KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 298

 4 Temmuz 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Sıcak... Çok sıcak...


Merhabalar,

"Sıcak... Çok sıcak... Sıcak... Dahada sıcak olacak!" Sevgili Emre Altuğ'un duygu yüklü meteorolojik şarkısında dediği gibi çok sıcak. Benim emektar matbaanın önünde üst taraf anadan üryan, omzumda bir havlu, döner ustaları gibi oturuyorum. İçtiğim sıvılar en kestirme yoldan kendilerini dışarı atıp toprağa kavuşma gayretindeler. Düne kadar çöl sıcağı denilen bu yeni dalgaya artık göl sıcağı denebilecek. Bugün termometreler 40'ı gösterirken hissiyatımız 45-50'lere varacakmış. Bir de bu çıktı başımıza. Termometre ne gösterir boşver sen hissettiğine bak kardeşim diyor uzmanlar. Ben hissettiğimi göstermeyen termometreyi neylim. Hepsini kaldırıp atmalı yada yeniden ayar etmeli. Aman ha kendinizi sıcaktan korurken çocuklarınızı ihmal etmeyin. En çok onları etkiliyormuş bu alev fışkırtan ejderha. Yanınızdan suyunuzu, başınızdan şapkanızı esirgemeyin. Mecbur kalmadıkça dışarı çıkıp kalabalık etmeyin. Klimalı işyerlerinizin kıymetini bilin, yalvar yakar mesaiye kalmanın yollarını arayın. Su birikintilerine yakın olanlar sakın ola kaçırmayın fırsatı. Hoş denize girince de birşey farketmiyor, baksanıza Akdeniz 27 derece olmuş bile.

Sevgili kahveci yazarlarımıza bir küçük notum var. Dikkatinizi çekiyordur herkes "Misafir Kahveci" olarak anılmaya başladı son günlerde. Bunun nedeni benim dağarcığımda üretilecek köşe ismi kalmaması. Yeni yazarlardan ricam, yazılarınızı yollarken birer de köşe adı yakıştırın kendinize. Eskilerden de isminden hoşnut olmayan varsa değişiklik önerilerini değerlendirmeye hazırım.

Ben erimeden Kahve Molası'nı hazırladım. Şimdi sıra sizde. Yapın kendinize bir "Ice Coffee" inin aşağılara yavaştan. Huzurlarınızdan ayrılırken hepinize mutlu, şıpır şıpır, sağlıklı, bol gölgeli bir hafta sonu diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 KAHVE KREMALARI


Merhaba Sevgili 'Krema' Dostları,

Sıcağın iyice bastırdığı şu günlerde, sizlere bu hafta farklı 'light' önerilerim olacak. Burada light kelimesini bilinçli olarak kullandım. Yani biraz daha önceki yazılarıma göre popüler konulardan bahsedeceğim. Light kelimesi artık oldukça yaygın kullanıldığı ve yazmak istediğim konulara ve bugünkü sohbete tam karşılık olduğu için affınıza sığınıyorum. Zira bu kelime yerine 'hafif' kelimesini kullanırsam, bahsedeceğim konulara haksızlık edeceğimi düşünüyorum.

Bu hafta, Tarkan'ın yeni albümü ile gözlerimizi açtık. Ofisim İstiklal Caddesi'nde olduğu için tüm yeni çıkan albümlerin önemli parçalarını, mesai saatlerimde 'zoraki' olarak dinliyorum. Dolayısıyla Tarkan'ın 'Dudu'su da pazartesiden itibaren hayatıma girdi. Ancak, pop müzik dünyasındaki kargaşanın içerisinde, şu sıralar Tarkan'a teşekkür ediyorum. Açıkçası tüm eleştirileri okudum ama bence yine 'başarılı' bir parça çıkmış. Ayrıca ben Tarkan'ı çok başarılı buluyorum... Üstelik, mesailerime de engel olmuyor... Çünkü epeydir, kimilerine göre Türk Ricky Martin'i Davut Güloğlu'nun, başımda balyoz etkisi yapan 'ne oldu canum, ne oldi boyle' isimli parçası İstiklal Caddesi'nde çalındığı için ve ben naçizane tüm pencereleri kapalı tutmama rağmen içeri sesin sızmasını engelleyemediğim için, ses geçirmeyen cam yaptırmaktan başka çarem kalmamıştı ki, Tarkan çıktı ve şu aralar camlarımı açarak çalışabiliyorum. 'Dudu' son dönemlerdeki Türk popundaki önemli bir 'krema'...

Geçtiğimiz hafta, çok sevdiğim bir arkadaşımla birlikte bir hafta 'yoga' çalıştık. Aslında çoğunluğunu bir yoga öğretmeni ile çalışarak geçirdik, diğer zamanlarda da nefes egzersizleri ve bazı hareketleri kendimiz yaptık. Aslında çok net olarak, günlük yaşamda ne kadar az soluduğumuzu ve bu nefes alıp verme işini sadece ihtiyaçtan ötürü yaptığımızı farkettik. Dolayısıyla, sizlere, hem vücudunuzu forma sokmanız, hemde beden-ruh dinginliğinizi sağlamanız için ayrıca yaz aylarındaki sıcağın stresini azaltmanız için yoga yapmanızı öneriyorum.

Şimdi birazda, kültür-sanat haberlerine dönersek;
Dün gece, Açıkhava tiyatrosunda Müzik Festivali'nin son gösterisi olan Metin Altıok Orotoryosu'nun provalarını izledim. Siz bu satırları okurken, dün gece sahnelenmiş olacak. Daha öncede bu köşede belirttiğim üzere, bence Festivali'n en 'özel' çalışmalarından biriydi. Fazıl Say'ın olağanüstü besteleri, Zuhal Olcay'ın olağanüstü yorumu ile gerçekten çok başarılı bir çalışma ortaya çıkmış. Konseri kaçıranlar için CD'leri İmaj müzik tarafından müzik marketlerde yerini aldı bile...

Müzik Festivali bitti, caz festivali başladı... Yazın şehirde 'caz' dinlemek ayrıcalıktır.

Kaçırmayın...

Sevgilerimle,

Zeynep Özbatur

Yukarı

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Ne iz kalacak benden geriye?

Onbeş gün önce Zonguldak Kapuz'da, Karadeniz'e yeşillikler içinde tepeden bakan, neredeyse her koşesini yeniden onardığı küçük evindeki yatağının başına iliştiğimizde; O da, bizde ölümün çok yakında olduğunu biliyorduk. 1925'te Vakfıkebir'de başlayan, haniyse tüm Cumhuriyeti süpüren bu yaşlı beden karaciğerinden yangılıymış, doktorlar artık eve götürün demişler..

Bilirsiniz, kırık dökük te olsa yine de moral verecek bir kaç laf edelim istemiştik. "İyileşecen, biz yine geleceğiz."gibi. Açık gözlerini ıslatarak kapatmış, bir yandan da artık zar zor kaldırabildiği eliyle havada küçük bir yay çizmişti.. "Boş verin.. Beni kandırmanıza gerek yok" demişti sanki..

Bir ay öncesine kadar, ömrü boyunca yanından hiç ayırmadığı iki kadeh rakısını, cigarasını içmeyi sürdürmüştü. Birkaç gece evvel, gece yarısı kendisi de ellili yaşlara yanaşmış büyük oğlu ile, onun elinde büyüyen komşu çocuğu körkütük odasına daldığında, kızmak ne kelime "İçmişsiniz yine.. İmrendireceksiniz keratalar" diye onlara takılmıştı.

Onu, çok yakınında değilseniz değerlendirmekte zorlanırdınız. Bu nedenle, bahçeye doluşan onlarca tanıdık bir köşede ballandıra ballandıra onun sertliğinden söz edebilir, bir başka köşede ise karınca ezmezliği dillendirilir saatler boyu. Yine yakın zaman içinde, iki yaz öncesi belki de, hala fötr şapka satmakta olan dünürüyle dükkanında derin bir sohbete dalmışken adamın biri çıkagelir.. Ellemediği, indirmediği şapka kalmamıştır dükkanda on dakika içinde. Bir yandan da, sanki onun üzerine vazifeymiş gibi ortalığın karışıklığından, modellerin albenisizliğinden dem vurmaktadır. Yakasında onbeş santimlik nazarlık seksenli yaşlara dayanmış dünür alttan almayı sürdürürken, O dayanamaz patlar, "Ha….. be adam.. Sana satılacak şapka yok" diye ite kaka dışarı atar koca adamı.

Gerisini oğullarından dinlemiştik.. Meğer yeni emekli savcıymış dükkanı ziyaret eden, bizim kafadarlar soluğu nezarette almışlar.. "Ne o baba çete mi kurdunuz?" diye çocuklar karşısına dikilince, siniri daha bir burnuna çıkmış haliyle "Defolun lan kerhaneciler.. Bu memlekette köpekleri bağlayıp, taşları salmışlar.. Bir de özür dileyecek mişim? Defolun lan.." diye onları da kovalamıştı.

Vakfikebir'deki araziler, fındık bahçeleri.. Annesini küçücük yaşda, babasını da onun ardından yitirince, amca onlara babalık etmiş, aileyi bir arada tutmuş kırklı yıllarda.. Derken Zonguldak'a bir şeyler satmak için gelen öncüler, buranın kömür işletmeleriyle geleceğinin parlaklaşacağını sezince, ailenin diğer bireyleri de göçmüşler Batıya.. Önceleri büyük dükkanlar işletmişler, konak gibi evlerde yaşanmış. Derken bayrak en küçük amcaya geçince.. Demokrat Partiden, Belediye Baskan Yardımcılığına kadar yükselinmiş yükselinmesine, Ereğli Kömür İşletmelerinin erzak ihalelerine de girilmiş ama kısa zamanda işler ters gitmeğe başlamış.. Bütün varlıklarda tüketilivermis ellili yılların sonlarında..

Amcasından Demokrat Partililiğini korumuştur yıllar yılı.. Okkalı küfürler de savurmuştur Demirel'e, diğerlerine. Ancak yine de oyları değismemiştir. Yetmişlerde, Kapuz'daki bahçede azcık serin yaz akşamlarında oğullarıyla rakı içerken, her ikisini de dikkatle dinler, bu düzeni değistirme savındaki gençlerin giderek birbirlerini yaralayan sözlerine karışmazmış.. Durum biraz daha alevlenince kaç gece onun küllükleri havada uçuşmuş "Ulan, bokunu çıkardınız be. Daha siz birbirinizi dinlemeyi bilmiyorsunuz. Bir daha soframa gelmeyin." denmiştir.. Denmiştir ama, yinelenip sürmüştür bu masa başı sohbetleri.

Biz yine azcık daha eskilere dönelim. Zonguldak'ın parmakla gösterilen zengin ailelerinden Zaman'ların oğlu olarak, esnaflığı sürdürmeye calışmış, yürümediğini görünce de önce kardeşi sonra kendisi Kömür İşletmeleri'ne girmiştir. Serinlemek için gidilen şehrin azcık dışındaki Kapuz, giderek daralan ailenin bu tarafta elde tek yeri olarak kalınca, altmışlı yıllarda temelli buraya taşınılmış, ufacık ufacık adımlarla, derme çatma da olsa bu mekan büyütülmeye çalışılmıştır.

Seksende biraz da erken emekliye ayrılınca, ancak ustaların girebildiği fiyordlardan deniz keyfine biraz daha zaman ayırmış, çoktandır yapamadığı avcılık işini büyütmüş, üstlendiği "Avcılar Derneği Başkanlığı" görevini, azcıkta ses getirerek yapmıştır hani.. Derken torunları olmuş, onlar şehrin koşuşturmasından uzak Kapuz'u ve dedelerini yaşamlarindaki en sağlam sığınak olarak bellemişlerdir.

İşte onun için, geçen Cuma soluk soluğa bayırı tırmandığımızda, taş evin sessizliği içinde duyduğumuz ilk ses, bahçenin arkasında veteriner olma düşüyle bu yıl sınava girmiş torun Sercan'ın yürek burkan iç çekmeleri olmuştu. O'na sarılınca, iki sözcük dökülmüştü dudaklarından, belli belirsiz..

"Dedem öldü!"

Emek zengini, toprak yoksulu Zonguldak'ın görülmemiş acayiplikteki teras mezarlığında dede akşamüstü toprağa veriliverdi. Kozlu'dan, Felez'den tanıdıklar birer ikişer ayrıldığında, Kapuz'da hava kararmaya başlamıştı çoktan.. Bir yandan dutların yere düşmeyi sürdürmeleri, diğer yandan incir yapraklarının hışırtıları.. Başkaca ses duyulmaz mı? Duyulur bu tepenin başında, rüzgarın sesi olduğunu bilmez misiniz? Göz alabildiğine karadeniz, göz alabildiğine yeşillik, ve rüzgarın sesi.. Sokak bile uzaktır, lambalarının ışığı görülsün. Gel de mahzunlaşma, gel de gizli gizli ağlama işte..

Yalnız yetmişsekiz yıllık bir yaşamın bitmesinin çöreklendirdiği bir hüzün değildir bu.. Birden bire o kaca yaşam bir daha akıp gidiverir gözünüzün önünden, tanıklıklarınız çokça olmasa bile.. Uçsuz bucaksız karadeniz yamaçlarında ilk çocukluk, annesizlik, babasızlık, yine de yaşama sıkı sıkıya tutunuş.. Doğduğu, büyüdüğü yerlerden göç.. Önce azcık caka, sonra karın doyurma kavgasına katılma. Temmuzun üçünde dolacak elli yıllık evlilik, iki oğul, bir kız çocuk.. Derken onları büyütme, adam etme telaşları.. Kırılmadan, dökülmeden, çalmadan, çırpmadan.. Sopa gibi durma, eğilmeme... Torunlar sonrasında..

Öykü tanıdik elbette.. Bir insan ömrü işte. Bu dünyada uzun gibi gelen kısacık konuklukta, biten rol ve çekiliverme sahneden. Sizin, benim oynamayı sürdürdüğümüz türden bir rol, benzer bir öykü ..

Yaşamış, yaşamamış olacaksın birdenbire..

Bir iz kalacak mıdır senden geriye?

Eski evi dolaşıverdim kimseye dokunmadan.. Çatı katındaki küçücük tezgahını sevdim usulcacık.. Bahçe de kedileri beslediği, rakısını yudumladığı köşelere el sürdüm..

Rüzgar uçuruverse beni.. Karadenizin üzerinde baştan başa yürüsem. Bir yaz yeli yalasa yanaklarımı, kulağıma üflese nice tanıdık sesi çoktandır duymadığım. Özlediğim..

İçim ürpererek sorsam, yüz kere daha sorsam .. Yeniden, yeniden sorsam.

"Ne iz kalacak benden geriye?"

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Has Kahveci: Tunca Tünay


Ölüm adını koyduğunda...
(Bir dostun anısına...)

Onu tanıyalı 15 yılı geçti. İlk gördüğümde; abartılı renklere bezeli giyimi, aşırı renkli yüz boyası, kocaman takıları ve iç fırtınasından dışa vuran yerinde duramaz davranışlarını garipsemedim desem yalan olur. Sürekli konuşuyordu. Konuşurken öyle ayrıntıya giriyordu ki, bir süre sonra dikkatim dağılıp, anlattıklarını doğru dürüst algılayamaz olmuştum. Yorucu ve dahası itici bulmuştum onu. Beni daha çok şaşırtmak istercesine sözcüklerini pervasızca savururken bir yandan da bildiği bir oyunu oynuyor olmanın üstünlüğüyle keyiflendiğini anlayıverdim az sonra. Gözlerinin içine baktım uzun uzun. Oyununu sürdüremediğini anladı ve hiç de rahatsız olmadı. Sanırım o anda sevdik birbirimizi.

Sevgiye açık biriyim ama gerçekten çok sevdiğim insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. İyi niyetimin, hak etmeyenlerce hoyratça harcanması ürküntüm; son yıllarda, uzun yol gitmeden, iyiyi kötüyü paylaşmadan sevgiye açılmamayı bir savunma biçimi yaptı kendine. Bir insanı gerçekten sevmek o zamanlar daha mı kolaydı acaba? Düşünüyorum da onu 15 yıl önce değil şimdi tanısaydım gene ilk gün sever miydim?

Bir çok şey paylaştık onunla. En olmadık yerlerde ardımda ve yanımda durdu. Sık görüşmezdik ama acılı günlerde destek olurduk birbirimize. Sevinçlerimi paylaşabildiğim az insandan biriydi. Ona sataşmayı severdim. En benzer yanımız, kendimizle dalga geçtiğimiz anlardı. Onca yıl bir sürü şey yaşandı. Acılar, sevinçler...Genç bedenlerimizin kaldırabildiği beyin yorgunlukları birikmeye başladı giderek. Dalgınlıklarımızı, unutkanlıklarımızı yarıştırmaya başladık bu kez de. Kendimizle daha çok eğlenir olduk son yıllarda. Kendisiyle dalga geçerken, aslında yaşamla mı dalga geçiyordu o?

5-6 ay önce arkadaş toplantılarına isteksiz gelmeye başladı. Sıkılıyorum diyordu. Kızının yeni bebeği olmuştu ve onunla ilgileneceğini söyleyip ayrıldı ortak grubumuzdan. Kızının evi çok sapa bir yerdeydi ve birbirimizi görme olanağımız yoktu. Yalnızca telefonda görüşüyorduk. Giderek yalnızca ben aradığımda görüşür olmaya başladık. Bir kaç ay önce Bodrum’a gittiğini öğrendim. Cep telefonundan sürekli aramalarım hep boşa çalan telefon sesleriyle sonuçlanıyordu. Üzülmekten öte kırgınlığa dönmüştü duygularım. Ortak arkadaşların çabaları da boşaydı. Hiç birimiz, hiçbir yerden ulaşamıyorduk ona.

Yazdığım yazıları okumayı severdi. Hemen her yeni yazı yazdığımda ona da verirdim. Bir kez gözleri dalıp, “ Beni anlatsana bir yazında” demişti. Onu,

“ Senin gibi bir antikayı anlatacağım yazıyı kim okur ki” diye yanıtlarken bir yandan da güldüğümüzü dün gibi anımsıyorum şimdi.

“Seni anlatacağım yazıyı kim okur ki?” Bunu söylerken bu günü yaşayacağımı nereden bilecektim...

Hava sıcak... Yorgun ve keyifsiz bir gündeyim. Telefon çalıyor ama içim hiç kimseyle konuşmak istemediğinden ağırdan alıyorum . O susmak bilmiyor. İsteksizce açıyorum. Bir arkadaşım arayan. Hal hatır sormalar uzuyor ama bir ağırlık var konuşmalarda. “ Senin haberin yok !” diyor karşımdaki ses. Neden haberim yok? Üstüme kötü bir haberin sisi abanıyor. Korkuyorum. İlk aklıma gelen telefonu kapayıp kaçmak oluyor. Yapamıyorum. Sessizlik ürkütücü boyutlara ulaşıyor. Karşıdan gelen sesi duyuyor ama algılayamıyorum. Beynim duyu yetimi yapayalnız bırakmış sanki. Ses dağılıyor, dağılıyor, dağılıyor... Benim deli dolu arkadaşım ölmüş...

Bu yazıyı neden yazıyorum? Ölüm bir sonuç! Adı konmadığınca anımsamadığımız , aklımızın ardında nereye sakladığımızı bile unuttuğumuz bir olgu. Şu an yazmak zorunda olduğum öykü; bir ölümün öyküsü değil. Ölüm, adını koyduğunda yaşamanın öyküsü! Ölümden daha güçlü olabilmenin ve yenildiğinde bile kazanmanın öyküsü mü ki bu ? Bilemiyorum...

Sevgili dostum yıllarca amansız bir hastalığın pençesinde yaşamış. Sıkıldım bu pırasa gibi sarı saçlardan deyip, kara kıvırcık peruğunu takıp yanımıza geldiği günlerde ışın tedavisi görmekteymiş. Ölüm bana vız gelir, herşeyin hakkından gelebilirim bir başıma” dediğinde başını yukarı dikişi, bilincin ölüme meydan okumasıymış. Ta ki beden gücü tükenene kadar, her gün süslenip püslenip sahneye çıkmış. O oynamış biz seyretmişiz yıllarca . Öyle başarılıymış ki, oynadığını anlamamışız bile. Ve aklımıza bile gelmemiş ona alkış tutmak.

Aklımdan çıkmıyor bir türlü. Günü yaşıyorum ama içim karmakarışık. Anlamaya çalışıyor, anlayamıyorum. Dostluğumu yok saydığını düşünüp inciniyorum. Bunca yıl sıradan acıları paylaşıp, sıradan sevinçlere mi güldük biz ? Ya da ben mi onu dost bellemiştim yalnızca?

Ölüm adını koyduğunda neden yalnızlık seçilir? Ölümle yüzleşmek, ona başkaldırmaya döndüğünde her şeyden soyutlanmak güçlülük müdür? Yaşanacakları bir başına taşımak daha mı kolay ki? Ya da yalnızlığa gömülüş gerçeklerden kaçma adına bir çaba mıdır ? Bilincimizden öne geçen duygularımız, ölüm dışındaki her şeyi mi yadsır? Ve yanıtsız kalacak soruların en ürkütücüsü; ölüm başkasına yanaştığında, bizden uzakta olduğunu varsaymanın bencil rahatlama duygusunu bilmek mi yalnızlığı seçtiren? Yanıtını alamayacağım bunca sorudan nereye varabileceğim? İçinden çıkamıyorum bu karmaşık duyguların. Onu doğruladığımca, daha çok kaybedeceğim korkusu üstüme abanıyor. Paylaşamadığımızca yanılmalarımızın ne denli arttığını görmek ürkütüyor beni. Habersizce çekip gittiği için bir yanım kırgın dostuma. Aldatılmışlık duygusu içimi acıtıyor.

Düşündükçe kendimle çelişmeye başlıyorum. Ona sorduğum bunca yanıtsız soru hedefini değiştirip üstüme gelmeye başlıyor. Ölümün onu seçtiğini ve yolun dönüşü olmadığını bilseydim...Neyi, nereye kadar paylaşabilirdim? Sınanmadığımızca kendimizi ne denli tanıyabiliriz ki? Ölümün ağırlığı sevdiğimizce üstümüze abanır. Elimizin altından kayıp gidiveren çiğ tanesi gibidir sevdiğimiz. Umarsızca seyretmekten başka hiçbir yol yoktur. Bir tek düşünceye odaklanır tüm beynimiz. Biraz daha... Biraz daha beraber olabilmek!

Ya da...Ya da kaçmak isteriz. Herşeyi bir yana atıp kaçmak! Bu karabasandan uyanmaktan başka tek isteğimiz yoktur o anda. Gücümüz yetmediğince korku basar üstümüze ve korkaklığımız boynumuza dolanır yıllar boyu. Belleğimiz çok şeyi siler, atar bir yana da bu ezikliği dün yaşamışçasına capcanlı tutar bir yanında. Neyi, nereye kadar paylaşabilirdim? Bu sorunun yanıtını bilmek olanaksız. Koşullar yaşandığınca kendini belirler. Paylaşacağımızı sandığımız pek çok şey gün olur üstümüze taşınması zor bir yük gibi biner. Kaçacağımızı sandığımızda öyle cesur oluveririz ki birdenbire, en çok biz şaşarız kendimize. Yapabileceğimizin sınırlarını hiç bilemeyiz yaşamadıkça. Yaşanan her yeni koşul bizi yeniden sınar ve hep şaşırtır bizi. Neyi, nereye kadar paylaşabilirim sorusu hiç yanıtlanmaz yaşam boyunca.

Sevgili dostum bir kahraman mıydı ? Bilemiyorum! Bildiğim tek şey, yaşamla oynayabildiğince oynadı. Öyle iyi oynadı ki, gerçek sandık bu oyunu. Bunca yaşadım, hiç unutamayacağımı sandığım bunca oyun izledim. Çoğu çıktı gitti aklımdan. Bu oyunu kolay unutamayacağımı adım gibi biliyorum. Keşke görmeseydim demek de boşuna...

Yaşam sürdükçe , oyunlarda eski oyuncular ... yeni oyuncular...

Tunca Tünay
tunca@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Sedat Tuvar


ŞAİR TESELLİSİ

"Merhaba" diyerek kapıdan içeri girdiğinde, yüzümdeki o mokunda boncuk bulmuşçasına gülümsemeyi hep gördün ama ne o andan önceki ne de sensiz olduğum zamanlardaki yokluğunun bendeki hüznüne hiç şahit olmadın. "Hoş geldin şöyle otursana" dediğim zamanlarda heyecandan ses tonumun bozulduğunu fark ettin ama benim yüzlerce kişiye konuşma yaparken nasıl bülbüller gibi öttüğümü hiç görmedin.

Kahve içerken fincanı tabağında tıkırdatmamayı bir türlü beceremedim, şükürler olsun ki ayazda kalmış it gibi masanın altında titreyen bacaklarımı sana hiç hissettirmedim, ne haber?

Alnımdaki terimi silmem için, bir iki defa (zahmet oldu) kağıt mendil uzattın ama oh ya her defasında sırtımdan akan terimden haberin bile olmadı. "Ağzı iyi laf yapıyor" diye çok söylendin, evet doğru, seni güldürebilmek için çok laf ebelikleri yaptım ama asıl sen yüreğimin sana neler söylediğini kuş kadar beyninden bir kere bile geçiremedin.

Ha bire "Yazmadın mı?" diye soruyordun çok hoşuna gidiyordu sana şiir yazıp zarf içinde göndermem, ben sadece üç tanesini yolladım daha bende zatı alinize yazılmış on yedi tane daha var, ki siz bunlardan sonsuza dek haberdar olamayacaksınız.

Sedat Tuvar
tuvar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


"BENİM DENGEMİ BOZMAYINIZ"

Adını "sabır deneyicisi" koyduğum; küçük, aşağılık ve işgüzar bir cin olduğunu düşünürüm bazı bazı... Bu adi bücür; ülke ülke, kapı kapı, beden beden dolaşıp; insanın başına, ayağa bile giyilemeyecek çoraplar örer.

Tabi, bununla yetinmez seciyesiz güdük... İşini bitirince, burnundan soluyan zavallı kurbanın karşısına oturup gevrek gevrek güler. Siz, pişmiş tavuğun bile haline şükrettiği akıbetinize tepinedururken, o çoktan sizin ruhunuzdaki faaliyetlerini bitirmiş ve yeni bünyelere musallat olmak üzere yola koyulmuş olur.

Cin dediğiniz göze görünmez. Ağzınızla kuş tutma yetisine sahip olsanız bile onu yakalayamaz ve hıncınızı alamazsınız. Kendi kendinize tepinip, ortalığı toza dumana boğar, bir süre sonra yatışmak durumunda kalırsınız.

Ama bir de sabırlara sakatlık veren tipler vardır; yaşayan, gözle görülen, elle tutulan tiplerdir bunlar. Her an, her yerde ve her kılıkta karşınıza çıkabilirler. İnsanın sinirini zıplatmak ve dayak yemek için yaratılmışlardır adeta.

Aslında insanın doğasında vardır biraz; birilerinin damarına basıp, sonra da yarattığı ruhsal yıkımdan zevk alma güdüsü. İnsanlar neden gerginlikten bu kadar hoşlanır, bir türlü anlayamam. Şimdi size "aman birbirinizi sevin, öpüşün, koklaşın, yalaşın" edebiyatı yapmayacağım elbette. Lakin, koklaşmasanız bile; anlamsız, yersiz ve nihayetsiz kavgaların size ne kattığını bir düşünün istiyorum.

İki dakika efendi olun ve düşünün şimdi: Diyelim ki, kıl olduğunuz bir zat-ı muhterem, durup dururken öyle bir laf etti ki, göller misali durgun olan beyin suyunuzu dalgalandırdı. Ne yani altta mı kalacaksınız? Siz de karşılığını verdiniz. Ortaya çıkan hakaretlerden sonra, her ikiniz de: "Ulen nasıl geçirdim ama; sanayi tipi öğütücü alsa bile, kırk yılda ancak hazmeder bu lafı " diye böbürlendiniz.

Ee n'oldu yani? O sana hakaret etti; sen de altta kalmadın, ona hakaret ettin... Ortam gerildi. 'Son gülen iyi güler' misali, başladınız abdallar gibi atışmaya. Sonuç ne? Sen mutlu musun? Yooo, sanmam; gerginsin en iyi ihtimalle. O mutlu mu? Yooo; o da gergin en iyi ihtimalle...

Sulhi sulhi yaşamak dururken ne gerek var gerginliğe? (Sulhi Aksüt değil bu sulhi... Sulh/barıştan türemiş sulhi; aman yanlış anlaşılmasın...) Birbirimizin kafasını gözünü ortalığa saçmaya; trip yapmaya; deli yürek gibi dellenmeye ne gerek var?

"Ee ne yapacağız? Adam bizim yedi ceddimizle zina yaparken, sessiz mi kalacağız? Delikanlıyı bozar bu senin dediğin abla!!" diyorsunuz biliyorum. Eh o zaman siz birbirinizle dövüşedurun. Benim hiçbirinizle dövüşmeye niyetim yok.

"PEKİ" lafı, sataşma durumlarında anahtar kelimemdir. Olmadı "hı hı"yı kullanırım... Eğer, birisi iştahla beni kavgaya çekiştiriyorsa; damarıma basıyor ve bana cevap hakkı doğuruyorsa: "peki" ya da "hı hı" der; bir de üstüne gülümserim. Harp meraklısı budala, karşısında negatif enerjiyi boşaltacak bir muhatap bulamazsa sadece kendine zarar verir. Lafla peynir gemisi yürümüyor nasılsa. Lafla hamile kalanı ya da bekareti bozulanı gördünüz mü? Ben görmedim valla... Söylesin dursun, ne olacak? Bakar ki tınan yok; gider evde karısına çatar, olmadı sokak kedisini tekmeler, o da olmadı 'oturma organı' gibi kalır savaş meydanında bir başına...

(Tabi ki, hakkınızı aramanız gereken zamanlardan bahsetmiyorum. Gereksiz kavgalardan ve gerginliklerden söz ediyorum. Şimdi, "ohoo sen de bize koyunluk öğütlüyorsun" demeyiniz. Ne demek istediğimi arifler anladı, anlamayanlara da onlar anlatsın artık.)

Affetmek ya da gerginlikleri uysallıkla karşılamak enayilik ya da onursuzluk değildir. Bilakis, kendi ruh sağlığınızı korumak adına, hinoğlu hinlere karşı alınmış bir önlemdir. Bırakın şimdi bana gurur, onur öyküleri anlatmayı. İnsan kendini biliyorsa ve kendinden eminse; üç kuruşluk adamların ettiği hakaretle kimliği bozulmaz, ya da onuru zedelenmez.

Biri bana hakaret ediyormuş. Eh iyi etsin. "Peki" der işime bakarım. Hepiniz birden bana hakaret edin. Bana ne? Eyvallah büyüksünüz baba! Ben 'sıfır'ım siz "1"siniz... Eyvallah da, benim dengemi bozmayın yeter. Bana iltifat etmeyin, iyi niyet göstermeyin ama benimle kavga da etmeyin. Bana ne sizin muhteşemliğinizden ya da arızalarınızdan. Kimsiniz? İsim neydi pardon? Benim dengemi bozmayınız...

O böyleymiş, bu şöyleymiş; demişsin, dememişsin; sevmişsin, sevmemişsin, değişmişsin, değişmemişsin.... Size ne benim alışkanlıklarımdan, dönekliklerimden, sevgilerimden? Her şeyim değişebilir. Soğukkanlı ve tok bir sesle diyorum ki : "HİÇ BİRİNİZLE DÖVÜŞEMEM... BENİM DENGEMİ BOZMAYINIZ" Hem ben bile bozmadıkça dengemi; size ne oluyor ulen?

Sezen Aksu, 'Adı Bende Saklı' albümünde, Turgut Uyar'ın bir şiirini besteleyip, yorumlamıştır. Şarkı yorumu yapmak niyetinde değildim ama bu şarkı da "cuk" diye oturdu meramımı anlatmaya. Yapılacak bir şey yok; mecbur dinleyeceğiz.

Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bi denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiç birinizle dövüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bi gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Turgut Uyar'ın müthiş şiiriyle Sezen'in kendine has yorumu birleşince, ortaya muhteşem bir şarkı çıkmış. Sezen, 2001 yılı konserlerinde (2002 yılı konserlerine henüz iştirak edemedim; en kısa zamanda gideceğim merak etmeyin) bu şarkıyı, konserin sonunda söyler. Şarkı başlarken, gözüne kestirdiği herhangi bir orkestra elemanına "çocuğum, nerede benim sigaram?" diye kırıtır. Cinsiyeti mutlaka erkek olan orkestra elemanı, panik halinde sigarayı getirip yakarken, Sezen tacizde bulunur ve olanca 'cool'luğuyla, bir yandan nikotin çeker, bir yandan da şarkıyı yorumlar...Yakışır da hani zilliye...

Eee sigaram bitmiş. Yok mu bir sigara yaaa?

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_138.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Sait Palanduz


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.382 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


AYRILIK SOLGUN BİR BAHAR AKŞAMI

Gözlerim bir bahar solgun eseriyle konuştu,
Ve ruhun tenimde,
Yağmurun ilk damlası gibi usul usul ilerledi.
En içlerime doğru hüznü yaydı…

Tükenen sözlerde soğuk bir rüzgar gibi,
Yada unuttuğum diyarlarda yasaklı bir mülteci,
Şimdi sana seslendim ,yasakça
Ve bir Deniz gibi engin , bir umut kadar hüzün.

Deniz Umut Dereli

<#><#><#><#><#><#><#>

BİR GÜN KAPINA GELSEM

Bir karanlık geliyor yokluğunun ardından
Ne zaman güneş batsa bu son gecem diyorum.
Vazgeç yalan dünyanın köhne saltanatından
Yetişir bunca keder, bunca elem diyorum.

Her şey sağır içimde, ne şiir, ne musiki
Dünyadan bezginliğim dünyalar kadar eski.
Öylesine çözülmüş, öyle dağılmışım ki
Bu ne bitmez ayrılık, bu ne özlem diyorum.

Beni çağırdığını bir defa duyabilsem.
Avuçlarımda ateş, yorgun gözlerimde nem
Aşarak denizleri bir gün kapına gelsem
Başımı duvarlara vurup ölsem diyorum.

Ümit Yaşar Oğuzcan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Kaynana

Genç bir çocuk heyecanla annesine gelir ve aşık olduğunu, evleneceğini ve annesini tanıştırmak istediğini söyler. Ama sadece eğlence olsun diye eve 3 kız getireceğini ve annesinin evleneceği kızı tahmin etmesini ister.

Ertesi gün 3 güzel kızla eve gelir. Otururlar bir süre sohbet ederler. Daha sonra çocuk heyecanla annesine sorar: "Tahmin ettin mi?"
Anne duraksamadan cevap verir: "Ortadaki kızıl saçlı"
Oğlan hayretle annesine:"İnanılmaz, nasıl bildin?"
Anne cevap verir: "Ondan hiç hoşlanmadım!"


<#><#><#><#><#><#><#>



- Ona da alkol muayenesi yapsana memur beyyghhh!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.tiyatrom.com/kaynaklar.htm
...Tiyatro profesyonel bir iştir. Madem ki gişe açıyoruz, seyirci verdiği paranın karşılığını almalı. Seyirci tiyatroya gelip yerine oturduktan sonra, salon ışıkları sönüp perde açılınca, artık bize ait demektir. Onunla aramızda duygusal bir akım başlar. Bu akım bizden ona, ondan bize gider gelir, gider gelir... Tiyatro konusunda nitelikli bilgiye önem verenler için sağlam bir kaynak.

http://at.netster.com/games/bounceout/bouncy.asp
İşte sizlere minik ama bir o kadar da eğlencelik bir oyun. Dinamit'in fitili bitmeden; yani dinamit patlayıp tamamen ortalığı dağıtmadan önce bol puan toplamanız gerekiyor. Oyun çok basit, her seferinde yanyana iki topun yerini değiştirip, aynı renkten üç topu tek bir çizgi doğrultusunda yanyana getirmeye çalışıyorsunuz. Oyun sonunda isterseniz kendi bilgisayar'ınıza da indirebilirsiniz.

http://www.imece.org/siir/dalga.html
...Bulutu kestiler bulut üç parça, Kanım yere aktı bulut üç parça, İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış, Bir kadının yüzü ha ha ha. Bir kadının yüzü avucum kadar ,İki gözümle gördüm vallahi billahi, Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim, Bu kimin meyhanesi ha ha ha. Bu Ali'nin meyhanesi bu da masa, Bu ipi kimse için gezdirmiyorum, Bir kere asılmıştım çocukluğumda, Direkler gemideydi ha ha ha... Cemal Sureya.

http://www.erkekadam.com/gez/gez.asp?mak_id=15
...Türkiye’de güneşin kemikleri hala ısıttığı şu anlarda saat on buçuk itibarıyla, Londra’da hava gri ve tüm şehri yıkıyor. Hava alanlarının insana verdiği sabırsızlık ve uykusuz geçirilen bir gecenin ertesinde kahve üzerine kahve devirip dışarıda havalanmaya hazır uçakları seyrediyoruz. Gökyüzü gri, yeryüzü gri, yağmur damlaları sabırsız bir telaşla düşüyor uçakların, kontrol görevlilerinin ve taşıtların üzerine. İçeride hemen her milletten uykusuz gözler...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


WinRoll v1.2.1 [45k] W9x/2k/XP FREE
http://www.palma.com.au/winroll/
Pencereleri tamamen kapatıp yada görev cubuğuna atmak yerine, sadece üst mavi açık gelecek şekilde toplayabildiğiniz bir yardımcı program. Küçült butonuna sağ tuşla tıkladığınızda pencere kayboluyor, büyüt butonuna sağ tuşla tıkladığınızda eski haline dönüyor. Oldukça kullanışlı. Pekçok pencereyle boğuşmak zorunda kalanlara tavsiye ederim.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030704.asp
ISSN: 1303-8923
4 Temmuz 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com