükseklikteki rafların tepelerine koymuşlar, durum çok kötü!

Nee? Bizim mallara mı yapmışlar bunu? Vay allahsızlar! Söyle onlara hemen kendilerine çeki düzen versinler, ve bizim malları nereye koyacaklardıysa oraya koysunlar! Bu bir emirdir!

Bizim müdür fitili almıştı, hemen gereğini yapacağını söyleyip kapattı telefonu.. Gitmiş, bu garip çömez yetkililerinden birini bulmuş, o kargaşanın içinde, ve bizim malların yerini beğenmedik! Demiş... Bu çömez müdür de 'Siz beğenmiyor malların yerini? O zaman ün kamiyon, ' eliyle 'yallah!' işareti yapıp bir de ıslık çalmış! Bizim müdür beni aradı ve bu hikayeyi anlattı.. Ben hemen ağaca çıktım tabii, ve 'vay kitapsız! Hemen o zaman, oradan bir kamyon ayarlayın, yüklesin alçaklar bizim malları.. ' diyerek esip gürleyen bir talimat geçtim.. Geldi bizim mallar geriye.. Sonra anladık bu adamların nasıl da büyük ve önemli olduğunu, ve bir yılımızı ve bir sürü de tavizi gerektirdi yeniden o dükkana girebilmemiz.. Şartlar değişmişti, artık üreticinin değil, satıcı ve tüketicinin piyasası oluşmuştu.. Bunlar bizi yerlerde tekmelemeye başladılar.. ve yıllarca inanılmaz eziyetler ederek bizi canımızdan bezdirdiler.. 1994 yılında fabrikayı batırdık.. ve ben artık profesyonel çalışmaya başladım.

Yıllar yılları kovaladı, ben artık bir Amerikan şirketinin Türkiye operasyonunun başındaydım.. Şartlar değişmiş, bu çömezler ilerlemiş ve sanatı iyice kapmışlardı.. Zaman zaman toplantılar oluyor ve yıllık pazarlıklar yapıyorduk.. Aslında yeni şeyler öğrenmemişlerdi, sadece diğer ülkelerde zaten kazanmış oldukları deneyimleri buraya taşıyıp uygulayabilecek hale gelmişlerdi.. Prensip şuydu, yaklaşık üç ay öncesinden bir fax çekip, 'Firmanızla toplantımız üç ay sonra şu gün şu saatte olacaktır' diyorlardı.. Düşünsenize, üç ay öncesinden böyle bir mesaj alıyorsunuz ve mesajın altında bir not, 'Bu mesajı yazılı olarak onaylayıp geriye faxlayınız' yazıyor.. Herhalde Fransa Cumhurbaşkanının bile üç ay sonra ne yapacağı belli değilidir, ama bu beyler o kadar meşguller ki, ancak üç ay sonraya randevu verebiliyorlar, tabii tarihi kabul ediyorsunuz, ve işte o meş'um gün geliyor. Bundan sonrası tamamıyle önceden planlanmış ve belli bir stratejisi olan bir savaştır.. Önce sizi bekleme salonuna alırlar.. Burada konuşulmuş olan saatten en azından yarım saat kadar daha sonra içeri almak üzere bir süre bekletirler.. Dediğim gibi, bu süre en az yarım saattir ve önceden kararlaştırılmıştır. Siz içeri girdiğinizde beli bir sinir kaybına uğramış olursunuz. Toplantıyı yapacağınız yere girdiğiniz anda, yeni bir şok ile karşılaşırsınız, toplantının yapıldığı yer, son derece küçük, havasız ve aşağılayıcı bir kulübeciktir.. Sigara içemezsiniz, istediğiniz gibi, istediğiniz sırlamayla konuşamazsınız.. vs vs.. Bu gavurlar ve yerli işbirlikçileri karşınızda oturmaktadırlar.. saz onların elindedir, Ürününüz ne olursa olsun, standart bir söylemleri vardır ve aşağılık bir şekilde, eğitim verilerek kendilerine öğretilmiş olan bir plan çerçevesinde girerler konuya. Ürününüzün kalitesi bozuk, vadeniz kısa, indirim oranınız düşük, malınız satılmıyor, zamanında teslim edemiyorsunuz vs vs... Bu dediklerinin hepsi sunturlu yalandır (değişik bir yalan cinsi) ve haksızdır, şuradan biliyorum, farklı sektörlerde çalışmakta olan bir çok firmanın yöneticisi olarak değişik zincirlerin değişik 'işkencecisi' karşısında oturdum, ve gördüm ki ürününüz ya da firmanız kim olursa olsun muhakkak aynı plan işletiliyordu. Önce aşağılama, sonra tehdit ve şantaj (raflardan çıkarmak vs.. ) ve sonunda soygun, (Bunu da vadenin uzatılması, raf ve reklam katılım paraları, indirim oranlarının yükseltilmesi vs vs... liste uzayıp gidiyordu..)

Yıllar sonra uzak bir memleketten bir uluslarası toplantıdan dönüyordum, ofisten aradılar, Bu uzun yolculuktan dönerken Istanbul havalimanına indikten sonra, memlekete giriş yapmamamı, alanda bekleyip Prag'a gitmem gerektiğini, yeni biletlerimin alınmış olduğu ve bizim Amerikan firmasını temsilen bir toplantıya katılmam gerektiğini söylediler.. Konuyu tam olarak bilmemekle birlikte gittim Prag'daki toplantıya.. Dünya devi olarak bildiğimiz birsürü firmanın üst düzey yetkilisi katılmıştı.. Konu, her biri kendi konusunda dünya devleri olarak bizlerin bu allahın cezası zincir mağazalarla ve onların gaddar pazarlık yöntemleri ile savaşmak için bir yol bulup bulamayacağımızın tartışmaları olarak özetlenebilir..Üç günlük toplantıda, hep birlikte, ter içinde havanda su dövdük.. sonuç aynıydı.. Su... Biz satmazsak rakipler satacak nidaları içinde döndük şirketlerimize. Günlerden bir gün, üç aylık randevu vadesinin işlemekte olduğu bir dönemde, Amerikadan bir haber geldi, bizim mümessilliği, geçerli bir nedenle iptal etmişlerdi. Ama bu 'zincirli işkenceciler'in bundan haberleri yoktu. İpler elimdeydi.. Nasılsa olan olmuştu. Bu toplantıya gidecektim.. Gittim de... Standart olarak yarım saat bekletildim. Sonra işkence kulübesine buyur edildim. Bunlar lafa başlamadan, ben söze girdim. 'Beyler, şirket olarak bir karar aldık. Bunları öncelikle sizlere iletmek istiyorum!'

Şaşkınlıkla yüzüme bakıyorlardı. Böceklerden birisi konuşmayı öğrenmiş, güvenle, idareyi ele almış, zırvalamaya başlamıştı.. Ama dinlemeye başladılar, merak etmişlerdi, alınmış mühim kararın ne olduğunu.. Devam ettim.. Yüzüm al al olmuştu şimdiden, ama pes etmeyecektim..

'Öncelikle belirttmek isterim ki, hiç mal satamıyorsunuz! Yani o kadar az satıyorsunuz ki, size servis vermek, bizleri çok yoruyor. Bu nedenle, satışlarınızın düşüklüğünü de göz önüne alınca, sizlere bu güne kadar yapmakta olduğumuz iskontoyu, yüzde 40'tan 20'ye çekmeye karar vemiş bulunuyoruz. Bir de ödeme vadenizi iki aydan onbeş güne indiriyoruz, çünki bu çapta alım yapan bir şirkete uyguladığımız vade budur! Ayrıca, bizim markamız çok önemli bir marka olduğundan, bundan böyle sizin raflarınızda boy göstermenin bir karşılığı olarak, yıllık 3000 dolar şerefiye parası istemeyi uygun bulduk, bu miktar pazarlığa açık değildir. '

Şaşkınlıkları gittikçe artıyordu.. Her an güvenlik görevlilerini çağırıp beni dövdürerek dışarı attıracaklarını düşünüyordum, dizlerim ve sesim titriyor ama bozuntuya vermemeye çalışıyordum. Coşkuyla devam ettim.. 'Ayrıca şunu bilmenizi de isterim ki, bundan böyle eğer bizim markamızın da içinde yer aldığı bir insört çıkartacak olursanız, bize her bir insört için 1000 dolar ödiyeceksiniz, malum, şu şerefiye meselesi..' Gemi iyice azıya almış, coştukça coşuyor, yılların hıncını çıkarmaya çalışıyordum. 'Eğer yılda 100.000 dolardan aşağı ciro yapacak olursanız, bu sözkonusu %20 iskonto iptal edilecek, %5 olarak uygulanacak, üstü tarafınıza fatura edilecektir..' diyerek lafı bitirdim.. Başkaca atacak kül bulamamıştım mangaldan, ondan, yoksa kimse beni tutamazdı..

Karşımda üç adam, ikisi patlıcan moru, üçüncüsü nar kırmızısı bir renkte oturuyor, paralize olmuş biçimde, taş kesilmiş.. konuşamıyorlar, sabit gözlerle bana bakıyorlardı.. Herhangi birisi hareket etse, hepsi birden, masanın üzerinden atlıyarak üzerime saldıracak ve beni oracıkta parçalıyacaklardı sanırım. Acele etmeliydim..

'Toplantı bitmiştir!' dedim, kesin bir ifadeyle.. Ve muzaffer bir komutan edasıyla kalkıp, aceleyle odayı terkettim.. Giderken de 'cevabınızı yazılı olarak bir hafta içinde yollayın, yoksa bizden mal filan alamazsınız!' diye de ekledim ve koşar adımlarla koridoru geçip kendimi dışarı attım.. Onlarsa, hala yerlerine çivilenmiş oturuyorlardı sanırım.. Emperyalizme karşı işte savaş böyle kazanılırdı...

Bir daha da ne haber aldım, ne de yüzlerini gördüm.. Zaten şeytan görsün, ben değil.

aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_124.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.327 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


İtiraz

Şükrü Erbaş Ben gidip hayal kuracağım
Siz oturup gerçeğinizi sevin.

Kesildi sinema afişlerindeki rüzgâr
Meylettiğim aşk da evlilik sonunda.

Eriyen karlar gibi gülümseyenim
Geceden başka ışığı yok anıların.

Her iç çekişte biraz daha çoğalıyorlar
Yalnızlar bir daha bir daha pencerelerde.

İnsan bir mendille gezmeli hayatı
Ne zaman ağlayacağı bilinmez ki.

Yaz tarlam, basma entarim
Yoksul bütün aşklar kâküllerinden sonra.

Bir annenin elini tuttum bugün
İki gözü iki çocuk, devleti susuyordu.

Terli vakit. Boğuk heves. Haksız ömür
Hangi özgürlük doldurur boşluğunu.
Demiştim, mutsuzluğumdan tutunurum dünyaya
Koşup soğuk sulara tuttun ellerini.

Puhu kuşlarının avazından bir yol
Giden mi daha eksik kalan mı?

Kekeme türküm
Çekmeseydin keşke ağzımdan dilini.

Yok başka güzelliğim:
Kalbiyle konuşan insan...

Şükrü Erbaş

<#><#><#><#><#><#><#>

Ağaran Bir Suyum

Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü

Sular daha soğuk rüzgâr daha serin

Eskiden her konuda konuşurdum istekle
Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi

Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti
Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum

Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu
Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak

Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor
İçimden geçenleri söyledim sanıyorum

Birisi bir şarkı söylemesin kederle
Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu

Kısa söz basit eşya kedi sevgisi
Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında

Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak...

Şükrü Erbaş

Yukarı

Kahvenin Yanında

 Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun


 DUYURU

Sevgili Kahveciler,

Bugün tarif yok. Kahvenin yanı bundan sonra düzenli olarak olmayacak. Eh, bir yere kadar ama, değil mi? Ben de mutfakta yatıp kalkmıyorum. Anlayacağınız benden bu kadar. Bitti... Bitti... Yani elimde yeni tarif kalmadı. Eskileri ısıtıp ısıtıp önünüze koymanın bir anlamı yok, değil mi? Hem onların kreması falan ekşimiştir. Ama derseniz ki, bende şöyle güzel, böyle farklı, aman aman şöyle lezzetli kek pasta tarifleri var, e-mail adresim aşağıda yazıyor. Bi zahmet gönderiverin. Adınızı da iliştirin.

Şimdi mutfağa gidip biraz kek pasta falan yapmalıyım. Akşama konuklarım var :)

Görüşmek üzere,
Sevgi ve esenlikle,

Elif
elif@kahveciyiz.biz

Yukarı  

 Biraz Gülümseyin




Bu resim Hawaii'den, ama buna benzer sahneleri bizim kıyılarımızda da rahatlıkla görebilirsiniz... İş yerinde çıldırasınız diye yayınlanmıştır...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.mutfakrehberi.com.tr/contentdetay.asp?id=87
Sofra adabı konusunda bilinmesi gerekenler: ...Berrak renkli çorbalar genelde çift saplı konsome kaselerde servis edilir. Çorbanın sıcak olup olmadığını kaşıkla tadarak anlayın. Sonra kaseyi içmek için kaldırın. Kasenin içinde kalan sebzeleri kaşıkla yiyebilirsiniz. Çorba bitince kaşığı kasenin altındaki tabağın sağına bırakın... Uygulamak isteyenler olabilir.

http://www.yesilhisar.gov.tr/sazlik_kus.htm
Kuş cennetini bilmeyen varmı? Bu kısayol ile kuş cenneti hakkında bilmek istediklerinize ulaşabilirsiniz. ...Yapılan araştırmalar sonucunda Yeşilhisar-Develi Ovası’nda yaklaşık 301 kuş türünün yaşadığı belirlenmiştir. Kuşların bir kısmı emniyet buldukları zaman yumurtlayarak kuluçkaya yatarlar. Kışı burada geçiren kuşlarda bulunur...

http://www.turkish-media.com/y_h/turk_map.htm
Türkiye geneli için hazırlanmış kapsamlı bir yol haritası. İstediğiniz bölgenin detaylarını görmek için resim üzerine tıklamanız yeterli olacaktır. Ayrıca bu sayfadan Türkiye'nin kapsamlı açıklamalar olan arkeoloji haritasına da ulaşmanız mümkün. Bununla yetinmeyen site tasarımcıları Dünya genelinde hazırlanmış farklı ülke haritalarına ulaşabilmeniz için de özel sayfaları listelerine eklemişler.

http://www.bianet.org/2002/10/10/13718.htm
Nedir bu? ...Diş fırçaları evde kaç kişi olduğunu, çoluk çocuk olup olmadığını, fırçanın tellerinin dışa dönük olması ne zamandır kullanıldığını ya da kullananın temizlik takıntılı olup olmadığını anlatabilir çaktırmadan. Saplarının düz ya da üç - beş açılı olması da sahiplerinin yeniliklere açık olup olmamalarına bağlanabilir belki. Belki de bağlanamaz. Aslında pek de fark etmez. Diş fırçaları... Okumaya değer.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Personal E-mail Certificate
http://www.thawte.com/html/COMMUNITY/personal/
Çok özel ve gizli email mesajları yollamak isteyenler için oluşturulmuş bir güvenlik sertifikası. Size ait olduğunu belgeleyen bir rjistrasyon. Tüm işlemi yapıp kişisel bir E-Mail Sertifikası almak 30 dakikanızı alıyor. Yalnız tüm yönergeler ingilizce. şlemi tamamladığınızda güvenli olarak imzalanmış ve şifrelenmiş mesajlarınızı gönül rahatlığıyla yollayabiliyorsunuz. Özellikle iş için e-mail kullananlara tavsiye olunur.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030616.asp
ISSN: 1303-8923
16 Haziran 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com