KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 299

 7 Temmuz 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : "Azala Azala Yaşıyoruz"


İyi haftalar,

Gündemi dopdolu bir haftasonunu daha geride bıraktık. Acı kayıpların yanında, esir alınan askerlerimiz, ciddiyetten, devlet onurundan uzak yaklaşımlar, Uzan'an ele vurulan son darbe, düğün salonunun altında patlayan LPG istasyonu son 2 günü dolduran haberlerden bazılarıydı malumunuz. Tüm bunları teker teker ele almak biraz irdelemek istiyordum ancak Türk Edebiyatının son zamanlara damgasını vurmuş sanatçılarından birini Kahve Molası'nda anmak ona yer ayırmak için bu konuları ilerleyen günlere bırakıyorum. Sevgili Tomris Uyar'ı saygıyla anıyorum. Ne mutlu ona ki geride bıraktığı eserleriyle sonsuza kadar saygı ve sevgiyle yaşama hakkını elde etti.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 USTA'YA VEDA : Tomris Uyar


Dön Geri Bak

Tomris UyarNesrin öldü.

Kapıyı çaldım. Yaşlı bir kadın açtı. Başında kara bir çatkı, üstünde kara bir yeldirme. Donuk gözlerle yüzüme baktı, tanıyamadı. “Buyur,” dedi, “gir.” Bizim oraların kocakarıları hep böyle çatık olur, onlardan biri sandım. Bizim oralar dedğim, kenar mahalleler elbet, ara sokaklar, apartman önleri bazı. Arabayla geçerken, eve dönerken görürüm.

İçeri girdim. Bir sessiz ağlama, hep birlikte bir ağlama sesi geldi kulağıma. Elimde Nesrin’e borç vereceğim 250 kâğıt, kalakaldım. Uzatamadım. Kadınlar doluşmuş her yana. Her yan kadındı, bir de ağlama.. Suzan ablayı (Nesrin’in anasıdır Suzan abla) seçtim aralarında. Yıllardır görmemiştim. Saçları aklaşmış. Nerede o eski Suzan, o kaçın kurrası Suzan? Hey gidi... Bir sarı saten picaması vardı ki Delikanlı, mahallede suya giderken görsen. Neyse.. diyeceğim, toyluğumuzda bunlar açtı bizim gözümüzü, hep güzel kadınlar gördük; o ara sokaklarda öğrendik kadınları sevmeyi. Neyse, 250 lira elimde uzatılmış duruyordu. Herkes ağlaşmakta. Anladım. Bir odada Nesrin yoksa o oda öksüzleşir birden Delikanlı; oradan anladım.

—Bir görebilir miyim Suzan abla? dedim.

—Gör oğlum Mustafa, dedi. Gör.

Kapıyı açan çatık kocakarı:
—Olmaz, dedi, günahtır.

Şişman bir karı:

—Ne günahı? dedi. Ölüye bakmak sevaptır sevap. Dinimiz böyle buyurur.

Derken başka bir karı karıştı söze:

—Biz tanımazdık kendisini ama iyi kız olduğu yüzünden belliydi, dedi. Kapıda karşılaşırdık arasıra.

—Ah! Ah! Ölüm ferman dinler mi kardeş? dedi yanındaki. Benim yeğenimde öldü geçende. İki sübyan bıraktı arkasında. Bu taze, çocuksuz hiç değilse. Efendim Avrupa’ya yollamıştık bizimkini ama bu hastalık aman vermiyor ki.

—Kader! diye içini çekti deminki karı. Bizim bir tanıdık bir öksürmüş, ciğeri gelmiş ağzından. Hiç değilse bu “kolay ölüm” dediklerinden. Acısız felân.

Masanın başında oksijenli bir karı duruyordu.

—Bizim Fevzi bey de öldü geçende, dedi. Yani ölen çok. Allah geride kalanlara sabır versin. Alışırsınız zamanla. Ben nasıl alıştım? Çiçeği burnundaydım dul kaldığımda. 20 yaşında. Dünyam yıkıldı sandım. Ama bakın şimdi...

—Nasıl olmuş teyze? diye sordu oksijenlinin kızı.

—Geçen akşam. Kızcağız oturuyormuş şu sedirde. Şimdi sizin oturduğunuz gibi. Kitap okuyormuş. Meraklıydı çok..

Ben aptal aptal bakınıyordum. Kimdi bu karılar yahu?

Sesleri acayip bir gürültü haline gelene kadar bekledim, sonra çıktım usulca, kapıyı ardımdan örttüm. Suzan abla seğirtti, gösterdi.

Hastane odası gibi bir yerdi: her yan beyaz. Formika bir dolap (kocaman iki gözlü bir gardolap), bir çekmecelik, bir aynalı süs masası, süs masasının üstünde fırça, makas, törpü falan bir de güllü dikiş kutusu. Yatak da kocamandı. İki yanında iki —komidin mi ne diyorlar— onlardan. Bir kitap: Siyah Şapkalı kadın. Nesrin o yanda yatıyor, kitaptan anladım, yoksa kırk yıl düşünsem.. Ne bileyim, kadını sol yana almak ters gelir bize, yeri değil ya... Ne demiş şair: Delikanlı çağımızdaki cevher.. Neyse. Bütün bunları kafama bir bir kaydettikten sonra (çünkü bir bokluk vardı bu işin içinde; biri gelip sorarsa..) yataktaki tümseğin üstünden sıyırdım beyaz çarşafı. Altından Nesrin’in kalıbı çıktı. Dudakları mordu, ağzı hafif aralıktı. Çenesinde kocaman bir bağ vardı dişi ağrıyormuş gibi. Işıklı gözleri kapalıydı. Karnına bir bıçak koymuşlar. Elleri bir garip, bir sahipsiz duruyordu iki yanında.

Eğilip alnından öptüm. Onun kokusunu duydum. Hemen parmaklarına baktım kokuyu duyunca. İki tırnağı gene ayrı ayrı boyalıydı, ayrı renk ojeliydi yani. Zaten onun için istemiştim görmek. Yoksa kim ister Nesrin’in ölüsünü görmek, di mi Delikanlı? Diri Nesrin’in ölüsünü.

—Silmemişsin tırnaklarını Suzan abla, dedim.

—Hal mi kaldı Mustafa? dedi. Akıl mı kaldı? dedi. Gözleri kıpkırmızıydı; ağzını güçlükle toparlıyordu konuşurken. Öyle titriyordu yani.

—Ağlamayı bırak canım ablam, dedim. Çamaşırlarını değiştirdin mi bari?

—Eksik olmasınlar, değiştirdiler.

O an, işte o an bir garip oldum. Ben bu karıların içinin kurduyumdur, Delikanlı. Ölüsü bile olsa, Nesrin gibi bir kız ellerine bırakılmaz bunların. Bir şey demedim ama tabi, bana söz düşmez.

—Kim değiştirdi ki? dedim yalnız. Bizim mahalleden biri mi?

—Yok canım.. Faik’in annesiymiş (Bu Faik dediği, Nesrin’in kocasıydı). İlk geliyormuş evlerine. Ben de bugün tanıştım zati.

Suzan abla sümüklü bir mendil çıkardı cebinden, burnunu dildi. Hınkındı, bir daha sildi.

—Ağlama da aklını başına topla canım ablam, diye terslendim. Diriyken sahip çıkmadılar kıza, evine adım atmadılar, şimdi sahip çıkartma. Ben bilirim bu esnaf takımını Delikanlı, bunların içinin kurduyumdur ben. Yalnız ölüye sahip çıkar bu akbabalar.

—Haklısın Mustafam dedi. Git bari asiton al köşeden.

—Pamuk var mı? dedim.

—Aybaşı pamuğu var. Top top. Büyük. Na şurada.

—Kolonya?

Suzan abla uzandı, Nesrin’in komidinine baktı. Esen marka kolonya çıkardı, limon çiçeği. Komidinin gözünde küçük beyaz havlular duruyordu üst üste. Şeyden değil ama bir tuhaf oldu içim. Şişenin boğazına bir de pembe kurdele takmışlar. Ulan kim akıl eder bunları?

—Yer ayırttınız mı? dedim. Sen şimdi düşün bana vereceğin işleri. Bakkaldan dönüşte yazarız kağıda dedim.

—Yok yapacak iş. Hepsi tamam. Faik’in ablası, yengesi, eniştesi her şeyi yaptılar, artık yapılacak bir şey kalmadı, dedi Suzan abla. Yer falan da ayrıldı. Gazetede ilân çıkartacaklarmış gömmeden.

Suzan abla hem konuşuyor hem de çekiştiriyor beni. Daha fazla oyalanmayalımmış odada, biz kız tarafıymışız ne de olsa, ayıpmış.

—Al şu 250 kâğıdı bari, dedim. Geçende – Sonra fırladım odadan.

Bir içim kabarmış ki sorma, Delikanlı. Sen bilmezsin beni, tanımazsın yani. Şoför Mustafa dersin, o kadar. Ama ben oturuşundan anladım senin iyi adam olduğunu. Bardağını tutuşundan bildim. Bir yarım daha söyleyip bölüşelim mi ha? Yaşşa! Dedim ya ben adamı bardak tutuşundan – Gözüm keserse iyi.. Yoksa açılmazdım sana, içim kabardı demezdim. Ama merdivenlerden bir inmişim ki o biçim...

“Yuf olsun sana Suzan abla!” diyormuşum bir yandan. “Yuf olsun! Ulan beş kuruş için yedireceksin güzelim kızı şu akbabalara. Ulan sahip çıkılmaz mı be?”

Kapıya indiğimde sesimi duydum. Yüzüm ıslanmış. Merdivenler gülsuyu kokuyordu.

2.

O koku, yaz akşamları daha keskinleşir. Günün sıcağından artakalan kolaltı teri, yıkanmış saç, kolonya karışımı bir koku. Delişmen, toy genç kız kokusu. Nesrin ne zaman otursa koltukta kalırdı.

—Kız işler nasıl gitti dükkânda bu gün?

—Ne bileyim ben? Öyle işte.. Bir iki manikür, pedikür falan.

—Kız manikürü anladık da öbürü ne oluyor?

—Ayak tırnaklarına da cilâ sürüyoruz. Manikür gibi o da, aynısı ama ayağa.

Nesrin önemli bir şey anlatırken soluğu biraz hızlanır, gözlerinden bir ışık geçerdi.

—Senin ayaklarında da var mı o boyadan?

Nesrin, hiçbir şeyi umursamaz, utanmaz, haşarı elleriyle önce eteğini sıyırdı, sonra pabuçlarını attı ayağından. Tırnakları renk renk boyalı ayaklarını koltukta toparladı: “Bak bakalım var mıymış...?”

—Kız dur deli! Kız görecekler valla!

—Görsünler. Hem kim görecek? Ömürsün Mustafa abi.

Dişlerini sonuna kadar parlatan bir gülümsemeyle açılırdı dudakları. Dişleri sarıydı, üstüsteydi biraz, uçları tırtıklıydı ama güldü mü sonuna kadar parlardı.

—Onun için kötü konuşuyorlar ya senin için. Onun için diyorlar, yok Adnan’la sandala binmişsin de...

—Ne olmuş binmişsem? Bindim..

—Daha ne olsun? Denenleri duysan.

—Adnan demiyordu. Hem ben kendim biliyorum ya bir şey olmadığını. Kötü bir şey olmadığını.

—Ama öpmüştür seni Allah bilir.

Nesrin yine güldü. Onun ılık, dişmacunu kokan soluğunu önce kulağında, sonra yanağında duydu Mustafa: Sen de öp...

Bu kız adam olmaz valla! Vallah billah olmaz! Anası da Suzan karısı olduktan sonra! Adı çıkacak bunun garanti. Mümkünü yok çıkacak.

Nesrin’in saçları uçarı kızıldı. Hareli. Sıkı sıkı geriye taradı da gene kıvırcıklanırdı alnında. Kurdeleyle bağlardı. Boğumun tam altından bol, kızıl lüleler inerdi ensesine. (Saçları hep omuzlarına dökülü duran bir kadının ansızın o saçları toparlaması, kaldırması, ensesinin görünmesi).

—Bizim için de belki dedikodu ediyorlardır, dedi Nesrin. Senle benim için.

Gür, dağınık kaşları çocuk elinden çıkma acemi bir yayla çatılmıştı.

—Yalan mı ama Mustafa abi? Bilirsin ben esirgemem sözümü. Her gün gelip dükkândan alıyorsun beni. Kışın okulun önünde bekliyorsun. Mahalleye arabayla giriyoruz, yalan mı?

—Yalan. Çünkü benim yolum düşüyor oralara, ondan geliyorum.

—İyi ama herkes bilir mi senin yolunu?

—Kız bu kitaplar bozuyor aklını senin, diye üste çıktı Mustafa. Hep görüyorum elinde. Yok Kosta Rahibesi’ymiş, yok Yeşil Geceler’miş. Nereden bulursun bunları bilmem.

—Yeşil Geceler değil bir kere, “Yeşil Gece”. O senin dediğin “Beyaz Geceler”

—İyi ya ne fark eder, yeşil gecelermiş yok beyaz gecelermiş..

—Faik veriyor bunları. Hukuka giden Faik var ya o veriyor işte. Anlatmıştım sana.

—Anlatmadın. Kim o Faik?

—Canım söylemedim mi, babamın eski bir arkadaşının oğlu. Hukuk bire gidiyor; ondan alıyorum.

—Söylemedin. Mustafa duraladı –Akıllı, çalışkan bir çocuk mu bari?

—Akıllı. Çalışkan.

—İyi öyleyse.

Nesrin, çöken akşam karanlığını bastıran bir kahkaha savurdu:

—Sen kime benziyorsun biliyor musun Mustafa abi?

—Kime?

—Dudaktan Kalbe’nin Kenanına. Şimdi geldi aklıma.

—Nasıl bir adam bu Kenan? Mustafa ister istemez güldü.

—Hiiç. Keman çalıyor.

—Tövbe de kız. Tövbe de.

Nesrin’in gülüşü yarıda kaldı.

—Dur, geldik..

pabuçlarını usul usul geçirdi ayağına. Arabadan bir sıçrayışta indi. Etekleri savruldu.

—Kız yavaş!

Güneşin bittiği yerden esen akşam rüzgârında o koca mahalleye, kara duvarlara yağ kokularına doğru yürüdü. Korunmasız bir... rengârenk bir şey gibi. Billûrdan, sırçadan. Hiç korunmasız. Genç kızların o yaşlarındaki ter kokusu, cilâ kokusu, ipek kokusu kaldı.

3.

Akşam saatleri geçmek bilmiyor. Bulaşık suyu kaynayacak birazdan. Mutfakta o saatlerin yemek kokusu, su buğusu. Bir parça aluminyum teli kopardı Nesrin, yarısını alıp pakete koydu. Çaydanlığı parlatmıştı, şimdi sıra büyük tencerede. Aslında porselen bir demlik almalı bunun üstüne. Aluminyum, tadını bozuyor çayın; sular da kötü. Şu köşeye bezlerin oraya bir çivi çakmalı yarın ilk iş. Cezveyi asmalı. Musluğun çevresi hep kalabalık, bir şey dayayacak yer yok. Bir de... yok ama süngerlerin rengi çabuk soluyor, hele yağ filan sıyırdın mı musluktan, en iyisi bir... yırtık naylon çoraplardan bir bulaşık bezi dikmeli, bir de hamam kesesi el değmişken.

—Çay oluyor mu? diye geldi Faik’in sesi.

—Oluyor oluyor.

—Yoruldun artık, gelsene.

Şimdi pencerenin önündeki koltukta oturuyordu Faik. Bir elinde gazetenin bulmacası, öbüründe tükenmez kalem, arada bir dışarı bakıyordu. Karşılıklı uzun susuşlardan, sırf karşı karşıya konmuş iki koltuk yüzünden arasıra gözgöze gelmelerden usanmıyor besbelli; gazetesinin koruyucu kalınlığı arkasına gizlenmiş, bulmaca çözüyor. Elleri, yaşlanmaya başlamış bir adamın elleri; hergün dükkânın önünde müşteri bekleyen bir adamın zincir sallamaya alışmış elleri. Katı yakalı bembeyaz bir gömlek, şal desenli son moda bir boyunbağı, kocaman taşlı kol düğmeleri. Ağarmaya başlayan saçları iki yanda usturuplu, titiz favorilerle belirlenmiş. Eve geldi mi, çizgili bir pijama geçirir ayağına; çok yoruluyor...

—Yoruldun artık dedim, gelsene Nesrin.

—Geliyorum. Şimdi.

Nesrin, çaydanlığın buğusuna tuttu yüzünü. Demliği alıp bardaklara çay doldurdu, tepsiyi içeri götürdü. Oda kapısına gelince duraladı biraz. Beş yılda alışamamıştı bu odaya, bu eve. Daha eşikte bir ürkeklik kaplıyordu içini. Uzak bir akrabayı yoklamaya gitmiş gibi. Masanın ortasında plâstik çiçekler duruyor vazonun içinde. Koltukların kollarında kolalı örtüler var. Her yer sabun, yeni yapılmış temizlik kokuyor. Faik’in evi burası.

Nesrin kocasına çayını uzatıp şekerini koyarken, her eğilip kalkışında elbisesinin açılan yakasını bastırıyordu. Bir süredir sezdiği bu alışkanlığını bir türlü yenememişti. Çay bardağıyla karşı koltuğa otururken de eteğini çekeledi, dizlerini örttü. Çayın buğusu üst dudağını yakınca durdu biraz. Bitkinliğini duydu, bardağı sehpaya dayadı. Göğsü yine sancımaya başlamıştı. Yorgunluktan, başka ne olacak... Önceleri temizliği haftada bir yaparken, şimdi ikiye çıkarmıştı sözgelimi. Sonra yemek, bulaşık. Mutfağın dinginliği o yüzden iyi geliyordu ya.. Bardakları sıcak, köpüklü sudan çıkarıp soğuk suda durulamak, sonra elleri yine sıcak suya daldırmak dayanılmaz bir tad veriyordu. Gittikçe büyüyen, bütün gövdeye yayılmaya kalkışılan bir yarayı kızgın demirle dağlamak gibi acıtıcı, ondurucu bir şey..

Geçende bavulları yazlıklarla doldurup kışlıkları havalandırırken (dışarıdaki güneş ışığıyla naftalin kokulu bir oda arasında durmadan gidip gelinen bir gün), kitap bavulu çıkmıştı karşısına. Bahar Selleri, Stepançikova Köyü, Eski hastalık hepsi aradaydı. Faik, Hukuk ikiden ayrıldığı yıl çocukluk hevesi diye bir bavula kaldırtmıştı kitaplarını. Artık çorapçı dükkânı vardı, işlek bir yerdeydi, yalnız Galatasaraylı arkadaşlarının karıları ondan alışveriş etse, zengin olurdu. İnsan, hayatın gerçeğiyle karşılaşınca, bu çocukluk hevesleri de geçip gidiyordu kendiliğinden. Öyle demişti.

Nesrin, gün ışığında büsbütün bakımsız, sararmış duran kitapların bir bir tozunu aldı, sonra büyük sandığa tıktı onları, kapağı gürültüyle örttü. Yüreğinin oradan kocaman bir taş kopmuş, taa içinde bir yerlere yuvarlanmıştı. Göğsü sızlıyordu. Ellerini yıkadı. Ama bavul kalmıştı; bavul boştu. Hemen bir çift terlik, iki don, bir sutyen, bir havlu, bir gecelik kondu bavula, sonra yine dolabın üstüne ama daha yakın, daha el altında bir yere yerleştirirdi bavulu. 250 lira olsa, 250 lirası olsa, hayatında bir bavula sığmayacak ne kalırdı ki?

—Hava da iyice soğudu, dedi Faik. Kar mı yağacak ne?

—Evet soğudu.

Nesrin çayını bitirmişti. Faik’in gazeteyi tutan elinin yanından çay bardağını aldı, iki bardağı birden mutfağa götürdü.

4.

—Kar gelir bu soğuğun ardından.

Mustafa’nın sesi, Aralık geceleri dükkân camlarında görülen yılbaşı ağacı süsleri gibi, o parlak, saydam kırmızı toplar gibi renk renk çınlayıp dağıldı. Denizden sert bir rüzgâr esiyordu. Her yan, kış gecelerine özgü bir duruluk, parlaklık, yenilik içindeydi. Mustafa’nın böyle yakışıklı, yok basbayağı güzel bir adam olduğunu hiç ayırdetmemişti daha önce.

—Nasıl akıl ettin kahveye telefon etmeyi? Şaştım. Gelsin Mustafa, altı buçukta Kabataş iskelesinden alsın beni, demişsin. Semih de unutmamış Allahtan.

—Semih nasıl?

Nesrin, üstünde orta yaşlı bir kadıncağız paltosu, göğsünde orta yaşlı bir kadın iğnesi, yanındaki genç güzel adamı süzdü. Hiç değişmemişti Mustafa.

—İyi iyi. İki çocuk yaptı peşpeşe. Kalmadı eski delişmenliği.

Bir süre sustular. Mustafa camları buğulatan soğuk, ışıklı yolu daha iyi seçebilmek için farları yaktı.

—Nereye gidiyoruz? Bir şey mi var yoksa?

—Yoo. Öylesine geldi aklıma.

—Yani bir isteğin falan vardıysa..

—Yoo. Eski mahalleyi görmek istiyorum bir. Beş yıl oldu çıkalı. Şey dedim eskisi gibi gideyim dedim. Arabayla falan.

—İyi ama Faik merak etmesin. Karanlık.

—Etmez. Evde değil Faik. Galatasaray’dan sınıf arkadaşlarıyla buluşacak bu gece. Yemeğe gidiyorlar.

—Olsun biz gene de eve yakın...

Nesrin, kesin bir kararla kaldırdı başını: Hayır.

—Ne yapalım, senin dediğin gibi olsun. Hep yenersin beni zaten. Bari bir yerde durup iki tek atalım.

—O olur işte.

Nesrin eline kocaman bir bebek tutuşturulmuş bir kız çocuğu sevinciyle güldü. Kalın, gizleyici, kara paltosunun altında el değmemiş bir kız gibi küçücük duruyordu gerçekten. Evli kadınlara özgü o mutlu, aydınlık ten, biraz gevşeyen kalçalar, ferah memeler yoktu onda. Kendi gövdesinin kalıbına zor sığdırılmış gibiydi. Denizin tuzu, yabansı havasında dudakları titriyordu, dişleri görünüyordu aradan.

—Çok sık oluyor mu bu yemekler, balolar filân?

—Çok sık, dedi Nesrin. İyi okullarda okuyanlar kopamazlar birbirlerinden. Hep buluşurlar.

Yine sustular.

—Faik bey bitirdi miydi Hukuku?

—Hayır. Çorapçı dükkânı açtı. Aksaray’da.

Nesrin’in sesi yorgundu.

Mustafa, dudaklarının kıpırtısını önlemeye çalıştı ama olmadı. Biraz kırık, biraz bitkin gülümsedi:

—Kız desene Bahar Selleri falan derken...

Nesrin yavaşça güldü önce; sonra hızlandı gülüşü, acılaştı, boğuklaştı, sonunda dağıldı, parladı yine. Sustuğunda Mustafa’nın da gözleri dolmuştu.

5.

Savrulmuş, dökülmüş, ıslak yaprakların soğuğunu duydu kalçalarında. Başının yavaş, ılık dönüşünü dengeleyebilmek için gökte buğulu duran aya baktı. Yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

Mustafa eğilip önce alnından öptü, sonra göz kapaklarından. Karanlıkta kalan başını usulca çekti gölgelerin, dalların arasından; ay ışığıyla aydınlanan bir yaprağın üstüne dayadı. Pabuçlarını çıkardı, usulca okşadı topuklarını; ayaklarını öptü, ellerini ıslak toprağa bastırdı. Saçlarını aralayıp ensesini öptü. Hiç öpülmemiş beyaz boynunu, memelerini öptü. Göbeğini öptü, karnını öptü.

Nesrin, kabalarının arasında iki duyarlık noktasının iki ufak çukurun dayanılmaz bir sızıyla, yepyeni bir sızıyla uyandığını duydu. Bir bulantı yükseldi, boğazına yerleşti. Dişleri birbirine vuruyordu. Avuçlarıyla, zonklayan kasıklarını, karın boşluğunu bastırmaya, durdurmaya çalıştı. Bacakları titriyordu. Yüzüstü döndü.

Biraz sonra gövdesinin başıboş, uyumsuz, çırpınışları bir bütün oldu. Tek bir atış, tek bir açılım. Tek bir mutluluk, tek bir coşku. Denize doğru dolu dizgin. Bildik otların, bildik kokuların, bildik yıldızların, rüzgarın altında. Sırılsıklam.

Hayatın dalaşı; gürültüsü, küfürleri, şarkıları, güçlükleriyle bilenmiş, elleri kaba işlere girip çıkmış, sevmeyi yaşamakta öğrenmiş, yaşayarak öğrenmiş bildik Mustafa’yı gerçekten secdiğini düşündü en son. Koyu bir su aktı toprağa.

Uyandığında, Mustafa üstünde uyuyordu. Onu hızlanan yağmurdan korumak istercesine. Uzanıp paltosunu üstlerine örttü.

—Kar gelir bu soğuğun ardından.

6.

—Sen istersen yat Faik, dedi. Ben oturup kitap okuyacağım.

Aralık 1970

Tomris Uyar, Ödeşmeler, Yazko Yayınları, İstanbul 1982, ss: 43-56

Yukarı

 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku


Suda Kayan Çakılın Aşk Şarkısı

Öncesini hatırlamıyorum. Kimin eliydi bilemem. Küçük bir oğlan çocuğuydu herhalde. Belki değildi ama öyle olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor.

Suyun üzerinde kayıyorum. Ufak, ince, bir anlık dokunuşlarla, her seferinde okyanusa değdiğimi kısacık, ama kısacık bir an için farkedip, içim ürperip, okyanusu icimde hissedip, sonra unutarak. Bilinmezin üzerinde ince dokunuşlarla konup kalkarak kayıyorum.

Bedenim duru suyun, ta aşağılarda o derin karanlık üzerinde uzayıp giden okyanusun üzerinde zıplayıp sekerek gidiyor. Zaman iki yanımdan akıyor.

Daha dün gibi çocukluğum. Tül perdelere vuran sıcak gün ışığında öğlen uykuları. Öğleden sonra serin bir akşama dönüyor olurdu uyandığımda. Ayaklarım perdelerdeki ışıklı gölgelerde suya değerdi. Hızla geçiyor zaman. Suyun üzerinde kayıp gidiyorum.

Ama bazan bir yüzün ince kıvrımlarında, beyazlayan saçların yumuşak dalgalarında zaman duruveriyor. Hani gecenin bir saati vardır ya. O saatte yüzler değişir, insanlar gündüzki hallerinden bambaşka bir hale bürünür, esrarengiz bir sahiciliğin ışıkları gözlerindeki havuzlara yansımaya başlar. Ayaklarım işte öyle zamanlarda ıslanır.

Bazan suyun üzerinde kayan bir çakıl taşı olduğumu hatırlarım. Ruhum öyle zamanlarda ağırlaşır, ta diplere batacakmış gibi olurum, ama her seferinde yüzüme dalgaların esintisi vurur, kalkar uzaklara doğru seker giderim.

O çocuğun nefesi ılık yaz rüzgarları gibidir. Gözlerim o çocuğun gözlerine değince ruhum havalanır, bir martının tüyleri gibi hafifleşir, suyun üzerinde kaymaya başlar. Yönüm ufka doğrudur ama oraya hiç bir zaman varamayacağımı bilirim. Yüzüme dalgalar çarpar. Dalgaların tuzu dudaklarımı ıslatır. Düşüncelerimin yelkeni o çocuğun nefesinde kurur.

İnsan bazan gecenin bir yerinde uykudan uyanır ve düşüncelerin henüz uykuda benliğin ise uyanık oldugu o kısacık zaman diliminde hiçliği, o hiçliğin ne kadar büyük, ne kadar sonsuz olduğunu kavrayıverir. Ben işte o zamanlarda o hiçlikten, o uçsuz bucaksız karanlıktan çok korkar, nefesimi tutarım. Düşüncelerim akmaz olur, zaman donar, zaman durur, ben ta tepede asılı, öylece kalakalırım.

Sonra o çocuğun gözlerinin karası belirir yine. Issız okyanus diplerinin karasıdır onun gözleri, sonsuza açılan pencereler gibidir. Onun gözlerine bakınca korkum geçer, okyanustan da korkmam o zaman, okyanusun bilmediğim diplerinden de.

Yine havalanır, yine seker giderim onun gözlerinin ışıklı karasında. Yine suları sıçrata sıçrata, tuzlu türkülerle kaymaya başlarım.

Giderek yavaşladığımın, zamanın giderek azaldığının farkındayımdır. Bir an gelip artık havalanmaya gücümün kalmayacağını, benden önceki bütün suda seken taşlar gibi benim de sulara gömüleceğimi bilirim. Ama bu beni korkutmaz. Suların dibine doğru ağır ağır dönerek inerken içinde kaybolup gideceğim karanlığın aslında o çocuğun gözlerinin karası olacağını bilirim.

O yüzden de hiç, ama hiç korkmam.

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Yaratıcılık

Şimdiki çocuklar yaratıcı mı ? Gelmişken teknoloji burunlarının dibine, düşünemiyorum doğrusu. Babam anlatmıştı bir keresinde, babası ona bir bisiklet almış hurdacıdan ama tekerlekleri yok, lastikler erimiş gitmiş, balon teker derlerdi, sert lastik ama gitmiş işte ! O yıllarda dış lastik ve iç lastik yeni yeni çıkmış ama parası yok babamın lakin ille de binmesi gerekiyor velespite. İşte yaratıcılık devreye girivermiş bir yerden eski dış lastik almış çalışarak, gitmiş gazete kağıtlarını tıkış tepiş doldurmuş iç lastik niyetine. Tepe tepe binmiş, yani jantlar yamulasıya kadar..

Hatırlıyorum da; oğluma bir basketbol potası almıştım plastikten portatif birşey, topu da kimseleri rahatsız etmesin diye süngerdendi. Biz kardeşimle evin içinde top oynamak istediğimizde, ev sahibi gürültü yapıyorsunuz diye çıkar gelirdi ve biz çareyi annemin yünlerinden top yaparak bulmuştuk. Demek o ki; ortamın zorluklarına göre yaratıcılık alıp başını gidiyor. Adam; müstakil, kocaman bahçe içinde bir evde oturuyor iken, neden basketbol potası ve topunun gürültüsünü önlemek için çare düşünsün ki ? Beyin hücrelerini zorlamasına, bir yaratıcılık sergilemesine gerek yok..

Yine hatırlıyorum oğluma uzaktan kumandalı arabalardan almıştık, güzel havalarda otoparkın içinde gezdirirdi, elbette evde de tam gün mesaisi vardı. Ancak benim zamanımda ne kumanda vardı ne de uzak ! Yaratıcılık devreye girer, telden arabalar yapardık. Origami kağıt katlama sanatı ise; biz telden katlama sanatı sergiler, ne arabalar yapardık ! Yolda bir yerlerde görünce hayatımda ilk kez karavanlı arabayı, hemen arabamın arkasına karavan bile yaptığımı ve havalı havalı gezdirdiğimi hatırlıyorum..

Yaratıcılık zor iş velhasılı, öyle teknolojinin göbeğinde olmuyor, bir zorluk katsayısı gerek matematiksel anlamda. Ben de bilirim lego'lardan birşeyler üretmeyi, önemli olan lego olmadan üretebilmek. Digitürk kanallarından birinde penaltı atıyordu bir aralar, hala var mı bilmiyorum. Benim zamanımda lunapark'larda gerçekten penaltı atardın, öyle tuşlara filan dokunmadan. Topu dikerden beyaz daireye, karşında gerçek bir kale ve ekmek parası uğruna çalışan eşofmanlı bir kaleci, tüm hünerini gösterip topa vururdun, 5 atışta 5 gol atarsan hediye kazanırdın bileğinin hakkıyla. Heyecan desen dorukta, ayakların titrer, ter basar bir yandan, hele ilk 3-4 atış gol olduysa altına bile işeyebilirdin..!

Bir yazımda sözünü ettiğim rahmetli Baba Tahsin'in kızı Handan'da görmüştüm ve derhal ben de uygulamıştım. Coğrafya Defteri.. İnanılmaz güzellikte.. Bilirsiniz defterlerimize işlediğimiz konu bir ülke ise haritasını çizerdik, dağları, ovaları, nehirleri işaretlerdik, ikinci bir haritaya bu kez şehirleri, yeraltı kaynakları vs..vs.. belirtirdik. Handan'dan öğrendiğim formülle tek bir harita çiziyordum defterime sonra onu başka bir kağıda kopyalıyordum. O zamanlar kopya kağıdı yok, bilenler bilir kurşun kalemle kağıdın arkasını çizeceğin yerlere göre karalarsın olur sana kopya kağıdı, üzerinden tekrar haritanın sınırlarını çizdiğinde alttaki kağıda birebir çıkar, sonra onu kesersin, bir de sol tarafında yapıştırma payı bırakırsın.. İnanılmaz bir güzellikte 2 katlı haritan olur, altta dağları, nehirleri, ovaları sembol renklere boyarsın, üste de şehirleri işaretlersin, mükemmel.. Adeta atlasın sayfalarını kesip defterine yapıştırmışsın, bir de kenar süsü geçtin mi, gelsin yıldızlı pekiyi...

Saklarım hala o defterimi tavan arasında bir kutuda. Bu esinle neler yaratmışızdır neler.. Bir A4 kağıdını ortadan ikiye katlardık mesela. Gazetelerden kare kare gol fotoğraflarına bakıp, yorumları okuyup, golün nasıl atıldığını öğrenip, katlanmış A4'ün birinci ve üçüncü sayfalarına resim yapardık. İlk sayfada golcü topa vururken, üçüncü sayfada kaleci uçmuş ama top ağlarda. Sonra ilk sayfayı bir kaleme rulo biçiminde sararsın, düz bir zemin üzerinde kalemi sola sağa hızla hareket ettirdiğinde sanki bir film elde edersin, karşı takımı tutan arkadaşına mikropluk edip bunu büyük bir zevkle oynatırsın bir yandan anlatarak : "Dakika 63, FB saldırıyor ve soldan yapılan ortaya topa Cemil Turan'ın mükemmel volesi, kaleci Sabri Dino uçuyoooor ancak top ağlardaaaaa ..!". Ne ağır çekim, ne tartışmalı pozisyonlar, ne günlerce spor programları jeneriği, yok böyle birşey..

Ne dersiniz, günümüz gençliği yaratıcı mı ? Yaratıcılıklarıyla ülkemizi bu yaratıklardan arındırabilecekler mi ? Televole yaratıklarını, paparazzi budalalarını, köşe dönücüleri, yağdanlıkları, hortumcuları, doğa katilllerini, savaş çığırtkanlarını, kara yobaz çetelerini nasıl bir yaratıcılıkla karanlığa gömecekler ? Görmeyi ve o günleri yaşamayı çok istiyorum...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Haşmetoğlu yıllık iznini kullandığından roman yazımına ara vermiştir. Dönüşünde kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...

http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_138.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.382 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Ansızın

Bir gece ansızın uyandım,uykumdan.
Kötü bir rüya gördüm sandım ama değildi;
Senin yokluğunun kalp krizi boğmuştu gecemi.
Nefessiz kadım ki; ölüyorum sandım.
Sonraları gözüme çarptı senden kalan son resmin.
Sen yine gülüyordun,tıpkı seni hep hatırladığım gibi.

Yokluğuna benzer bir kin ormanına kibrit çaktım,
Duman duman içime çektim hasretini.
Çaresizliğimin nefreti engel oldu,
Elime aldığım kalem ve defterle,
Şiirler yazmalarımı,
Bunaldım , bunaldım...

Sonra aralıklı penceremin,
Ayrılığın rüzgarı ile dalgalanan penceresinden sıyrıldım...
Hasret dolu bir gece ve sensiz...
Caddeler boştu...
Üzüntüm sarıverdi beni
Ve o gece ayışığı ıslattı gözlerimi...

Deniz Umut Dereli

<#><#><#><#><#><#><#>

Tablo

Öyle bir tablo yap ki bu dünyada
İçinde umutların olsun rengarenk
Hüznünde olsun solgun çerçevelerde
Yalnız yalnızlık olmasın resminde...

Öyle bir tablo yap ki bu dünyada
Gözünü alsın renkler rüyalara dalmalısın
Yemyeşil renklerde ormanda yalnız
Sarı tonlarında kendini güneşte bulmalısın...

Ve öyle bir tablo yap ki bu dünyada
İçinde gizli aşkın kıvrımları
Senden başkası bilmesin,bilemesin
Altında imzan olsun....

Deniz Umut Dereli
denizumut@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




N'apsın tesis yetersizliği!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.haydarinyeri.8m.com/htm/GUZ.htm
...Bir zamanlar uzaklarda bir ülkede çok yakisikli bir prens yasarmis.... Ancak prens daha küçükken ülkedeki kötü kalpli cadinin lanetine ugramis, ve üzerindeki bu lanet yüzünden her yil sadece 1 kelime konusabiliyormus.... Mesela prens 2 kelime söyleyecegi zaman bir yil boyunca susuyor böylece ertesi yil da 2 kelime söyleme hakki oluyormus...

http://yayim.meb.gov.tr/yayimlar/145/alisinanoglu.htm
...Çocukluk yılları insan hayatının en hızlı gelişim yıllarıdır. Bu yıllarda fiziksel, zihinsel, sosyal ve duygusal gelişimin temelleri atılır. Çocuk çevresini tanımaya çevresindeki ilişkileri kendince anlamaya, olaylara karşı bakış açısı kazanmaya ve olayları yorumlamaya çalışır. Bu gelişim süreci içinde çocuğun içinde bulunduğu çevresel koşullara göre kaygı düzeyi de şekillenmeye başlar...

http://hermetics.org/vejetaryen.html
...Beslenmenin Ezoterik Yönü ve Vejetaryenlik. "You are what you eat" - "Siz ne yerseniz osunuz". Beslenme dediğimiz an aklımıza çeşitli yiyecekler gelir. Oysa, ezoterik açıdan farklı besinler de vardır. Unutmamak gerekir kadim öğretilerde bir kaç bedenden söz edilir, dolayısıyla insanın çeşit çeşit beslenme gereksinimi vardır. Bu konuda Gurdjieff epey durmuştur... Eee hepimiz etobur olmadığımıza göre(?)

http://karamizah.20m.com/metin/syf02.htm
...- Afedersiniz hostes hanım! - Buyrun beyefendi? - Eee...şey ben uçağı kaçıracaktım. - Şimdi olmaz efendim, servise başlıyoruz. Servis bitsin, rahat rahat kaçırırsınız. - Pardon hostes hanım! Bitti mi servis? - Ha evet. Çok özür dilerim, siz uçağı kaçıracaktınız değil mi? Pardon unuttum - Önemli değil şimdi müsait mi acaba? - Siz rahatsız olmayın ben bir kaptana sorup geleyim. - Afedersiniz Kaptan, içeride uçağı kaçırmak isteyen biri var. - Yine mi!...Nereye kaçıracakmış? - Bi saniye Kaptan sorup geleyim...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Core FTP Lite v1.1 [1.8M] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=106591
İyi bir FTP programını ücretsiz bulmak oldukça zor. Ama Core FTP bu boşluğu doldurabilecek nitelikte. Meşhur WS_FTP arayüzüne oldukça benzer yapısı ve özellikleriyle ihtiyacınızı gidereceğine inanıyorum. Denemenizi öneririm.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030707.asp
ISSN: 1303-8923
7 Temmuz 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com