KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 306

 16 Temmuz 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Deprem olacak deprem!?...


Merhabalar,

Duyduk duymadık demeyin! Toplayın çıkınınızı, koyun içine iki üç parça yiyecek içecek vurun kendinizi ovaya yaylaya, parka. Deprem olacak deprem! Bugün saat 15:42 de merkez üssü Marmara Açıkları, şiddeti 5.7 deprem bekliyorum! Kim mi diyor? Ben diyorum ben. Nerden mi biliyorum? Yıllardır depremden sorumlu yorumcu büyüklerimden aldığım feyz ile Nasreddin Hoca'mın bana bahşettiği kıvrak zeka ve öngörümü kullanıyorum. Paslı akan sular, yıkanmayıp bırakılan kahve fincanlarında oluşan küfün değişen oluşma ivmesi, fokurdayan doğalgaz çukurları, beni yiyeceğine o duvar senin bu duvar benim vızıldayan sivrisinekler, saman tadında domates, güneşe bırakıldığında hızla ekşiyen yoğurt da cabası. Kendime saklıyayım dedim dayanamadım. Bu faciadan tek başıma kurtulmayı vicdanıma yediremedim, hadi gene iyisiniz. Toplayın pılınızı pırtınızı bugün sokakta oturun. Kafanıza duvar geçeceğine güneş geçsin n'olur sanki! İnanmıyor musunuz? Siz bilirsiniz... Saygı duyarım... 15:42'ye kadar bana yalancı diyecek adamın alnını karışlarım. 15:42'den sonra da kaytarmanın yolunu nasılsa bulurum, ben Nasreddin Hoca'nın torunuyum. "Ya tutarsa" diye maya çalanların neslinden geliyorum.

Senede üçbin tane irili ufaklı deprem yaşayan bir ülkede yaşıyoruz. 1999 dan beri de depremi bir başka anıyoruz. Anmadan geçtim, önümüze gelene de kanıyoruz. Sözüm meclisten dışarı. Bilim adamlarının medyatik haykırışlarına yalan demiyorum. Benim gözlemlerimin bir miktar daha bilimsel açıdan irdelenmesini kendilerine göre yorumluyorlar, haklıdırlar. Amma... Bir yılda deprem tahmin raporu yayınlayacak duruma geldiklerini söyleyen Büyükşehir Belediyesi ve sponsorluğunu yaptığı Bilim Kuruluna yaşamı müsbet bilimler doğrultusunda yaşayan biri olarak soruyorum. Siz söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz? Hayır bu zıkkım bu kadar kolaydı da minik Japon kardeşlerimiz yıllardır ne halt yemeye bu işi beceremediler. Bizimkisi sadece bir tahmin diyerek geçiştirilecek kadar gayriciddi bir olay mıdır bu iş sorarım. Nostradamus'culuk oynamak yerine depremden en az zararı görecek yapılanmaya ağırlık verseniz daha iyi olmaz mı? Daha bir çivi bile çakılmamış okulların dolu olduğu memleketimde Rezzan Hanım'ın tarot fallarıyla avunmak niye ki? Halka korku salarken umut vermek yerine eğitmeyi deneseniz ya... Ahh Deprem Dede'm ahhh, emekli oldun meydan boş kaldı. Önüne gelen sallıyor görüyor musun? Deprem olacakla, yarın sabah olacak demek arasında fark olmadığını anladığımız, kahvaltıya peynir almayı unutmadığımız gibi depreme önlem almayı da boşlamadığımız günleri düşlüyorum. Gerisi, şans, talih, kader, kısmet... Evet ya kaderciyim. Ben, AIDS'li kadınla fuhuş pazarlığı yaparken "Atın ölümü arpadan olsun" diyenlerin kanındanım. Ya siz?

..........

İyi ki yaz tatili yapmamışız. Bakın Kahve Molası gümbür gümbür sürüyor. Yazılarınız da birer ikişer gelmeye devam ediyor, sağolasınız. Yazmaktan ve bana yollamaktan geri kalmayın lütfen. Bakın Hüsam Abim bile işlerinden fırsat bulup yazısını yollamış, varolsun. Darısı sizlerin başına. Bugün bir de özür borcum var. Sevgili Serdar Korucu'nun "Cafe d'Istanbul" yazısını, bana zamanında ulaştığı halde, bilgisayarlar arası yolculuğa yenik düştüğünden bugün yayınlayamıyorum. Yarın hatamı tamir edeceğimi bildiriyor, kendinden ve sizlerden özür diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 Delikanlı Yazar Kahveci : Hüsamettin Gezer


Çocukluğumun Oyunları

Merhaba dostlar,

Ben kendimi bildim bileli "şimdiki çocuklar harika" diye bir laf dolaşır gider. Bu laf her zaman, herkesin ağzında olduğuna göre demek ki çocuklar her zaman harika. Bence çocukluğun en güzel yanı oyun oynayabilmek. Şimdi ben kazık kadar adam ne kadar içimden gelse de sokakta misket oynayamam, o yüzden çocukların oyun oynayabilme özgürlüklerini hep kıskanırım. Elalem delirdi demesin diye de sokakta oynamak yerine bizim çocukların ev içindeki oyunlarına katılmaya çalışırım. Katılmaya çalışırım ama şimdiki çocukların oyunları bir tuhaf, geçiyorlar bilgisayar başına, saatlerce ciyuvv, miyuvv sesler çıkararak oyun oynuyorlar, başka bir şey yok. Halbuki biz öylemiydik, bir kere sonu kavga etmeden, bir yerlerimiz hırpalanmadan biten bir oyun oynayamazdık, evcilik bile oynasak sonu kötü biterdi. Niye böyleydik bilmiyorum ama ben hiç itiş, kakış olmadan bir oyun oynadığımızı hatırlamam.

Çocukluğumun oyunlarını şöyle bir aklımdan geçirdim de, ne çok oyun varmış meğerse. Benim hatırladıklarımdan bazıları bunlar, bakalım siz de hatırlayabilecek misiniz?

Yağ satarım, bal satarım : İlkokul öğretmenlerinin demirbaş oyunudur, mübarekler her fırsatta bunu oynatırlardı, sanki müfredatta var. Öğretmen okulunda zorla mı öğretiyorlardır, nedir, başka oyun yok gibi bahçede öğrencileri toplarlar, "yağ satarım, bal satarım" diye dön Allah dön oynatırlardı. Çocuklar öğretmene yaranmak için ikide bir mendili öğretmenin arkasına bırakırlar, o da dili dışarda koşturur dururdu. Bu oyunun bir de tarafımızdan mahallede oynananı vardı ki, tamamen değişikti. Biz annelerin çocuklarına verdikleri Sana yağlı ekmekleri ellerinden zorla alır, başka çocuklarla yine zorla misket, sapan, oyuncak karşılığı satardık. Böylece oyunun "yağ satarım" kısmını başarıyla oynar ancak fakir bir mahallede olduğumuz ve kimsenin annesi çocuğuna ballı ekmek vermediği için "bal satarım" kısmını bir türlü oynayamazdık.

Uzun eşek : Doktorlar tarafından şimdiki bel ağrılarımın sebebi olarak görülse de en çok oynadığımız oyunlardan biriydi. Mahalledeki azara doymaz küçük eşeklerin bir araya gelmesiyle bir büyük eşek yapar ve birisinin bir yeri kırılıncaya kadar oynardık. Kimse bize o yaşta çocuklar için bu oyunun tehlikeli olduğunu söylemezdi. Biz ise gerilip hız aldıktan sonra koşarak gelir eşek oluşturmuş çocukların beline küt diye binerdik, alttakiler dayanamayıp çöktüğü zaman da marifet yapmış gibi sırıtırdık. Genelde etraftaki kızlara poz yapmak için başlatılan oyun birisinin sakatlanması veya takımlar arasında kavga çıkmasıyla sona ererdi.

Kovboyculuk : Bütün gün Tommiks, Teksas gibi kitaplar okuya okuya kafayı hafiften sıyırıp kovboyluğa özenirdik. Tahtadan tabancalar, tüfekler yapar, hayali atlara biner, tozun toprağın içinde yuvarlanır dururduk. Oyun öncesi kimin kahraman kimin vahşi yerli olacağı konusunda aramızda dalaşır, genellikle oyuncak bir tabancası olanlar veya benim gibi kaba kuvvetle ikna kabiliyeti yüksek olanlar kahraman olur, diğerlerini de kızılderili veya haydut yapardık. Artık duruma göre kah posta arabası yerine postacı kovalar, kah merdiven altlarında pusuya yatar, kah sokak ortasında düello ederdik. Mahalledekilerin kafası şişince de bizi yan mahalledeki soyguncuları yakalamaya gönderirler, mahalleden mahalleye kovalanarak oynardık.

Evcilik : Mahalledeki kızlarla yakınlık kurmanın tek yolu bu oyundu. Kızlar bütün gün uzun eşek oynayan, hırpani ve vahşi çocuklardan yalancıktan da olsa nasıl bir koca olur diye merak ettiklerinden olsa gerek, ara sıra ellerinde bez bebekleriyle gelir "evcilik oyanayalım mı?" diye sorarlardı. Biz zaten dünden hazırız. Başlardık önce ev falan yapmaya. Genelde komşuların bahçe duvarlarındaki briket veya tuğlaları söker, onlardan derme çatma evler yapardık. Sonra da evde babalarımızdan gördüğümüz şekilde "yemek pişir, pijamam nerde, çocuk ağlıyor baksana, çakacam şimdi bi tane" diye kızcağızlara bağırır, ara sıra da "ben kaveye gidiyom" diye çıkar giderdik. Zavallı kızlar bu oyundan ne anlardı bilmem ama biz oyunu keyifle oynar, sonunda ev yapacağız diye duvarını yıktığımız komşu elinde sopayla gelince kutsal aile yuvamızı terk edip tabana kuvvet kaçardık.

Kör ebe : Benim neredeyse bütün çocukluğum sırasında oynadığımız bir oyundu. Aynen kör ebede olduğu gibi etrafımızı görmezdik, daha doğrusu görmezden gelirdik. Kendi evimizdeki ve çevremizdeki fakirliği, kıçı yamalı pantolonlarımızı, naylon ayakkabılarımızı, oyuncaksız oyunlarımızı görmezden gelirdik. Bütün gün ev işi yapan, türlü yoklukla mücadele eden, yok haliyle bizlere elbise dikmeye çalışan, evin bütün yükünü sırtlamış, her şeye sessizce katlanan annelerimizin mutsuzluğunu görmezden gelirdik. Akşama kadar çalışan, alın terlerinin karşılığını bir türlü alamayan, her an kızgın, her an öfkeli gibi duran, çekildikleri köşelerinde sigara dumanları arasından hep düşünceli bakan babalarımızın umutsuzluklarını görmezden gelirdik. Kendiyle birlikte başkalarını da düşünen, aç yatıp, aç kalkan, elindeki her şeyi bölüşen kara gün dostu komşularımızın hüzünlü bakışlarını görmezden gelirdik. Velhasılı kelam, etrafımızda içimizi acıtan tüm şeyleri görmezden gelirdik, herhalde ancak öyle mutlu olurduk, herhade o zamanki yaşamlarımızın yoksulluğuna dayanabilecek kuvveti ancak böyle bulurduk.

Sağlıcakla kalın dostlar

Hüsamettin Gezer
husam@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Firari: Faik Karaege


Aşkın düşündürdükleri !

Aşk üzerine neler yazılmadı ki? Şiirler, hikayeler, romanlar, destanlar, masallar... Kısacası yazılmayan bir şey kalmamıştır belki, ama sonsuza kadar da bir şeyler yazılacaktır muhakkak.

Geçen akşam yıldızları seyrederken (Eniştenin geçen yazısın da yazdığı gibi deniz kenarın da değil de Ankara'da evin balkonundan) AŞK denen şeyin nasıl bir şey olduğunu, anlatılanlar ve gerçek AŞK hakkında biraz düşündüm. Düşündüklerimi içeri girince şöyle bir toparlamak istedim. Bu yazıyı 20 yaşında yazsaydım çok daha başka olacağı kesindi. Oradan birilerinin aşkın yaşı yoktur gibi bir şeyler dediğini duyuyorum sanki. Ben de diyorum ki o anlamda AŞK diye bir şey var mı acaba?

Bazılarına göre aşk elle tutulamayan, gözle görülemeyen ama bazılarının dolu dolu yaşadığı veya yaşadığını sandığı bir alışkanlık belki. Üstelik herkese göre farklı olan bir duygu. Ben AŞK denen duyguyu sigara tiryakiliğine benzetiyorum. Kimi sevdiği için içtiğini söyler, kimi kahve ile bir tane içer, kimi içki sofrasında içer, kimi içine çeker burnundan çıkarır, kimi içine çekmeden püfürdetir, kimi de kısaca tiryakiyiz işte der. Sigara içmeyene veya sigarayı bırakan birine bir tiryakinin, ben hayatta sigarayı bırakamam demesi ne kadar anlamsız geliyorsa, aşık olan birinin hissettikleri de hiç aşık olmamış birine, biraz tuhaf gelmesi çok doğalmış gibi görünüyor. AŞK da herkese göre farklı yaşanıyor herhalde. Aşık olan birinin gözü hiç kimseyi görmüyor, ne anası ne babası hiç kimse aşığın yerini tutamıyor. Uğruna ölünüyor, savaşılıyor, mutlu olunuyor, bulutların üzerin de dolaşılıyor.

Romanlarda öyle yazılmış, filimler de öyle oynanmıştır çünkü. Onun uğruna savaşlar bile çıkar. Mahalle kavgaları yapılır, taşlı sopalı insanlar birbirlerine girer.

Çoğunun sonunda da ne olmuştur ? Acı, keder, kavga, gürültü ve ayrılık. 80-90 yaşına kadar birbirine aşık olarak yaşamış ve ecelleriyle ölmüş insanların hikayelerine hiç tanık olmadık daha. Evet, ancak ayrılmadan ölmeyi başarabilirseniz o aşk en büyük aşk olarak masallaşmıştır. Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem v.s. v.s. gibi.

Böyle aşk olmaz olsun diyerek çoğunda ayrılık kaçınılmazdır. İşler kötü gitmeye başlayınca,kendimizi içkiye, sigaraya veririz, inzivaya çekiliriz, ya da çok fazla neşeliymiş gibi görünmeye çalışırız. Bunlar hep bir kaçışın uç noktalarıdır aslında. Kendi kendimizin doktoru olduğumuz gibi, kendi şeytanımız da kendimizizdir. Ya da bu iş bitti ama aşkımız artık sevgiye dönüştü diye kabul ettiririz kendimize. Belki de en güzel son budur. Aşkımızı gerçekten sevgiye dönüştürebildiysek sorun yok demektir, sadece lafta kalmışsa ölene kadar beraberliği sürdürmek için çabalar dururuz. İlişkiler kavga gürültüyle, ya da birbirlerini umursamadan geçip gitmeye mahkumdur. En kötüsü, en yaralayıcı olanı da budur.

Nasıl aşık olunulur diye düşünüp ya da en hakiki aşk nasıl olur diye sorguladığım da karşıma şu senaryolar çıktı.

Senaryo-1 : Yıldırım aşkı
Bir yerde göz göze gelirsiniz ve küt diye her iki taraf da birbirine deli gibi aşık olur. Birbirinizi hiç tanımıyorsunuzdur. Hemen gidip tanışırsınız. Bundan sonra artık hep nasıl beraber oluruz diye düşünürsünüz. İki tarafta gece gündüz birbirini düşünür. Onunla yatılır, onunla kalkılır. ( bu tam senaryo oldu doğrusu. Benim favori senaryom).

Senaryo-2 : Tek taraflı aşk
Bir taraf bir tarafa önce aşık olur. Gece gündüz onu düşünür ve karşı tarafı kendisine aşık etmek için elinden geleni yapar. Taklalar atar, espriler yapar, çiçekler ve hediyeler alır. Karşı taraf sonunda kendisine aşık olan birisi olduğunun farkına varır ve de bari aşık olayım ben de diyerek o da aşık olur. Ya da cevap alamaz ve karşı taraf aşkından mahfolur ve bir müddet geçtikten sonra aşkına cevap alamayan aşık olacak başka birilerini bulur.

Senaryo-3 : Yavaş yavaş aşk
Ya da arkadaşsınızdır. Uzunca bir süre farkında değilsinizdir birbirinizden. Hatta okul arkadaşı olun, ya da iş arkadaşı. Millet evlenme yaşına gelmiştir, etrafınızdakiler yavaş yavaş evlenmeye başlamıştır. Bu durumda ne yapılır? Etrafta aşık olunacak birileri aranır. Ve tabi ki kendimize en yakın olabilen birilerine aşık olunur. Evlenilir, çoluk çocuğa karışılır. Ya da uzun bir süre arkadaşlık edilir. Sonun da yine ya birleşilir ya da ayrılınır.

Senaryo-4 : Aşk çocukları
İnsanlar vardır kime aşık olsam diye dolanırlar etrafta, kendilerine biraz gülümseyen birilerine hemen aşık olurlar. Boş kaldıkları bir durumda sizle tanışırlar. Siz de azıcık ilgi gösterdiyseniz yandınız demektir. Aşkın uzmanıdırlar, sizi bile aşık olduğunuza inandırırlar.

Senaryo-5 : Şefkat aşkı
Bunalımlı bir anımızdır. İşte, evde, arkadaşlarla, kısaca herkeslerle gerginizdir. Hayata küsme aşamasındayızdır. Tam bu sırada bize biraz daha fazla ilgi gösteren, bizi teselli eden, bize yumuşak davranan birine duyduğumuz şefkat midir aşk?

Senaryo-6 : Medya aşkı
Bazen de hiç tanımadığımız, medyada ki birilerine aşık oluruz. Tarkan parçala beni, Hülya ölürüm senin için gibi. Jiletler havada uçuşur, posterleri duvarlarımızı süsler.

Senaryo-7 : Mecburiyet aşkı
Fabrikatörün biricik oğlunun holding sahibinin biricik kızıyla büyük aşk yaşaması ve sonucunda da evlenmeleri sonucunda aşk neden olmasın. Sanki birbirleri .için yaratılmışlardır.

Senaryo-8 : Sınıf farklılıklarından doğan aşklar da az değildir. Daha çok filimler de olsa da gerçek hayatta da yaşanılanları muhakkak ki vardır. Zengin kadın şoförüne, patron sekreterine, evin erkeği evin işlerine yardım edene, evin hanımı bahçıvana, köyün ağası bir köylü kıza (kadınla erkekler yer değiştirebilirler tabi ki) gibi.

Senaryo-9 : Az daha unutuyorduk, bir de chat aşkları vardır. Hiç görmediğiniz ama gece gündüz chat leştiğiniz. Başka başka şehirler de hatta memleketlerde de olabilirsiniz. Sınır tanımayan bir aşk türüdür. Sıkılana kadar devam eder, ayrılınca da fazla üzmez. Nasılsa birbirinizi görmemişsinizdir bile. Ve de icq da bir sürü aşık olunacak arkadaş sizi bekliyordur.

Evet sizce unutulan başka senaryo kaldı mı dersiniz? Sizin aşkınız acaba hangisine giriyor. Daha değişik bir senaryonuz varsa yazarsanız sevinirim. Öğrenmenin yaşı yoktur derler.

Buraya kadar ki aşk tanımlamaları AŞK deyince aklımıza ilk gelenlerdi. Ama biraz düşününce AŞKın aslında hiçte böyle bir şeyler olmadığı fikri ağır bastı bu gece. Yani bir insanın bir insana aşık olması diye bir şey olamaz, varsa da bunun adı başkadır diye düşündüm. Dünya nüfusunun 4-5 milyar olduğunu düşünürsek daha tanımadığımız ve aşık olabileceğimiz pek çok kişi var demektir. Bir insan bir insanı ancak sevebilir. Saçı, gülüşü, havası, kültürü, bilgisi, oturuşu, kalkışı, sohbeti, falanı filanı hoşuna gider. Günler geçtikçe, insan insanı tanıdıkça da bu sevgisi bitebilir, ya da bitmeyebilir tabii. Bazen bir etkileşim, bir titreşim, bir alış veriş, bir fiş meselesi gibi beraberlikler sürüp gider. Belki de aşk diye bize başka bir duyguyu anlattılar hep. Daha çok prim yapıyor, gazetelere manşet oluyor v.s. diye.

Bence en hakiki AŞK : Doğa aşkı, hayvan aşkı, çocuk aşkı, çalışma aşkı, spor aşkı, araba aşkı, kitap aşkı(okuma aşkı), Tanrı aşkı, deniz aşkı, vatan aşkıdır. Bu örneklere bir sürüsünü eklemek mümkün. Yani aslında AŞK kelimesi çok kutsal bir kelimeymiş gibi geliyor bana. AŞK, bir kere tanışılınca ömür boyu sürecek bir şey olmalı. AŞK hiçbir zaman bitmeyeceği gibi her geçen gün artarak daha da güçlenecek bir şey olmalı. Zaten bir şeye aşık olduysak ölene kadar (pazara kadar değil mezara kadar) aşığız demektir. AŞK günü yaşamak olabilir, acı çekmek hayatı kendimize zindan etmek olamaz. Ne demiş şair ?

Hangi aşk, hangi acı değer ?
Günü yaşayamadan ölmeye.

Yaşıyorsak, bir şeye hele hele bir çok şeye aşıksak ne mutlu bize. Yoksa, bir aşkın bitmesi, üç beş gün sonra başkalarına aşık olunmasına aşk demek aşka ihanet etmek gibi bir şey.

Aşklarımızı sonuna kadar coşkuyla yaşayabilmemiz, yaşadıklarımızı yüceltip göklere çıkartmamız, içimize sindirmemiz dileğiyle, birer adım öne lütfen...

F.Karaege
faik@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


Fırat'a sevdalıların kenti Halfeti - 3. Bölüm

Rum Kale'ye Doğru.

Büyüklerimizden büyüklere ve onlardan da bizlere kadar anlatılan bir efsane: Padişahın dünyalar güzeli, Henis adında bir kızı, bu kızı isteyen damat adaylarını beğenmeyince damat adaylarından ölüm tehditleri alır. Bu durumda Padişah, çok sevdigi kızını bu düşmanlardan korumak için Rum kaleye 2 km mesafede ve Mettaa (Diğer adı Hıdıllez ) denilen yere 1 km mesafede bulunan sarp kayaların yamacına aşağıdan yukarıya kuyularla tüp geçit yaparak kızının yaşayacağı kayadan oyma mağara evi yapar kızı bir dönem kendi adını aldığı Henislik denilen bu mağara evde yaşamını sürdürür ve tabii ki muhafızlar her yerde bu mağarayı korumaya çalışırlar.

Nihayet bu damat adayları Henis denilen padişahın kızını alamadıklarından, birleşerek öldürmeye karar verirler, muhafızları öldürüp kuyulardan yukarı çıkamayınca Henisin yaşadığı bu yere aşağıdan yukarıya kül bombası atarak, Henisi ve yanında bulunan iki kız arkadaşını bu yerde boğarak ölüme terk ederler. Henisin ve kız arkadaşlarının mezarı, Fırat nehrinin üst tarafında bulunan bahçeleri sulamak için akan arkın üstünde, bir mağarada kaya mezar kazarak gömülüdür (Bu kaya mezarlar şu anda Baraj gölü altında yaklaşık 5 m derinlikte bulunuyor) Hıdıllez veya diğer adıyla Mettaa (Rum Kalenin yazlık kilisesinin bulunduğu yer) Kaya mezarlar boş olarak bulunmaktadır Hain define avcıları tahrip edip tarihi silmişlerdir.

Bu hikayeyi yaklaşık 1 saat süren tekne yolculuğumuz sırasında Mustafa Hoca'dan dinledik. Hıdıllez tam kafamızın üzerinde bize bakıyordu vardığımızda. Kıyıya ağır ağır yanaşıp karaya çıktık.


Kayaların içine oyulmuş galerilerin, pencerelerini fotoğrafta görebilirsiniz. Hedefimiz bu galerilere girmek ve oralarda yaşayan insanların hissettiklerini duyumsayabilmekdi. Sıcak iyicene bastırmıştı. Dik yamaçlara çıkarken 'Eşek Adımı' derler, S çizerek yavaş yavaş tırmanılır çok yorulmamak için. Eşek adımları ile yürüyüşe başladık. Bazı yerlerde otlar diz boyu olduğundan, Mustafa Hoca en önde giderek yine pat pat sopayla, yılan tehlikesine karşı yol açıyordu.

Kayaların dibine geldiğimizde, giriş kapısı yaklaşık olarak 5-6 m. yukarıda gözüküyordu. Sırtımı kayalara dönüp, önümde bir gerdanlık gibi uzanan Fırat'ı izledim bir süre. Sağ tarafımda ilerilerde bir yerlerde Halfeti, sol tarafımda yine sular altında kalmış bir başka köy, 'Savaşan' vardı.



Merdivenden önce Hoca çıktı. O daracık delikten geçip, ip ile yüklerimizi yukarı aldı, arkasından bizde çıktık ve galerilerin içinde ilerlemeye başladık. Dar ve karanlık birkaç geçitten geçip, üst galerilere açılan bir tünele geldik. Dik olarak yukarıya açılan bu kaygan zeminde sadece, el ve ayakları koymak için minik delikler vardı. Kaya tırmanışı yapar gibi buradan yukarıya çıktık. Yinede emniyet için sürekli ip kullanıyorduk. Hoca, bize prenses ve kız arkadaşlarının yaşadığı yerleri gezdirdi. Burası gerçekten yukarıdaki hikaye de anlatıldığı gibi, ele geçirilmesi çok zor bir yerdi.

Daracık tünellerden geri geri gelerek yeniden bizi bekleyen Tekneci İbrahim Halil'in yanına indik. Beklerken topladığı 'Kekik'ler çok güzel bir süpriz oldu.

Bu arada farkına varmamıştık ama, içme suyumuz neredeyse bitmişti, saat 16'ya geliyordu; Rum Kale'ye doğru devam ettik...

Rum Kale.

Antik dönemdeki adı Hromgla olan Rumkale M.Ö. IX. yüzyılın ortalarında Asur, Med, Pers, Roma ve Arapların hakimiyetinde kaldı. Hz. Isa'nın havarilerinden Johannes'in Roma döneminde Rumkale'yi merkez yaparak Hristiyanlığı bölgede yaymaya çalıştığına, inanılıyor. Johannes'in Rumkale'deki kayadan oyma bir odada Incil müsvettelerini sakladığı, daha sonra da bunları Beyrut'a kaçırdığı rivayet ediliyor. Altınyazmalı İncillerden bir tanesi Amerika'da bir müzede sergileniyor. Johannes'in mezarının kalede olduğuna inanılması da Rumkale'yi Hristiyanların gözünde kutsal bir konuma sokuyor.

Rumkale, Haçlı seferleri sırasında Haçlıların 1098 yılında kurduğu, merkezi Şanlıurfa'da bululan Urfa Haçlı Kontluğu'nun başlıca kalelerinden birisi oldu. Daha sonra Memlük Sultanı Melik El Eşref 1292 yılında kaleyi ele geçirerek buraya Kalat El Müslim adını verdi. 1516 yılında Osmanlı egemenliğine giren kale Halep Eyaletinin Birecik Sancağına bağlı Kaza konumuna getirildi.

Türk-Islam sanatının özelliklerinin de görülebilecegi kalede, 8 burç bulunuyor. Büyük bir bölümü toprağa gömülü halde bulunan Rumkale'deki başlıca yapıtlar arasında bulunanlar:

AZİZ NERSES KILİSESİ: Kale içinde güneyde yer alan kilise 1173 yılında Aziz Nerses tarafından kendi adına yaptırılmıştır. .Dikdörtgen planlı, üç nefli ve üç apsisli bir kılisedir.

SU KUYUSU: 8 mt. Genişliğinde, 75 mt. derinliğindeki kuyuya döner merdiven şeklindeki basamaklarla inilmektedir. Kuyunun kale ile aynı tarihte oyularak yapıldığı varsayılmaktadır. Kuyu kalenin içinden, Firat nehri seviyesine kadar inmekte olup herhangi bir kuşatma anında kalenin su ihtiyacını süresiz olarak karşılayabilmekteydi.

Fırat kenarındaki sarp kayalıklar üzerinde yükselen Rumkale uzun yıllar çeşitli saldırılara karşı direnebilmeyi başarmıştı. Dört ana kapısı olan Rumkale'nin saldırılara göğüs geren mazgallarından büyük bir kısmı da bugüne ulaşmayı başarmıştır.

Yol boyunca yukarıda anlatılanlar ile Rum Kale'ye vardık. Önce azalan sularımızı tazelemek için, kıyıdaki pınara yanaştık. Burada Mustafa Hoca ve arkadaşım tekneden inerek pınara gittiler, ben Halil kaptanla kaldım ve yeniden Fırat'a açıldık. Daha bu yolculuğa karar verdiğimiz ilk anda yapmak istediğim şeyi, 'Fırat da yüzmek', bu hayalimi gerçekleştirme şansımı buldum. Kendimi buz gibi soğuk, yeşile çalan rengi ile Fırat'a bıraktım. Arkadaşlarımın su doldurduğu yere doğru kulaç attım. Pınarın Fırat'a karıştığı yer daha da soğuktu.

Bir güzel serinledikten sonra, Halil kaptanın yardımı ile tekneye çıktım. Karaya çıktık. Sularımız doluydu ve herkes serinlemişti. Rum Kale'ye yürüyüşe geçtik.


Resimde görülen mazgallara erişmek için kalenin çevresindeki sırttan doğru, hafif eğimli yoldan yürüyorduk. Kemerli kapılardan, yıllara meydan okuyan duvarlardan geçtik. Birçok tarihi değere göre çok daha az tahrip edilmiş bir dokusu vardı. Ama yine de 'hainlerin'in verdiği zararı görmemek mümkün değildi. Eskiden düşmanlara karşı içinde yaşayanları korumak için yapılmış bu muhteşem kalenin şimdi de bu zor ulaşımı sayesinde, kendini 'Define Avcıları'ndan koruması gerekiyor. O hainler belki birşeyler bulurum umudu ile duvarları kazmışlar, delmişlerdi. Hoca'nın dediğine göre bazı yerlerde dinamit bile kullanmışlar. Kale içinde ilk durağımız Nerses Kilisesi oldu.

Bu kilisenin de fotoğrafta gözükmeyen arka kısmı tahrip edilmişti. Çevremizde bizden başka, bir at ailesi dinleniyordu. Yeni doğan tay'ın sesi her tarafta yankılanıyordu. Kilisenin önünde Fırat'a paralel yürümeye devam ettik. Kral Mezarları denen bir yerden geçtik. Burada 2-3 metre derinlikte mezarlar kazılmış ve karıştırılmıştı. Mezarlığın çevresinde dolaşırken yaklaşık 1m. çaplı bir delik gördüm. Aşağıya attığım taşın sesine göre yaklaşık 8-10m derinlik vardı ve gelen sese göre aşağıda su yoktu. İnanilmaz çekici geldi oraya inmek ama elimizde oraya inecek yeterli ekipman olmadığından vazgeçmek zorundaydım. Aklım orada kaldı.

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Haşmetoğlu yıllık iznini kullandığından roman yazımına ara vermiştir. Dönüşünde kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...

http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_138.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.402 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


ŞAŞKINLIK

Serdar GökmenSığıntı gibi yaşadılar hayatı kuytu kuytu
korkularının gölgesinde hepsi yitti
yanımıza kâr bir geçmişimiz kaldı
gözlerimizdeki şaşkınlık bile bizi terketti

Hayat insan yanımızı katletti
eğilen başımız tanrı yanımıza ihanet etti
sevdamız yarı gül yarı dikendi
artık gözlerimizdeki şaşkınlık bile bizi terketti

Serdar Gökmen

<#><#><#><#><#><#><#>

BU TOPRAĞIN HÜNERİ

Ben mahpusa
      rakı şırınga edilmiş
      karpuz getiren Diyarbekirlinin yoldaşıyım
Sürüden ayrılan bir hamsinin peşinden
      o kayıkçının Karadenizi
      boydan boya geçişiyim
Eşeği sınırı aşan Vanlının
      mayın tarlasının ortasında
      ana avrat dümdüz gidişiyim
Bu toprağın
bu insanların
inancın yalanın
küfrün kavganın
Anadolunun akrabasıyım
hayat bu topraklarda beton bir tarla
ben onun et kemik sabanıyım

Serdar Gökmen

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


ERKEĞİN MAZBUTUNDAN ... OLUR

Adamcağız inanılmaz sırt ağrılarıyla doktorun önünde. Bu gittiği ikinci doktor.
- Doktor bey her iki küreğimde birden dayanılmaz bir ağrı var.

Doktor işinin ehli, önce hastanın anemnezini alır.
- İçki, sigara gibi alışkanlıklar?
- Tövbe,.. sümme haşa....
- Kumar, gece hayatı ve benzeri durumlar?
- Asla ve de katta....
- İş hayatındaki stresler?
- Hamdolsun pek bir sıkıntımız yoktur.
- Aile hayatı? Aile dışı kaçamaklar?
- Doktor bey, o ne biçim söz !!!

Doktor önceden çekilen EKG ve filmleri de inceler, herşey mükemmel.
- Beyfendi sanırım sizin kanatlarınız çıkıyor.
- Melek mi olacağım doktor bey ?
- Hayır efendim, kaz, kaz....


<#><#><#><#><#><#><#>



Meraklı turşucu!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.dusleratolyesi.org/da0330.html
... Bu program ile, Eğitim Gönüllülerinin, ülkemizin sosyo-ekonomik gelişimini tamamlayamamış bölgelerinde kurduğu Eğitim Parkları ve Öğrenim Birimleri'nde, sanat uygulamaları yapan gönüllülerin eğitimi, "Düşler Atölyesi" adıyla çağdaş bir sanat ortamının oluşturulması ve çocuklarımızın, akranı olan diğer bireyler ve ait oldukları toplumla bağlantı kurmaları sağlanacaktır...

http://real.freshgames.com/games/cubis/
Buyrun sizlere eğlencelik bir oyun daha. Yapmanız gereken her etapta benzer renkteki küplerden en az üç tanesini bir araya getirmek. Bir araya gelen küpler yok olup size puan kazandırıyor. Tamamen mouse kontrollü olarak oynanıyor.

http://www.flashberk.net/kola.html
Coca cola’nın yeni reklam filmini hepiniz görmüşsünüzdür. Hani Beyoğlu sokaklarında duyduğu gürültüleri gitar sesiyle birleştirip hayali bir orkestra eşliğinde müzik yapan bir genç vardır ve parça bittiğinde herkesin beğenisini kazanır. Olayın biraz kaba ve hatta magandasal bakış ile yorumlandığı farklı bir aninasyon sunuyorum sizlere. Sesini fazla açmamanızı tavsiye ediyorum.

http://www.geocities.com/metinbicakci/erkekler.htm
... Gelelim..Sadık eşlere,ideal babalara....Yine eğitim diyeceğim.Her olumsuzluğun başı eğitim eksikliği. Kültürlü,birbirine saygılı bir toplum, mutlu ve başarılı demektir. Buda yaşadığımız can sıkıcı olayları kökten tamamen ortadan kaldıracak,çözecek büyük etkenlerdir. Erkekler kadınlarına yol göstermeli,destek olmalı. Sadakatsizlik ve şiddet erkeklerin kadınlara yaşattığı en büyük acılar tabi.Çalışkan bir erkek, sevgi ve saygı dolu bir eş ve yol gösterici,güçlü bir baba olmalı...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


STGThumb v1.92 [1.1M] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=103290
Değişik bir thumbnail yaratıcısı. Seçtiğiniz dosyaları ve tüm klasörü ne var ne yok hepsinden küçük örnek resimler yaratıyor. İçinde bulunan filtrelerle değişik efektlerde yaratabiliyorsunuz. İlgilisi bu programın ne işe yarayabileceğini anlamıştır. Siz de öğrenmek istiyorsanız yükleyin deneyin.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030716.asp
ISSN: 1303-8923
16 Temmuz 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com