|
ISSN: 1303-8923
|
|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 301 |
9 Temmuz 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : "Büyükşehir Çalışıyor" |
Merhabalar,
Vallahi de Billahi de oylarım sizindir Sayın Büyükşehir Belediye Başkanım. İnanın 10 oyum olsa 10'u da size feda olsun. Yeter ki siz şu delme, deşme, kazıma, kaplama, yeniden düşeme, çakma işlerine biraz ara verin. Yok yaptıklarınızı takdir ediyorum amma velakin hepsini birarada yapmaya mecbur musunuz? Biz bu kadar imara alışık değiliz. Heryıl yeniden sökülüp döşenen kaldırımlardan geçtik, yolun 2 tarafında birden açılan çukurlardan inanın geçemiyoruz. Anlaşılan o ki bulduğunuz para bu yıl içinde harcanıp bitirilmeli. İyi güzel de bu işin bir planlaması, sıralaması olmaz mı? Koordinasyonu zaten unutmuştuk. Sucuların kazıp doldurduğu yeri 10 gün sonra tekrar delen naturel gazcılara da alışmıştık. Gelin görün ki şimdi bir de başımıza heyhula boru döşemesi ile kavşak inşaatlarını çıkardınız. Ellerinize sağlık. 3-5 ay sonra sağlığınıza duacı olacağımız aşikar ama bu aralar kulaklarınızı başka namelerle çınlatıyoruz bilesiniz. Boylu boyunca kazılmış Bağdat Caddesinde her 10 metrede bir koyduğunuz "Büyükşehir çalışıyor" tabelalarına bakıp bakıp iç çekiyoruz. Ah bir de vardiyayı 3'e çıkarıp hızla bitirmeyi akıl edebilseydiniz ne iyi olurdu değil mi? Dibinde çalışanı olmayan "Büyükşehir çalışıyor" tabelalarını gördükçe kulaklarınızı çın çın çınlatıyoruz duyuyor musunuz? Hele bir de yolları kazıyıp asfalt dökmek için 15 gün beklemiyor musunuz, işte o zaman zil çalıp oynuyoruz. Yerden göğe kadar haklısınız, lastikçiler de insan onlar da para kazanmalı. Bir de yolun sol tarafını boru döşemek için kazmışken, sağ tarafı boş bıraksanız diyorum. Zor oluyor geçmek biliyor musunuz? Velhasıl bu kadar çok çalışıyor olmanız göze batıyor, Allah korusun nazara geleceksiniz. Niyet iyi de sanki biraz yalap şalap. Yoksa ufukta seçim mi var? Siz önünüzü görebiliyor musunuz?
.........
Biraz da kendimizi eleştirelim değil mi? Kahve Molası'nı hemen her şekilde okuyabilesiniz diye en basit yöntemlerle yayınlamaya çalışıyorum. Ancak anladığım kadarıyla bazılarınıza hala şakülü şaşmış halde ulaşabiliyor. Size zahmet bugün posta kutunuza düşen sayıyla sitedeki kopyasını bir karşılaştırıp görüntü farklılıklarını yada göze çarpan bozuklukları bana bildirebilir misiniz? Hatta size bozuk olarak gelmiş sayıyı da ekleyip yollarsanız daha da makbule geçer. Teşhis koyabilirsek tedavinin yollarını da kolayca arayıp buluruz evelallah.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı |
Bir Trende...
Aslında hiç ama hiç bir sebep yoktu . Trenin o tıkırtılı kucağında , o keyifli yolculuğun ortasında, durduk yerde bir şehirde inivermek için hiç ama hiç bir sebep yoktu. Makul ve olgun bir kadındı. Peki bu şehrin istasyonunda ne arıyordu?
Bir "bayan yanı" bileti alarak başlayan o her şeyden kaçma keyfi birdenbire nerede ve nasıl bitmişti? Sanki birilerini beklermiş gibi saatine bakıp dururken ve üst üste içtiği sigaraların dumanını mutsuz bir Marlen Dietrich gibi umarsızca havaya savururken bunu soruyordu kendine durmadan.
Aklından bir türlü atamadığı o çift tekrar gözünün önüne gelmişlerdi. Yemekli vagonun, sakar hareketleriyle çayını yudumlarken tam yanlarına oturmuşlardı. Izin isteyerek ve saygıyla. Aynı sınıftan olmanın verdiği rahatlıkla konuk etmişti onları. "Onlar" dedi kendi kendine. Aslında tek bir çift değil de tek bir yaratık gibi olan onlardan. Garsona verilen sipariş ve kadının kocasından çakmak istemesi dışında bir ses gelmemişti onlardan. Gözü akıp giden bozkırda, kulağıysa onlardaydı daha doğrusu o kadınla o adamın oluşturduğu ve kendisini rahatsız eden "ondaydı" . Sabırla bir kelimenin, bir sıkıntı sözcüğünün, günlük yaşamın bir ayrıntısının, bir şakanın yada bir iğnelemenin dudaklardan dökülmesini bekledi . Ama onlar sustular. Her ikisinin bakışları uzak bir sessizlikteki ufuktaki bir noktaya dikilip kalmıştı . İkisi de birbirinden bağımsız bir sonsuzluğa kendilerini adamış gibiydiler. Sanki farklı iki sonsuzluğun susuzluğunu çekmenin acısını ayrı, ayrı ve kendilerince çekiyorlardı. Havadaki sıkıntı her şeyi yavaş, yavaş grileştirmeye başlamıştı. Yolcululuğun başındaki o keyif yerini bir soru işaretine, bu soru işareti ise bir sıkıntıya bıraktı kendini ama belirsiz, sebepsiz, amaçsız ve saldırgan bir kasvet.
Bu adam yada kadın konuşursa bu sıkıntı gidecek gibi hissetti. Bundan öylesine emindi ki bunun inanç olabilecek kadar mantıksız olmasına yordu. Yan masalardan gelen sesler ö bakışlar kendisini de içine almış " o" nun bulunduğu cam kavanozu delip geçemiyordu. Dayanamadı. Bütün cesaretini toplayıp kadınla konuşmaya başladı. "Kazağınız ne kadar güzel, nereden aldınız? ". Bir aptal kadın gibi, bir aptal kadın olmaya eğitilmiş kadınla konuştu. Konuştuğu kadın, "o"nun bir parçası olmaktan sıyrılıp birden bir insan oluverdi. Hem de anlık ve mucizevi bir hareketle . Ardından adam da "o"ndan kurtardı kendini ve oda bir insan oluverdi. Sıkıntı kayboldu. Yine de huzursuzdu. " O " buralarda bir yerdeydi. Biliyordu.
Konuşma kendi seyrinde dibe vurunca izin istediler . Adam hesabı ödedi ve kalktılar . Giden çifte baktı. El ele tutuşmuyorlardı. Kadının kazağına gözü dikildi. Trenin sarsak hareketlerinde değişik biçimler alan, insanı kendine bağlayan hipnotize eden kazağa baktı durdu. Sonra birden dehşetle trenin sarsak hareketlerinde kocasının önünde yürüyen kendini gördü. Kocasının önünde br yerlere tutunarak ilerliyordu. Tren garında el sıkışarak ayrıldığı ve en son yıllar evvel el ele tutuşarak yürüdüğü kocasını gördü.
Korkudan ve şaşkınlıktan çok derin bir yaranın sızısını duydu içinde. Hep orada, içinde duran ve sürekli reddettiği , görmezlikten geldiği, yaşamın günlük ayrıntısında boğulan o yarayı elle tutarcasına hissetti. Hep kanamıştı. Yalnızdı.
Yenikti. Kendini tuzağa düşürülmüş bir hayvan gibi çaresiz hissetti. "Bir serçeyim" dedi. Gözünden akan yaşları eliyle gizleyerek ağladı. Kendi kendine her şeyin mükemmel olduğunu, kendisinin iyi bir kocaya, harika çocuklara sahip olduğunu, kıskanılacak bir evliliğinin olduğunu söyleyip duruyordu. Her olumlama, her karşılaştırma yarayı iyileştirmek yerine deşiyordu. Marmaris'teki yazlığın taksiti bitecekti üç ay sonra, kızı koleji kazanmamış mıydı? Arkadaşlarının kocaları nerden geldiği belli olmayan Tanrısal bir emre uyar gibi ayıpçı filimler oynatan sinemalara giden gençlerin azgınlığı ve iştahıyla genç kadınların peşine düştükleri halde kendi kocası ona hep sadık kalmıştı ya.
Hesabı ödedi. Yerine gidip oturdu. Kendini peygamberini bekleyen suskun bir çölün yapayalnızlığında buldu. Sonra bir şehrin tren istasyonunu gösteren tabelada bir dost seslenişini bulur gibi oldu ve trenin bitmeyen bir sabırla ürettiği sarsıntıdan sersemlemiş yolcuların uyku sersemliğine batmış şaşkın bakışları arasında trenden indi. İnmesine şaşırmıştı ama ağlaması kesilmişti.
Telefondaki pijamalı erkek sesi sabahın beşinde arayan "Zeynep" in hangi Zeynep olduğunu çıkarmakta önce epey zorlandı ama lise ve Zeynep sözleri yan yana gelince sevinçle karışık bir şaşkınlık coşkulu bir "Zeynep" olup çıkıverdi. Öğrencilerini yıllar sonra bile adıyla hatırlayan sevimli bir ilkokul öğretmeni gibi söylemişti. Evet, aradan yıllar geçmişti ama tabi ki hatırlıyordu 243 Zeynep 'i. Bu şehre onu hangi rüzgar atmıştı: Birazdan gardaydı. Telefonda uykulu bir kadın sesi "kim o sabahın köründe" dedi ve telefon kapandı.
Ege'nin zeytin ağaçlarıyla kutsanmış kasabasında kendilerine merakla bakan biletçinin bakışları altında büyük taş binanın önündeki bankta yan yana oturdular. Bazen önlerinden geçen bir yolcunun varlığı yada genç yaşta kansere yenik düşen ortak bir arkadaşın anısı onları susturdu.
Adamı görünce onu kucaklamak istedi ama sadece tokalaşıp, öpüştüler. Her zamanki gibi çok nazik ve çekingendi adam. Hep beraber gidilen yıl sonu pikniğinde grup halinde çekilen fotoğrafta gülümseyen delikanlı değildi. Kendi oğlunun övünerek gösterdiği bilgisayar programı gibi zamanda onu değiştirmişti. Kendisi de o uzun saçlı kız değildi tabi ki. Yine de inancını hiç yitirmeyen tüm o bekleyenler gibi "onun hiç değişmediğini söyledi" adam. Lise formasını giyse, o hep beraber çekilen okul resimlerindeki gülen kızdan hiç bir farkı olmayacaktı. Başka şeyler de söyledi adam. Yaşama ve kendine dair. Hani herkes kendi yaşamını anlatırken kendi kendinin bolca avukatı azca da yargıcı olur ya, öyleydi. Onunda kendince bir hikayesi olmuştu.
Kendisini yıllar evvel bir nakış işler gibi seven delikanlının bu soluk siluetinin yanında huzurlu hissetti kendini. Uzaktaki şehre okumak için babasıyla birlikte iki bavulla gittiklerinden yedi yıl iki ay üç gün sonra adam da 'uygun' biriyle evlenmişti. Zeynep takvimini bırakıp orta yaş sayılarına göre yaşamaya başlamıştı. Çocukları vardı ve gençliğindeki aşkın tatlı budalalığını bir daha tatmamıştı. Çarşıya izne çıkan askerlerin severek aldığı gül resimli defterlere edebi değerden uzak ve sadece yazanla ona ilham olan kişinin dışında pek kimsenin okumadığı aşk şiirleri yazmamıştı bir daha. Karısına bile. Karısı iyi bir insandı ve kendisiyle çocuklara çok iyi bakıyordu.
Sanki hiç ayrılmamış gibiydiler. Ama aşk da yoktu ve hiç bir zamanda olmayacaktı. Bunu biliyorlardı ve hiç bahsetmediler bundan ve sessizce kabullendiler. Ölen eski bir tanıdık gibi. Aradan uzun yıllar geçmişti. Kadın onu sevip sevmediğini hatırlamaya çalıştı. Delikanlının aşkındaki katıksızlık, saflık ve sabır karşısında bir ara çözülmek üzereydi -evet öyleydi- ama onun "uygun" biri olmadığına annesiyle beraber uzun bir konuşmanın ardından karar verdikten sonra atmıştı onu kafasından yada öyle sanmıştı. İşgüzar kız arkadaşlar aracılığıyla teneffüslerde iletilen, üzerlerinde özenli bir el yazısıyla tombul dolmakalemler yazılmış aşk şiirleri olan pembe renkli kağıtlar anlayışlı bir gülümsemeden sonra çöpe gitmişti hep. Sonradan okuduğu bir kitapta altını defalarca çizdiği cümle anlatıyordu her şeyi "İnsan gençken iki şeyi hiç anlayamaz, ölümü ve aşkı. Yaşamda ölüm ve aşktan ibarettir."
Sırasıyla eşlerinden ve bol, bol da çocuklarından bahsettiler. Hem adamın hem de kendisinin farklı iki "o"nun parçası olduğunu fark etti. Kadınları, kadınlardan iyi tanıdığı söylenen yalnız bir şairin dedikleri aklına gelmişti. Yalnız şair sözü hoşuna gitmedi, her şair yalnızdı ya. Her evli kadının akıl bahçesinde saklı bir papatya vardır. Çeyiz sandığında saklı bir mendil gibidir eski aşklar. Atılmaz, ortaya çıkarılmaz. Tembel ve tanıdık bir sevişmeden sonra yastığa neşeyle dağılan saçların arkasına gizlenmiş akıl bahçelerindeki çiçekleri kimse bilemez. Her koca, her kendinden emin aşık budalaca kendisini bu bahçenin tek nadide çiçeği sanır. Onlara bakmasa da, büyütmese de papatyaları söküp atmaz kadınlar. Hafif gürültülü barın loş ışığında bunları söyleyen şair sözlerin bitirip içkisine dönünce düşünmüştü. Adam da kendi akıl bahçesinde zamana ve ayrık otlarına yenik düşmeyen bir papatyaydı.
Yinede geçmiş ve yitik zamanın bir yanılsamasını şimdi yaşarlarken, kadın yüreğinde kaybolmak üzere olan genç kızın sesini duydu. Adam ise birden ortaya çıkan ve avuç içlerini terleten utangaçlığının şaşkınlığını hissetti.
Adam kadını unutmamıştı elbet. Giyilemeyecek kadar dar ve eski elbiseler gibi bir sandıktaydı kadın. Ara sıra özlemle bakılan, her şeyden ve herkesten uzakta yalnız olunca çıkarılıp okşanan bir lise takım elbisesi gibi. Adamın artık üzerine hiç uymayacak olan ama giydiği o mutlu zamanları özlemle andığı bir takım elbiseydi gibiydi kadının anısı.
Uzun süre sustular. Yine de bu, trendeki "o" çiftin yanında kendisini bir çöle fırlatan susuz bir suskunluk değildi. Adını sadece köylülerin bildiği bir dağ çeşmesinden avuçla yavaş, yavaş su içer gibi çok anlamlarla dolu mavi bir suskunluktu. İçinden bir şeyler konuştu.
Kalktılar, birlikte yürüdüler. Kadın çok önceden yapması gerekeni, utangaç bir borçlunun borcunu ödemesi gibi ama daha çok kendisine ödermiş gibi anlayışlı anne elleriyle adamın elini tuttu. Adam yıllar evvel yapamadığını bayram sabahı elbise giyer gibi yaptı; kadının hüzünlü dudaklarını öptü. Tıpkı iki liselinin öpüşeceği gibi dudaklarını dudaklarına bastırarak, ruhlarını ruhlarının üstüne koyarak öpüştüler. Kadının gözleri yine yaşlandı. Minnetle adama baktı. Adam bir delikanlının utangaçlığıyla kadını gözleri ile okşadı. Öyle yaşam doluydular ki sanki ailelerin ne dediğine aldırmadan külüstür bir Magirusun bilge motor sesinde kendilerini bir kaçış macerasına hiç düşünmeden atacak kadar aşkla doluydular. Bir başka şehre gidip yerleşirlerdi. Adam çalışır, kadın evi çekip çevirirdi ve her zaman sorun çıkarmaya aday bir dikiş makinesinde elbiseler dikerdi. Birbirlerine utangaçlıktan söylemeseler de her akşam güvercin susuzluğuyla sevişirlerdi muhakkak.
Genç olsalardı muhakkak bunu yaparlardı o anda. Aklından bunu geçirdi kadın. Gülümsedi.
Giydiği papyona bir türlü alışamayan otobüs muavinin "buyur abla" diye uzattığı kağıt mendili avucunda buruşturup dışarı bakarken yine ağlıyordu. Dışarıda kendisine yavaşça el sallayan adamın ve onun hemen yanında duran, kendisine şaşkınlık ve acımayla bakan yolcuların göremediği ciddi bakışlı, lise formalı genç kızın yavaş, yavaş geride kalıp yok olmalarını seyretti.
Mehmet Emin Arı http://www.eminari.com
Yukarı
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Işıksız Temmuz Gecesi
Merhaba,
Kurşunkalem kokusu yok artık ellerimizde, klavyenin tuşlarından göndeririz ya selamlarımızı ve an gelir tüm teknolojik nimetlerden yoksun kalıverirsiniz. Şimdi benim gibi…
Nedensiz ve belirsiz bir gecikmenin kurbanı olup elektrikten, gaza, telefondan, internete tüm dış kaynaklarım kesik.
Bu durumda yazabilmek imdada yetişir. Işıksız geceleri aydınlatan gaz lambaları gibi bir mum ışığında gelir tüm yıldız cümleleri…Sonra çocukluk günlerinizin tahta kurşunkalemlerinin kokusu elinize yapışır ve sözcükleriniz saman kağıtlarında yıldızlara karışır.
Yazabilme çabası ve paylaşma isteği artarda kelime oyunları ile saklambaç oynar henüz yeni taşındığınız evin odalarında. Yerleşememiş olmanın acemisi, yaşam kaynaklarınızdan yoksun sadece musluktan akan suya bakarsınız. Tek ulaşan budur size.
Sonra sizin olmayan bir diz üstü bilgisayarı imdadınıza yetişir.
Sadece merhaba diyebilmek için tuşlarında gezdirirsiniz ellerinizi.
Yazın delirtici sıcağına, tüm yaşadığınız can bunaltıcı karmaşaya rağmen merhaba diyebilmek için o diz üstü bilgisayarı sırdaşınız yaparsınız, her zaman sizin selamınızı gönderen şimdi üstü kapalı duran bilgisayarınızın yanında fısıltıyla konuşur gibi onunla sıralanır cümleler…
Sonra yarımaya bakıp bakıp karanlıkta yıldızları sayarsınız. En parlak sizin yıldızınızdır.
Sizin yıldızınız hep parlayandır...En parlak yıldız gözünüzü alır...Ya da sadece ben öyle
düşünmüşümdür...Kırpılıp yıldız yapılan ay dede masallarındaki küçük çocuğa dönüşür gözlerim. Anın mutluluğunu ve nefes alabilmenin sevinci ile yaz gecesi rüzgarı ürpertir
içimi. Karanlık, ışıksız sadece ay ve yıldızları seyrederken temmuz gecesi gibi ürpermek...
Bir çay kokusu ile düş kurup, hafta içi yaşadığım bürokratik sıkıntıları, yanlış işleri yüzünden kapıştığım ustaları unuturum...
Ay dede bana bugün hangi masalı getirdin?
Her anın keyfini çıkarmayı, olumsuzluklarda bile olumlu düşünebilmeyi öğreniyor muyum acaba? Çünkü hem hayat çok kısa, hem de bir yıldız göz kırptı bana mutlulukla...
Bir kamp gaz ocağı ile ısınan suya sallama çayımı koyup keyfini çıkaracağım tıpkı Boğazın eşsiz maviliğinde ince belli cam bardakta çayımı yudumlar gibi...
Ve yarın olmasa bile en yakında tekrar her sabah kahvem eşliğinde kahve molasını okuyabileceğim aynı keyifle...
Şimdi mum ışığında, dışarıdaki temmuz gecesinin yıldızlarını seyredip titreyen üşümemi sallama çayımın buğusunda ısıtacağım müsaadenizle...
En kısa zamanda yeni bir merhabaya kadar içinde bulunduğunuz her anın keyfini çıkartın ve nerede olurlarsa olsunlar sevdiklerinizin kulağına sevginizi fısıldayın....
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
BANA SALAK DİYEBİLİRSİN
Neden anlamıyorsun? Yüz defa söyledim. Duyuyorum. Ben sağır değilim. Amma da çok takıyormuşum. Kolaysa sen takma. Ben aklı başında olmayı istemez miyim? Niye düşünüyor muşum? Keyfim tıkır da ondan. Sen ne biçim arkadaşsın? Odun musun arkadaşım, taş mısın? Hatırlatmana gerek yok. Bahar olduğunu ben de biliyorum. Çok bilmiş. Doğa her bahar kendisine inanacak salaklar ararmış. Kaç gündür boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor. Sana anlatacağım diye anam ağladı. Sen bile anlamadıktan sonra, O nasıl anlayacak? En yakın arkadaşım olacaksın. Tüh senin arkadaşlığına...
Elimde değil. Ne aklımdan çıkıyor, ne de gözümün önünden gülüşü. Üstelik bizimki tavşan dağ atasözü gibi bir şey. O kendi halinde, kendi derdinde geçinip gitmeye çalışıyor. Aşkla meşkle uğraşacak ne hali var ne de zamanı. Ama bilmeli, görmeli... Nasıl yapsam? Elimde çiçekle sokak köşelerinde bekleyemem ki. Hadi bekledim diyelim. Sonuç ne olur? Can sıkıntısından bunalan insanlara yirmi günlük eğlence çıkar. Telefon etsem sapık sanır. Bir bahane olmalı. Hem de öyle bir bahane ki sıradan, sürekli tekrarlananlardan. Bozulan bir prizi tamir etmek gibi. Nasılsa sonunda bir bardak çay ikram edilir. Teşekkür etmek için nezaketen. İşte sana fırsat.
Belki her gün geçtiği yolun kaldırımında çınar olmalıyım. Bir gün bakıncaya kadar. Neşesi yerinde bir gün. Görünceye kadar beni. Sabırla beklemeliyim. Yıllardır baktığınız halde hani ansızın ayırdına vardığımız bir güzellik görürsünüz ya. Böyle bir umutla...
Ya hiç görmezse beni. Hiç anlamazsa duygularımı. Dikkatini çekecek hiç bir özelliğim de yok. Keşke iyi bir sporcu olsam. Çok zengin olsam. Fiyakalı bir arabam olsa örneğin. Güzel bir sesim olsa. Şarkılar söyleyebilsem her fırsatta. Müzik yeteneğim birkaç çalgıyı çalabilecek kadar olsa. Nerde... Çoban kavalına bile razıyım. Ama ne gezer bizde tık yok. Bir iki şiir karaladım bu güne kadar. Yazdıklarım da çocukların sayışmalarının ötesine geçmedi. Çok siliksin be adamım. Çok sıradansın... Toplum içinde konuşmayı becerecek medeni cesaretim bile yok. Biraz okusaydım zamanında ne iyi olurdu. Kitaplardan konuşurduk belki. Kitapları çok sevdiğini herkes biliyor.
Gündüz, öğlen vakti rüya görüyorum. Üstümde kalıp gibi bir takım. Şöyle lacisinden. Destina Kafe’ye gitmişiz. Elinde bir kırmızı gül var sevgilimin. Bizim kasabada çiçekçi ne gezer. Komşumuz emekli başkatip Hakkı amcamın bahçesinden. Ellerimle seçtim, bütün güllerin içinde en güzeliydi. Sakladım ceketimin içine. Komşulara film mi olalım? Elimin biri ceketin üstüne. Biraz Napolyon bir görüntü ama. Gülün düşmesinden daha kötü değil ya.
Minibüs durağında karşılaşıyoruz. Ben gülü sevgilime veriyorum. Çok incesin, kibarsın gibilerden laflar ediyor. Aman canım ne önemi var? Güzelliğin karşısında gülün lafı mı olur? Parmaklarının arasında öyle narin tutuyor ki gülü... Hiçbir çiçek böyle güzel bir tutulmamıştır.
Kafeden içeriye giriyoruz. Hayret, bu gün ne kadar sakin. Oturmasına yardım ediyorum. Ne içer, ne yer, nelerden hoşlanır bilmiyorum. Aklım gözlerine takılı kalıyor. Söyleyeceklerimin hepsini unutuyorum. Bir güle bakıyorum. Bir gözlerine, ellerine, saçlarına... “Yarın yine gelirim, aynı saate” diyor. Sevincimden havaya fırlıyorum. Kaldırımdaki akasyaya sarılıyorum. Akasya ağaçlarını çok seviyorum, gülleri ve seni.
Her geçen gün içimdeki umudu biraz daha azaltıyor. Kızcağız can derdinde ben sevda. Ne gördüğü var, ne göreceği? Olsun... Ne çıkar? Ben onu sevdim. Bir filiz büyüdü içimde. Bir çiçek açtı. Oysa kaç bahar geçti. Haberim bile olmadan.
Arkadaşım bana salak diyor. Desin... Hatta siz de deyin. Zararı yok. Ben bu bahar akasyaları çok sevdim, gülleri ve seni.
Yaşamla Dirsek Teması.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün de her Çarşamba yaptığım gibi müzik, kitap ve sinema alanlarından birer çalışmayı ele alacağım. İlk olarak bir sopranonun , Sarah Brightman'ın oryantal ritimler eşliğinde çıkarttığı son albümü, "Harem"i, ardından klostrofobik gerilimin zirvelerindeki "Telefon Kulübesi"ni ve son olarak ilk Kültür Bakanımız Talat Halman'ın yakın siyasi tarihimize ışık tutacak olan "Aklın Yolu Bindir"i ele alacağım.
Keyifle okumanız dileğiyle
SARAH BRIGHTMAN / HAREM:
Dünyaca ünlü müzikallerden olan "Cats"in ve "Phantom of the Opera"nın yıldızı, ülkemizde özellikle "La Luna" (2000) ve "Classics" (2002) isimli albümleri ile tanınan Sarah Brightman, "Harem" adlı albümünü çıkarttı. 90'larda hızlanan Latin akımının sönmeye başladığı bir zamanda ortaya çıkmış olan oryantal akım doğrultusundaki albüm, Iraklı süperstar Kadim Al Sahir ve kemanın en iyilerinden Nigel Kennedy'i buluşturuyor. Bu albüm için dünyanın sayılı sopranolarından Brightman, bilinen pek çok parçaya doğu ritimlerini kattı. Bunların başında "Harem", "Gueri De Toi/Free", "What A Wonderful World" / "Stranger In Paradise" ve "The Journey Home" geliyor. "Harem" şarkısı, Akdeniz müziğine yatkın olan kulakların hatırlayacağı aslında Portekiz'in fado müziğinin klasiklerinden "Cancao Do Mar" (Hélène Segara'dan "Elle, Tu l'aimes" olarak dinlemiştik) isimli şarkıdan uyarlandı. "What A Wonderful World" / "Stranger In Paradise" Borodin'in melodilerini içeriyor. "The Journey Home" da ünlü Hintli besteci A.R. Rahman'ın imzasını taşıyan bir hit aslında."The War Is Over", "Until The End Of Time", "It's A Beatiful Day" (Madama Butterfly) da dinlenmeye değecek kaliteli çalışmalar. Albüm, binbir gece masallarına götürüyor adeta bizi.
TELEFON KULÜBESİ (PHONE BOOTH):
Özellikle 1999'daki "8 MM." filminden tanıdığımız ayrıca "Batman" serisinin başarısız ancak gişede umduğunu bulan devamlarını çeken popüler yönetmen Joel Schumacher, bu sefer klostrofobik bir filmle karşımızda. "Çaylak", "Korkusuz", "S.W.A.T.", "Şeref ve Cesaret" ve son olarak "Azınlık Raporu"yla tanıdığımız Colin Farrell'in (aslında "Phone Booth" diğer filmlerden önce çekilmişti) Stu Shepard karakteriyle başarılı bir performans çiziyor. Kiefer Sutherland ise sesiyle filmdeki tetikçi rolünde. Stu Shepard asistanı aracılığıyla telefonla iş bitiren, başarılı bir reklamcıdır ancak aynı zamanda medya sektörünün çamuruna bulanmış, insanları aşağılayan, iki yüzlü birisidir. Özel görüşmelerini kendi belirlediği bir telefon kulübesinden yapmaktadır. Bir gün görüşmesini yaptıktan sonra telefon çalar ve en temel dürtüyle telefonu açar. Bu onun en büyük hatası olacaktır. Karşısındaki ses ona telefonu kapatmamasını, kapattığı takdirde vurulacağını söyler (Bu bölüm "Çığlık"a benziyor.) ve onun bilinmeyen en gizli sırlarını açıklar. Ancak Stu, bir süre sonra şüpheli tavırlarıyla dikkat çeker ve etrafını polisler çevirir. Telefondaki ses, Stu'ya günah çıkarttırmaya başlar Lakin onun günahları "Seven" filmindeki ölümcül günahlardan çok daha masum ve günlük günahlardır. Bu hikaye size tanıdık mı geldi? Geçen sene Amerika'da aynı taktikle bir seri katil, "sniper" insanları öldürüyordu. Ancak film bu olaylar öncesinde çekilmiş ve vizyona gireceği zaman bu olaylar yaşanmıştı. Sonuçta keskin nişancının son kurbanı Hollywood olmuştu. Olayların üzerinden makul bir zaman diliminin geçmesi beklendi ve artık vizyonlarda. Psikolojik gerilimin hissettirildiği özgün senaryosuyla dikkati çeken 81 dakikalık güzel bir film.
TALAT HALMAN / AKLIN YOLU BİNDİR:
Kültür ve turizm bakanlıklarının birleştirildiği bir ortamda çıkmış olması bu kitaba ilgimi bir kat daha arttırdı. Bunun nedeni Talat Halman'ın bizim ilk kültür bakanımız olmasından. Çok yönlü bir aydın olan Halman bir klişeyi, "Aklın yolu birdir" görüşünü yıkarak "Aklın yolu bindir" diyor. Bunun nedeni olarak da akıl gibi muhteşem bir şeyin sadece bir yolu olamayacağını aklın çok türlü düşünebildiğini ve başka sonuçlara varabildiğini gösteriyor. Kitap temel olarak Cahide Birgül'ün Talat Halman'la söyleşilerinden oluşuyor. Kitabında kendi bakanlık döneminden bugüne yakın siyasi tarihimize ayna tutan Halman'ın kitabında siyasi ortam içindeki ihtirasları, dönen dolapları, açıklanmamış anıları, çıkar ilişkilerini ortaya seriyor; siyasi kişiliklerin analizlerini yapıyor. Mutlaka okunması ve saklanması gereken bir eser.
Mustafa Serdar Korucu
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Editör'den Önemli Not: Sevgili Haşmetoğlu yıllık iznini kullandığından roman yazımına ara vermiştir. Dönüşünde kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_138.asp
Devamı var
hasmetoglu@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.402 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
TURUNCU BİR PİŞMANLIK
Bir vardım bir yoktum bir zamanlar,
Kurşun kalemle turuncu bir kağıda yazıldım
Sen bana yazıldın
Bir uzun bir kısaydım senli akşamlarda sanki.
Sanki hiç senin olmadım ben!
Bir şiiri yazmak için saatlerce düşünmedim de
Bir var bir yokken.
Ben seni severken de
Düşünmeden sevdim…
Ona yanıyorum zaten!
Ebru Yavuz
<#><#><#><#><#><#><#>
AŞK ORMANI
Kum rengi gözlerle bakar insan,
Eğer aldatmış ama pişmansa,
Ve saatlere gömülür gözleri
Çöl fırtınasında kaybettiği eleri arayanlar gibi.
Gür bir ormandır sevmek,
Ve bir kibrit kadar ucuzdur vazgeçmek.
Terk edilişde, kurak,kapkara bir mazidir.
İs'i ciğerlerine çekerek, ölüme sürüklenmek.
Yaşamsa maceradır,
Keskin uçurumlardan salıvermek kendini ,
Ve dirilip dirilip, tekrar denemek.
Her defasında sonuncusunu düşünerek.
O değerli anlardan biridir seni hayal etmek,
Ve kalem gözlerinle,düşler çizmek.
Uzanamadığım geçmişe hükmetmek ise,
Acımasız bir çalıdır, hergün yüreğime,
Yaban,tek,naçar ve nefretle tohumlar eken.
Deniz Umut Dereli denizumut@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://limxona.kolayweb.com/muzik/zb/albumler.htm
... Özgürlük düşüne neden sevdalandı yüreğimiz böylesine. Kaçkar dağlarında gürül gürül kayalara vuran çağlayanlardan mı aldık göğüs kafeslerimizdeki bastırılmaz heyecanı? Yoksa bu sabırsızlığımız Sivas ta ciğerlerimize dolan yanık insan kokusundan mı kaldı? Ağız dolusu gülüşlerimiz,göz pınarlarımızdan seller gibi umutlarımız şahinlerin dağ başlarındaki kanat vuruşlarına mı eşlik eder her defasında?..
http://hem.fyristorg.com/b.nilsson/eng.html
İstesekte istemesekte doğayı kabullenemediğimiz bazı yöntemlerle yapay hale getiren insanlar var. ... Here you will find a professional taxidermist with 30 years´ experience and several top prices in the Swedish as well as in the Scandinavian Masterships...
http://www.handspeak.com/
Sağır ve dilsizlerin kullandığı bir konuşma şekli vardır. İşaret dili olarak da tanımlanır. Sessiz insanların el yordamıyla verdikleri bu savaşta, hangi işaretin hangi anlama geldiğini tanımlayan ve bünyesinde yaklaşık 2150 kadar işareti barındıran görsel bir sözlük adresi veriyorum. Etrafımıza karşı biraz daha duyarlı olabilmemiz umuduyla.
http://www.yorumcu.com/tr/fortune/tarot/
...Sözcüklerin dili yeterli değildir. Ruh, görüntülerle konuşur; sesini duymak isteyen kartlara kulak versin. Geçmiş ve şimdiki zaman bir arada, onların aynalarında gizleniyor... Tarot kartları nedir ve nasıl tarot falı bakılır?
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Intelligent Copier v1.0.0.3 [731k] W9x/2k/XP FREE
http://www.interdesigner.com/freeware/IntelligentCopier/
İşte size oldukça kullanışlı bir program daha. Kendi kriterlerinize göre yaratacığınız kurallar doğrultusunda bilgisayarınıza bir düzen getirebilirsiniz. Örneğin tüm "zip" dosyalarını "C:\backup" klasörüne yerleştir yada kopyala gibi bir kriter kullanabilirsiniz. Kopyala komutuyla gerçek bir yedekleme yapmış olursunuz. Böylece aradıklarınızı şıp diye bulabileceğiniz bir düzene kavuşabilirsiniz. Programın işini görmesi için istediğiniz dosyayı program ikonuna sürükleyip bırakmanız yeterli oluyor. Hemen herkesin işine yarayabilir. Benden önermesi...
Yukarı
|
|
|