|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 339 |
8 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İyiki doğdun Suna!.. |
İyi haftalar efendim,
Eylül ayı herkes için ayrı şeyler ifade eder eminim. Hatta bu ayrılar yaşa göre de çeşitlilik gösterir. Kimine hazan mevsimini, kimine yeniden kavuşmayı, kimilerine de yeniden başlayacak olan esaret günlerini anımsatır. Benim için ise açılacak olan okulların habercisidir Eylül. 7-17 yaşlarında çağrıştırdığı okul açılışı ile kırkından sonra ki okul açılışları biribirinden çok farklı olsa da yarattığı duygu hep aynıdır. "Ne de çabuk geçti yaz, amma çabuk geldi bu Eylül" diye kendi kendime söylenir dururum. Hele birden fazla okulla ilgilenmek zorundaysanız beni çok daha iyi anlayabilirsiniz sanırım. Bizim minik adam bu sene normal olarak gelecek hafta okula başlayacakken, büyük prenses yarın sabah okul yollarına düşecek. Yetersiz eğitim kaygısıyla bu sene okulunu değiştirmek zorunda kaldığımız prensesi yeni okulunda öğretmenlerine teslim etmek üzere erkenden yola düşülecek. Haydi hayırlısı...
Dün, bizlere Fransa'dan seslenen sevgili Suna'nın doğum günüydü. Uzaklardaki bu dostumuza tüm kahveci dostlar adına mutlu ve sağlıklı nice yıllar diliyorum. İyiki doğmuşsun Sevgili Suna, bizler de iyiki seni tanımışız. Bu vesile ile sitemizde yeni bir köşe açalım diyorum. "Bugün Doğanlar". Böylece hergün bir dostun doğum gününü kutlar, sanal pastamızdan bir dilimi kahvemize katık ederiz ne dersiniz? Tabiki bu işi halledebilmek için sizlerin doğum gününü bilmem gerekiyor. Bu konuda kolay bir yöntem için çalışmalar yapacağım. Ama bu arada en azından Eylül ayında doğanlar bana isim ve gün bildirirlerse, onları buradan duyurmaktan zevk duyarım. Haydi üşenmeyin ve bana yazın. Yılla işimiz yok, gereken sadece gün ve ay. Hepinize az yağışlı güzel bir Eylül haftası diliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Merhaba Sevgili Dostlar,
Bugün Montreal'deki 10. günüm, havalar gitgide ısındı, şehrin atmosferinin yansıdığını düşünüyorum. Çünkü burası gerçekten çok güzel bir festival süreci yaşıyor. Filmler tamamlanmak üzere, tüm jüri üyeleri iş başında... bizim jürimiz hariç. Dün son filmleri izledikten sonra bir toplantı yaptık ve sonucu belirledik... Şu anda sizlerle paylaşamayacağım ama benim yazılarımı takip edenler pazartesi sabahı
www.ffm-montreal.org adresinden öğrenebilirler.
Dün ana yarışmada yer alan Türk filmi Karşılaşma gösterildi, filmin yönetmeni Ömer Kavur da buradaydı. Oldukça övgü topladı. Umarım o da buradan ödülle döner.
Şehrin kalabalıklığının yanısıra, burada festivalin son gününe yaklaşırken festivalin kalabalığı dağılmaya başladı. Çünkü Kuzey Amerika'nın en önemli film marketi olma özelliğini taşıyan Toronto Festivali, film profesyonellerinin yeni durağı... Elbette buradan Toronto'ya gitmiyorum. Ailemi, dostlarımı, memleketimi çok özledim. Ancak bu yıl ki Toronto film festivalinde Türkiye için ayrılmış özel bir bölüm var. Sanıyorum Türkiye'den de gidenler olacaktır.
Buradaki filmlere ilgi çok yoğundu, bende işim gereği seyrettiğim filmlerin yanısıra, farklı ülkelerin sinemalarını tanımak istediğimden dün bir Guetamala filmi izledim. Aynı şekilde festivaldeki Afrika filmleri bölümü de ilginç bölümlerden biriydi. Amerikan ve Kanada filmlerindeki (bağımsızlardan sözediyorum, çünkü Hollywood ayrı bir dünya) temel sıkıntının konu bulmak olduğunu çok net farkettim. Her meseleyi seks ve mutsuzluk psikolojisi üzerinden anlatma çabaları filmin duygusunu öldürüyor. Bu arada televizyona satış yapabilmek için girdikleri format bu sıradanlığı destekliyor. Sinemayı sanat olma duygusundan koparıyor. Ancak izlediğim ve çok beğendiğim bir Amerikan bir de Kanada filmi oldu. Bunları sizlerle Istanbul'a döndüğümde burada seçtiğim filmlerden yaptığım derleme yazısı ile paylaşacağım. Elbette Avrupa sineması yine en asil ve sağlam dinamiğiyle, sinemanın sanat olduğu duygusunu yaşatıyor. Montreal bir dÜnya festivali olduğu için burada her konuda daha objektif olabiliyorsunuz. Festivalin amacı dünyadaki -iyi- filmleri izleyiciye sunabilmek ve bunu çok iyi başarıyorlar.
Sevgili dostlar, festival yarın bitiyor, şehir ve festival bir bütün olmuş, dünyanın farklı yerlerinden gelmiş filmleri Kanadalıların zerafetiyle ağırladılar. Teşekkürler Montreal...
Hepinize çok sevgiler,
Montreal- 06.09.2003 20:47
Zeynep Özbatur
Yukarı
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Uzaktaki bir dosta mektup |
|
Sevgili Doktor, koca reis..
Şu anda sen neredesin, bilemiyorum.. İhtimal hala o Güney Amerika'daki, biz Türkler için, nerede olduğu bile meçhul ve garip memlekettesin ya da belki Nikaragua'ya geçtin artık.. oralarda siftinmektesin.
Asında ben de şu anda tam olarak nerede olduğumu bilmiyorum desem.. yalan olmaz inan. Adriyatik'te bir yerlerde olduğumu biliyorum.. Denizin ortasında.. Venedik'e doğru gitmekte olan bir gemide.. Saat sabahın biri ve sana yazmak geldi içimden..
Sabah Cesare Pavese'nin 'Senin Köylerin' diye bir kitabına başladım.. ve bitirdim... İtalya'nın köylerinde geçen, çokça pastoral çizgiler taşıyan bir kitaptı. Pavese'yi akıllı buluyorum aslında. İntihar etmiş olması da ayrıca ilgimi çekiyor çok. Özellikle 'Yaşama Uğraşı' diye bir kitabı var ki, hem çok zor ilerliyorum hem de her bir paragrafı aklımı kıvılcımlandırıyor benim.. Ama bu 'Senin Köylerin' kitabını sevmedim. Zaman zaman, okuyup bitirdiğim kitapların başına yazdığım küçük eleştiri notuma baktım şimdi, şöyle yazmışım; 'Edebi ya da felsefi bir değeri yok, vasat! Pavese gibi bir akıllıdan beklenmeyecek kadar kötü denebilir... Worthless.' diye de bitirmişim eleştirimi. Neyse, gene de bu kitap ve bir başka kitap birleşti bu gün yaşamımda. Çok yıllar önce bir kitap okumuştum, yazarını hatırlamıyorum şimdi.. Adada şenlik idi ismi. İngiliz bir ailenin başından geçenleri anlatıyordu.. Genç yaşında yedi çocukla dul kalan bir kadının, en büyük oğlunun tutturmaları sonunda biraz da metazori olarak İngiltereyi terk etmek zorunda kalışı ve herşeylerini satıp ellerinde valizleri ile, 1950'li yıllarda, adını bile daha önce duymamış oldukları bir adaya taşınmalarını ve bu adadaki mutluluk dolu yıllarını anlatan bir kitaptı hatırladığım kadarıyla. İşte bu ada, nedense zihnimde olağanüstü güzel bir yer olarak çakılıp kalmıştı yıllardır ve hep merak etmiştim. Korfu.. Adriyatikteki bu güzel ve büyük adadaydım bu gün. Neredeyse İngiliz ailenin heyecanını duyarak indim vapurdan. Hemen limanın çıkışında bir motorsiklet kiralayıp kendimi dağ köylerine ve patika yollara attım.. bütün gün gezdim adanın derinliklerinde. Gerçekten çok güzel ve temiz bir çevre, Güney İtalya'nın (Bari tarafları) mimarisi ve Güney Fransa'nın (Cote d'Azur taraflarının) yeşilliği ile karışmış, hafif yoksul ama inanılmaz sükunet ve güzellikleriyle dolu, görülesi bir yerdi Corfu. İşte bu nedenle hem 'Senin Köylerin' adlı kitabın pastoral anlatımları, hem de 'Adada Şenlik'in içinde geçtiği mekanlar.. birbiriyle kaynaştı, sıcak öğle saatlerinde, koyu yeşil gölgeler içinde sarıp sarmaladı beni.. Kim bilir bir daha buralara yolum düşer mi benim de.. Ama sana bir şey diyeyim mi, yıllarımız kendimizi aramakla geçse de, bulamıyacağız nasılsa.. Belki de senin yaptığın gibi, ya da benim bu gün duyumsadığım gibi, fazla uzaklara gitmeksizin, sadece basitcecik karar vermek ve kendi bahçelerimizde aramak durumundayız kendimizi..
Demişsin ya bana son mektubunda, İspanyolca öğrenmek işin bahanesi, bu benim kendi içime yaptığım bir yolculuktur aslında diye.. Haklısın, öyledir.. Gene de içimize ulaşmak için binlerce kilometreler aşıp, hiç bilmediğimiz bir memlekette ve yerde, dil bilmez, insan tanımaz, yolsuz, yordamsız gezinip durmak.. bir başına.. bilemiyorum yardımcı olur mu? Ya da gerekli mi?
Bozcaada'yı düşündüm Corfu'nun tepelerinde gezinirken motorla.. Adada yaşamanın aslında nasıl da hoş ve garip bir izolelik duygusu yarattığını. O küçük ve yalnız çevrenin, yavaş akan zamanın, değişmemekte direnen yaşam ve insanların, aslında mücadele etmeksizin, dünya üzerinde bir böcek, evrende ise bir toz zerresi kadar bile değeri olmayan bir insanın, kendi kendisine vermeye pek de alışmış olduğu o temelsiz önemin olmadığı bir yaşamda, hiçliğe alışıp, bunu kabullenerek daha dingin yaşayıp yaşayamayacağımı sorguladım. İnan ben de bilmiyorum doktorcuğum.. bilemiyorum.. Ama sormayı da sürdürmeden edemiyorum.
Gemi Corfu'dan ayrıldıktan sonra Arnavutluk kıyılarından geçerken sahile baktım.. heryerler bomboştu. Dünya aslında ne kadar da büyük.. ve nasıl da sınırsız diye geçirdim içimden.. Bu kavga niye dedim kendi kendime. Ne diye şu kısacık olan ömrümüzü mücadelelerle ve kavgalarla geçiriyoruz ki dedim.. Bilemedim..
Ne zaman tamamlıyacaksın şu iç yolculuğunu? Ne bulacaksın? Bir laf vardır, bilir misin? 'Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlıyamaz' der.. Sen ne aradığını biliyor musun? Aradığın şey acaba San Salvador'da mıdır?
Bu senin acaip yolculuğun çok etkiledi beni doktor, yani sana hem özendim, hem endişelendim. Bu kadar derine dalmak, nefessiz de bırakabilir insanı.. Belki de kendimizle bu kadar uğraşmamalıyız. Sonunda bulacaklarımız, yalnızlığımız, güçsüzlüklerimiz, zavallılıklarımız vs olabilir.. Hatta bunlar olacaktır muhakkak.. İşte bununla yaşamak, tanışmak, yüzleşmek vs.. hırpalıyabilir insanı. Sen cesurmuşsun, göze alabildin bu tehlikeyi. Ben alamazdım doktor, alamazdım.. Zaten sana bir şey diyeyim mi, insan kötüdür, bunu en azından kendimden biliyorum.. Acaiptir insan, bencildir, vahşidir.. Ben artık hiçbir davranışımın temeline inmemeye çalışıyorum. Yüzeye bakıyorum sadece, Yüzeyde ışık var ve görünen şeyler güzel. Görünmeyeni kurcalamıyorum hiç. Belki hafif loş koridorlara ara sıra giriyorum kafamın içinde, ama arkasında neler olduğunu asla bilmediğim, ve bilmekten çekindiğim, korktuğum kapıları açmaya çalışmıyorum hiç. Orada ne iblisler, ne şeytanlar uyumakta.. Hatta belki de uyumuyorlar, ne kötülükler, ne acaiplikler tasarlamaktalar, tiz kahkahalar atarak cehennemin ateşini körüklemekteler. Kendimden ve düşüncelerimden korktuğumdandır ki, o kapıları zorlamıyorum, karanlık dehlizlerinde dolaşmıyorum beynimin.. Işık iyidir dostum, insanı ısıtır ve herşeyi ortaya döker.. Karanlık.. bilinmezlerle doludur ve korkutur.. Bir nilüfer çiçeğini düşün mesela. Biz yüzeyde sadece parlak yeşil yapraklar ve beyaz tertemiz çiçekler görürüz.. Ama ya kökler? Kökler çamurun, lağımların içindedir belki.. Belki orada çiyanlar, kurtçuklar vıyıldamaktadır, ama görmeyiz bile ve sadece yüzeydekiyle ilgileniriz. Ama aşağıda kötülük var diye, nilüfer'i de kötü sayamayız değil mi? Hem zaten baksana, sonuçta günışığındaki temizlik ve güzellik, aslında o beslendiği, kaynaklandığı, kök saldığı pislik ve kötülük ortamını bile etkileyip değiştiriyordur belki de. Bambuları düşün mesela, bütün bir yıl yüzeyde duran dallarıyla hazırladıkları besinleri tekrar aşağı yollayıp, toprağın altında yeni filizler hazırlarlar ve yeni sene gelince, birden bire, muhteşem bir hızla gökyüzüne saplarlar yeni dallarını.. Demek ki, diyorum, ışıkla ve gördüklerimizle ilgilenelim sadece, gerisini boşver.. Hem zaten yaşam ne ki? Geldim, gördüm, gittim.. başka bir şey değil. Bu kısacık zamanda herkes kendine göre bir yol tutturup gidiyor işte. Bu boşluğa bir anlam vermeye, yalnızlığını ve kaçınılmaz olan ölümün an be an yaklaşmasını gözardı etmeye, varoluşta bir amaç ve nedensellik bulmaya çabalıyor insan.. Bulabiliyor mu? Şüpheli... Ellerimizde hep kan.. pis işlerin bulaşıkları, ne kadar yıkasan çıkmaz..
Yarın sabah Venedik'te olacağım. Bu ihtiyar bedenimi bir kez daha gezdireceğim San Marco ve Piazzale Roma meydanlarında.. Şimdi hatırlayınca, biliyorum, içimi burkabilecek anlılarım var buralarda.. ve saat ikiye geliyor, kendimi hazırlamalıyım.
Gün gelecek doktor, seksenli yaşlara geleceğiz. Eğer görebilirsek o günleri, bir köşeye çekilip elimizde geçmişten kalmış anılarımızla bir çocuğun oyuncaklarıyla oynadığı gibi, koca bebekler olarak oynarken bulacağız kendimizi anılarımızla. Ama o zaman ihtimal ki hani Marquez'in Yüz Yıllık Yalnızlık'ındaki Aureliano'nun annesi Ursula gibi, kimselerin artık pek de önemsemediği, hafif tertip bunamış ve o günki dünya için bir önemi kalmamış insanlar olarak yaşamakta, yaşamı sürüklemekte olacağız, (tabii o günleri görebilecek kadar yaşarsak..) Ve eğer gerçekten yaşıyor olursak doktorcuğum, seni görmeye gelebilmeyi isterim. Belki bu günlerimizi anlatırız birbirimize, ve dişsiz ağızlarımıla güleriz herkes bu titrek bunaklar gene neye gülüyorlar diye anlam veremezken... Biz göz kırparız, kırık yerlerinden seloteyple yapıştırılmış, şişe dibi gibi gözlüklerimizin arkasından.. biz anlarız belki, ama onlar, görmezler bile....
Ahmet...
27 Temmuz 2003
Adriyatik'te bir yerlerde...
Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Sandviç Üzerine Muhabbet |
|
Sandviç deyip geçmeyin sakın !! Tabelalarda imlasına karar verilememiş bu "ekmek-arası" mamulatını hazırlar, ve/veya yerken yaratıcılık, bilgi ve tecrübe ister ki; pek önemlidir.. Zaman acele etmek ve koşturmak çağı ya (nedense ??!!); herkes koşturup duruyor ya sokaklarda, bu aceleci ruhların menüsü genellikle sandviçtir..
Denizde veya karada koştursak ta, acele de etsek, lezzetli, düzgün bir şey yemek mümkündür yeterli donanım varsa.. Hele hem yaz-sıcak-sert hava, hem de tekneyle ordan buraya gidiyorsanız öğünlerden bir tanesinin sandviç olması pek pratik, pek kaçınılmaz olur ister istemez.. Nasıl olmasın ki; ne bulaşık, ne tabağın masada durma zorunluluğu var, ne çatal-bıçak, ne de masaya oturma derdi.. Kokpit masasını kur, salata yap, antre-ana yemek, servis tabağı, salata servisi gibi şeylerle uğraşacağınıza "ekmek arası" nı yapar kurtulursunuz.. Sıkı orsayla gezerken, bazen yarışta bile, trapezdekiler deniz manzarası eşliğinde yemek yer, hatta dümenci bile arada iki ısırık alıp midesinin feryatlarını dindirebilir. Ama biraz kurallara dikkat etmek, biraz da imajinasyon kullanmak lezzetli, doyulmaz tadlar üretmenize olanak sağlar ki; alkış garantidir..
Adını kağıt oyunlarına meraklı bir asılzadeden aldığı söylenir, Pasifik te bu isimde "Ada-Moda" da vardır, ama ben size bazı ayrıntılarından söz edeceğim ki; ne orijinin önemi var, ne de kimin yaptığının.. Bizim yaklaşım keyifle, hoşlukla ilgilidir, lezzet ve damak tadıyla da beslenir her zamanki gibi....
Seçilecek ekmek pek önemlidir.. Sandviç ekmeği diye naylon poşetlerde satılan tuhaflığa pek yüz vermeyin derim ben.. Zira nasıl bir sandviç kotaracaksanız hamurunu-kılıfını da ona göre seçmek gerekir.. Eğer ekmeğiniz tazecik, içi yumuşak, dışı kıtır-kıtırsa, ekmeği ısıtmayın.. Amma ve lakin, içine koyacağınız malzemeyi iyi şavullamak gerekir.. Olur-olmaz her malzemeyi, her ekmeğin içine tepiştirip "Bak, sana sandviç yaptım!!" denemez..
Hem ekmeği, hem muhteviyatı soğuk, daha doğrusu, ısıtılmamış sandviçler en kolay hazırlananlar gibi gözükür.. Basit olmasına rağmen dikkat edilecek bir kaç husus vardır.. Ekmeğiniz taze olacak, bir de içine koyduğunuz malzeme su salıp ıslatmayacak ekmeğinizi ki; pamuk ekmek içi, çamur olmasın !!! Taze çarşı ekmeğinin köşesi, francalalar, küçük ekmekçikler, bagetler bu tür sandviçler için idealdir, ama içine koyduğunuz domatesi çekirdeklerinden ve kabuğundan arındırıp, salata vesaire yeşilliklerin yapraklarını güzelce kurutun ki, ekmeğinizin içini sulandırmasın.. Daha zengin unlarla yapılmış ekmeklerden seviyorsanız, çavdar ekmeklerini, kepekli undan mamül ekmekleri, ya da başka bir cins seçebilirsiniz.. Aslolan sandviçinizin lezzeti ve yerken aldığınız haz, ve de "doygunluğun dayanılmaz durgunluğu" dur.. Neyse, ekmeğin karnını yardıktan sonra içine, koyacağınız malzemeye uygun olarak ince bir kat lezzet sürersiniz.. Füme etli bir sandviçe hardal, kaşarlısına biraz tereyağı, tavuk söğüşlü sandviçe de biraz mayonez yakıştırabilirsiniz.. İsteyenler zeytin ezmesi, süzme yoğurt, krem peynir gibi bir sürü lezzet kullanır, hatta ileri gidip, hardal-mayonez, peynir-krema, salça-ketçap gibi karışımlar da hazırlayabilir.. Bir özel durum daha var ki sandviç işinde, pek önemli benim gibi sakallılar için.. Hem yediğim ziyan olur, hem üst-baş kirlenir, bir yandan da sakala-bıyığa bulaşmış mayonez vesaireyi işaret edenlere laf yetiştirmek gerekir.. Sandviçin ya ekmeği kötü seçilmiştir, ya ekmek/iç oranı bozuktur, belki de içine fazladan mayonez-ketçap gibi malzemeler pörtletilmiştir.. Siz de açlıkla bir ısırırsınız; haydi pantalonda ketçap, gömleğin yakasında mayonezli kornişon parçası, sakalın çene kısmında, dilin uzanamayacağı yerde de rus salatasının bezelyesinden!! Sandviçte homojenlik önemlidir, ısırırken sadece ekmek, bazen de sadece içindeki malzeme ağzınıza gelmemeli, karışımınız eşit olarak yayılmalı şaheserinize....
Herşeyde olduğu gibi görüntü ve prezantasyon da pek önemlidir.. Aradan gözüken yeşil salata, taze nane yaprakları, domates, salatalık, roka yaprağı, pancar turşusu, mor lahana parçası hem görüntüyü kurtarır, hem ağız sulandırır..
İçinin malzemesi biraz daha akışkan olan sandviçler için ekmeğe modifikasyon gerekir.. Ekmeğinizi biraz tost edip, dış yüzeyi daha kıtır hale getirmek gerekir bu durumlarda.. Şimdilerde pek moda olan karadeniz fırını ekmeklerinden, baba dilimler kesip, tost makinasına koyarak hiç yağsız ve az ateşte kıtır kıtır bir sandviç ekmeği yaratabilirsiniz.. Sonra da içine rus salatasını koyup arkadaş olarak ta "Frankfurter" sosislerden haşlanmışını seçersiniz.. Biraz da hardal koyunca soğuk bira ister yanına mutlaka !!! Yok, ton balığı konservesini biraz limonla ve karabiberle terbiyelediyseniz, kırmızı soğan dilimciklerini de üzerine koyar, kıtır kabuklu ekmeğinizin pamuk içine işlemiş zeytinyağı kokusunu koklayarak dişler durursunuz.. Arada damağı ıslatmak mecburidir, birayı pek yakıştırırım ben bu menülere, isteyen istediğini seçsin...
Bu türlerden bahsederken illa ki aklınıza "Hamburger" gelmiştir.. Bendeniz hamburger diye satılan, plastik ekmek, plastik köfte ve plastik patates kızartmasından ve çeşitli poşette soslardan mamul malzemeyi değil ağzıma sürmek, gözümün ucuyla bakmam bile... Hamburger deyince ya kendi yaptığınız köfteyle imal edilmiş köfteli sandviç, hiç olmazsa eskiden Taksim Meydanındaki ufacık, hakiki "Kristal Büfe" hamburgeri anlaşılmalıdır. Köfteli sandviçinizi; kekikli-domatesli sos, dışı kıtır özenli ekmek, hardalın iyisinden, turşunun düzgününden, donmamış köftenin kralından imal ederseniz hem kıyak bir şey yemiş olur, hem de "zincir hamburger" tadının anlamsız ve sağlıksız bir şey olduğunu ayrımsarsınız.
Her şeyde olduğu gibi "sandöviç-sandaviç" büfelerinde de memleketimin özel tuhaflığı vardır.. Tereyağ sürülecek yere üstüste eriyip, dona-dona ayarı kaçmış, bıçak saplanmış margarin paketi, sucuk yerine surdibi mamulatı "nallı kuzu", peynir desen plastik, ekmek küflü... Hepsinin hakkını yemeyelim, arada pek düzgün, işini hakkıyla yapan büfeler de vardır.. Hele eski usul, turşulu-hardallı-salçalı "sosisli", ancak bazı özel büfelerde lüpletilir.. Düzgün kokareççileri, simitlerin içine eski kaşar yerleştiren meraklıları, füme dilli-peynirli tostuyla meşhur "Marmaris Büfesi" ni, "Oklohoma tost" ve "Yarım Ekmeğe Anjelik" in sanat yönetmenliğini yapan Bahariye de Ahmet i de unutmak, anmadan geçmek olmaz!!!
Bu arada "tost" konusuna da bir göz atmak lazım.. Tost ekmeği özeldir, bir kaç gün bayatlatılır, içinin peyniri-yağı-sucuğu birinci sınıf ve amaca uygun olmalıdır, pişirmesi de dikkat ister.. Yoksa bazı yerlerde olduğu gibi tostu ısırıp yolun karşısına geçersiniz, peynir uzayarak "kaderiniz gibi sizi takip eder" durumu, tostun kalitesini değil, peynirin acaipliğini, belki de yanlışlığını vurgular... Tostlarda ekmek kızarırken içindeki malzemenin de kısmen pişmesi amaçlandığından ateş ayarı da önemlidir. Birkaç kere alt-üst etmek, ekmek kızarmağa başladıktan sonra nar gibi olsun diye çıkarmadan incecik tereyağ sürmek gereklidir tostunuza.. Ekmeği yağ emmiş, peyniri kabuk gibi kalmış tosta ne yapsanız beğendiremezsiniz kimselere..
Bir konudan daha dem vuralım, sonra birkaç sandviç tarifi yazıp kaçıyorum.. Servis yaparken düzgün bir kağıda sarıp yanına da bir peçete koymayı ihmal etmeyin.. Sarılan kağıdın altı kapalı, kırıntı ve ufak damlacıkların üzerinize dökülmesini engeller biçimde olmalıdır ambalajınız... Ama yine de kağıt, kağıt gibi olmalı, yeni moda naylon poşete sokulmuş dergi gibi, sandviçinizi sakın ola ki plastiklerin içine sarmalamayın !!!
"Yengen" ismi verilmiş, karışık tost pek lezzetli birşeydir.. Yengen tost ekmeğine yapılır, düzgün sucuk ve sağlam kaşarla dolu tostunuzu pişirir, yağı sürüp dışını kızartmadan incecik domates dilimlerini ilave edersiniz, yanına mutlaka ayran gerekir!! Sandviçten dem vururken beyaz peynir-domatesli sandviçten bahsetmemek olmaz.. Ekmeği de taze ve kıtır, peyniri lezzetli, domatesi kırmızıysa tadına doyum olmaz.. İsteyen taze soğan da kemirir beraber... Beyaz peynirden de mamul olduğuna göre tam "Türk oğlu türk" bir sandviçten bahsediyoruz.. Bir de yabancı bir karışımdan sözedeyim ki; ben buna bayılırım.. Mortadella denen salamı bagete döşeyip yanına hardal ve kornişon turşusu koyarsınız pek lezzetli olur.. Ama salam konusu pek hassastır, mortadellayı geçtik düzgün macar salamı bile bulunmaz oldu.. İthaller de pek yanına yaklaşılacak gibi değil !!!
Bu konu devam eder gider böyle, bitireyim ufaktan.. Siz siz olun, ne yerseniz ne imal ederseniz hafife almayın.. Ayrıntılarda gizlidir yaşamın tadı; yaşamınız tatlı, keyifleriniz pek olsun... Mavi-yeşil selamlar yolluyorum..
Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Ziya Akça Kayar |
AYRI DÜNYALARIN AYAKKABILARI
Sizlerle bir sırrımı paylaşmak istiyorum, ki; sır olmaktan çıksın da ben de rahatlayayım.Eminim hepimizin hayatında en az birkaç defa yaşadığı dalgınlık ve acelecilikten kaynaklanan biraz saf biraz komik duruma düşüren olaylar olmuştur.
Uzun bir seyahatin ardından akşam geç saatte eve geldiğimde, giderken açık bıraktığıma emin olduğum koridor lambasının yanmadığını gördüm ve hemen mutfağa geçerek oranın lambasını yakmaya çalıştım ama nafile sanki tüm ampuller sözleşmiş gibi hepsi bir anda patlamıştı.Buzdolabını açtım soğuk su içerek Antalya'nın sıcak ve neminden dolayı yeterince su kaybetmiş olan vücudumun sıvı ihtiyacını karşılayayım ve biraz da serinleyeyim dedim ama o da ne buzdolabının da lambası yanmıyor, elimi su şişesine attım ılık hatta sıcaktı ve yerde su vardı. Asla düşünmediğim daha doğrusu aklıma bile getirmek istemediğim olay mı olmuştu yoksa ; elektrikler kesik diye düşündüm ama gecenin bu saatinde açtırma ihtimalim olmadığı için hemen bu saçma ve komik düşünceyi beynimden uzaklaştırıverdim ve sigorta kutusuna giderek hepsini kontrol ettim ama hiçbir sorun yoktu tekrar,tekrar indirip kaldırdım, elektrik inat etmiş ısrarla gelmeyeceğim diyordu. Ana girişe koştum hemen oraya baktım ve maalesef üzücü sahneyle karşılaştım ben yokken gelen elektrik faturası ödeme tarihi geçtiği için elektriğim kapatılmıştı.Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ya karanlıkta oturacak ve sabahı bekleyecek yada bir yerlere kendimi zorla misafir ettirecektim. Tabi ki ben ikinci seçeneği devreye soktum ve bana yakın oturan ablamları arayarak kendimi davet ettirdim. Evden çıkarken karanlıkta hemen kapının yanındaki portmantonun önünde duran pabuçlarımı ayağıma geçirip kapıyı kilitleyip evden çıktım ve arabama atladığım gibi "misafirliğe boş gidilmez hele de gecenin bir yarısı hiç boş gidilmez" diyerek yakında ki Gima markete doğru yol aldım. Marketin içinde doğru tatlı reyonuna yönelip ayıptır söylemesi o güzelim şekerpare tatlısından 1 kilogram alıp hediyelik paketi yaptırdıktan sonra şöyle ne var ne yok diyerek market içinde bir turalayalım dedim, ama; keşke demez olaydım.
İçki, tabak ,çanak reyonunu gezip market içinde yaklaşık 10-15 dakika oyalandıktan sonra kasalara yaklaştığımda, giysi reyonunda aylardır aradığım yazlık terlikleri görüp hele de fiyatlarının çok makul olduğunu fark edince bir anda güdümlü mermi gibi oraya yönlendim. Reyondaki terliklere baktım ve her zaman ki gibi şanstan yana hiçbir zaman şansı olmayan şahsıma için, için küfrederek 44 numara terlik kalmadığını ve sadece 43 ile 45 numara olduğunu gördüm. 43 numara görüntü olarak kafadan kaybetmişti zaten 45 büyük görünmesine rağmen sadece kendimi tatmin için bir deneyeyim dedim. Reyondakilerden bir tanesinin sağ tekini aldım yere bıraktım ve ayakkabımı çıkarıp ayağıma geçirdim cidden bayağı büyük görünüyordu ama alışveriş yapma özürlü olan ben " boş ver nasılsa ucuz al bulunsun" derken bir baktım adamın birisi arkamdan kafasını uzatmış ayaklarıma bakıyor ve hafifçe bıyık altından bir suratıma bir ayaklarıma bakıp gülümsüyordu. "Hayırdır inşallah acaba tanıdık mı" diyerek döndüm ve adama baktım ama ,hayır, hiçbir şekilde tanıma ihtimalim olmayan, değil; Antalya, Türkiye de bile görme şansım bulunmayan bir Alman'dı adam .Eski bir turizmci olarak adama tebessüm ederek selam verdim, o da aynı şekilde karşılık verdi ama bir ayaklarıma bir suratıma bakıp tebessümden, önce; sırıtmaya sonra sinir bozucu şekilde gülmeye dönüşen tavrını değiştirmemekte ısrarlıydı. "Herhalde terlik ayağımda çok komik durdu" dedim kendi kendime; dedim ya alışveriş özürlüyüm çoktur alıp ta giymediğim ve başkalarına hediye ettiğim giysilerim.Bir diğer ihtimal ise adamın psikolojik olarak rahatsız olmasıydı ki öyle olma ihtimalini düşünerek azıcık da acıdım adama boy,pos yerinde dağ gibi adamdı ne de olsa.
Tüm tadım kaçmıştı ya adamı tersleyecek ya da oradan ayrılacaktım ve vazgeçtim terliği almaktan.Marketten çıkıp da zaten gergin olan beynimi daha fazla üzmeyim diyerek eğilip ayağımdan terliği çıkardım. Ayakkabımı giymek için eğildiğimde "aman Tanrım o da ne " ayakkabımın sağ teki kahverengi bir makosen sol teki ise bağcıklı ve siyah bir kundura değil mi. Kan beynime sıçradı ve ne yapacağımı şaşırdım kılçık Alman ısrarla arkamda durup benim düşmüş olduğum bu salak ve komik duruma artık kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Beynim anında devreye girip bir durum muhakemesi yaptı ve eski bir asker olarak cephede zor durumda; düşman kuşatması altında kalmış bir birliğin komutanının verebileceği kadar hızlı kararlar verip uygulamak durumundaydı.Kaçış yolları sınırlıydı; görüntüde iki çözüm vardı ;
1. Terliği alıp ayağıma geçirip marketten öyle çıkmak.( Sıkıntısı, kasa da ödeme anında ayrı dünyaların ayakkabılarını elime alacak ve kasanın kapanış saati olduğu için oradaki tüm kalabalığa rezil olacaktım)
2. Hiçbir şey olmamış gibi kasaya gidecek tatlının parasını ödeyecek ve marketten çıkacaktım.( Bunun sıkıntısı ise ablamlar da rezil olmak ve yıllar boyunca dalga geçilmekti.)
Arkamda krize girmiş olan iğrenç suratlı Alman' a küfreder gibi iyi akşamlar dileyerek ikinci tercihi uygulamaya koydum çünkü kasalar çok kalabalıktı ve kimse ayaklarıma bakmazdı, baksalar bile sadece birkaç tanesi fark ederdi.Kasa da hiçbir sorun yaşamadan ödememi yaptım salaklığıma küfrederek arabaya bindim ve ablamlara gittim nasılsa fark etmezler düşüncesiyle rahatça apartmanlarının önüne geldim ama bende ki kör talih her zaman ki gibi peşimden geliyordu, girişte yeğenimle karşılaştık ve asansörde dayaklık yeğenimin ayakkabılarıma bakacağı tuttu ve kahkahayı patlattı kendisine rüşvet teklif ederek bunun aramızda sır olarak kalmasını söyledim ama çocuk işte ne anlasın paradan ablam kapıyı açar açmaz "anne,anne dayımın ayakkabılarına bak" diye tüm apartmanı inletti ablam bakar bakmaz kahkahayı koyverdi ve benim yıllarca konuşulacak olan saflığım tüm yalınlığıyla ortaya çıkıverdi.
Akabinde tüm aile bireyleri İskenderun' a kadar bu olayı duydu ve sinir bozucu mesaj ve telefon trafiği başladı. Allah'tan o günlerde mazeretim vardı henüz reddedilmiş ve aşkın getirmiş olduğu tüm salaklığı yaşadığımı bahane etme şansına sahiptim. Tabi bu hain akraba ve eş dost arasında asla kabul görmeyen bir mazeretti ama olsun ben işi yüzsüzlüğe vurarak zeytinyağının özgül ağırlığı prensibini devreye soktum.
Buradan benim çıkardığım mükemmel dersler oldu, birincisi eğer aşıksan faturalarını zamanında öde, ikincisi markette size gülen Alman lar çok gıcık ve sinir bozucu insanlardır, üçüncüsü yeğen bile olsa çocuklara asla güvenme, dördüncüsü ve en önemlisi ise kahverengi ve siyah(bağcıklıysa özellikle) ayakkabılarınız varsa bunları istediğiniz şekilde biri siyah diğeri kahverengi giyilmeyeceği onların ayrı dünyaların ayakkabıları olduğu en azından toplumun bunu kabullenmeye hazır bir beyin ve gelenek alt yapısına hazır olmadığı gerçeğiydi..
Ziya Akça Kayar ziyaakca@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan |
Türkiye'nin Düzeni
Atatürk’ün son nefesini verdiği Dolmabahçe Sarayı rezaletlerini Mısırdaki sağır Sultan bile duydu:Burada devlete ait ne kadar tarihi eser varsa, ne kadar yerlerine yenilerinin konması mümkün olmayan sanat eseri varsa; nemden, bakımsızlıktan, ilgisizlikten çürüyor, mahvoluyor, yok oluyor dünyanın gözleri önünde.
Bir gün ünlü gazeteci Uğur Dündar nasılsa izin alıp buraya girmiş ve yukarıda anlattığım rezaletin boyutlarını kamerayla tespit ederek TV kanalları aracılığıyla kamu oyuna yansıtmıştı. Dönemin TBMM Başkanı da konuyla yakından ilgileneceğini söylemişti, tıpkı ondan öncekilerin de söylediği gibi.
Dün yine bazı gazetelerden öğreniyoruz ki, şimdiki TBMM.Başkanı Arınç da olayla yakından ilgileneceğini söylemiş, bu düşüncesini TV kanallarından da duyurmuş.
Ve bu arada Dolmabahçe Sarayındaki maddi değerleri trilyonlarla ölçülen resimlerin nasıl çürümeye terk edildiğinin fotoğrafları gazetelerde TV kanallarında bilmem kaçıncı kez görüntülendi.
“Yasak Kitaplar” başlıklı anımı yazmaktaki birince derecede önemli etken bu konuyla ilgilidir.
Türkiye’deki devletçiliğin ne denli ucube olduğu, devletin kendi mallarına nasıl sahip çıkmadığıyla kolayca anlaşılır. Koskoca devlet, kurucusu Mustafa Kemal’in ismiyle özdeşleşen Dolmabahçe Sarayındaki tarih ve sanatla ilgili ne varsa yıllardır dünyanın gözleri önünde yok olurken, seyirci kalmaktan başka bir şey yapmıyor, yada yapamıyor.
Peki neden?
Bunun nedenini en kolay devletçi mantığın içine derinlemesine sindiği 1980 Anayasasında görebilirsiniz. Orada vatandaşa her türlü özgürlükler tanınır ama o özgürlüklerin kullanımı “ancak” sözcüğüyle başlayan maddelerle tekrar alınır, yada bir başka deyişle,kullanılmaz hale getirilir.
Sosyalist ülkelerde antik değerleri olan yapıtları, tekrar yerine yenlerinin konması mümkün olmayan sanat eserlerini devlet koruması altına alır, gereğini de yapar. Sermaye düzeninin egemen olduğu ülkelerde ise,bu iş büyük ölçüde burjuvaya bırakılmıştır. Hemen her varlıklı ailenin gücüyle orantılı tarihi eser ve sanat yapıtlarından oluşan koleksiyonları vardır, olmayanlar ayıplanır, sonradan görmüşlerden sayılır.
Bizde devlet, vatandaşına -her konuda olduğu gibi- bazı sanat eserlerini,aileden kalma antikaları kendi evlerinde tutmalarına izin verir.Ancak bu izni öyle şartlara bağlar ki, kimseler bilinçli olarak böyle şeylere cesaret edemezler.Yasaları bilmeden koleksiyon yapan da, bir ihbar sonuncu hapishaneyi boylar, ağzının payını alır.
Devlet kendine ait olanlarla birlikte, vatandaşlarından kanun gücüyle zoralım şeklinde topladığı tarihi ve sanat değeri büyük yapıtları ardiyelerde, camilerde, müzelerde tutar. Daha doğrusu tutarmış gibi yapar. Çünkü tutuldukları yerlerde ya yangınlarla, ya çürüyerek, çoğu zaman da çalınarak yok olurlar.Ama düzen devam eder, çünkü bu bir düzendir; Türkiye’nin düzeni!
Kemal Duykan kduykan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.617 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
ÖZLEM DENİZİ
Geçmişin kuytu köşesinde gizli
Unutulmuş bir sürgün hikayesi.
Tozlu, kırık, dökük ve eski
Bir o kadar da anlaşılmaz belki...
Hüznün miladı neydi bilinmez ki
Gurbet her iklimin nazlı dilberi
Ağaran tana nispet olsun bari
Yeniden doğuşlar, taze ve diri...
Vefa küsmüş bize, uzlette şimdi
Yılanlar bekliyor her hazineyi.
Kaç asırlık çınarlar devrildi.
Sırmalı mintandı bahaneleri...
Zamansız çalan ecel çanı gibi
Yeri göğü altüst edip gideni
Vuracak mı ruhun vicdan neferi
Kınınında yenik kılıç misali...
Parlayan yıldız, zühre ve zuhali
Gözler görmediyse gönüller seçti.
Sır gemisi o limanda demirli
Yılmadan bekliyor özlem denizi...
Özlem Torkul
<#><#><#><#><#><#><#>
Eylüle isyan
Gelirim anılarla her eylül anılarla dolu bu parka
Yaslanırım soyunmaya yüz tutmuş ağaçlara
Düşer sarı,yeşil yapraklar,dönüşür toprağa
Dönerim,seninle dolu o yaşanmış yıllara
Unutmak,unutmak mümkün mü o an geçmişi
Dalarım maziye,hatırlarım yaşadığımız her şeyi
Bir öksüz gölge gibi adım adım izler her an beni
Her eylül de,yokluğun ıstırap dan daha deli
Düşmanım seni avuçlarımdan alan eylül ayına
Seni benden aldı,götürdü bilmediğim bir meçhule
Yalnız geçirdim yine ben bu eylülü de
Bir eylül daha bekleyemem,al beni de yanına
Burhan Küçük bkucuk@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Becerikli Satıcı
Ateşli bir köy çocuğu şehrin en büyük marketinde işe başvurur. Dünyanın bu en büyük alışveriş merkezinde herşey ama herşey satılmaktadır.
Patron sorar :
* Daha önce hiç satıcılık yaptın mı ?
- Evet köyümde bu işi yaptım.
Patronun gözü çocuğu tutar :
* İyi, yarın başlıyorsun.
Ertesi gün akşam olur ve patron çocuğu karşısına alır ;
* Evet, bugün kaç satış yaptın??
- Bir ..!
* Ne bir mi ? Diğerleri 20-30 satış yaptılar, Nasıl bir ? Kaç dolar tuttu peki ?
- 320.334 USD
Patron şaşırır ve sorar :
* Nasıl becerdin bunu ?
- Adama batta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. Adama nerede balık tutucağını sordum. Kıyıda diyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım. Patron kendinden geçer :
* Ne diyorsun, bütün bunları bir küçük olta almaya gelen adama mı sattın ?
Genç çocuk cevap verir :
- Yoo, aslında karısı için bir tane orkid istemişti... Ben de ona dedim ki :
" Desene bu hafta sonun mahvolmuş, sen en iyisi balığa git ..! "
<#><#><#><#><#><#><#>
Al sana mezuniyet hatırası!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.stampitout.wildjelly.com/
Kendinize özgü posta pulları yaratmak isterseniz hemen bu siteyi bir ziyaret edin. Mektup üzerine yapıştırabilir olmasada oldukça ilginç ve güzel pullar elde edbilirsiniz. Kendi resimlerinizi kullanmanızada izin veriyor.
http://www.benotesi.com/
Benötesi Psikolojisi yani BP, öncelikle her insanın derinliklerinde, genelde bilinen, güncel hayata yansıyan yönünden daha yüce bir yönü, olduğuna inanır.
http://www.eurobasket2003.com/uk/hem.asp
Gruptan çıktık. Sırada Sırbistan-Karadağ var.
http://www.sevginehri.net/kahvefali.asp
Yoruldunuz. Sıkıldınız. Şöyle güzel okkalı bir türk
kahvesini hakkettiniz değil mi? Hadi kahveyi içtiniz diyelim.
Kahve içildikten sonra fal bakmamak olmaz. İnsanoğlunun
bitmeyen merakı: Geleceği bilmek . Kahveyi fincanın hep aynı
noktasından içmişsiniz. Fincan çoktan ters çevrilmiş bile.. Tabii
önce bir dilek tutmuşsunuz. Aman dilek tutarken unutmayın
fincan başınızın üstünde saat istikametinin tersi yönünde
üç kez çevrilmeli..
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
File Commander v1.1 [984k] W98/2k/XP FREE
http://www.cinnamonsoftware.com/file_commander.htm
Çok güzel yardımcı bir program. Bilgisayarınızda sıkça yaptığınız kopyalama, yer değiştirme ve yedekleme işlemlerini bir komut haline getirebiliyor ve gerektiğinde kullanabiliyorsunuz. Bilgisayarda explorer ile boğuşanlara şiddetle tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|