KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 285

 17 Haziran 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Gülümsemeyi Unutmayın!


Merhabalar,

Yoğun bir günün ardından bir de matbaada çıkan yangını(!?) söndürmekle uğraşınca güneşin doğuşunu yakalamama az kaldı. İzin verirseniz bugün sizleri kahve fincanlarınız ve Kahve Molası ile yalnız bırakmak istiyorum. Tüm güzellikler sizinle olsun. Ha bir de "Gülümsemeyi Unutmayın!".

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku


BALIK OLAN KADIN

Melahat Hanım güneşli bir Mayıs sabahı banyo küvetinin deliğinden kayıp gitti. Tabi böyle bir şeye kimse ihtimal vermediğinden içerden kilitli banyoda nasıl olup da ortadan kaybolduğu meselesi herkesi fena halde afallattı. Hatta kısa bir süre için işe cinayet masası ekipleri bile karıştı ama ortada hiç bir delil olmadığından ve banyoyu açmak için gelen çilingir de buharla dolu banyoya girdiklerinde içeriyi nasıl bomboş bulduklarını, suyun nasıl hala şakır şakır akmakta olduğunu, banyo penceresindeki ufak aralıktan insan değil kedi bile geçemeyeceğini, Melahat Hanım'ın kocasının durumu görünce öfkeye kapılıp duvarları nasıl tekmelediğini uzun uzadıya anlatınca dosya kapandı. Komşu Meral Hanım'ın kayınvalidesi, fel fecir okuyan gözleri ile küvet deliğinin kenarlarına taklmış bir kaç parlak balık pulunu farkettiyse de kendisine zaten yarı deli muamelesi yapıldığından gözlerini devirerek susmakla yetindi. Olay zamanla unutuldu ve apartmanda hayat normale döndü. Geriye sadece rulo pastalı ve kıymalı börekli misafir günlerinde çaylar tazelenirken Melahat Hanım'ın kaderinin de böyle olduğuna, alınyazısına karşı elden bir sey gelmeyeceğine ve böyle işlerin hikmetine akıl sır ermeyeceğine dair edilen tek tük sohbetler kaldı. Bütün bunlar olup biterken kimsenin Melahat Hanım'in o sabah gümüş rengi küçük bir istavrite dönüştüğünden ve Marmara'nn serin sularında sert ve parlak kabuklu, havalı bir yengeçle büyük bir aşk yaşamakta olduğundan haberi olmadı.

Melahat Hanım balık olmayı kendisi planlamamıştı. Bu şaşılası metamorfoz aslında masum bir tesadüften ibaretti. O sabah kaba, bencil ve duygusuz kocasının kahvaltıda kendisine yağdırdığı emirleri yerine getirmek için koşuşturmaktan yorulan, kendisini yapayalnız, sevgisiz hisseden ve adamın tereyağlı ekmeği bıyıklarına bulaştırarak yerken çıkardığı şapırtıdan sinirleri gerilen Melahat Hanım ılık bir duşun kendisine iyi geleceği umuduyla banyoya girmişti. Gözleri küvetin deliğinden döne döne akan sulara takıldığında da derin derin iç geçirmiş, "Allahım, ne olurdu sanki balık olsam, şu sularla akıp gitsem, denizlere karışsam' diye mırıldanmıştı. Melahat Hanım böyle şeyleri sık sık söylerdi; ilk kez böyle bir dilekte bulunuyor değildi. Ama o gün Hıdrellezdi ve yılda bir kez su kenarında buluşup kulaklarına çarpan dilekleri yerine getirme adetleri olan Hızır ve İlyas herkes onları deniz kenarında beklerken, hasret gidermek için arka balkondaki banyo penceresinin altını, orada duran yedek su bidonunun gölgesini seçmişlerdi.

Melahat Hanım işte böylece hiç beklemediği bir anda gümüş renkli, kaygan sırtlı kıpır kıpır bir istavrite dönüştü. Önce ne olduğunu anlamadan panik içinde çırpındı, kendisini daha önceki gün kendi elleri ile ovarak parlattığı beyaz fayanslara vurdu ama kısa sürede gücü tükendi, musluktan akan sularla sürüklenmeye başladı ve nihayet küvetin deliğinden kayıp gözden kayboldu. Karanlık dehlizlerden döne döne hızla geçerken bayılan Melahat Hanım ayıldığında Marmara'nın ışıltılı sularında yüzmekteydi.

Kocaman, etli butlu bir kadınken minik bir istavrite dönüşmek alışılması zor bir durumdu ama Melahat Hanım denizde yaşamanın sandığı kadar fena bir şey olmadığını keşfetti. Eskiden yüzmekten korkar, suya ancak beline kadar, o da alıştıra alıştıra, üzerine sular sıçradıkça bağıra çağıra girerdi. Hele saçlarının ıslanmasına hiç tahammülü yoktu. Ama şimdi aynı sularda zarafetle yüzüyor, yosunların arasında istediği gibi dolaşıyor, eskiden ancak sofralarda roka ve dilimlenmis domates eşliğinde gördüğü deniz mahlukatı ile selamlaşıyordu.

Yolunun üzerine ne çıkarsa hiç umursamadan yediği halde vücudu yağsız ve dipdiriydi, üstelik üzerine güneş vurduğunda pulları çok güzel parlıyordu. Melahat Hanım önceki hayatında pullu bir gece elbisesi olduğunu, o elbiseyi ne kadar sevdiğini, ama tembel kocası ya evde televizyon seyretmekten ya da arkadaşları ile içmeye gitmekten hoşlandığı için elbisenin dolapta giyilmeden kalakaldığını hatırladı. İşte artık üzerinden hiç çıkarmadığı pullu bir elbisesi vardı ve giymek için de kimsenin fikrini almak zorunda değildi. Melahat Hanım buna memnun olmak istedi ama olamadı. Hayatında eksik bir şeyler olduğu duygusuna kapıldı ve yanında güzelliği ile gözleri kamaşacak, ona iltifatlar yağdıracak bir erkek olmadıktan sonra güzelliğinin ya da pullu elbisenin bir anlamı olmadığına karar verdi. Bu hissi giderek kuvvetlenen Melahat Hanım o günden sonra mercanların arasında küçük kuyruk hareketleri ile yüzerken, rengarenk güneş ışıkları ile yıkanmış yosunlarla kahvaltı ederken ya da geceleri kıyıdan yayılan müziği dinlerken kocası ne yapıyor diye düşünmeye, acaba beni özlüyor mudur diye merak etmeye ve kendisini pek yalnız hissetmeye başladı. Gün geçtikçe denizaltı dünyasının hiç bir güzelliğı ile ilgilenemez, hayattan zevk alamaz oldu, iyiden iyiye içine kapandı.

Bir süre sonra deniz altındaki yalnızlığını çekilmez bulmaya başlayan Melahat Hanım kendisini sevecek, hayran olup güzelliğini övecek, iltifatlarla şımartacak bir hayat arkadaşı aramaya başladı ve tanıştığı deniz yaratıklarına alıcı gözüyle bakar oldu. Hamsi ve sardalyalar çok cana yakın ve onunla vakit geçirmeye hevesliydiler ama Melahat Hanım onları yeterince gösterişli bulmuyordu. İyi huylu ve şefkatli palamutlar ise fazla iri ve yağlıydılar, üstelik çok yavaş yüzüyorlardı. İstakozlar fazla takır tukur ediyorlardı, yunuslar hiperaktifti, tanıştığı tek uskumru ise hayli yakışıklı olmasına rağmen Melahat Hanım'a pek ilgi göstermemişti. Melahat Hanım aslında buna fena halde içerleyebilirdi ama neyse ki o sıralarda iri düğmeli beyaz bir kalkan balığı ona sırılsıklam aşık oldu da olayı gururu fazla örselenmeden atlattı. Gerçi kalkanla birlikte yüzüp arada yakamozlu sularda gezintilere çıkmaya başlamışlardı ama Melahat Hanım yine de aradığını bulduğu kanısında değildi. Kalkanın gün boyu yerlere serilip hareketsiz yatması Melahat Hanım'a ileride problem yaratabilir gibi geliyordu.

İşte tam o günlerde karşısına parlak kabuklu, kibar tavırlı, yakışıklı bir yengeç çıktı. Gerçi yengeç çapkınlığı ile şöhret yapmıştı ve pek iyi huylu olduğu da söylenemezdi ama herkesin ilgisini çeken bir yaratıktı. Diğer deniz canlıları ondan hem çekiniyor, hem de hayranlıkla söz ediyorlardı. Söylentilere göre açıktaki mercanların arasında büyük bir sarayı da vardı ama sık sık değiştirdiği sevgililerinden hiç birini sarayına götürmemişti. Karşılaştıkları anda yüreği küt küt çarpmaya başlayan Melahat Hanım bütün gözalıcılığı ile yengeci kendine aşık etmeye karar verdi.

Yengeç de kendisine ilgiyle bakan pırıltılı istavriti farketmiş ve aklından neden olmasın diye geçirmişti. Böylece yengeç ve Melahat Hanım giderek alevlenen bir aşk yaşamaya başladılar. Yengeç, Melahat Hanım'ın elinden diğer sevgililerinin elinden kurtulduğu gibi kurtulamadı. Zira eski hayatından kapris çekmeye ve bir erkeği memnun edebilmek için gerekli her şeyi yapmaya talimli olan Melahat Hanım yengecin kaprislerinden, huysuzluklarından yılmıyor, onun üzerine titriyor, o ne isterse daha da fazlası ile yapıyordu. Sonunda yengeç de ona alıştı, hiç kimsenin kendisine bu kadar iyi davranamayacağına inandı ve Melahat Hanım'ı kendisi ile birlikte yaşamak üzere sarayına davet etti. Bu teklifi sevinçten nefesi kesilerek kabul eden Melahat Hanım mutluluk içinde yengecin mercan sarayına taşındı ve kendisini onu mutlu etmeye adadı.

Yengecin huysuzluk ve kabalıkta kocasından kalır yeri yoktu ama yalnız yaşamanın anlamsızlığından ürken Melahat Hanım halinden şikayet etmemeyi öğrenmişti. Tüm huysuzluklarına rağmen güzel bir yemek yediği zaman keyfı yerine gelen ve neşelenen biriydi yengeç. Melahat Hanım da bunu bildiği için ona hep seveceği yiyecekler hazırlıyor, yüzünü güldürmeye uğraşıyordu.

Bir akşam yengeç yine eve suratı bir karış geldi ve yampik yampik gidip köşesine çekildi. Melahat Hanım o sırada yosunlardan yaptığı hamakta kestirmekte ve öğle sonrasının tadını çıkarmaktaydı. Ama yengecin bozuk bir moralle geldiğini görünce ona yemek pişirmek üzere kalktı, önceki gün yakaladığı yavru pavuryalardan ve sarayın onündeki yosunlardan güzel bir salata yaptı. Yengeç buna bayılırdı. Tam o sırada gözüne suların arasında parlayan tombul bir karides ilişti. Bu karidesi salatanın tepesine yerleştirirse yengecin daha da mutlu olacağına karar verdi ve saklandığı yerden atlayarak karidesi yutuverdi.

Boğazını yırtan iğneyi hissedip ne olduğunu anladığında artık çok geçti. Kaba saba bir çift el onu çoktan kayığa çekmiş, iğneyi burarak çekip çıkarmıştı bile. Melahat Hanım boğulacağını hissederek kuyruğunu ordan oraya vurmaya, kendisini tutan avcun içinde çırpınmaya başladı. Tam bayılmak üzereyken tanıdık bir sesin verdiği şaşkınlıkla açtı gözlerini.

"Pek de ufakmış ama yine de çıtır çıtır kızarınca akşama rakının yanında salata ile iyi gider," diyordu bu aşina ses.

Melahat Hanım'ın giderek bulanıklaşan dünyada son duyduğu işte bu ses, son gördüğü de bu sesin sahibi, yani eski kocası oldu. Melahat Hanım'ın gecesi kızgın yağlı bir tavada son buldu. Kocası ise geceyi arkadaşları ile tuttukları balıkları kızartarak, salata yiyip rakı içerek geçirdi ve çok eğlendi. Yengece gelince: O da o gece söylene söylene pavuryalı salatasını karidessiz yemek zorunda kaldı.

Kıssadan hisse: aşklarını tüm dünyayla değil sadece erkeklerle yaşamaya çalışan kadınların kaderi değmeyecek adamların masasında meze olmaktır.

Yukarı

 Cafe Azur : Suna Keleşoğlu


Pazar, Sıcak, Pide ve Piknik...

Merhaba,

Kışın soğuktan yakınan ben değil miydim? Isınmayan evimizde elektrikli battaniyeden medet uman. Ağlayan göğe bakıp bakıp keşke yaz gelse diye iç çeken...

Buharlaşıyoruz sanki...Haziran başından beri buradaki sıcaklar kesinlikle mevsim normallerinin üzerinde. Biz eskiden yakınmalarımızı Ağustos'a saklardık. Bir kaç yıldır gerek yaz, gerek kış sıcaklıklarında yaşanan anormalliklerin elbet bir bilimsel açıklaması vardır. Lakin bu bizi serinletmiyor...
Sıradan, özlenen, beklenen ve dinlendiren bir Pazar...
Geç kalkılacak, uzun uzun kahvaltı yapılacak. Eskiden Pazar günü evlerde çarşaf çarşaf yerlere dağılmış gazetelerin yerini internet almış ya, tüm internet gazeteleri okunacak...
Bir haftadır beynimi patlatan evin karşısındaki tren yolu inşaatının gürültüleri ve bahçedeki sivrisinekler unutulacak...

Bugün Pazarrrr...
Güneş biraz buruk olsa da hava 30 derecenin üzerinde. Deniz uyanmıştır ama şimdi plajlar çok kalabalıktır...Evde kalmalı ve Pazarı yavaş yavaş giyinmeli...
Sabah çayına eşlik eden gülümsemeler...gazeteler bugün hep güzel haberler vermemeli. Acıdan uzak...Kimsenin canı da, gönlü de acımamış olsun temennisi...
Taze domates kokusu kalmalı ellerimde, kırmızı rengini yanaklarıma al pudra yapmalıyım...
Sevdikleri aramalı telefonla. Tüm sevgi sesleri dünyanın en güzel şarkıları tadında...
Aylardır telefon hatlarının çızırtıları ile boğuşsak da yurt kokusunu göndermeli ana sesleri...Telefonunun telleri...Yok o telgrafın telleri olacaktı değil mi?

Sıcağa sıcak sıcak isyan etmeli. Pide yapmalı. Marketten alınmış taze ıspanaklarla kır pidelerine benzer pideler pişirmeli. Fırın yansın, güneş yansın...
İçine yumurta kırmayı unutmadan İstanbul'un Anadolu kokan semtlerindeki florasan lambalı pidecilerde yenen kır pideleri anımsamalı...Buz gibi ayran yanında yenen çeşit çeşit pideler...
Sonra bir çocuğun gölgesi karışır ellerime...dedesinin her Pazar üşenmeden yaptırdığı kıymalı pideleri hatırlar. Kocaman kalabalık sofralarda elle yenilen ve ev kompostoları, ayran ya da çayın eşlik ettiği pidelerin kokuları gelir burnuma...

Aman dikkat bizim ıspanaklı pideler yanmasın...

Bir öğle sonrasına ulaşır yeni gün. Eski günler gibi hızla ilerleyerek.
Güneş bulutlar arasındadır, evdeki vantilatör hafif hafif eser...
Biraz dışarı çıkmalı, yürümeli.
En kalabalık doğal parka gidilmeli...Sıcağı yüksek ağaçların gölgesinde kuş sesleri ile unutabilmek için. Bir de pideleri eritmek için...
Buraya en yakın doğal park ve piknik alanının bulunduğu yol üzerinde onlarca araba park etmiş. Yine kalabalık...
Yürümeye başladık, hala kimsecikler yok. Yüzlerce metrekarelik bu alan o kadar büyük ki adeta herkes içinde kaybolmuş. Yürüyüş parkuru boyunca ağaç gölgelerine serpiştirilmiş tahta piknik masalarında bir iki kişi görünmeye başlıyor. Yürüdükçe, parkın içine daldıkça yakındaki yoldan geçen arabaların sesi duyulmaz oluyor. Sonra kuş sesleri gelmeye başlıyor, tek tük insan sesleri ile yürüyoruz yürüyoruz...

Pazar ve Piknik kelimelerini biraraya getiriyorum...
Ne güzeldi çocukluğumdaki piknikler...Tıpkı diğer güzellikler gibi...
Bir gün öncesinden yapılan hazırlıklar...Börekler, dolmalar, pastalar...sonra toplar, ipler, salıncaklar...karpuz, kavun ve taze demlenmiş çaylar...anneler, babalar, dedeler, nineler, ablalar, abiler, komşu amcalar, komşu teyzeler...
Çok zaman önce yine böyle pikniklerden birinde, ilimizin yakınındaki meşhur bir piknik alanında kana kana içtiğim soğuk dağ suyunun tadı hala ağzımda. Şimdi bu sıcakta o tad serinletti beni...

Yürüdükçe hayallerime karışıyorum, yürüdükçe alnımda biriken terleri silmek için mendilini uzatıyor annem.
Ve onun sesi telefondan daha yakında...
-Koşma terleyeceksin, biraz ara ver, bak daha böreklerini bile yemedin...
Piknik yapanları gördükçe tahta masalarda, onların yüzü benim tanıdık yüzlerime dönüşüyor...
Bulutlara doğru havalanan bir topa takılıyor gözüm, tutmak için ellerimi havaya kaldırıyorum.
Ve yol bitiyor. Tıpkı kahvaltı gibi, tıpkı gazeteler gibi, sonra ıspanaklı pide gibi...
Ben yazdıkça gün bitiyor. Uydudan dinlediğim bir radyoda sevdiğim eski şarkılardan biri...

-Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktu...

Şimdi daha serin...

Suna Akgündüz Keleşoğlu
Mougins-15.06.2003
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Faik Karaege


Daha mı mutlu olurduk?

Eveeet, bir sınav (fen ve anadolu liseleri) daha geride kaldı. Sonuçlar açıklandığın da kimileri üzülecek, kimileri sevinecek. Neden üzüldüğümüzün ve neden sevindiğimizin acaba hakikaten farkında olacak mıyız? Şirketimiz senenin başlarında ISO almaya karar verdi. Her işte olduğu gibi bu sektörde de bulunan danışmanların birinden yardım alarak çalışmalara başladık. Geçen cuma günkü toplantıda konu bir ara şirket hedeflerine geldi. Danışmanımız ISO bizim aile yaşantımıza bile girdi diyerek pazar günkü sınava girecek olan oğlu ile olan çalışmalarından bahsetti. Oğlumla kendimize hedefler belirleyip kocaman kağıtlara yazıyoruz, duvarlara asıyoruz ve bunları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Oğlumun şu anki hedefi sınavı kazanmak, ondan sonra da iyi bir üniversite kazanmak için çalışmak, çalışmak. Sözün burasında dayanamadım, affedersiniz ama bu acaba oğlunuzun hedefleri mi, yoksa sizin mi? dedim. Danışmanımız olgun bir bayan olduğundan haklısınız birazcık bizim tabii, ama hedef koymak da iyidir dedi. Zaten belli bir yaştan sonra da çocuklar kendi hedeflerini kendileri koyacaklardır da fikir birliğine vardık. Ama o yaşa gelene kadar geçecek zaman ve yaşanılacaklar ne olacak? O günler bir daha geri gelecek mi?

Aklıma sevgili çocuklarım geldi. Küçükken spor yapsınlar diye yüzmeye vermiştik. Daha sonra tenise başlattık. Halk oyunları v.s. derken şimdi hiç biriyle uğraşmıyorlar. Ama kötü mü oldu derseniz kesinlikle hayır. Bizim açımızdan kötü olmadı. Biz de her anne baba gibi gençliğimiz de yapamadığımız şeyleri çocuklarımız yapsın istedik. Allahtan çok hırslı bir anne baba değildik. Gitmek istemediklerinde de zaten ısrar etmedik. Ama içlerin de bir sporcu ruh olduğundan eminiz ve onu muhakkak bir gün açığa çıkartacaklardır.

Gelelim sınav meselelerine. Kızımız biraz daha rahat çalışıyordu. Özel okullar, anadolu liseleri sınavları yarışından Ankara Kolejini kazanarak çıktı. Daha sonra Hacettepe Biyoloji'yi dördüncü olarak bitirdi. Şimdi de master yapmakta. İşin komikliği lise sonda biyolojisi iyi olmadığı için üniversite hazırlık sırasında özel hocadan ders almıştı. Demek ki hoca farkından dolayı bundan sonraki hayatını biyoloji ile iç içe geçirmeye karar verdi. Bu arada resim kurslarına giderek sanata olan ilgisini de sürdürmeye çalışmakta. El sanatlarına karşı aşırı bir yatkınlığı ve sevgisi var. Ara ara düşünmeden edemiyoruz, normal bir üniversite yerine sanatsal bir akademiye yönlendirsek acaba daha mı mutlu olurdu?

Evet, oğlumuz da annesinin büyük desteğiyle Atatürk Anadolu'yu kazanmıştı. Erkek çocuğun ders çalışması biraz daha zor olmakta. Eşim, oğlumu çalıştırmak için ne taklalar attığını, karateler yaptığını, güreştiklerini hala anlatır ve güleriz. Daha sonra ODTU makina kazanıldı ve şimdi 3. sınıftayız. Ama inanın o kadar zor gidiyor ki. Bu arada asıl sevdiği işin müzikle ilgili bir iş olduğunu keşfetti. Radyoda DJ lik yapmaya başladı. Ve makinayı bitirmesine bitireceğim ama asla bir makinacı olmayacağım diyor. Yani okuduğu daldan mutlu değil. Acaba herhangi bir üniversitenin müzik ile ilgili bir bölümüne girseydi daha mı mutlu olurdu?

Okullarını bitirdikten sonra kendi istedikleri dalda da okuyarak veya okumadan da uğraşabilirler veya sırf o işi yapabilirler diyenler çıkacaktır muhakkak. Hayatımız boyunca önümüze bir çok kavşaklar çıkacaktır. Bu yollardan hangisine gidersek gidelim diğerine gitseydik ne olacağını maalesef bilemeyeceğiz. Düşünebiliyor musunuz, bir anne baba var, çocukları güzel güzel okumuş, okuyorlar ama tam mutlu değiller. Kafalarında hep bir soru işareti var, mutluluk ve geçen zamanlara yazık değil mi? Biz bir daha dünyaya gelsek kesinlikle çocuklarımızı çok daha başka yetiştirirdik diye düşünüyoruz. İnsanın sevdiği bir işi yapması çok önemli. O zaman emekli olmaya bile gerek yok inanın... İşiniz zaten hobiniz olmuş olacaktır. Çok daha yaratıcı ve çok daha başarılı olunacaktır.

Çocuklarımızın / torunlarımızın yeteneklerine göre seçildikleri ve hakikaten istedikleri okullar da okumaları dileğiyle.

F.Karaege

Yukarı

 Kaşif Kahveci : Betül Ayhan


KABUS

Ellerim bir mengene gibi başımı sıkıştırıyor. Gözyaşlarım akmak bilmiyor, öğrenemiyor bu gece. Bu gece herşey geçmişten bir kesit gibi. Çaresiz düşünlerim kendine ağlıyor, sadece kendine. Herkes, herşey kendi için ağlıyor bu gece. Boğucu bir sıcak var dışarda. Tek bir yaprak bile dans edemiyor rüzgarın ıslığıyla. Tek bir şarkı bile çalınmıyor dilsiz uzaklarda. Şehrin tüm ışıkları suskun.

Bu gece ne ayrılanlar, ne kavuşanlar var gecenin kara, kapkara çaresiz sessizliğinde. Bir tek evde bile kavga edilmiyor. Hiçkimse hiçkimseyi sevmiyor, hiçkimse hiçkimseden nefret etmiyor bu gece. Hiçbir evde bebek ağlamıyor ya da gülmüyor. Hiçkimse kucaklaşmıyor. Hiçbir kadın tokatlanmıyor. Birtek insan bile ağlamıyor koca şehirde, ne sevinçten ne de hüzünden. Sevinç yok, acı yok, korku yok, hiçbir duygu yok bu gece bu şehrin hiçbir caddesinde.

Bir tek gemi bile yok limandan demir alan ya da demir atan. Bir tek uçak bile geçmiyor, kuyruğunda kırmızı bir ışık yanıp sönerek. Şehirler arası otobüsler grev ve lokavt hakkını kullanıyor.

Kimse kimseyi tanımıyor. Sonsuz bir döngü içinde on saniyede bir önce tanışıyor, sonra birbirlerini unutuyor insanlar balık hafızalarıyla. Gökyüzünden altın bir merdivenle yalnızlık iniyor yere. Herkes herkese yabancı, hatta kendine bile. Çoğunlukla kendi söylediğini bile anlamıyor insanoğlu. Garip, anlaşılmaz bir gece bu. Kendinden başka kimse yok dünyada herkes için. Dahası yalnızlık da yok, kendisine rağmen. Çaresizlik de yok. Çünkü insanların tüm bunlara gereksinimi yok.

Birazdan bir yabancı gelecek bu şehre. Birilerinden borç aldığı bir damla gözyaşını bırakcak ve sessizce dönecek geldiği yere. Herşey normale dönecek bir anda.
Şehrin ışıkları birer birer yanacak. Yeniden hikeyeler yazılacak o ışıklara. Ayrılanlar, kavuşanlar, kucaklaşanlar…

Kendini ve birbirlerini bulacak insanlar bir anda. Yitirdiğini bulmanın sevinci ile anlık bir rehavet çökecek insanların ve eşyanın üzerine. Tam bu sırada tokatlanan bir kadının çığlığı yükselecek gökyüzüne salaş bir meyhaneden. Var güzüyle ağlayacak bir bebek. Sevecek, sevilecek, nefret edecek ve korkacak insanoğlu yeniden. Duyguları yeniden öğrenecek, aniden. İnsanlar ve yalnızlık dolduracak dört yanı.
Serseri kaldırımlar ayyaşlara yoldaş olacak.
Gidenler seferinden dönmeyecek yine.
Saat 12'yi vurduğunda o hatırlanacak.
O'na gitme denmeyecek.
Yalnızlık bir an bitip yeniden başlayacak.
Her yanı hürriyet dolduracak.
Gemi olunup, yelken olunup, dümen, su olunup gidilebildiği yere kadar gidilecek.
Kağıt kalem yetmeyecek kendini mesut sanmak için.
Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı bir üveyikten aşkı satın alacak.
Yüreğini alıp gidecek biri.
Yıldızlara ilan-ı aşk edilecek, ona asla…
Kaybedek hiçbirşeyi olmayacak kimilerinin, kimileri kendini kaybedecek son olarak.
Birinin alın yazısı önüne düşecek.
Ve bir kanser tümörü saracak birinin her yanını.

Güneş doğar birazdan. Sabah yağmur yağacak bence. Boğucu ve kasvetli bir tat var havada. Çiçekler suya doyacak, rengarenk açacak sonra. Mis gibi toprak kokacak her yer. Çocuklar koşuşacak bahçelerde.

Ama birtek gemi bile olmayacak limandan demir alan ya da demir atan. Bir tek uçak bile geçmeyecek kuyruğunda kırmızı bir ışık yanıp sönerek. Türküler dilsiz, şarkılar ıssız kalacak, insanlar çaresiz. Çocuk olmak istenecek çocukça bir hevesle. Sanki büyüdükçe acılar tekrar yaşanmayacakmış gibi.

Birazdan güneş doğacak, bitecek bu kabus da tüm diğerleri gibi, biliyorum. Ama yinede korkuyorum karanlıktan.

BeT
bayhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_125.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.327 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


ÖDÜNÇ HAYATLAR

“Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin;
O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgarla taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz ...
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.

Hep yetişilecek bir yerler vardı.
Aranacak adamlar, yapılacak işler...
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;
Başkalarının hayatı bizimkini aştı.

Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine,
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.

20'li yaşlardayken 30'lu yaşlara kurduk saatin alarmını,
30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere ...

Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize ...

Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda

Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda
Bir de bakıyorsunuz ki tedavülden kalkmış ...

Can Dündar - Benim Gençliğim

<#><#><#><#><#><#><#>

YARINA KAÇ VAR?

Bütün camların kırıldığı yerden geliyorum
Geçtiğim yollarda bıraktım gövdemi
Damarlarımı sardım, koca bir yumak oldu
Hemen yeni bir beden örmeliyim kendime

Anlatamıyorum derdimi, yeni kipler bulmalıyım
Tırnaklarımla kazımalıyım bu nükleer göğü
Hem silah hem barış düşü satıyorlar, ağlamamalıyım
Ağlamamalıyım kiralık umutlara, gezgin anlamlara, başıbulanık
Derdimi, diyorum; olmuyor -yeni diller bulmalıyım

Çağım çoğul ölümler çağı -tekil ne kaldı?-
Çağım beyaz bayraklı diller çağı -ozan mezarı-
Bir şiire bir ömür yetmiyor ve ozana şiir -
         - ne zaman yetmişti ki?-
Bulunmamış sözcükler gömülü her dakikasında
         -yarına kaç var?-
Çağım yedi başlı ırmaklarıyla kan çağlayanı
         -yarına kaç deniz?-

Seval Esaslı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


ÇAMLIHEMŞİN

Bilmem içinizde hiç Çamlıhemşin’e giden var mı ? İnanılmaz güzel bir yer. Yöre mimarîsinde yayla evleri olağanüstü bir güzellik. Dimdik yamaçlara oturtulan evlerin altı kot farkından faydalanarak ahır olarak kullanılmakta, böylelikle hem hayvanlara kapalı bir yer sağlanmakta, hem de oturulan bölümün tabanı, nemden korunup sıcak tutulmakta. Ahırın önünde çitlerle çevrili ağıl. Yazın yaylaya çıkanlar “mallarını” “camış, keçi,....” buralarda korurlar.

Fadime ile Temel yatmışlar sıcacık yataklarına, tam uyuyacaklar, Fadime Temel’i dürtmüş:
- La, Temel kalk, kalk!

Temel kalkmış, pencereden bakmış, inanılmaz güzel bir manzara. Mehtap yeni doğmuş, çamların silüetleri görünüyor, teke ağılın uç kenarında ve iş başında. “Ha kalkmiş iken” deyip oluvermişler Fadimeyle beraber. Gerisi bizi hiç ilgilendirmiyor.

Aradan bir vakit daha geçtikten sonra Fadime yine Temel’i dürtmüş:
- La, Temel, Temel kalk, kalk!

Temel kalkmış, yine pencereden bakmış, manzara daha da bi güzel. Mehtap yükselmiş, çamlar masalsı bir görünümde, teke ağılın uç kenarında ve yine iş başında. “Ha kalkmiş iken” deyip yine Fadimeyle beraber oluvermişler.
Gerisi bizi hiç ilgilendirmiyor.

Aradan bir vakit daha geçtikten sonra Fadime yine Temel’i dürtmüş:
- La, Temel kalk, kalk! deyince Temel homurdanıp dönmüş arkasını Fadimeye.

Fadime ısrarlı:
- La, Temel, Temel, kalk”

Temel zorla kaldırmış kendini, yine pencereden bakmış ve her şey olağanüstü çamlar, mehtap her şey harika, teke yine ağılın uç kenarında ve yine görevi başında. Girmiş yatağa yatmış.

Fadime cilveli:
- Temeel, Temelcuğuum!

Temel dönmüş Fadimeye:
- La pak pakiyim o teke hep ayni keçiyi mi ediy???”

denizce.com


<#><#><#><#><#><#><#>



İkisi de güzel değil mi? Ama beraber daha da güzel olmuşlar!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.aileniz.net/saglik/psikoloji/saplanti.htm
...Saplantılar kişiye sıkıntı veren ama engellenmeyen, mantıksız olabilecek inatçı düşünceler, dürtüler ya da imgelerdir. Gerçek yaşam koşullarının ürettiği kaygılardan ayrı tutulmalıdır. Söz konusu düşüncelerden kurtulmaya çalışma yalnızca bunaltı duyma biçiminde kalabilir, zorlantılı davranış ve düşünüş törenleri biçimini kazanabilir... Psikolojik konularda bilgi edinebileceğiniz faydalı bir adres.

http://www.tuketiciler.org/bagis.html
Bizler tüketici olarak haklarımızı ne kadar biliyoruz? Neredeyse hiç! ...Devletin, "vatandaşı olduğunu" belgelemesi için, Nüfus Hizmetlerini Güçlendirme Vakfına zorla bağış yapmasını vatandaşına şart koştuğu, bu vakfın topladığı bağışlar nedeniyle vergi rekortmeni olduğu, kamu kuruluşları bünyesindeki dernek ve vakıflara toplanan zorunlu bağışların her türlü denetimden uzak, örtülü ödenek gibi kullanıldığı... Artık bunu devlet bile kabul ediyor.

http://www.minidev.com/gicik/gicikkapan.asp
Verdiğim adreste ilginç bir kent magandası hikayesi var. Bu hikayeden ders alıp biraz daha dikkatli olmak lazım diyorum. ...Yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Eskiden hastaneye otomobilimle gider, Amerikan Hastanesi otoparkının kapalı olduğu dönemlerde Amerikan Hastanesi'nin arka taraflarındaki XXL Otopark'a otomobilimi park ederdim...

http://www.chicekperisi.com/keske4.htm
Hayatımızda bazı dönemler vardır. "Keşke" deriz. "Keşke bunları yapmasaydım", belki daha mutlu olurdum. ...keşke bu işyerinde, sinir harbi içinde çalışmasaydık, keşke şu patronlarımızı dövebilseydik, keşke %100 zam alsaydık, keşke sabahki acıklı yazıyı okumasaydık ve bu kadar üzülmeseydik, keşke annelerimizin kıymetini evlenmeden önce iyi bilseydik(evli bayanlar bunu iyi anlar)...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Horodruin v1.0.70.1 [551k] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=106540
Birden fazla klasörü birbirleriyle senkronize biçimde yedeklemek ister misiniz? Sizi bilmem ama ben isterim. Klasik backup yöntemlerinin yerine klasörleri birbirine belirlenen kriterler dahilinde eşitleyerek yedekleyen bu program denenmeye değer.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030617.asp
ISSN: 1303-8923
17 Haziran 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com