|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 300 |
8 Temmuz 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Biz adam olacak mıyız? |
Merhabalar,
Allah fakiri sevindirmek istediğinde eşeğini kaybettirip sonra buldururmuş. Aynen o hesap bizi de sevindirdi işte. Askerlerimizin 3 gün sonra sağ salim dönmelerinden mutlu olduk milletçe. Unuturuz, unutacağız, herzaman olduğu gibi gene sineye çekeceğiz minicik bir özürün ardından. Küstah Amerikalıların yaptıkları yanlarına kar kalacak. Elde etmek istedikleri herşeyi elde etmiş muzaffer edalarıyla pişmiş kelle gibi sırıtacaklar her konu açıldığında. Sayın başbakanımız basın toplantısında sorulan "Nota verdiniz mi?" sorusunu Mesut Yılamaz'vari 30 saniyelik duraksamanın ardından şöyle yanıtlıyor: "Nota değiniz müzik notası değil ki her önüne gelene verilsin, herşeyin yeri, zamanı vardır." Bu cevabın satır aralarını dolduralım isterseniz. "Amerikalı dostlarımız bir yanlış anlamaya kurban gitmişlerdir. Askerlerimizi hal hatır sormak maksadıyla ziyarete gitmişler ancak çay içerken şeytan dürtmüş, silahlarını çekmişlerdir. Şeytanın doldurduğu silahlar sağa sola ateş etmiş, Amerikalı dostlarımız askerlerimizi korumak için başlarına torba geçirip olay yerinden hızla uzaklaştırmışlardır. Aylardır yapmak isteyipte bir türlü elimizin değmediği temizlik işlerini bizim yerimize halletmişler, tüm gizli evrak ve yılların istihbarat birikimini tozların arasında heba olmaktan, harcamaya vakit bulamadığımız paralarımızı alıp bizleri zahmetten kurtarmışlardır. Yanımızda olmadığı için kendilerine veremediğimiz çiftetelli notaları için kendilerinden özür dileyip gönüllerini aldık evelallah. Şimdi siz kalkmış bu iyiliksever insanlara nota verip vermediğimizi soruyorsunuz. Siz benim yerimde olsaydınız verirmiydiniz allahaşkına?" Ne notası Sayın Başbakanım, siz vakit kaybetmeden bu insanlara bir iyi niyet mektubu yollayıverin, bakarsınız aşka gelir bir iki milyar daha toka ederler.
Muhribimizi vuran, tarlalarımıza füzelerini düşüren bu hatırşinas dost ve müttefiklerimizi iyi anlamalıyız. Bu adamlar bizim halen Kuzey Irak demekte ısrar ettiğimiz mahalde at oynatmamızı istemiyorlar. Haklılar, oralar artık ne Irak ne de Kuzey Irak. Onların indinde olmuş Amerikırak Birleşik Devletleri. Kendi memleketlerinde silahlı bir başka ülke askerini barındırırlar mı? O bize mahsus. Biz barındırırız, yedirir içirir, lojistik desteğini sağlarız. Sıkıyorsa içip rezalet çıkardı diye bir Amerikan askerini Adana'da karakola götürün, görün bakın neler oluyor. Ama onlar 11 tane resmi görevli askerimizi derdest edip götürdüklerinde biz gerekli girişimlerde bulunulacak demekten, baraj açmaktan, parti kurultaylarında nutuk atmaktan geri kalmayız. Kaderciyiz ya, olan olmuş nasılsa, olanla ölmüşe çare yok. Bekleriz kendiliğinden çözülsün diye.
Sayın büyüklerim, Amerikan milliyetçiliğinde dosta müttefike yer yok anlayın artık. Onların indinde Suriye'den, İran'dan farklı değiliz. Tek farkımız elimizi verip kolumuzu kaptırmış olmamız. Her tükürdüklerinde yarabbi şükür dememeyi öğrenip ulusal onurumuzla küstahça oynamalarına izin vermediğimizde ancak adam oluruz. Yani olamayız... .........
Bugün Kahve Molası'nın üçyüzüncü sayısını okuyorsunuz. Tam üçyüz sayıdır sizlere buradan seslenmenin zevkini tadıyorum. Bu sıcak yaz günlerinde dahi beni yalnız bırakmadığınız için hepinize çok teşekkür ederim. Umarım binüçyüzüncü sayıda da sizlere seslenme şansını bulabilirim. Kahveciler sizleri seviyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Ebru Kargın |
BOL LİMON, AZ TUZ, ÜÇ BEŞ TEQUILA
Büyütüp büyütüp çoğalttığımız, çoğaltırken eksildiğimiz, eksilirken yaşlandığımız, yalnızlıkları var hepimizin.
Bir de tıbben isimlendirilmemiş bir kanser çeşidi var; ‘’ yalnızlık kanseri ‘’. Yüzyılın hastalığı, tedavisi zor, Avrupa bile yetemiyor... Bir kere üremesin, gerisi bilindik bir çorap söküğü gibi geliyor ardı ardına... Planlanmış bir şey gibi bu sanki. Önce küçük bir yalnızlık çöküyor ruhuna, çok telaşlandırmadan, pek hissettirmeden, yavaşça, usulca... Yayılmaya hazırlanıyor, soluk aldığın her alana. Küçük olduğu için çok dokunaklı değil şimdilik. Önemsemiyorsun. Sıradan bir şeymiş gibi geliyor, herkese olur gibi... Ama öyle değil... Durumu aymak zaman alacak...
Azıcık aşağı çekiyor. Olağan çizgiye doğru yaklaşmak gerekiyor aslında. Ama, aksi işte. Biraz daha aşağı çekiyor. Panik yapmamalı, çözülebilir bir durum gibi görünüyor hala. Ve başlıyorsun boğuşmaya. Fakat öyle bir illet ki içine düşmeye başladığın, bir türlü kurtaramıyorsun paçayı... Ve öyle bir şey ki, didindikçe, kurtulmaya çalıştıkça, daha aşağı, daha aşağı, hatta en aşağı çekmeye çalışıyor. Her şey tepe takla gelmiş, üstüne üstüne yürüyor. Her yol sırası ile deneniyor... Çıkış yok... Sorun neydi, neden oldu,kimdi,niçin? Düşüne dur, boş...
Peki neydi bizi hasta eden, kanser eden?.. Her şey neden dengesinden uzaklaşmıştı birden? Her şey böyleydi de, biz mi polyanna olmuştuk ? Belki evet, belki hayır... Ne fark eder ki üstelik. Ne zaman ki maskeler çıkarılır yüzlerden, roller biter ve yeni gün başlar. Ne zaman ki pervasızca salınırsak birbirimize, tutarsak gerçek, birebir gerçek elleri iyileşiriz elbet. Lazım olan sadece budur yaşadığım asırda. Her şey o kadar taklit ve asılsız ki boğuyoruz birbirimizi. Çullanıyoruz birbirimize hunharca üstelik. Belki çok değişmeyiz ama, ne kadar yol kat etmişsek, o kadar yaklaşmışız demektir.
Hayat seni seviyorum her şeye rağmen ...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Fincanın İçinden: Melih Çelik Onbeş yıl dediğin nedir ki? |
|
Hani bazı ifadeler vardır; bir çırpıda ağızdan çıkıvermelerine rağmen, aslında, bir ömür boyu anlatabilecek anlamlar içerirler. Başlıktaki cümle de onu andırıyor işte. Bu yazıyı sesli okusanız bir iki saniyede geçecek bir zaman, içinde neler varmış diye kafanızı uzattığınızda dipsiz bir kuyu kadar derin ve uzundur oysa...
Eski üyeler belki hatırlar, bundan yaklaşık bir sene önce, tam olarak ikibinikinin ağustos ayının yedisinde; Kahve Molası'na ilk yazımı yazmış, bir de utanmadan kıraathane panosuna ilan bırakmıştım. Arıyorum başlığıyla yazdığım bu ilanda, western filmlerindeki "aranıyor" afişlerine nispet, eski ilkokul arkadaşlarımın isimlerini biir biir yazmıştım. Mezuniyet yılımız, hangi sınıfta olduğumuz yetmezmiş gibi herkesi numarasına göre dizip, ilana sıralayıvermiştim. N'olur n'olmaz; tanıyan birileri belki görür de haber verir diye, cep telefonu numaramı da bir kenara sıkıştırıvermiştim.
Vardı o zamanlar öyle bir niyetim, zaten topu topu yirmiüç kişilik mezuniyet albümümüzde birine rastlamıştım tesadüfen. Eh, biraz uğraşayım, belki gerisini de bulurum deyip, alternatif arama kanalı olarak Kahve Molası'nı kullanma cesaretini göstermiştim. E işim kolay değildi, en son görüştüğüm, haber aldığım arkadaşımla 3-4 sene olmuştu ayrılalı. Bir dedektif misali iz sürmem gerekiyordu. Ne yapalım, yola çıkmıştım bir kez, gerisini getirmek gerekti. Ama ben kiiim, dedektiflik kimdi? Becerebildiğim tek şey Internet'i iyi kullanıp, eğer geçmişte bu sanal dünyaya eklenmiş birşey varsa onu herkesten hızlı bulabilmekti. Peki yeter miydi bu, hiç sanmıyordum... Ama dedim ya, yola çıkmıştım bir defa, geri adım atmak olmazdı. Hem ne olacaktı ki, topu topu iki üç kişiye ulaşır, kendi aramızda bir "ne günlerdi ama" geyiği çevirir, konuyu kapatır geçerdik. Olur da kopmazsak, bir onbeş yıl sonra, eğer hala hayattaysak ikinci bir buluşma yapar, yaa sen de çoluk çocuğa karışmışsın, bak geçti koskoca hayat der, yine ayrılırdık.
Ama yok artık böyle bir niyetim, eski arkadaşlarımı bulacakmışım, öğretmenimize ulaşacakmışım, onları bir araya toplayıp eski günlerden ve bir çırpıda söyleniveren onbeş yılı konuşacakmışım... İstemiyorum artık bunları, neden mi?
* * * * *
Çünkü onları buldum bile... Evet, çok ciddi olmasa da bir çaba sarfetmiştim, Internet'in altını üstüne getirip, karış karış gezip en azından Internet kullananlara ulaşabilmiştim. Çok değildik belki, o gün kendi programını ayarlayabilenler, ben dahil sekiz kişi toplanıverdik bir anda. Birini askerde olduğundan görememiş, bir kısmına geç ulaşabildiğimiz için pazar günü yanımıza getirtememiştik. Ama olsundu, aradan geçen bunca yıla rağmen kimsenin hayatın koridorlarında kaybolmadığını ispatlamak, birkaç saatliğine de olsa geçmişe şöyle bir dönüp bakmak, hepimize ayrı bir mutluluk vermişti. Buluşma yeri elbette okuldu. Bazılarımızın yıllardır göremediği, aklının yetmeye başladığı zamanların anılarıyla dolu olan; ve elbette hayata başladığımız yer olan ilkokulumuzdu. Her ne kadar artık bir ilköğretim okulu olsa da, pazar günü sınıfımıza camından bakma olanağıyla sınırlı kalsak da, o bizim ilkokulumuzdu ve tarifi çok zor bir mutluluk yaşıyorduk.
Aradan geçen, hani şu dile kolay onbeş senenin ardından hepimiz farklı bir yol tutmuştuk. Aramızda mikrobiyoloğumuz, ihracat sorumlumuz, insan kaynakları uzmanımız, diş hekimimiz ve benim gibi kendi halinde bir editör, labirentin farklı koridorlarında ilerlemeye çalışıyorduk. Birkaç saatte dilimiz döndüğünce kendimizden, yaşadıklarımızdan bahsettik. Ben amatör organizatör olarak iyi bir şeyler yapmaya çalıştım. Neyseki isim hatırlama özürlü biri olarak kimseye yanlış bir isimle hitap etmedim. Ama daha bitmedi, pazar günü aramızda olamayanlarla birlikte kısa süre sonra bir toplantı daha yapacağız. İşte o zaman, biz ilk toplantıdan kıdemliler, evsahibi rolü oynayacağız...
Peki ben bu yazıyı Kahve Molası'na neden yazdım? Hani yazının başında demiştim ya; ikibinikinin ağustos ayının yedisinde ilan vermiştim diye. Tam bu ilandan ümidi kesmeye başlamışken, ikibinüç hızla yaklaşırken, pazar günü aramızda olan biri, taa Amerikalardan ilanı görüp benimle irtibata geçti. Yetmedi, ilana rastlayan bir diğerinin Fransa'daki kuzeni haber verip sayıyı artırmamızı sağladı. O da yetmedi, hemen ertesi günü bir diğeri telefonla arayıp, şaşkın bir ses tonuyla "Melih, sen misin?" dedi. Fransa'daki kuzeni sayesinde haberdar olanın hâlâ görüştüğü bir diğeri bir sonraki gün aradı. Toplanıvermiştik, yirmiüçte yirmiüç olmamıştı belki ama, toplanmıştık. Bir şekilde ulaşmıştık birbirimize...
İnsan bunca yıl görüşmeyince, üstüne üstlük böyle bir toplantıda görüşebilme şansı yakalayınca kendini bir tuhaf hissediyor. Herkes benim resmimi sitemdeki köşemden görebilmişken, ben onların yüzlerini elimdeki onbeş yıl öncesinden kalma resimlerden canlandırmaya çalışırken, içimden "ya ne olacak, çok da değişmemişlerdir" diye kendime telkinlerde bulunarak, organizatör ciddiliğiyle bir saat öncesinden okuldaki yerimi aldım. İşin boyutu sadece yüz ifadeleri değil elbet, son görüştüğümüzde çocukluğun keyfini çıkarırken, şimdilerde iş hayatının ciddi sokaklarında dolaşmak, farklı alanlarda farklı yollar seçmek, telefonla bol bol görüşmüş olsam da onbeşyılın dökümünde geldiğimiz noktaları karşılaştırmak, biz tercih etmesek de toplumun bir baskısı gibi geliyor. Bilmiyorum, aranızda böyle uzun yıllar boyunca görüşmeyip, sonrasında yolları kesişen var mı? Neler hissettiniz, mutluluğun mu yoksa acının mı şerbetini daha çok içtiniz? Bunlar kişiden kişiye değişir tabi, yazıyı tadında bırakmak lazım. Bitireyim artık şu cümleleri... Gelelim işin özetine; yani bu yazının başka bir yere değil de buraya yazılma nedenine:
Teşekkürler Kahve Molası, bana onbeş yıl sonra arkadaşlarıma ulaşmada yardım ettiğin için; şu yoğun hayatta, onbeş yıl sonrasında olsa da bir mola vermemizi sağladığın için; hayatın görünenden çok farklı olduğunu ispat etmeme yardım ettiğin için; teşekkürler, sonsuz teşekkürler...
Görüşmek dileğiyle,
Melih Çelik melih@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Gönülden Kahveci : Aylin Çukur |
YENİ BİR GÜN DOĞARKEN...
Çok uzun ve güzel bir gece var önümde... Ay bütün ihtişamıyla karanlıkta kalanları aydınlatmaya devam ediyor,her gece olduğu gibi... Kim bilir şu anda dünyada kaç milyon insan geleceği için, hayatı için plan yapıyor,yarının pazarlığını yapıyorlar...
Bunun yanında daha pek çok kişi hayattan vazgeçiyor ya da eli kolu bağlı o anı bekliyor... Çaresizce!Sanırım bu anlar ölümden daha çok acı verir insana... Bildiğiniz, olması engellenemez bir durum karşısında elinizin kolunuzun bağlı olması... Boynuma iple bir kaya bağlayıp denize atılmayı tercih ederim!
Geceler girdap gibidir... Nedense pek çok kişi içinde dönüm noktasıdır geceler... Başınızı yastığa koyar ve derin düşüncelere dalarsınız. Cevabını bir türlü bulamadığınız sorular peşpeşe diziliverirler,üstelik dinlenmek için çekildiğiniz köşe size azap verici bir hale gelir,yorulursunuz ya da geceyi ay ışığını sonuna kadar sömürerek geçirirsiniz...
Geceleri çok seviyorum! Çünkü kendimle, kimsenin düşüncelerim ya da planlarım hatta hayallerim üzerine yorum yapmaksızın başbaşa kalıyorum! Dinç hissediyorum kendimi günün yorgunluğuna rağmen... Kahvemi alıp odama çekildiğimde ve loş ışığın altında masamın başına oturduğumda benden huzurlusu olamaz! Çünkü biliyorum ki hiç kimse kafama elini sokup düşüncelerimle boğuşamaz ya da onlara dil uzatamaz! O anı kimseyle paylaşamam ve üstelik ilham meleklerim beni ziyarete gelmişlerse kalemim büyülü bir değnek gibi elime geçer ve kağıdımda sihirli bir halı gibi önüme gelir...
Duygularımın yoğunluğuyla saatlerce yazarım... Beğenmezsem yeniden yazarım. Kesinlikle üşenmem yeniden başlamaya... Nasıl ki her sabah uyandığımda güne başlamaktan sıkılmıyorsam tekrar temiz bir sayfaya yazmaktan sıkılmıyorum... Hissediyorum ki deşarj olduğum anı yaşıyorum... Birkaç saatliğine de olsa göçüyorum bu evrenden ve kendi dünyama doğru yolculuğa çıkıyorum. Belki sonunda esas boyutta yerimi alıyorum ama ne farkeder ki o birkaç saatlik sürede yeniden doğuyorum... Sanırım bu yüzden yaşam bana çekilmez gelmiyor!
Birkaç saat sonra gün ağaracak ve yeni bir gün tüm sürprizleriyle bizi içine alacak... Rutin gibi görünen günler geceyle buluştuğu sürece iyi ya da kötü bütün sürprizlere hazırım!
''Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir günde eksilir ömürden!
Her şafak hırsız gibidir,
Elinde fenerle gelen...''
AYLİN ÇUKUR acukur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Kubilay Hersek |
Sancak
Seni ilk hayal ettiğim yerdeydim bugün..
Hayatıma bir küçük sürpriz gibi girdiğin bir kaç günün ardından sığındığım liman kentine gelinceye kadar çıkmadın aklımdan... Oraya varıp hiç soluk almadan uzun mendirekte koşmuştum ta ki, sonunda sanki beyaz bir gelinlik giymiş gibi, dimdik dikilen fenerbozması, denizcilerin kader yoldaşı ve en iyi dostu, var olduğundan beri yeşil çakıp "sancak" bu taraf diyen çakarın dibine varıncaya dek...
Bir garip akşamdı, yıldızlar parlaktı, hava inanılmaz yumuşak,soğuk kış günlerinin aksine... Koşumun sonunda ilk nefesimi yıldızlara bakarak ve seni içime yazarak almıştım... Sana, seni ilk gördüğümde değil de sanki tam orada vurulmuşum... Seni buralara mutlaka getirme yemini savurmuşum... İçimden sessizce savurmuşum... Lakin bir tek deniz duymuş beni ki geldiğinde kulağıma "afferin" diye fısıldadı -hani kumsalda sen yatarken ben koşturarak atlamıştım ya dalgaların kucağına- gittiğinde ve bir daha gelmeyeceğin o andan sonra da.... bir şeyler daha fısıldadı... ilk gelişin, ilk gelişimiz... aynı zamanda da sonmuş meğerse... Geldiğinde yaşadığım mutluluğu, tanrının bana uzunca zamandır kazandırmamak için ısrar ettiği loto nun ikramiyesini hediye etmesi gibi algıladım... Ne büyük talihti benimkisi... Tanrı haklıydı aslında... Şimdiye dek loto bileti alsaydım belki kazandıracaktı zaten... Bunu anladım... Çünkü "sen" yolculuğu için aldığım loto biletinde ki büyük ikramiye bana vurmuştu... Seni kazanmıştım... Aşkımızı kazanmıştık...
Kısacık bir kaç güne sığdırdığımız tuz kokulu, yeşil çakarın ışığı dolu, aşkımız ve yalnızlığımız dolu o bonus günlerin, esasında; sonraki hayatımda sürekli bir prensesi kaybetmenin bana verdiği ağır sorgulama zamanlarına gebe olduğunu nereden bilirdim... bilseydim keşke önceden... bilemezdim.... Belki denizin yada fenerin intikamıydı bu ilahi takdirin kudretiyle güç kazanarak üzerimize vuran... Bizi savurup ayrı yollara fırlatan... Bu sözümü tutmamamın cezasıydı... Seni o kumsal kenarlarına dek getirip, o ilk günün den beri yeşil çakan fenerle tanıştırmadığım içindir belkide bugun ki ayrılık ızdırabımız... Mendirekte bir kafede oturup sırtımızı dönmüştük o fenere... Götürmedim seni onun yanına... Belki o alındı buna... El sıkışıp tanışmadınız...
Seni ilk hayal ettiğim yerdeydim bugün... Deniz ve fener benden bugün çok kötü intikam aldı üstelik... Bugün aklıma gelen şeyleri olduğunca toparlamaya, dolduğunca yukarıdaki paragraflara sığdırmaya çalışıyorum gecenin bu saatinde bile... Deniz ve fener benden intikamını aldı kafamdan asla çıkmayacak şeylerle... Sen kadar çıkmayacak anlar yaşattı bugün bana... Bende oturup günah çıkartmaya çalışıyorum bu saatte ya...
Seni hep hayal edeceğim yerdeydim bugün... Dalgaların hep çarpacağı, dimdik fenerin hep "sancak" çakacağı, hep bir eksikliğimi hatırlayacağım yerdeydim... Şükretme eksikliğimi hep yüzüme vuracak yerdeydim... Seni düşündüğüm yerde... Heryerde olduğu gibi...
Kaderin; aşkımızı yazdığı defteri koyduğu yerdeydim... yunuslarlaydım...
Seninle değil, dert ve kederleydim prenses...
Bu, senin için yazıpta, sana göndermediğim ilk mektuptur...
Kubilay Hersek kubilay@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Haşmetoğlu yıllık iznini kullandığından roman yazımına ara vermiştir. Dönüşünde kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_138.asp
Devamı var
hasmetoglu@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Ahmet Altan (Kendi bahçesinden)
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.382 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
SANCISI
GÖZLERİNDE
BİR ÖPÜŞME
sancısı gözlerinde bir öpüşme...
dalgalı su kolay bulur kum kıyılarını
hele ki saçlarını okşamışsam
dalgalar denize dönerken
kumdan bir parçayı da alır götürür beraberinde
suya varmak için güneşin alnında, ayazın kasıklarında
hiç dönüp savrulmaksızın nisan rüzgarında
zamanını bekleyen kum kabuğunu çatlatır
geceye inat daha bir yıldızlı esmerliğin düşer üstüme
kara bir gün gibi açılır gözlerin sevdiğim sevdiğim
neden bilmem, bir sehpanın üstünde
sancısı gözlerinde bir öpüşme
sen pek çabuk geçmiş zaman olmaya meyilli
"yaşadık bitti." demek için kaldırıyorsun şimdi
ânın üstündeki tüm örtüleri, bu ilk
ilk kez ağzının içine bal ve nem katıp öpüyorsun beni
sonra durgun sular takılıyor ayağıma
ansızın suya eğiliyor gözlerin, işte o an düşecek gibiyim
ağzının içindeki yarayı mesken bildim
yüreğindeki kurak çölü serinlemek için geçtim
bir bir okşadım çeperlerinden tüm kum tanelerini
sırf inadımdan mı civanım, bir inattan mı
kollarındaki kum tepelerini öptüm diye de sevdim seni
sen pek çabuk geçmiş zaman olmaya meyilli
daha birini bitirmeden, bir başka yerimden öpüyorsun beni
ben bütün pişmanlarımı sana sakladım
getir ağzının bulutunu çalayım ve nelerini!
Özlem Sezer
<#><#><#><#><#><#><#>
KUM. PARA
hep aynı şeyi biriktiriyor hayat
bir tas su içimi yaşlar arasında dolandıkça
duruyor boğazın kuruluğu hâlâ
ey benim solgun güzleri dalından kopardıkça
bir şey biriktirdiğini sandığım çocukluğum
erik ağacından düşerken
hatıra fotoğrafı çekilen ve
"ama o mürdüm eriği" diyerek
sakarlığına paye veren ruhum
çağla çalan, altına kaçıran
hep başı ağrıyan, kemiği sızlayan
dizleri bereli, şaşkın çocukluğum
kelebek kovalarken ya da
çıktığı ağaçlardan inemediğinde
ısırganların üzerine devrilen çocukluğum
bil ki hep aynı şeyleri kanıtlıyor hayat
Özlem Sezer
Yukarı
|
Al sana geyik muhabbeti!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://limxona.kolayweb.com/muzik/zb/albumler.htm
... Özgürlük düşüne neden sevdalandı yüreğimiz böylesine. Kaçkar dağlarında gürül gürül kayalara vuran çağlayanlardan mı aldık göğüs kafeslerimizdeki bastırılmaz heyecanı? Yoksa bu sabırsızlığımız Sivas ta ciğerlerimize dolan yanık insan kokusundan mı kaldı? Ağız dolusu gülüşlerimiz,göz pınarlarımızdan seller gibi umutlarımız şahinlerin dağ başlarındaki kanat vuruşlarına mı eşlik eder her defasında?..
http://hem.fyristorg.com/b.nilsson/eng.html
İstesekte istemesekte doğayı kabullenemediğimiz bazı yöntemlerle yapay hale getiren insanlar var. ... Here you will find a professional taxidermist with 30 years´ experience and several top prices in the Swedish as well as in the Scandinavian Masterships...
http://www.handspeak.com/
Sağır ve dilsizlerin kullandığı bir konuşma şekli vardır. İşaret dili olarak da tanımlanır. Sessiz insanların el yordamıyla verdikleri bu savaşta, hangi işaretin hangi anlama geldiğini tanımlayan ve bünyesinde yaklaşık 2150 kadar işareti barındıran görsel bir sözlük adresi veriyorum. Etrafımıza karşı biraz daha duyarlı olabilmemiz umuduyla.
http://www.yorumcu.com/tr/fortune/tarot/
...Sözcüklerin dili yeterli değildir. Ruh, görüntülerle konuşur; sesini duymak isteyen kartlara kulak versin. Geçmiş ve şimdiki zaman bir arada, onların aynalarında gizleniyor... Tarot kartları nedir ve nasıl tarot falı bakılır?
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Şifalı Bitkiler Sözlüğü v2.5 [1.2M] W98/2k/XP FREE
http://www.inndir.com/program.php?id=12971
Avni Alkan tarafından üretilen yerli ve yararlı bir program. Kendisi programını şöyle tanıtmış:
Şifalı Bitkiler Sözlüğü ile şifalı bitkiler hakkında bilgi alabilir ya da hangi hastalıklara hangi bitkilerin faydalı olduğunu sorgulayabilirsiniz.
Program içindeki arama sayesinde aramak istediğiniz hastalık veya bitki adını yazarak kolaylıkla sonuca ulaşabilirsiniz. Ayrıca bitkilerin toplanması ve kurutulması ile ilgili bilgi de mevcuttur.
Program içerisinden çok kolay bir şekilde ideal kilo hesabı da yapabilirsiniz.
Yukarı
|
|
|