KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 335

 2 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Mırıldanmakla kalmayın!..


Merhabalar,

Aramıza yeni yazar arkadaşlarımız katıldıkça eski tadlarda bir rehavet bir boşvermişlik bir bekleyelim görelim havası hakim olmaya başladı. Dayanamadım sarıldım kaleme hepsine ortak bir mesaj atıp sitemimi dile getirdim dün. Şu saat oldu 3 tane cevap geldi. İkisi ben ettim sen etme, valla billa yazıcam derken üçüncüsünden değişik bir yanıt geldi. Özetle "Yabancılaştım" demiş sevgili dostumuz. Tek tek yumurtlayarakta olsa hergün aramıza katılan yeni kahveciler yüzünden kendini yabancı hissettiğini, bununda ilham perilerini tembelleştirdiğini söylemiş. Evet başlangıçta sen, ben, onlar ve birde Sarıyer'den Hale ve Jale iken bugün ben beğenmesem de 3.600'ü bulduk. Değer yargıları, anlayışları, zevkleri, yaşam koşulları birbirinden apayrı ama molasını bizimle paylaşan, ortak bir paydada buluştuğumuz 3.600 kişi. Ve bunların büyük çoğunluğu o bizim sen ben onlar zamanından beri süregelen sıcak ve samimi ortamımızı sevip aramıza katılan dostlar. Demem o ki, eğer o eski tad yabancılaşıyorsa en başta onda bu hissi uyandıranları üzecektir, böyle biline.

Madalyonun diğer tarafında ise okuyarak katkıda bulunan dostların çekingenliği var. Ya sürüp giden bir yayına çomak sokmak istemediklerinden ya da yoruma değer bulmadıklarından düşüncelerini ifade etmekte oldukça pinti davranıyorlar. Yayınlanan yazılara yapılan yorumları okuduğunuzda hep aynı insanları görüyorsunuz. Oysa eminim pekçoğunuz 4-5 yazıdan birini bile okusanız yüreğinizden gelen birkaç kelimeyi içinizden mırıldanıyorsunuz. Lütfen bu görüşlerinizi kendinize saklamayın. Yazı yazarak bir adım öne çıkma cesaretini gösteren arkadaşlarımıza tek kelime yada sadece bir gülücük ile bile de olsa tepki vermekten geri kalmayın. Siz de adımınızı böyle atın. Yoksa bir zaman sonra eskiyen tadları birer birer kaybetmek zorunda kalabiliriz. Bunu hiçbirimiz istemeyiz sanırım.

Biliyorum birçoğunuz internete ancak mail için bağlanabiliyorsunuz. Ve doğal olarak siteye girip yorum yazmak zor oluyor farkındayım. Ama her yazar dostumuzun yazısının altında birer email adresi var, hiç olmazsa onlara ufacık bir mesaj yollayabilirsiniz. Unutmayın yazı yazmak, onu paylaşmak başlı başına bir cesaret işi. Bu cesareti ödüllendirmekte bizim görevimiz. Olumsuz bir tepki bile yazarı okunduğuna ikna etmesi açısından önemli hiç aklınızdan çıkarmayın. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz Cuma yazdığım yazı ile ilgili olarak sert bir tepki, akabinde bugüne kadar şahit olmadığım bir protesto ile karşılaştım. 5 yeni abone olmuş arkadaşımız toplu halde istifalarını verip Kahve Molası'ndan ayrıldılar. Düzeyli bir tartışma ortamının yaşanması, ardından gelen son derece demokratik bu protesto beni için için mutlu etti dersem yalan söylememiş olurum. Yazıyor olmak güzel ama okunduğunu bilmek, yazdıklarına olumlu yada olumsuz değer verildiğini görmek çok daha güzel. Bir imece ile kotarılan Kahve Molası'nın siz değerli okurları da karınca kararınca bu imeceye böyle katkıda bulunmaktan geri kalmayın. Kalmayın ki, eski tadlar gücenmesin, kendilerini aramızda yabancı hissetmesin, yeni tadlar cesaretlesin ve güzel birliktelik böylece sürüp gitsin.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


YİĞİDİM ASLANIM SIKIYA GELİNCE KAÇAR

İşte yine iyilik yapma günümdeyim! Bugün biraz erkekleri silkeleyeceğim. Bu vesileyle onlar da delikanlılık durumlarını yeniden gözden geçirsinler. Gerekirse mertlik ayarlarıyla oynasınlar!

Eh, hep hatun milletine sille atacak değilim ya! Bu defa kalemimin sivri köşesini erkek güruhuna doğrulttum. Zira bu sayıdaki sihirli değnekle bünyelere mesaj ve izan verme dersimizin konusu, erkek tayfasının aşk meşk işlerindeki riyakarlığı ve korkaklığı.

Şimdi: hatunlar keyif kahvesini hazır etsin, ayaklarını şööööyle uzatsın ve rahat bir soluk alsınlar. (Hatunlarla çok sık ittifak halinde olmuyorum malum; bunun keyfini sürsünler.)

Ve Anadolu'nun yiğit erkekleri! Siz de yavaş yavaş gard'ınızı uzanma mesafesinde bir yerlerde hazır edip; derin bir nefes alın. Yazı bittiğinde, "insan bi ikaz eder, dumur komasına girdim" felan demeyesiniz sonra bana. (Yaaaa, var mı öyle hep ittifak, hep ittifak. Alıştınız tabi, şımardınız siz...)

Hazırsanız başlayalım!

Efendim, sadece ikili ilişkilerde değil, yaşam içindeki duruşlarıyla da, erkek tarafının genellikle mantık yürüterek, hesap-kitap yaparak oksijen tükettikleri malumunuzdur. Duygusallığı zayıflık olarak görüp, her duyguyu ölçe biçe yaşarlar.

Böyle bir istatistik var mıdır bilmiyorum ama; tek başına hayatını devam ettiren kadınların sayısı, erkeklere oranla daha yüksektir gibi geliyor bana. Zira erkekler bulaşık, çamaşır, ütü, karın doyurma ve hatta seks ihtiyaçlarını karşılamakta beceriksiz olduklarından, birilerinin onları sürekli çekip çevirmesine muhtaçtırlar. O yüzden, belli bir yaşı geçtiklerinde, evlilik müessesesine dahil olma saplantısına girerler. Mantıksal denklemleri bunu buyurur çünkü.

Sakın "evlilik müessesesi kutsaldır, herkes evlenmelidir, aman yaşın geçmeden evlen" yutturmacaları da erkeklerin bu ihtiyaçlarını giderme telaşından çıkıyor olmasın? Malum erkeklere göre kendine ayar veren bir toplumuz.

Oysa bunun tam aksi empoze edilmiştir değil mi? Yani evde kalmak diye tabir edilen "sürdürülebilir evleneMEME" kabusu kadınlara mal olmuştur... Yanlış bir mal edilmedir bu.. Tamamen toplumsal dedikodu kurumunun, kadınlar arasında yaygın olması ve kadınlara yönelik olarak çalışması ile ilgilidir.

Bu arada evlilikten kaçtığını iddia eden 'özgür' erkeklerin hemen hepsi de, aslında yuları annelerinden bir türlü kurtaramamış olanlardır. Bunu da araya sıkıştırayım.

Sonuç olarak, erkek milleti evlenme konusunda çok hevesli ama eş seçme konusunda pek isabetsizdirler! (Bu ikincisi kendi söylemleri vallahi, benim değil). Peki neden? Çünkü aceleye getirirler.. Yaşları almış başını gitmiştir.. Bir an önce evlenmeli ve soylarını sürdürmelidirler.. Üstelik her zaman duyguları kısa devre yapar; mantık yürüterek eş seçerler. Sonra da bin kere ev bark döşeme vaadi verip, dokuzyüzdoksandokuz kere vazgeçerler (en bi mantık evliliği fırsatını yakalayıncaya kadar).

Evi barkı kurunca rahata ererler mi peki? Yoooo! Bu sefer de şikayete başlarlar. Zira, bunca mantıksal buyruğun yanı sıra, bir de evlenilecek kadın ile flört edilecek kadın (başka şeyler yapılacak kadın) ayrımları vardır. Bu yüzden de aşık oldukları kadınla dünya evine giremezler. Yemezler efendim, yemezler...

Aşk fedakarlık ister, yürek ister, gerektiğinde dünyaya karşı savaş ilan etmek için cesaret ister, mantığı bir kenara koymak ve tutkuların peşinden gidebilmek için delikanlı bir bünye ister. Gelin görün ki; delikanlılık ve cesaret konusunda mangalda kül bırakmayan er kişiler, iş duygusal ilişkilere gelince; kaçak oynarlar. Sorumluluk almaktan tırsarlar.

* * *

Hani hep hatunlara diyorum ya "ne istediklerini bilmiyorlar, iki dakika delikanlı olamıyorlar, net ve sabit değiller" felan diye. Erkekler de az değil aslında. En az hemcinslerim kadar, onlar da ne istedikleri konusunda net değiller.

Benim bildiğim kadarıyla, kadın-erkek ilişkileri üstüne yapılan genel saptama şuydu:

Hatunlar diyordu ki, "erkekler bizi anlamıyor... biz romans istiyoruz.. şefkat istiyoruz.. sıklıkla sevilmek ama arada bir de 'höyyt, seni başkasına yar etmem' desinler istiyoruz.. fiziksel temasın 'saç okşama'dan öteye geçmemesi için nazlanmak, gizemin Allah'ını yapıp gene de anlaşılmak istiyoruz.. Kısaca, hiç durmadan trip yapmak ama illa ki sevilmek istiyoruz..."

Ve erkekler cevap hakkını şöyle kullanıyordu: "Hem anlaşılMAMAk için türlü numaralar çekiyor, hem de anlaşılmayınca 'dırdır' ediyorsunuz.. şefkatin alasını yapınca 'layt erkek'; 'höyt'ün dozunu kaçırınca 'maço' diyorsunuz.. mevzu sıvı transferine gelince sadece saçınızı okşatıyor, nazınızla delikanlıyı bozuyorsunuz.. Usandık ulen triplerinizden!"

Şimdi hal böyleyken, dişinin biri çıkıp da ne trip, ne de gizem yapsa.. İstediği neyse direk söylese.. Partnerinin kimliğine saygı duysa, özgürlüklerini kısıtlamasa.. Ama aynı şeyleri o da partnerinden beklese... İlişki içinde beklentiye girmeyip sadece ilişkinin keyfini sürse.. Kıskançlık krizlerinden arınıp, güveni sarsıldığında caz yapmadan, kendiliğinden sepeti koluna takıp gitse.. Adam ayrılmak istediğindeyse 'Eyvallah' deyip kavgaya gürültüye meydan vermeden mekandan sıvışsa... İlgi, alaka, şefkat, maddi destek vs. gibi erkeği canından bezdirici taleplerde bulunmasa.. Hatta doğum günü, sevgililer günü, yılbaşı, kıl, yün gibi günlerde sevgilisine dırdır etmemek için hediyesini bile kendi gidip alsa... Ne olur dersiniz?

Şöyle olur: (şekil üzerinde izah ediyorum, dikkat et bak) Önce "işte erkeklerin yüzyıllardır arayıp da bulamadığı hatun.. demek ki isteyince siz de delikanlı olabiliyormuşsunuz" diye gaza getirilir. Sonradan da "Ulen sen ne biçim hatunsun, arada bi kırıt, dırdır et, kıskançlık krizine gir" felana dönüşür işler.

Yahu hani siz kıskançlıktan, mızmızlıktan, dırdırdan usanmıştınız? Hani aptal ve özgüvensiz kadınlardan hazzetmiyordunuz? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

Dedim ya, lafa gelince kadının zeki, olgun, güçlü, kendiyle barışık ve az konuşanını severler ama iş fiiliyata dökülünce mesele değişir. Adamı iki gün aramazsan: "Aloo nerdesin? İnsan bi merak eder, kıskanır" diye sitem eder; zırt pırt arayınca da "Sen benim bekçi köpeğim misin? Ne arıyorsun dakikada bir!" derler. Dırdır yapınca mızmız hatun, yapmayınca da "Bu ne biçim hatun, bu işte bi yanlışlık var" olursun.

Kadın aptal olunca dalga geçer, aşağılarlar. Zeki olunca da iktidar ve inisiyatif elden gidiyor diye panik olup, anında aptal bir dişi kucağa doğru yol alırlar. (Yürrüüüüü)

Tüm bu ikircikliğin sebebi her neyse artık, yıllardır yaka silktikleri prototipinden saptığınız anda, duyguları kısa devre yapar ve felekleri şaşar. Aşktan anında topuklayıp, 'evlenilecek kadın'larına sığınırlar.

Ulan sizin en harbi delikanlınız bile sıkıya gelince ya annesine döner ya da kendisini bekleyen -ailenin bulduğu- nişanlıya... Sonra da evlilik aşkı öldürüyor, diye geze geze eşlerinizi aldatırsınız.

Var mı aksini iddia edebilecek delikanlı bir yiğit?

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Yelda Özsunar


ÇİVİ

Bir gün bir madenci, dağı delip demir cevheri gün ışığına kavuşturdu. Dağın en çorak yüzünde, güneşin kızdığı ve demir cevheri cilaladığı bir yerde, kuru bir ot alev aldı. Otlar çalıları, çalılar kütükleri tutuşturdu. Ortaya güneşin rakibi alev çıktı. Alev ile güneşin güreşine demir cevher dayanamadı. Yudum yudum erimeye başladı. İncecik olup aktı, sevgilisi suya kavuştu. Su cevheri inceltti, sakinleştirdi, yumuşacık bir demir parçasına dönüştürdü. Ne yazık ki bu güzellik uzun sürmedi. Güneşin ve alevin savaşı suya doğru büyüdü, su binbir parçaya bölünüp yeryüzünden uzaklaştı. Savaş bitti. Ama demir parçası artık yapayalnızdı. Sertleşip keskinleşti. Dağdan aşağı yuvarlanıp bir köyün kıyısında durdu. Bir dağcı onu bulup köylüye, köylü demirciye ulaştırdı. Demirci demiri görür görmez onun sıkı ve yiğit bir çiviye dönüşeceğini anladı. Hayalini gerçeğe dönüştürdü. Demir parçası ışıldayan çivilere dönüşmüştü. Demirci, çivileri bir ustaya satıp parasıyla kendine bir çift ayakkabı ! aldı. Kendi yoluna yürüdü.

Ustanın eline geçen çivilerle neler yapılabilirdi neler... Ne evler, ne kutular, ne dolaplar...En sonunda kararını verdi. En iyisi bir ev yapmaktı. En büyük ideali buydu. Hayalini gerçeğe dönüştürdü. Çivi yıllarca bir pencerenin pervazını sıkı sıkı tuttu. Evin içindekiler mutlu olsunlar diye. Eskidi, kirlendi, eğrildi, paslandı. Bu sefer de güneş ve rüzgarın, bulutların savaşı onu rahat bırakmıyordu. Dayanamayıp pes etti. Tahtalar ayrıldı birbirinden. Attılar onu sokağa.

Aradan aylar, yıllar geçti. Çividen uzun süre haber alınamadı.

Bir gün bir Hongkong lu doktor, 90 yaşındaki bir hastasının akciğer filmini çekti. Aaa, bir çivi yaşlı adamın akciğerlerinde duruyordu! Cerrahlar bu tehlikeli varlığı hemen çıkarmaya karar verdiler. Ne var ki bir gün sonra çekilen filmde hiç bir şey bulunamadı. Bütün vücüdunu arayıp taradılar ama çividen eser yoktu. Ne olduğunu anlamaları gerekiyordu. Yaşlı Çinli ye sordular. Yaşlı Çinli çiviyi yuttuğunu, sonra da öksürüp çıkardığını söylüyordu. Ama pek inandırıcı değildi. Çünkü herkeze farklı hikayeler anlatıyordu ve üstelik bunamıştı.

Gerçekleri tek bir kişiye anlatmıştı. Ama o şimdilik susmayı tercih ediyordu. Bir sonraki hikayeye kadar...

Yelda Özsunar

Yukarı

 İmgelem Kuşu : Ayfer Candanoğlu


TESBİH BÖCEĞi

Uyanmıştı. Gözlerini açmakta zorlandı. Kilitlenip kalmış gibiydiler. Açtığında ilk gördüğü şey duvardaki saat oldu; yediyi gösteriyordu. Umursamadı.

Ağzı zehir gibiydi. Bedeninde duyumsadığı tek şey bu kupkuru acılıktı. Kalkıp su içmeyi geçirdi bir an aklından. Kalkabilir miydi acaba? Bir süre denemedi bile. Sonra ayak parmaklarını oynattı ve varlıklarını duyumsadı. Yavaş yavaş bacaklarını kıpırdattı, bükülü dizlerini doğrulttu. Ardından, ellerini ağır ağır birkaç kez yumruk yapıp açtı. İnanmazcasına baktı işleyen organlarına. Ama yine de kalkmadı yataktan. Su içmek için lavaboya gitmek fikri bile yordu onu. Dün kadar uzaktaydı sanki çeşme.

Penceredeki çizgili orlon perdelerin ardından süzülen gün ışığına baktı. Bu perdeleri çocukluğundan anımsıyordu. Evlerinde de vardı. Yeni moda olduğu zamanlar, pek çok kişiden önce alabilmenin gururu ile konuk geldiğinde bir bahaneyle perde konusunu açardı annesi. Hayat pahalılığından dem vurup "Şu perdeler bile 200 liraya mal oldu vallaha" dediğini anımsıyordu annesinin.

Annesi gözlerinin önünde canlanıverdi. Çok hırslı ve güzel bir kadındı Nurten hanım. Modaya uygun olarak topladığı uzun kestane rengi saçları, içerisinde renk renk benekçikler olan yeşil gözleri, iki çocuk doğurmuş olmasına rağmen genç kızlığındaki biçimini koruyan bedeni ile dikkat çekiciydi. Kıyafetlerine de çok özen gösterirdi. O zamanlar hazır giyim çok yaygın değildi ve pahalıydı. Eline geçen kısıtlı para ile modayı izleyebilmek için, kursa gidip, dikiş dikmeyi öğrenmişti Nurten hanım. Mutfak parasından artırıp biriktirdikleriyle, sık sık kumaşçıları dolaşıp, ucuza denk getirdiği parçaları alır, Burda dergilerinde görüp beğendiği modelleri diker, kendisine yakıştırmayı da iyi bilirdi. Ağabeyinin küçülmüş kıyafetlerini de Rıfat'a uygun hale getirirdi. Zamanla bu işte ustalaştıkça, komşulara da dikiş dikmeye başlamıştı. Önceleri onun giysiye düşkünlüğünden yakınan, annesi ne kadar ucuza mal etmeye çalışsa da, kumaşlara çok para harcıyor diye söylenen babası da bu yeni gelir kaynağından memnun olmuştu.

Annesini anımsayınca yüreğini bir el sıkmaya başladı Rıfat'ın. Öksürükler sökün etti sonra ve mide bulantısı ekleniverdi hemen ardından. Çocukluk günlerini düşündüğünde hep o garip sıkışmayı hissediyordu. Küçükken de ağladığı ya da ağlamak isteyip de ağlayamadığı zamanlar aynı şey olurdu. Boğulurcasına öksürürür, sonra kusma ile sonuçlanan öğürtüler başlardı.

Düşüncelerini çocukluğundan ve annesinden uzaklaştırmaya çalıştı. Perdeden süzülen ışığa baktı tekrar; sabahın yedisi mi, akşam üstü mü olduğunu ayrımsayamadı. Gözleri yeniden saate takıldı. Uyanalı biraz zaman geçtiği halde, saat hala tam yediydi. Kimbilir ne zaman durmuştu. Şu anda günün başka bir saati de olabilirdi. "Alışkanlıklar işte" diye düşündü. "Zamanın tutsağı olmak nasıl da içimize işlemiş. Ne önemi var ki yedi, ya da beş, ya da on iki olmasının benim için."

Elini, yorgun bir tavırla uzattı komodinin üzerindeki sigara paketine. Boş paketi avucunda buruşturarak bıraktı aynı yere. Kültablası ağzına kadar doluydu. Komodinin önünde yere düşmüş bir sigara olduğunu gördü. Almak için uzandığında gözleri odanın tüm tabanını kaplayan halıya takıldı. Her tarafı leke içinde , rengi neredeyse belirsizleşmiş boz bir şeydi halı. Her lekenin oluşumu için bir öykü uydurmaya başladı. Ne uydurursa uydursun öykülerden geriye kalan halıdaki bir "leke"ydi işte. Kendisinden sonra bu odayı kullanacak kişilere, ondan kalacak olan da ancak bir leke olurdu herhalde. Belki o, bir leke bile bırakamazdı.

Odayı incelemeye koyuldu. Duvarda, yağlıboya kötü bir resim vardı. İnsansız resimdeki dağ, dere, ağaç üçlemesi hiçbir canlılık duygusu uyandırmıyordu. Çerçevesindeki abartılı oymalar eskimiş, koyu kahverengiliğin içinden kaba tahta görüntüler ortaya çıkmıştı artık. Çerçevenin köşelerinde küçük ayrıklar oluşmuştu. Yeşil badanalı duvarlar yer yer rutubetten kabarmış, yağmur yağdığında aktığı belli olan tavanın köşesinden, halının üzerine kireç parçaları dökülmüştü. Eski moda formika komodinin kenarları kalkmış, sunta ortaya çıkmaya başlamıştı. Aynı formikadan yapılmış, sırları yer yer bozulmuş aynasıyla, köşede duran küçük tuvalet masası ve önündeki boyaları atmış kahverengi iskemle, dekoru tamamlıyordu. Çok yaşlı ve yorgun bir odaydı burası. Özenilmeden geçirilmiş bir ömrün, son demlerini yaşıyordu her şey bu odada. Ne kadar uzun sürmüş ve sürecek olursa olsun sonuna gelmişti işte. Kimbilir ne zaman başlamış bir son... "Bu odaya ne kadar da yakıştım" diye düşündü. Kaç saat önce geldiğini, ne zamandır bu yatakta olduğunu bilmiyordu. Otobüsten indikten sonra, karşısına ilk çıkan otel burasıydı. Odaya girer girmez perdeleri kapatmış, kendini yatağa atmıştı. Üst üste bir sürü sigara içerek uyku ile uyanıklık arasında, düş mü gerçek mi olduğunu bilemediği şeyler duyumsamış, odadaki nesneleri farketmemişti bile. Sonra da derin bir uyku teslim almıştı onu. Kaç saattir burada olursa olsun aslında ilk kez şimdi görüyordu her şeyi. Ama hiç birisi yabancı gelmemişti ona. Tüm yaşamını burada geçirmiş gibiydi. Belki binlerce insan bu otel odasından gelmiş geçmiş, ama o, hep burada, tavandan dökülen kireç parçasına, eski halının neredeyse kalmamış olan tüycüklerinin arasına, resim çerçevesinin ayrılmış köşesindeki ince boşluğa, kimbilir hangi günün hangi yedisinde durmuş olan saatin üstündeki toza sinmiş, orada yaşamıştı sanki..

Yerden aldığı sigarayı yakıp, derin bir nefes çekti. Ciğerlerine doldurduğu dumanı acelesizce üfledi. Ağzındaki kuruluk ve acılık öylesine yoğunlaşmıştı ki, sigaranın tadını alamadı. Su içmeyi düşündü yeniden. Her kıpırtısında gıcırdayan yataktan kalktı, komodinin üzerinde duran bardağı alıp, banyodaki çeşmeden doldurdu. Sonra bardakla içmekten vazgeçip ağzını musluğa dayadı.

Okuduğu ilkokulun bahçesindeki çeşmeyi anımsadı bir an. Hep en son su içen çocuk olurdu o. Bütün çocuklar itiş kakış öne geçmeye çalışırken bir türlü sokulamazdı çeşmeye. Bazen de sıra ona gelmeden teneffüsün bittiğini bildiren zil çalıverirdi. Kimi çocuklarsa Rıfat'ın tam tersine çok yırtıcıydı. O birinci sınıfa başladığında aynı okulda beşinci sınıfta olan abisi gibi. Hayri ve sıra arkadaşı Sevda, zil çaldığında sınıftan ilk fırlayanlar olur, kantinde de, çeşme başında da ilk sıraları kimseye kaptırmazlardı. Cadı Sevda. Ne çok itip kakardı Rıfat'ı. Bir keresinde, okulun çıkış kapısının önündeki merdivenlerden yuvarlanmasına neden olmuştu. Yerler çok çamurluydu. Hem üstü başı berbat olmuş, hem de burnu kanamıştı Rıfat'ın. Ağlaya ağlaya eve gitmişti. Annesi olanları öğrenince çok sinirlenmiş, önce ona bağırıp çağırmış, sonra öfkeyle okula gitmişti şikayette bulunmak için. Belma öğretmen zor yatıştırmıştı kızgınlığını. Sakinleştikten sonra ise neredeyse Sevda'yı şikayet için geldiğini unutmuş Rıfat'ın pısırıklığından dert yanmaya başlamıştı. Ve öğretmeni de annesinin sözlerini desteklercesine konuşmuş, aynı şeylerden yakınmıştı. Çok incinmişti Rıfat. Hayattaki tek dostunu yitirmişti adeta. Demek adeta taptığı öğretmeni de onu beğenmiyor, sevmiyordu. Oysa gözüne girebilmek, sevgisini kazanabilmek için ne kadar gayret etmişti Rıfat. Sürekli ders çalışmış, 'konuşanlara' kızıyor diye sessizleştikçe sessizleşmişti.

Daha önce çalıştığı büyük kentte işe gitmek için beklediği duraktan otobüse binişi de, tıpkı çeşme başındaki gibiydi. Tıklım tıklım olurdu durak sabahları. Otobüs zaten önceki duraklarda dolmuş olur, zorla açılan kapılardan inen birkaç kişinin yerine binebilmek için onlarca kişi hücum ederdi. "İlerleyelim beyler, boşlukları dolduralım, sağlı sollu yanaşalım! " diye bağırırdı şoför. Bedenler rahatsızlıkla birbirine daha da yaklaşır, birkaç kişi biner, inatla kapıya asılıp önlerindeki insanları iterek içeri girmeye çalışanlar yüzünden otobüsün ön kapısı bir türlü kapanamazdı. Sonunda nasıl olduğuna akıl erdirilemez bir biçimde iki üç kişi daha binerdi otobüse. Onunla aynı sokakta oturan, dairede de aynı odada çalıştıkları iş arkadaşı, durakta rastlaşırlarsa otobüs gelince "Hadi yahu! Pısırıklık etme de binelim şuna" diye çekiştirirdi Rıfat'ı. Ama o, asla duraktaki itiş kakış içine giremezdi. Ancak ara duraklardaki yolcuları toplamak için boş otobüs gelirse binebiliyor, ya da ancak işe ve okula gidenlerin yoğunlaştığı saat geçince gidebiliyordu. Sürekli geç kaldığı için uyarılmaya başlayınca, daha erken kalkıp, yağmur, çamur, sıcak, soğuk demeden, evi ile iş yeri arasındaki beş kilometrelik yolu yürüyerek aşmakta bulmuştu çareyi.

Çocukken, mahallede oynanan tüm oyunların en önemli kişisi, elebaşısı her zaman, her şeyde abisiydi. Ona kızan, kıskanan ya da dövdüğü çocuklar, kendisine güç yetiremeyeceklerini bildikleri için, bir punduna getirip Rıfat'ı itip kakarlardı. Toz toprak içinde, yaralı bereli eve dönünce dayak yediğini anlardı annesi. "Senin elin armut mu topluyor? Sen niye vurmuyorsun? Hep dayak yiyorsun pısırık!" diye sinirlenir; bazen, bir tokat da o atardı. "Niye böyle oldu bu çocuk? Anlamıyorum" diye başlayan söylenmeleri dakikalarca uzar giderdi.

Oturma odasında, uzun kıvrık püsküllü, kabartmalı kırmızı kadife örtüsü olan bir masa vardı. Örtü, masanın kenarlarından üçgenler oluşturacak şekilde sarkıtılmıştı. Rıfat annesinin bu söylenmeleri sırasında masanın altına giriverirdi. Masanın altına girişi giderek bir alışkanlık haline dönüşmüştü. Ev ortamında canını sıkan, onu üzen her hangi bir şey olunca, hemen masanın altına kaçardı. Bir sığınaktı orası Rıfat için. Orada, dünyada kapladığı alanı en aza indirmeye çalışarak büzülür, garip hayaller kurar, sonunda da uyuya kalırdı. Abisi dürtükleyerek "Kalk haydi tesbih böceği! Yemek yiyeceğiz. Annem çağırıyor." diyene kadar da uyanmazdı çok zaman. Okuma yazma öğrendikten sonra, masa altı yaşantısına kitaplardaki düşler de eklenmişti. Giderek artmıştı orada geçirdiği saatler.

Kana kana su içtikten sonra yüzünü yıkadı. Ağzının acılığı hala geçmemişti. Aynaya baktı. Yeni bir kentteydi ama, karşısındaki traşsız yüzde, kanlanmış, çukura kaçmış gözlerde hiçbir yeni titreşim yoktu. Aynada gördüğü bu çökkün ve solgun yüzün, yaşamının herhangi bir döneminde farklı olduğunu hiç hatırlamıyordu. Çocukluğunu, ilk gençlik dönemlerini düşündüğü zaman gözünün önünde canlanan yüz bile şimdikinden farklı değildi sanki. Bakışları hiç 'çocuk' olmamıştı galiba. Gözlerini bunca ışıltısız kılan, yüreğini neşeden, coşkudan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu, bu yaşlanmanın nasıl ve ne zaman başladığını hiç bilememişti. Gözlerindeki mağara derinliğine daldı gitti bir süre. Karanlık, nemli, ürkütücü bir mağara... Odaya döndü. Yatak, kırmızı kadife örtülü masa çekiciliğindeydi.

Elleri titremeye, hafif hafif terlemeye başlamıştı. Sandalyeye ardıverdiği ceketinin cebindeki "Tabii Kanyak" şişesini çıkarıp birkaç yudum içti. Yatağa girdi, yüzünü duvara dönüp büzüldü. Üniversitedeyken kaldığı yurdun yatağında hissetti bir an kendini. Rastlantısal olarak yerleştirilmiş dört genç, aynı odayı paylaşıyorlardı. Daha doğrusu üç genç ve bir "Tesbih böceği". Yüzünü duvara döner, dizlerini karnına çekip, ellerini göğsünde kavuşturarak uyurdu o zaman da.

Titremesi tam olarak geçmemişti. Uzanıp şişeyi aldı, kalan birkaç yudumu da içip bitirdi kanyağı. Yeniden "duvarına" döndü. Bu kentin yerlisi olup, üniversiteyi beraber okudukları mavi gözlü kızı anımsadı. Bazen yürek tutuşturan bir kızıla çalardı onun bakışları, bazen dupduru serin sular gibi, bazen yemyeşil çayırlar gibi olurdu. "Onun çorak yüreğini bu bakışlar sular belki" diye hayaller kurmuştu bir zamanlar. Ama hiç sulanmadı toprakları, çayırlar bitmedi. Rıfat sanki şeffaftı, mavi gözlü kız onu hiç görmedi. On yıl geçmişti aradan. "Belki buraya, memleketine dönmüştür" diye düşündü ve karşılaşmamayı diledi.

"Abii! Abii! Orada mısın?" Kapıya vurulan taktaklara karışan seslenişleri duydu. Ağzını kıpırdattı, sesini yokladı. Çıkıp çıkmayacağını bilmiyordu. "Ne istiyorsunuz?" diye sorabildi sonunda ısrarlı seslenişler karşısında. Kendi sesini yabancıladı. "Merak ettik be abi. Geleli hiç odadan çıkmadın, hasta filan mısın diye soralım dedik de..." dedi kapının dışındaki ses. "Bir şeyim yok, uyuyordum" dedi Rıfat. Odada bir leke bile bırakamayacak birini niye merak ediyorlardı ki. Saati sordu sonra. Yirmidört saat filan olmuştu odaya gireli demek ki. "Bir şey lazım mı?" diyen görevliye, bir isteği olmadığını söyledi, içinden de "Bir an önce gitmen dışında" diyerek. Sonunda seslenişin sahibi, arkasında, yere sürünen ayak seslerini bırakarak uzaklaştı.

Yattığı yerde döndü, "Yere başka sigara düşmüş olabilir mi?" diye bakındı. Yoktu. İsteksizce kalktı yataktan. Gömleğiyle, pantolonuyla öylece yatıverdiği için buruş buruştu üstü başı. Valizini açmaya yeltendi, sonra vazgeçti üstünü değiştirmekten.

Odadan çıktığında kendisini karşılayan koridorlarda da, merdivenlerde de yalnızca kendi ayak sesleri eşlik etti ona. Lobide orta yaşlı bir adam ve yaşlı bir köylü kadın dışında hiç kimse yoktu. Otel bomboş gibiydi. Resepsiyondaki adam konuşmaya başladı hemen: "Abi meraklandırdın bizi yahu! Demin oğlanı yolladım artık bak gel diye. Benzetmek gibi olmasın ama, geçen sene bir müşteriyi içeride ölü bulduk. Adamdan uzun süre ses soluk çıkmayınca farkettik. Ondan beri iyice evham eder oldum vallaha. Çok yorgundun herhalde. İyi de; karnın da mı acıkmadı abicim?" Rıfat'ın yanıtsızlığına dikkat bile etmeden hızlı hızlı konuşarak, bir şeyler anlatıp duruyordu adam. Rıfat sonunda "Siz beni merak etmeyin, çok uykusuzdum" dedi. Yakınlarda bir tekel bayii olup olmadığını sordu. "Oğlanı gönderip aldıralım ne lazımsa..." diye atıldı adam. "Yok, yok. Ben alırım, hem dolaşmış olurum biraz" diye itiraz etti Rıfat. Tarifi dinledikten sonra, adamın konuşmayı uzatma çabalarına ve sorularına rağmen hızla dışarı çıktı. İstediği kadar büzülüp yatmasına yabancılar bile karışıyordu. Yemek vakti gelince masanın altından çıkması için dürtükleyen abisi ve onu yollayan annesi gibiydiler.

Akşamüstü olmuştu. Tekel bayiine gittiği yol üzerinde, çalışacağı il müdürlüğünü gördü. Masanın başına geçip evraklara gömülmesine daha birkaç gün vardı. İçkisini, sigarasını aldıktan sonra biraz dolaştı. Bu küçük, tozlu ortaanadolu kenti de tıpkı oteldeki odasına benziyordu.

Bir esnaf lokantasında çorba içti. Ağzının pası biraz silinir gibi oldu. Her küçük kentte gördüğünün aynısı olan şehir parkına rastladı lokantadan çıktıktan sonra. Oradaki 'aile çay bahçesi'nin ailesizlere ayrılan bölümünde, ağdalı bir arabesk müzik eşliğinde çayını içti. Daha önceki kentlerdekinin tıpkıbasımı olacağını bildiği 'yeni' yaşamı başlamıştı artık. Parktan çıkınca, gelirken geçtiği yolları hiç değiştirmeden, neredeyse aynı parke taşlarına basarak otele geri döndü. Otel Umut Palas, sıcak sulu, kaloriferli odalarıyla hizmetimizdeydi.

Sağına soluna bakmadan, otelcinin konuşmasına fırsat vermemek için hızla yürüyerek dosdoğru odasına çıktı. Girince hemen kapıyı kilitledi. Aldığı şarabı açtı, biraz içti. Sigarası elinde, yatağın kuytuluğuna sokuldu.

Otelcinin sözünü ettiği, geçen yıl ölen adamı düşündü. Belki de bu odada ölmüştü. Belki yaşlı biriydi, kalp krizi geçirmiş, ağrısı şiddetlenince seslenip yardım istemiş, ama bir duyan olmamıştı çağrısını. Belki, uykusunda ölmüştü. Belki o da bu kente yeni tayin olmuş genç bir memurdu. Belki köyünden kentteki hastaneye tedavi olmaya gelmiş bir hastaydı. Sabah olunca muayene kuyruğuna girecekti ama sabahı görememişti. 'Belki'ler uzayıp gidiyordu. Belki son demi çoktan başlamış, artık bundan sıkılmış, boş yere soluk alıp verme zorluğuna katlanmak istemeyen biriydi ve intihar etmişti. Belki o adamın öldüğü odada, kıvrık uzun püsküllü, kabartmalı kırmızı kadife örtüsü uçları üçgenler oluşturacak şekilde serilmiş bir masa vardı. Ve adam da o masanın altına girip, dünyada kapladığı alanı en aza indirecek şekilde büzülüp oturarak ölümü kucaklamıştı. Onu uyandırmaya çalışan otel görevlisinin dürtüklemelerini kaskatı bedeni ile karşılamıştı. Duvardaki, üzerinde "Umut Palas" yazan adi eşantiyon saat hala yediyi gösteriyordu. Otel odalarında duvar saati gördüğünü anımsamıyordu daha önce. Herhalde bir bayram ya da yılbaşı armağanı olarak yaptırılmış, odalara da birer tane asılmıştı. Belki sadece onun odasına asılmıştı. Annesi akşamüstü yedide doğduğunu söylemişti. Belki bu saat o zamandan beri duruyordu.

"Umut Palas" diye tekrarladı kendi kendine..

Yavaş yavaş doğruldu. Şarabından biraz daha içti. Eski tuvalet aynasının önündeki sandalyeyi çekip ortaya çıkan boşluğa sokuldu. Dizlerini büküp, kolları ile sardı ve abisinin gelip "Hadi, kalk artık tesbih böceği! Yemek yiyeceğiz, annem çağırıyor" diye kendisini dürtükleyeceği zamanı beklemeye başladı..

Ayfer Candanoğlu
ayferc@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Mektebişahane : Rana Aslanbay Aydın


EGE TURU - 5

Merhaba Sevgili Kahveci'ler,

Biliyorum, başlığı görünce "yine mi Ege, başka yer yok mu yahu" dediniz. Ama Ege öyle bir kaç sayfa yazmakla bitmiyor ki... Yarı Ege yarı Akdeniz sayılabilecek bir harika 9 gün daha geçirdikten sonra, önce biraz bencilliğe düştüğümü itiraf edeyim. Böylesi "el değmemiş" yerleri kimse bilmesin de yine "el değmemiş" olarak kalsın diye düşündüm bir ara ama sonra siz kahvecileri bundan mahrum etmeye gönlüm razı olmadı.

Bu kez rotamız Datça yöresi idi. Datça'ya 22 yıl önce gitmiş ve Marmaris-Datça yöresini çok sevmiştim. O zaman serde fena halde gençlik vardı ve ilgi alanlarım biraz daha değişikti ama o zaman da sakin yerleri severdim ve Marmaris'in mini ve ilkel pansiyonlarına bayılmıştım.

Bu kez İstanbul'dan çıkıp da, yine öyle sakin sessiz köşeler bulacağım diye umarken, akşam 21:30 civarında ulaştığımız Marmaris'e girdiğimizde gözlerim yerlerinden fırlayacak sandım. Amacımız geceyi Marmaris'te geçirip sabahında Datça'ya devam etmekti ama gördüklerimiz karşısında ne yapacağımızı bilemedik. Bağdat caddesi'ni ya da Beyoğlu'nu aratmayacak bir kalabalık ve ilave olarak istisnasız her binanın altındaki disco-barlardan gelen dım-çıs sesleri arasında bir süre dolaştıktan sonra, 22 yıl önce kaldığımız pansiyonun kalıntıları kullanılarak yapılmış olan müthiş disco-bara rastladık. Bütün disco-barların kapılarında "buyrun" diyen bir eleman sizi içeriye çekiştirmeye çalışıyor, tipinizden edindiği izlenime göre Türkçe, İngilizce, Fransızca vs konuşmaya çabalıyordu. Potansiyel müşterinin üzerine atlayıp sersem ederek içeri almak zihniyeti, sonuna kadar hakimdi Marmaris'te.

Daha sakindir düşüncesiyle İçmeler'e doğru yöneldik ama orada da durum çok farklı değildi. 13 saatlik bir yolculuktan sonra daha fazla aranacak gücümüz kalmamıştı ve nispeten sessiz olacağını umduğumuz bir otele bir geceliğine yerleştik. O sesler arasında ne kadar sağlıklı uyunabilirse biz de o kadar uyuduk ve gözümüzü açar açmaz da arabamıza atladığımız gibi Datça'ya doğru yola çıktık.

Hatırladığım Datça yolu çok virajlı ve çok dar bir yoldu ama 22 yıl az değil tabii, yol yenilenmiş, genişletilmiş. Virajlar hala var ama eskisi kadar kahredici değil. Bizi bekleyen arkadaşlarımızla buluşmak üzere Datça-Aktur'a ulaştık. Yıllar önce çok beğendiğim Aktur hala çok güzel ve temiz. Kaliteli inşaatın ne olduğunu gözle görmek isteyenlere tavsiye ederim. 25 yıl önce tamamlanmış Aktur hala ilk günkü kadar güzel ve bakımlı. Genellikle yazlık evlerin vazgeçilmez kokusu olan rutubet kokusundan ve görüntüsünden eser yok. 25 yıllık ahşaplar ilk günkü gibi pırıl pırıl. Ne bir eğilme, ne bir çürüme, sanki dün bitmiş gibi hepsi. Villa tipi olan binaların biraz fazla içiçe olduğu muhakkak ama insanlar o derece saygılı ki, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Gelin görün ki villa ya da daire fiyatları uçmuş gitmiş. Orada tek odalı bir yazlık alabildiğiniz fiyata İstanbul'da eli yüzü düzgün bir daireyi, hatta iki daireyi satın alabilirsiniz.


Aktur site içi görünüşü

Aktur'da buluştuğumuz arkadaşlarımızın ne kadar içten, ne kadar yakın ve ne kadar iyi insanlar olduğundan ve bizi kendi evimizde gibi hissettirmelerinden ve insanı mutlu eden-rahatlatan dostluklarından da söz etmeden geçemeyeceğim. Bir sergi hazırlığı içinde olmalarına rağmen, bize zaman ayırıp dostluklarını paylaştıkları için; teşekkürler Ayla, teşekkürler Rahmi.

Orada geçirdiğimiz iki gecelik müthiş misafirlikten sonra, Zodiac botumuzu yüklenip, ıssız koyları dolaşabileceğimiz bir yer aramaya başladık. Kızkumu, Selimiye derken Bozburun'a ulaştık. Bozburun sanki turizm dolayısıyla kurulmuş gibi görünen ama sakin sessiz bir yer. Minik bir meydancıkta banka ve bankamatik dışında herşeyi bulabiliyorsunuz. Dükkan ve pansiyonların da %90 ında kredi kartı geçmiyor. Sahil boyunca da pansiyonlar yer alıyor. Gidecek olursanız hazırlıklı olmanızı tavsiye ederim. Biz buna hazır olmadığımızdan bir gecemizi ziyan edip Marmaris'e gidip para çekmek zorunda kaldık.


Kız kumu (Orhaniye)

Uzaktan hoşumuza giden bir kaç pansiyonu dolaştıktan sonra Pembe Yunus adlı olanda karar kıldık. Şansımıza klimasız bir oda düştü ama geceleri hava bunaltıcı olmadığından pek rahatsız olmadık. Şirin bir yerdi ancak orada sadece bir kez akşam yemeği yedik, hem farklı yerler görmek, hem benim diyetime uyacak seçenekler bulabilmek için genellikle kaldığımız yerde yemek yemekten hoşlanmıyoruz ama o bir gece yediğimiz balık ve garnitürler çok lezzetli idi.


Pembe Yunus balkonundan

Pembe Yunus'un sahibi olan Fatma teyze ile muhabbet bir başka idi. Yaşlı, görmüş geçirmiş ifadesinin altında bir filozof yatıyordu sanki. Hemen her konuda çok hoş yorumları olan, cin gibi biri idi Fatma teyze. Pansiyonun işletmesi ile ilgilenen kızı Sabahat hanım ise 6-7 yıl önce mesleğini bırakmış ve Bozburun'a yerleşmiş bir manken. Çevreye oranla akşam yemekleri Pembe Yunus'ta oldukça pahalı ama bütün yerli-yabancı pansiyonerlerin aynı sofraya oturduğu mekanda da sohbet çok zevkli.

Pansiyona yerleşince eşyalarımızı bırakıp, botumuzu kaptığımız gibi kuracak bir yer aradık ve bir saatlik bir çalışma sonunda işler hale getirdik. İşte bundan sonrası kelimelerle anlatılır gibi değil aslında ama büyük bir gayret sarfedip bu güzellikleri size aktarmaya çalışacağım.

Ama yarını beklemeniz gerek, çünkü diğer arkadaşlarımıza da yer kalmalı, değil mi?

Rana Aslanbay Aydın
rana@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_153.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.601 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Manolya Ne Oluyordu ?

Beni anlamadın
Gözlerinden kavradığım

Seni anlamadım
Göğüne sığamadığım

Bana inanmadın
Gülüşünden tanıdım

Bir sihir vardı
Dediğim gibi,
Ve yarın gibiydi
Bugünün

Şu ana dek
Bilmeliydim

Her şey
Manolyalarla kaplı

Sen de anlamıyorsun
Gülümsemenden belli

Belli türden bir özgürlüğün var
Tutsak olamadığın

Yarın gibi bir bugün de
Geçmişe kanıtladığın .

Fergül Çırpan

<#><#><#><#><#><#><#>

Yaratı

Hadi gel,
Senden bir aşk yapalım

Hadi git,
Senden bir ayrılık tamamlayalım

Hadi dur,
Senden bir boşluk dolduralım

Hadi yok ol,
Seni var edelim .

Fergül Çırpan
fergul@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


YAĞMA YOK

Genç nişanlılar ertesi gün evleniyorlardı. Erkek:
"Sevgilim, sabrım tükendi. Ne olur odama gel. Nasıl olsa yarın evlenece?iz."
Kız öfkeyle yanıt verdi:
"Yağma yok öyle. Her seferinde böyle kandırdılar. Bir daha çürük tahtaya basmam."

<#><#><#><#><#><#><#>



Birde eşek hoşaftan ne anlar derler!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


ÇOCUK BAKIMI VE EV İŞLERİ İÇİN YATILI BAYAN ARANIYOR

Çalışan bir annenin 22 aylık oğluna bakacak ve ilkokul birinci sınıfa giden kızıyla ilgilenecek, çocuklarla arası iyi, becerikli, güvenilir, referans verebilecek yatılı bayan, ev Acıbadem'dedir.
Tel: 0533 256 59 21   E-Mail: hsenozkose@mynet.com

Dilerseniz Kahverengi Sayfalar üzerinden de ulaşabilirsiniz.

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://66.33.42.229/sofra/sofra_a.html
Acemiler için pratik yemek tarifleri. ...Bir yayvan tencereye yarım su bardağı ayçiçekyağı koyun. Yağ ısındıktan sonra küp şeklinde doğranmış soğanları ilave edip pembeleştikten sonra kıymayı ekleyin. Bir tahta kaşık yardımıyla kıymaları ezerek pişmesini sağlayın. Arkadan küp şeklinde doğranmış domatesi, salçayı ve ince doğranmış maydanozu ilave edin...

http://www.organel.com.tr/ma_ersoy_siirleri.htm
... Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar... O, rûkü olmasa, dünyada eğilmez başlar, Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın... Mehmet Akif Ersoy.

http://harry.kolayweb.com/335559785742.html
... Harry Potter devam filmi önümüzdeki Kasım'da beyaz perdede olacak. Harry Potter ve Sırlar Odası adlı devam filminin gösterim tarihi açıklandı.İk filmin üzerinden yaklaşık tam bir yıl sonra 15 Kasım 2002'de gösterime giricek. Şu anda Harry'nin Hogwatrs'daki ikinci yılıyla ilgili sahneler çekiliyor. Hollywood eleştirmenleri üçüncü filmin 2004 yılında piyasaya çıkacağı kanaatindeler... Meraklısına.

http://www.geocities.com/kdo_2/pako/safari/hybert.htm
... Pakistan'a geldigim ilk gunden beri hayalini kurdugum, Hyber Gecidinde Buharli Tren Safarisini yapmis olmanin verdigi o tatli huzur var icimde. Eve dondugumde kendimi yorgun ama cok mutlu hissederken yaptiklarimi tekrar dusundum ve oturup bunlari yazarak sizinle paylasmak istedim... diye yazmış web sayfasının sahibi ve gezi notlarını bizlerle paylaşmış.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Wysigot Light v5.024 [2.4M] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=106873
Offline ve online tarayıcı. İnternet üzerinde dolaştığınız tüm adresleri download ederek bilgisayarınızda saklıyor. Dilerseniz değişiklikleri sizlere haber veriyor. Çok güzel bir aram fonkisyonu var. Web tabanlı olarak sonuçları veriyor ve hızla ulaşmanızı sağlıyor. İnternet kurtlarına tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030902.asp
ISSN: 1303-8923
2 Eylül 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri